@orenda
|
Nazenin, her şey yolundaymış gibi davranan herkese uyum sağlıyordu. Nazlı yüzünden eksiltmediği gülümsemesi, Züleyha ablasının koşturan hâlleri ve erkeklerin de zerre bir şey yansıtmayan yüzleri nedeniyle içindeki kurtların sesini anlık da olsa kısıyordu.
Sürekli Asafla göz göze geldiğinde nedensiz çekiyordu bakışlarını. Düşündüğü tek şey Asafın gerçek anlamda kim olduğuydu. Sadece bilmek istiyordu. İçinde bir şeylerin değişeceğinden değil ama elini tuttuğu, yüzüne dokundurduğu adamı düne kadar hiç tanımıyor olduğunu kavramıştı. Nazlının kaçırıldığını anladıklarında yüzündeki değişimi görmüştü. Şu ânâ kadar tanıdığı Asafla asla ilgisi yoktu. Halille konuşmadan anlaşan ve bir duvar kadar sert olan adamın her yönünü bilmek istiyordu.
Ortalık sakinleşince Meyra annesiyle konuşmak için odaya çıkmıştı. Bu ara onda da bir şeyler vardı. Annesiyle hep görüşürdü ama sanki başka birileriyle daha konuşuyordu sürekli. Bazen çok öfkeli bazense çok durgun geliyordu yanlarına.
"Nazenin..."
Aradaki avluda üşümesine rağmen otururken yanına gelen adamı seslenmese fark etmezdi. Üzerine sardığı şala biraz daha dolanıp başını kaldırdı. Asaf mavi gözleri dümdüz ona bakıyordu. O sıcaklık, içini ısıtan parıltılar neredeydi?
"Konuşalım mı seninle biraz? Yürümek ister misin?"
Nazenin sadece başını onaylarcasına sallayıp ayaklandı. Dış kapıdan çıktıklarında aralarında yarım metre bir mesafeyle yürümeye başladılar.
"Nazenin, konuşmayacak mısın benimle?"
Nazenin evlerden uzaklaştıkları ve küçük bir koruyu anımsatan alana doğru yürürken duraksadı. Kolları göğsünde bağlı, at kuyruğu yaptığı saçları rüzgardan dağılır bir haldeydi. Çok az uyumanın etkisiyle de göz altları koyulaşmıştı.
"Asaf ... Kimse bir şey demiyor. Biz dün ne yaşadık?"
Asaf eve döndükleri andan itibaren farkındaydı Nazeninin üzerindeki durgunluğun.
"Bana sormak istediğini... Olduğu gibi sor Nazenin!"
Biliyordu gelecek sorunun içeriğini. Ona yalan söylemiyordu zaten Asaf. Sorulanın ötesinde cevap vermiyordu ama yalan da söylemiyordu. Nazenin kendini kasıp ayaklarını izleyen gözlerini dimdik karşısındaki adama sapladı.
"Polis değilsin!"
"Aslında şu an İstanbul Emniyetinde Asaf Eren olarak görevde görünüyorum."
Nazenin dik bakışlarını bir an bile çekmedi. Bir adım yaklaştı adama. Tuhaf bir hâl vardı Asafta, tenini ürpertiyordu. O büyülenmiş gibi bakışları yoktu mesela. Çok soğuk bir his yayıyordu kalbine bu bakışlar.
"Bu görünürde olan, asıl olanı bilmem yasak mı?. Bir anda arabanın arkasına saklanmış techisatla Nazlıyı bulan, gece boyu ortada olmayan ve sonra Nazlıya zarar verenin ömür boyu hapis kalacağı haberini veren adamlar kim? Bunları soramaz mıyım?
Gözleri biri var mı der gibi etrafa bakınıp sesinin tonunu alçaltarak azıcık daha yaklaştı.
"Sizi gördüm! Halili, Yiğiti, seni... Halil nikah hediyesi Türkiyenin silah sanayisinin en kuvvetli oluşumlarından hisse verdi Nazlıya. Yiğit... Yani o! Of Allahım..."
Eli yüzüne gelen saçlarını hızla yüzünden çekti. Asafın yüzünde tek bir çizgi bile hareket etmiyordu. Dümdüz konuşmasını bitirmesini mi bekliyordu yani?
"Konuş lütfen..."
"Anladığın doğru Nazenin. Görünür olan kimliğimde polis memuru bir adamım. Ama devletime ve milletime başka şekillerde de hizmet ediyorum. Neyi bilmek istiyorsun?"
"Meyra... Sizin ajan olduğunuzu söylemişti."
Asafın düz ifadesi bir anda bu masumca çıkan soruyla kırılır gibi oldu. Dudağı kıpırdadı. Gülmek istermiş gibi bir ifade yayıldı yüzüne.
"O pigmenin kafasının içi oldukça ilginç gibi."
"Ona pigme demeye devam et! Sonra da başına bir şey gelirse karışmam ben. Beni üzersen sana yapacaklarını anlattı bize. Korkudan bütün gece uyuyamadım ben."
Asaf kaşlarını kaldırıp küskünce konuşan kara saçlı büyüsüne baktı. Bu konuşmayı bekliyordu elbette. Hatta oldukça şiddetli bekliyordu. Birazdan 'ben böyle bir hayat yürütemem' cümlesini de duyacaktı ama Nazenin yine onu şaşırtmıştı. Beklediği kendini suçlayan, gizledikleri için bağıran, büyük ihtimallede yalancılıkla itham edip kıçına tekme atan bir kızdı. Nazenin beklentisine karşın oldukça nazik bir tutum sergiliyordu.
"Nazenin... Ben polis olmasam ama yine de aynı amacı gütsem... Senin için, sendeki yerim değişir mi? Yada benim sendeki yerim o kadar güçlü mü? Aslında saçma bir soru oldu bu değil mi? Niye böyle bir karmaşaya giresin ki?"
İşte tam olarak bunu anlamıyordu Nazenin. Asafın üstünden çıkmayan bu tavra tam olarak anlam veremiyordu. Şu an tartışabilirlerdi, sevgililerdi çünkü. Birbirlerini tanıyorlardı, anlamaya, olursa beraber yaşayacakları günleri düzenlemeye çalışıyorlardı. Asaf şimdi öyle konuşuyordu ki bu konuşmanın sonunda sanki ayrılma ihtimallerine hazır gibiydi. Kaşları çatıldı.
"Beni aldattın mı?"
"Ne?"
"Dolandırıcı yada katil misin? Vatan haini? Bilmiyorum en ağır ceza listesini hangi suçlar kapsıyor? Onlardan biri misin? Bizim durumumuzu hemen değiştirecek şeyler bunlar çünkü. Beni aldattıysan yada onursuz bir adamsan evet ayrılmamız en doğrusu. Senin için hiç bir karmaşaya girmem öyleyse!"
"Nazenin..."
"Asaf ben seni aileme götürmek istiyorum. Böyle elini tutayım, babama diyeyim ki 'bu o!' Bu adam senin karşına, başım dik çıkaracağım kişi demek istiyorum. Sen şimdi ne karmaşası, neye değer mi, ne soruyorsun bana?"
"Ailenin karşısında da polis olduğumu söyleyeceğim çünkü! Benim bir adım yok! Bundan ileri bir cümle kuramam ben Nazenin. Oturup sana neler yaptığımı detaylıca da anlatamam. Senden sadece sözüme güvenmeni isteyebilirim. Çok saçma ama bir söze güvenecek kadar kim kimi ister? İstemez ki... Kimse kimseyi sorgusuz sualsiz beklemez. Duyduklarıyla yetinip ben onu seviyorum demez. Hele ki beni!"
Nazenin bedenine doladığı kollarını çözüp hayretini yüzünde taşıyarak baktı.
"Seni mi? Ben neden böyle bir şey yapayım Asaf? Niye güvenmeyim sana? Sen bana açıklayabileceğin kadarını açıklasan niye yetinmeyim? Anladım! Tamam polis değilsin. Belki istihbarat, belki özel kuvvetler belki başka birşeydensin ama kötü de değilsin. Niye biz bir anda ayrılık konuşması yapıyor gibi olduk?"
"Kendimi... Hazırlamak için..."
Asafın fısıltısı Nazeninin kalbinde bir sancıya neden oldu. Bir burukluk, kırgınlık çöktü üstüne.
"Hiç mi güvenmiyorsun sana duyduğum hislere? Bir yola çıktığımızda hemen mi elini bırakacağım? Bana inancın bu kadar mı?"
"Sana değil... Kendime inancım bu kadar Nazenin? Ben doğduğu günün üçüncü akşamı öylece bırakılmış biriyim. Beni doğuran göğsünden bir damla süt vermeyi bile layık görmemiş. Senden niye fazlasını isteyeyim? Karnında dokuz ay taşımış biri, hakkım olanın bu olduğunu düşünmüş. Şimdi el bebek gül bebek büyümüş bir narin çiçek niye katlansın benim için bunca şeye?"
Nazenin gözünden akan yaşı, yüzündeki soğuk histen anladı. Yetiştirme yurdunda büyüdüğünü bilmek bile kalbini çok incitiyordu ama onu oraya bırakanlar hakkında ki düşüncesini duymak! Bu çok korkunçtu. Bir anne nasıl kıyardı bebeğine? Üç gün diye çığlık attı beyni. Üç günlük bir bebek nasıl bırakılırdı buz gibi bir yurda? Zihnine dolan her görüntü boğazında dikenli surlar oluşturdu. Gözüne dimdik bakışını gören hiç bir şey hissetmiyor derdi. Ama Nazeninin Asafla bağlandığı kalbi acıyla kıvranıyordu. Asafın acısını içinde yaşıyordu.
"Sevdiği için..."
Üşümüş elini, yumruk olarak sıkılmış büyük ele uzattı. Tutmasını beklemeden sıkıca kavradı.
"Bir insan diğerini sabırla bekler, sözlerine itimat eder, güvenir Asaf. Sevdiği için, sevdiğine inandığı için yapar bunu. Ben sana kimsin diye hesap sormuyorum. Ben bilmeye hakkım olanları senden duymak istiyorum. Yok mu hakkım?"
Asaf elinin üzerindeki ele öylece baktı bir süre. Kendini o kadar hazırlamıştı ki Nazeninin yapamayacağına dair sözlerine ne demesi gerektiğini bilemedi.
"Nazenin... Ben bazen gideceğim. Belki bir hafta belki bir ay, geldiğimde seni bulamazsam diye çok korkuyorum. Sıkılırsın beklemekten. Yanlış bir şey yapmıyorum. İnandığım her şey üzerine yemin ederim kötü bir amaca hizmet etmiyorum ama kolay bir durumum da yok. Değişken..."
Nazeninin aşk isteyen kalbi aradığını bulmuş olacak ki vazgeçmek istemiyordu hiç bir şeyden. Bağıra çağıra ben beklerim demenin peşindeydi. Aklı, 'Meyra bu yüzden istemedi ilk sizi' diye fısıldadı. O anladı ve senin istediğin o düzenli, kolay hayatı veremeyeceği için surat astı. Meyra bir konuda haklıydı. Nazeninin hayalleri içerisinde böyle bir durum yoktu. Sabah uğurladığını akşam karşılayacağı, iki yada üç çocukla kurulacak bir yuvayı düşlüyordu o. Şimdi ise nereye olduğunu bilmediği gidişler konuşuluyordu. Gözünden kaçan gözlerin içerisindeki kırılmışlık genzini yaktı. Nazenin, Asafa kadar olabildiğine düzenli bir hayat hayal ederken şimdi Asafın olmadığı hayatı istemiyordu. Ona "büyü" diyen bir adamın kalbinde, kollarında olmayı düşlemişti bir kere. "Çok zor olacak" diyen aklına, "onsuz artık hiç bir şey kolay olamaz" diyen kalbi basbas bağırıyordu.
"Haklısın! Ben annem ve babamdan gördüğüm o düzenli, sorunsuz, dertsiz hayatı hayal ediyorum Asaf."
Asaf gözlerini anlık kapatıp tüm kararlılığıyla kara gözlerine dikti mavilerini. Gelecek olanı en iyi şekilde karşılayacak, hak verecek, biran önce buradan uzaklaşacak bir sebep bulacaktı. Sessiz bir yerde, kimse yokken bir gece geçirse atlatacaktı. Nazenin cümlesini bitirdiğinde "Allaha emanet ol" diyecek gönül koymayacaktı. Niye bana düş kurdurdun diye hesap sormayacaktı. Sadece bir kaç saat dayanacak ve uzaklaşacaktı burdan.
"Ama sensiz olacak o düzenli hayatı isteyemem ki ben artık. Ben sana aşık oldum Asaf."
Durdu... Soluk alması, anlık kalp atışı da durdu galiba. Kulağında rüzgarın uğultusu vardı, gözünden bir an bile çekilmeyen kara gözler. Birde beyninin her yanında yankı yapan "sana aşık oldum" cümlesi.
"Nazenin..."
"Ben çok severim düzeni. Dakik biriyim de. Her şey planlı olsa huzur dolarım. Ama bunların olacağı hayatta sen yoksun. Senin olmadığın düzeni istemiyorum ki. Bana çok güzel baktın sen, incitmekten korkar gibi dokundun. Ben buna nasıl sırtımı döneyim. Hem hayal kurduk ya biz. Endüriz ağacının altında fotoğraf bile çekinmedik. Senin bilmediğin daha bir sürü şey düşledim uyumadan önce. Onların hiç birini yaşamadık. Hem... Hem aşık oldu..."
Nazenin sanki ışık hızıyla bir değişim yaşadı. Yüzünün iki yanını tutmuş eller ve dudaklarına kapanmış dudaklarla ne olduğunu anlayamadı. Ateş gibi bir şey ağzını darmadağın ediyordu. Kalbinin çırpıntısını boğazında hissediyordu. Öylece kalakalmış halinden, ensesine doğru kayan parmaklar ve beline dolanıp kendine çeken kol sayesinde çıkabildi. Asaf onu o kadar büyük bir şiddetle öpüyordu ki karşılık verecek alan bulamıyordu kendine.
Nefessiz kalan ciğerleri çığlık atacakken Asaf milimlik uzaklaştı. Onunda solukları şiddetliydi, dudaklarına çarpıyordu.
"Nazenin sen... Sen nasıl bir şeysin?"
Nazenin adını seslenmek için araladığı dudaklarının yine istilaya uğramasıyla gözlerini kapattı. İlk öpücükleri güzeldi ama bu bir başkaydı. O zaman Asaf çok naif yaklaşmıştı kendine. Şimdi ise keyif verici bir hırpanilik vardı. Anlık nefes alması için geriye çekiliyor, ona çok güzel bir ışıltıyla bakıyor sonra öpücüğüne kaldığı yerden devam ediyordu.
"Benim kara saçlı büyüm..."
"Asaf..."
Nazenin aralarında sıkışmış ellerini bedenine sürterek yüzüne doğru çıkardı. Ellerine batan sakallarını tatlı bir gülümsemeyle okşadı.
"Asaf sen benim bitanem olabilirsin ama benimle bir daha öyle soğuk konuşursan ben küserim sana."
Asaf duyduğu cümlenin sonunda tatlı bir gülümsemeyle alnını iki üç kere Nazeninin alnına çarpıp ona sıkı sıkı sarıldı.
"Küsme narin büyüm. Sen bana ne olursa olsun hiç küsme. Nazenin..."
"Hmmm..."
"Amasya'ya götürecek misin beni?"
Nazenin sık sık duyduğu bu soruya sesli bir kahkahayla cevap verdi. Aralarında çok önemli bir yer kaplıyordu bu cümle. Babasının karşısına çıkaracağı o adam olup olmadığını sorma şekliydi Asafın.
"Hıhı... Götürmem lazım Asaf. Bakalım tarla yada ahırda çalışabilecek ideal damat adayı mısın? Babam seni denemek ister kesinlikle."
"Tarla mı?"
"Şu ara mevsimden dolayı traktörle tarla sürdüremez ama ahırdan kaçamayacaksın bitanem."
Asaf göğsünde yaslı kıza daha sıkı sarıldı. Sonra bütün gece Nazenin için uğraştığı pelit parçası düştü aklına. Alt dudağını ısırarak geriye çekildi. Üzerindeki ince montun iç cebinde duruyordu.
"Dün... Halil işini hallederken bir şey yaptım. Zaman çok uzun değildi, detaylı çalışamadım ama vermek istiyorum sana."
Eli montun göğüs kısmından içeri kayıp avuç içi büyüklüğündeki işlenmiş parçayı çıkardı. Ona dikkatle bakan kıza doğru avucunu uzatıp açtı.

"Tabi bir yaprağı da olsa daha güzel olurdu. Zaman da çok yoktu. Halil erken bitirdi işini."
Ona kaşlarını kaldırmış gülmek isteyen ama nezaket sahibi olduğu için gülemeyen kıza baktı. Gözlerini sıkıntıyla kapatıp açtı.
"Ne diyorum ben offf? Senin için yaptım Nazenin."
Nazenin uzanıp avcundaki odundan oyulmuş gülü aldı. Gerçek bir güle yapacağı gibi uzanıp dudaklarını değdirerek bir öpücük bıraktı. Ona kızarmış suratla ve beklentiyle bakan adamın hâline daha fazla kayıtsız kalamayıp şarkı gibi bir gülüşle cevap verdi. Kahkahası öyle güzeldi ki Asaf yine andan soyutlanıp bir gülüşte takılı kaldı.
"Çok teşekkürler canımın içi. Hiç bir zaman solmayacak gülü de bana yalnızca sen verebilirdin. Aldığım en değerli hediye."
Uzanıp yanağına tatlı bir öpücük bıraktı. Sonra avcundaki gülü daha detaylı inceledi. Sonra gözleri Asafın özellikle baş parmağında oluşmuş çizgi gibi ince kesiklere takıldı.
"Asaf! Hiii sen gülü yaparken mi kestin hep parmaklarını?"
Asaf, Nazenin diyene kadar varlıklarını bile unuttuğu çiziklere anlık baktı.
"Önemli bir şey yok Nazenin. Beğendin ya, önemli olan orasıydı."
Nazenin uzanıp tuttuğu eli yüzüne doğru çıkardı. Yanağına yaslayıp bir kedi gibi avuç içine yanağını sürttü. Sonrada avuç içine bir öpücük bıraktı.
"Öyle deme. Önemli! Senin canın benim için çok kıymetli. Hep böyle yapıyorsun. Yaralarını hiç önemsemiyorsun."
Asaf umuduna baktı. Yüzünde mest olmuş ifadesiyle derin derin kara gözlerini izledi.
"Yaralarımı saran bir büyüm var benim. Gördüğüm ilk günden beri yaramı saran çok güzel bir büyü..."
🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️
Meyra annesinin avukatıyla konuşup telefonu kapatmıştı. Burdan Bursaya dönmeyecekti. En azından bir hafta İzmirde, annesinin yanında olması gerekiyordu.
Boşanma beklediğinden daha erken bir tarihte olacaktı ve annesi muhtelemelen o aşağılık adamdan kurtulduğuna sevinmek yerine kendini eve kapatıp ağlayacaktı. Yanında olmalı ve kurtulduğu kangren için sevinmesi gerektiğine ikna etmeliydi onu. Israrla gelmesini istememiş ve tarihi söylememişti ama avukatından öğrenmişti.
Biran önce bitmesini ve bu karmaşadan kurtulmayı diliyordu. Odadan çıkıp merdivenlere doğru dalgın dalgın yürürken biri kapişönünün başlığından tutup onu biraz evvel çıktığı odaya geri sürükledi.
"Laannn!!!! Ne oluyor be?"
Odaya tepiştirilerek itilip kapı kapatılınca onu sürükleyen el de çekilmişti üstünden.
"Ne yapıyorsun be?"
Geri dönüp kollarını birbirine dolamış, üstten üstten ona bakan adamla siniri daha da yükseldi.
Dün geceden beri etrafında dönüşünün farkındaydı ama hiç bir şey sorası yoktu. Özellikle dün yaptıklarının milyonda birine denk gelmişken ne soracağını, sormaya hakkı olup olmadığını bile bilmiyordu. En başından beri zaten Halil ve Asafın onlara söylediği kişiler olmadığının farkındaydı da bu canlının alakası neydi bilmiyordu. Bilmek istediğinden de emin değildi.
"Asıl sana ne oluyor?"
"Ne olmuş bana?"
"Sen şimdiye kadar başımın etini yemeliydin ama zerre çıtın çıkmıyor yer biti. Hayır mı?"
"Nazlı iyi ve kocası da sanırım ne lazımsa yaptı. Gerisi beni alakadar etmez!"
Yiğit kaşlarını çatıp üzerine üzerine yürüdü. Fiziksel üstünlüğünü kullanmaktan bir an bile vazgeçmiyordu.
"Bana bak cam göz, beni böyle umursamıyormuş gibi davranıp durma Allahıma kitabıma gider halama benden hamile derim! Sen uğraşırsın gerisiyle."
Meyra gözlerini iri iri açmış, ağzı ise şaşkınlıkla aralanmıştı.
"Sen ne çeşit ruh hastasısın be? Manyak mısın nesin çekil git şurdan benim derdim bana yetiyor zaten!"
Yiğit kızgın bakışlarına bir son verip daha dikkatli baktı. Yüzü çok solgun görünüyordu.
"Neyin var? Meyra ağzını bile açmıyorsun dünden beri, ne oldu?"
Meyra geçip yatağına oturdu. Derin bir nefes alıp, bıraktı ve omuzları düştü.
"Sen ne kadar aklımı beğenmesen de Halil beyi gördüğümüz an anladık biz onun polislik anlayışının bildiğimizle çok örtüşmediğini. E tabi Nazlının yüzüğüne yerleşmiş GPS mi dersin, arabanın bagajının bir anda teknoloji furyasına dönüşmesi mi dersin... E iki saat geçmeden Nazlıyı buldunuz mesela. Bunu ona yapan adam için de bir daha çıkamayacağı bir hapiste dediniz, kestirip attınız. Ayrıntılı düşünmeye gerek yok. Ayrıca dün kullandığın o bilgisayarın piyasada satışının olmadığını anlamak için dahi olmaya gerek yok. Özel üretim bir seri belli. Siz ancak yarım aklınızla Zülüşü keklersiniz. O da düşünüp kendini derde sokmamak için he he diyor ya neyse! Sormuyorum kimseye ben bir şey. Beni ilgilendirmez!"
"İlgilendirdiğini biliyorsun!"
Meyra yanına gelip oturan ve fısıltıyla konuşan adama anlık baktı sonra geri ellerini izlemeye döndü.
"Yiğit ben sana istediğin hiç bir şeyi veremem. Benim önceliklerim farklı. Ben üç gün sonra bir boşanma davasında şahit olacağım. Ben kimlikte babam olarak geçen adamın annemi dolandırmaması için geçip şahitlik yapacağım. Annemden aldıklarını kurtarmak için tehdit edecek, ortalığı ayağa kaldıracak ve bunların yanı sıra onu yıkıp, yakan adamdan ayrılmasına sevinmeyip ağlayan bir anneyi teselli edeceğim. Ben... Kimsenin hayatında yer edinemem. Annem yıllardır ezilip, aşağılandığı evliliğinin ardından kendini kaybetmesin diye bir şeyler bulmalıyım. Maddi zararı yüzünden çıldıran Levent Hancıyı zaptetmek zorundayım. Olmaz Yiğit!"
Yiğit sukünetle dinlediği kıza bir süre zaman tanıdı. Sonra da teklifsizce uzanıp kucağındaki eli kavradı.
"Hiç birini yalnız başına yapmayacaksın yer biti Meyra. Sana istermisin diye sormadım ki. Biliyorum çünkü kendine dair hiç bir şeyde sıra sana gelmeyecek. O yüzden bu işi ben devralıyorum. Eğer ki sende azıcık yerim olduğunu bilmesem bırakırım, yoluna bak derim! Ama dünde gördüğün gibi oldukça zeki bir adamım ve bana gizli saklı düştüğünün pekâlâ farkındayım."
Cırlama gibi bir "Ne!!" sesi çıktı Meyradan.
"Öyle öyle! Şimdi yeme beni, gözünün altından nasıl izliyorsun görmüyor muyum ben? Yakışıklılık, zeka, sempati daha ne istiyorsun acaba?"
"Bu... Bu megolamanlığın bile üstünde bir durum, acil şifalar diliyorum sana."
"Amin cümlemize inşallah ama önce sana. Şimdi konuya dönelim. Şu senin peder tam olarak ne iş yapıyor, boşanmada ne gibi sıkıntılar çıkarır bize?"
Meyra karnına bir darbe alsa böyle hissetmezdi. "Bize" demişti. Kendiyle zerre kan bağı olmayan bir adam, uzun uzun yaşanmışlıkları bile yokken "biz" diye onun sorununa ortak oluyordu. En yakını, dayısı bile "şu boşanma işi aile için hoş olmaz" diye Meyrayı inadından döndermeye çalışmıştı. Dayısı bile annesinin boşanmasını, belki olurda bize yük olur derdine başından atmaya çalışmıştı. Ne haldesiniz diye sormamıştı bir kere.
"Biz mi?" diye fısıldadı.
"Sen şu adamın kimlik bilgilerini biliyorsundur kesin, var sende o çakallık. Geçen gün iyi saydırıyordun, ben bile bi tırstım. Bi yamuğum olsa hayatımı mı kaydıracaksın sen fındık faresi?"
Yiğitin dalga geçiyormuş gibi görünen ama tatlı tatlı gülümseyen yüzüne ifadesindeki alıklığı bozmadan bakmaya devam etti.
"İzmire ben bırakırım seni, bizimkiler Bursaya geçecek direk. Mahkeme işini de halledince annen için bir şeyler düşünürüz. Hobi falan edindirelim, kafası dağılsın. Anlaşmalı değil mi mahkeme?"
"Öy-öyle görünüyor..."
"Taleplerinize ses çıkarmadı demek mi bu? Yoksa taviz verdiniz mi?"
"Şey... Annemin mal varlığı sayesinde bu günkü hâline erişti. Dedemden kalan ama bir şekilde üzerine geçirttiği her şeyi istedik. Borsada İzmirin kodamanlarının parasını yönetiyor. Eli kolu uzun bilmiyorum bir şeyler karıştırıyor mu? Tamam demiş ama yapar o bir şey. Bu kadar kolay tamam demez yani, yapar mutlaka."
"Yaparsa karşılığını alır o zaman. Eee..."
"Ne eee?"
"Kızım konuşsana. Bak bahçede gördüm, Nazenin kulağından tutmuş Asafa hesap sormaya götürüyordu. Sende sorsana!"
Meyra sinirleri bozulmuşcasına bir kahkaha attı. Kahkahasını kontrol de edemiyordu. Ne yaşadığını zerre anlamıyordu ki. Ne konuşuyorlardı, hangi konuyu hallediyorlardı ve ne ara böyle bir halin içine düşmüştü yakalayamıyordu.
"Sen... Senin kafan uçmuş oğlum. Sen oksijenle kafa bulan bir tipsin."
"Öyleyim öyle. Neyse senin soracağın yok anlaşılan. Yazılımcıyım bak orda yalan dolan yok. Ağabeyim ve Asafın görev tanımından farklı benim durum. Al beni, sakın kaçırma. Daha okulda keşfedildim. Bu zeka, bu beceri israf olmamalı demiş canım ülkem. Gördüğün üzere aradığımı şak diye buluyorum, kendi başına iş yapmazsın umarım."
"Çok aptal bir şeysin farkında mısın?" Belki gizli tutman gereken kimliğini açık ediyorsun bana. Yok mu sizde gizlilik kuralları falan."
Yiğit umursamazca omuzlarını silkti.
"O konuyu Nazenin ve Nazlı düşünsün kaymaklı künefem. Ben gayet legal bir şekilde devletimin yazılım ağında görevli bir ferdiyim."
"Ne?"
"Yeni görev yerim bile belli. İncirlik üssünde olacağım artık. Neden kendim hakkında bir şeyler saklayayım."
"Bahsettiğin kadar iyi bir yazılımcıysan neden istihbaratta değilsin?"
"Sarı şeker, gördüğün üzere ben ağzı sıkı bir tip olamam. Doğamda yok, onlarda bunu anlayınca şanslarını zorlamamış olabilirler. Detaylara takılmayalım bence."
"Adanaya geliyorsun yani."
"Öyle olacak. Halam bayılacak bu habere. Sen mezuniyet sonrası ne yapmayı planlıyorsun?"
Meyra biraz önce Yiğitin yaptığı gibi omuzlarını silkti.
"Gündemim hiç o kadar ileriyi düşünmeye itmiyor beni. Ama sahada çalışamayacak gibiyim. Makine mühendisi bir kadını ibnemsi canlılar iplemiyor. Tasarım ekibinde olmak istiyorum zaten. İlk katılıp almam gereken bir sertifika var. Onu halledeceğim. Gerçi onunda kontenjanı çok sınırlı oluyor, hemen dolmadan ayarlamak şart. Türkiye de sınırlı sayıda eğitimcinin verebildiği bir öğrenim süreci var."
"Hallederiz onu sıkma canını. Bana o sertifikayı veren yetki sahibi hocaların isimlerini atsan yeterli."
Meyra gözlerini iri iri açıp yüzünü Yiğitin başının önüne eğdi. Çekik gözlerine kocaman bir parıltıyla baktı.
"Vallaha mı lan? Kekliyorsan tükürürüm bacağına!"
Yiğit gülüşünü derinleştirip yüzünün dibindeki kafaya elini attı. Saçlarını öne arkaya dağıtarak karıştırdı.
"Vallaha lan! Kalk gidelim yiyecek bir şeyler bulalım. Biran evvel de sana doğru düzgün kelimeler öğretmek lazım."
Yiğit kedi gibi yine ensesinden tutup kapıya doğru yürüttü kızı.
"Neyi var benim kelimelerimin? Yüz verdik ayıya geldi sıçtı halıya! Hemen bi haller tavırlar, ne oluyor?"
"Yürü Allahın cezası! O kadar iskender diyoruz, künefe diyoruz, şeker diyoruz karşılığı ayı mı? Nimet sayılırım lan ben! Çarpılıp kalacaksın nimete küfürden."
Söylene söylene merdivenleri inip mutfağa doğru yürümeye başladılar. Beraber girdikleri anda Züleyha ve Sultan ellerini hamura bulaştırmış, harıl harıl çalışıyorlardı.
"Hah gelin çabuk, az işe el atın!"
"Hadi be! Hala ama ya!"
"Sus konuşma geç şuraya. Doğra o maydonozları. Yemekten sıkıldık, içli yapıyoz. Millet toplanana kadar şu peynirliler bitsin. "
Meyra kıyın kıyın yanına yaklaşıp yoğurulan hamura baktı.
"Çok değil mi?"
"Yok annem, evde erkek diye tosun besliyoz biz. Sade Gurur beş taneyle doyar kalkar. Ben yumaklarım sen de açan ele?"
Meyra bir merdaneye bir yoğurulan hamura baktı.
"Zülüş sen yuvarlak yap diyorsun, benimkiler yeni bir geometrik şekil oluşturuyor. "
Züleyha yoğurduğu hamurun üzerini örtüyle kapatıp yanındaki kıza gözlerini kısarak baktı.
"Kuzum ben sana nezaketimden soruyomuş gibi ediyom. Kap gel şu mutfak önlüğünü, oklavayı yeme kuru götüne."
Meyra omuzlarını düşürerek askıdaki önlüğe doğru yürüdü. Bu sırada at kuyruğu olan saçlarını sıkı bir topuz yapmıştı.
"Sen beni çok çalıştırıyorsun Zülüş."
"Hazırlık bunlar kuzum, elin alışsın diye."
"Kızına yaptır o zaman."
"O da yapacak mecbur. Gül gibi oğlumu damat diye verdim, yumurta mı kıracak hep? Gerçi ondan da kabuğun yarısı çıkıyo ya. Bu Halil pek saf çıktı ele Meyra? Millet bilmeden evleniyo tamam da oğlan Nazlının elinin iş tutmadığını biliyodu da."
Yiğit ve Meyranın kahkahasına Sultan da katıldı. Yiğit maydonozları doğrayıp peynirle karıştırırken Meyra da küçük hamur yumaklarını küçük yuvarlaklar şeklinde açmaya başladı. Bir zamandan sonra Züleyha da ortak olmuştu hamur açma kısmına. Sultan hazırladığı sacda pişirip tepsiye yerleştiriyordu.
Meyra gayet elini alıştırıp yapıyordu her şeyi ama dibinden ayrılmayan bir aptal yüzünden sinirleri iyi gerilmişti.
"Çok ince oldu o, pişerken içindeki harç dökülür."
"Git şurdan çocuk!"
Yiğit çiğ hamurdan bir parça koparıp ağzına attı. Ama o hamur şu an Meyranın açtığı hamurdu. Zor şer yuvarlak bir hâl almıştı ve pislik bozmuştu onu.
"Naptın sen?"
"Tuzu iyi mi diye baktım."
Pislik bir gülümsemeyle tezgaha yaslanıp izlemiyor muydu bir de sinir ensesindeki tüylere kadar dikeltiyordu Meyrayı.
"Merdaneyi yiyeceksin ense köküne. Sonra ülke devlet malına zarardan hapse atacak beni."
Yiğit yine kahkaha attı.
"Hmmm inceeee... Espiri anlayışın çok tatlı, devlet malı ha. Sevdim bak bunu?"
"ZÜLÜŞŞŞŞ!!! Yeğeninin ağzına merdaneyi soksam kızar mısın?"
"Yok annem, ortalığı dağıtmadan oynan da ne ediyosanız edin."
Aldıkları yanıtla ikisi de kahkaha atmıştı. O sırada Nazenin ve Asaf da mutfaktan gelen seslerle oraya yöneldiler.
"Gel buraya Nazenin! Sen kıyılarda köşelerde gezerken bak ne yapıyorum ben."
Meyraya, un olmuş alnına, dibinde sırıtarak bakan Yiğite baktı Nazenin.
"Şey tabi. Ne yapayım Züleyha abla?"
"Yok kuzum, hiç elini bulaştırma. Bitti gibi zaten. Kıymalıları da pişirek masayı hazırlarız."
Meyra ağzı açılmış konuşan kadına bakıyordu. Kendini zerre salmamıştı ama Nazenin hanımın elini kirlettirmiyordu.
"Zülüş..."
Züleyha çevirdiği gözlemeden başını kaldırıp hayret dolu bir ifadeyle kendine bakan kızı süzdü.
"Alıştırma yapıyom annem. Oğlan anasıyım ben."
"Hay senin oğluna" diye mırıldanıp daha hırsla açmaya başladı hamuru. Bir süre sonra Asil ve Gurur da gelince Züleyha tek tek direktiflerle masayı hazırlama işini erkeklere verdi.
En çok Asafa "o bardakları kırmadan götür, kırarsan bende bacağını kırarım" dediği yerde eğlenmişlerdi. Zavallı çocuk tehtidi oldukça ciddiye alıp dikkatle bardak tepsisini içeri taşımıştı. Geri döndüğünde ise "kırmadım, parmak izi olmasın diye de altlarından tutarak masaya yerleştirdim hala" diye açıklama yapmıştı. Gurur ezme hazırlarken çıkıp giden adamın ardından bir an bakmış sonra annesine dönmüştü.
"Zümrüt gözlerini ısırdığım, kendine ideal damat yetiştiriyorsun."
"Maşallah pek efendi pek."
Züleyha anlık oğluna baktı, sonra iri doğradığı soğanları görüp gözlerini sinirle açtı.
"Lan onları insan yiyecek, küçük doğra burnundan besletme kendini bana. İsotu çok koyma emi oğlum, babanın midesi yanıyo."
Gurur küskünce annesine bakıp geri soğanlarına döndü.
"Tabi ki Asil beyin midesine uygun olacak her şey. Yakışıklılar yakışıklısı, Apollonun Adana şubesi Gurur seviyormuş ne önemi var? Asil beyin midesi yanmasın tabi. Küçülttüm soğanları da!"
"Çemkirme anneye oğluşum. Anasının paşası, ayranları da götür hadi fındığım."
Gurur baharatlarını eklediği ezmeyi tabaklayıp tepsiye koydu. Yan gözlede annesine bakıp dolaptan ayranları çıkardı. Bir şey demeden mutfaktan çıktı.
"Her işime yarıyo fındığım, iyiki doğurmuşum ya ben bunu. Anası kurban olsun verene. Anası yesin boyunu posunu."
Gururun ardından duyulsun diye bağırılarak edilen tatlı sözler yine güldürdü mutfaktakileri. Her şey hazırlandığında uyuyan ama bir türlü uyanamayanlardaydı aklı. Züleyha artık mecburen gidip uyandıracaktı! Boncuk kızı acından ölsün müydü?
🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️
Saatler sonra ilk gözlerini Nazlı açtı. Halil karnına sarılarak başını yaslamış, bir bacağını da bacaklarına dolamış bir halde hâlâ uyuyordu. Karnındaki kafasını biraz okşadı. Dağınık saçlarında parmaklarını dolaştırdı.
Yaşadıkları anlar aklına düştüğünde kıkırtısını tutmak için dudaklarını sıkı sıkı bastırmıştı. Halilin çıplak omuzlarında dolaşırken ensesinde iki ince çiziği gördü. Dudaklarını sımsıkı kapatsa da içine içine gülmesinin önüne geçemiyordu. Kendini kaybettiği bir anda çocuğu çizmişti demekki.
Kalkmak istediği için zor şer bedenini kollarından kaydırıp çıktı. Üzerinde sadece bir tişört ve çamaşırı vardı. Parmaklarının ucunda dolabına doğru ilerledi. Kapağı sessizce açmaya çalışırken bir el ensesini kedi kavrar gibi kavramıştı. Sonra bir burun boynuna aşağı yukarı hareket etti. Midesinden aşağı incecik bir sızının kaymasıyla ıslık gibi bir nefes bıraktı.
"Sessiz sessiz kocanın koynundan nereye kaçıyorsun boncuk?"
Halilin kolu karnına doğru sarılıp iyice bedenini bedenine yaslayınca ayakları da çıplak ayakların üstünde kaldı.
"Uyandım, bekledim seni ama kalkmadın. Sıkıldım Halil."
Boynunda dolaşan burnun ona verdiği gücün kırıntısıyla doğru bir cümle kurabilmişti çok şükür ki.
"Bebeğim sen sıkıldım desen ben seni eğlendirecek bir şey bulurdum."
Sesini bile isteye mi böyle kısık tutuyordu acaba? Çünkü bilmeden bedeninin alt kısımlarına karıncalanma olarak dönen ses, hiç iyi yere götürmeyecekti onları.
"Aşağı inelim sevgilim, yeterince dinlendik. Yeterince annem de kuruldu bize. Ne gerek var fazla fazla kışkırtmalara değil mi? Annem bunu bizim için kendi yapıyordur."
Halil tasasız bir sesle güldü. Gülüşünü yine boynunda gerçekleştirmişti.
"Senin bu anne korkunu ama her şeyi de annene yetiştirme hevesini ne yapacağız boncuk?"
"Ne yapabilirim ki? Annem olunca konu, akan sularım ters istikamete doğru yol alıyor."
Halil sarmaladığı bedenden uzaklaştı.
"Ben odadan üzerime bir şey alayım. Halam beni böyle görürse..."
Nazlı çıplak göğsüne bakıp iç çekti.
"Kızar belki. Üşütürsün diye..."
Halil gerisin geri yürüyerek ve odayı dolduracak bir sesle kahkaha atarak çıktı. Nazlı da kendi yarı çıplak halini ortadan kaldırmak için bir pantolon ve kazak çekip aldı raflardan.
Üzerini değişip saçlarının arasındaki dikişli kısma baktı. Kapatmayacaktı tekrar, acımaması için saçlarını salık bıraktı. Kapı tıkladığında yüzünü aynadan çevirdi.
"Gelebilirsiniz..."
Nazlı gelenin Halil olmadığını anlamıştı. Annesinin yüzünü yan çevirmiş odaya giren halini görünce gülmeden yapamadı.
"Kalktınız mı annem?"
Züleyha hâlâ diğer tarafa bakarak kendince mahremiyet sağlıyordu.
"Anne... Ben bu taraftayım, niye oraya bakıyorsun?"
Züleyha şöyle üstün körü odaya bakıp Halilin olmadığını anlayınca hemen ardındaki kapıyı kapatarak içeri girdi.
"Nerde o arsız utanmaz?"
Gözü banyo kapısına gidince iri iri açıldı. Ne düşündüğünü anlayan Nazlı da hemen ayaklanıp yanına doğru yürüdü.
"Odasındadır annem. Üstünü falan değişmeye gitmişti, uyudum ya ben. Sen uyu deyince zaten nasıl uykum vardı uyudum."
Züleyha temizlenmiş saçlarına bakıp gözlerini dikti ama bir şey demedi.
"Kan olmuştu ya, saçlarımı yıkadım bende işte. Öyle iyice kuruladım falan, dikişler su yüzünden açılmasın diye. Öyle yani. "
"Hııı... Anladım annem, hadi sofra hazır. Acıkmışındır, inek de karnını doyur. "
Halil teklifsizce odaya girdiğinde halası ve Nazlıya anlık baktı.
"Burda mıydın hala?"
"Ben burdayım da sen nerdeydin Halil efendi? En son... "
Kapıyı kilitlemesine laf edecekken duyabileceğini kaldıramayacağı geldi aklına, sustu.
"Aman neyse hadin aşağı inek. Masada millet."
Sadece baş sallanarak önden Halil arkadan iki kadın yürümeye başladı. Merdivenden inerken inilti gibi bir "anam..." Sesini duydu Nazlı.
"Anne?"
"Allah canını almasın senin emi. Oğlanın boynu ne olmuş ya? Allahım yarabbim ben bu kızı zillinin teki olsun diye mi bu yaşa getirdim ya!"
Fısıltıyla yakılan ağıtla Nazlı önlerinden inen adamın ense kısmına baktı ve ne demek istediğini anladı. Yanaklarına basan ateş ağzını açmasına müsade etmiyordu. Başı önde sessizce inmeye devam etti.
"Ben biliyodum zati başıma geleceği! Ben boşuna nikah diye yırtmadım kendimi, kızımı biliyom anam ben. Hasta uyuyo derken cırmıh atıyomuş zilli boncuk!"
"Anne ya. Bi sus lütfen ama."
"Düş önüme konuşturma beni!"
Yemek odasına girdiklerinde herkes masadaydı. Nazlı dikkatle bakan babasına gülümseyip ona doğru yürüdü. Sırtından sarılıp yanağına bir öpücük bıraktı.
"İyi misin nazlı kızım?"
Nazlı bir öpücük daha bıraktı.
"İyiyim babacığım. Çok acıktım ama. Ay neler yapılmış? Of of offff..."
Geçip yerine oturunca ona dikkatli gözlerle bakan iki kardeşine göz kırptı. Yağız biraz endişeli, Zümrüt ise merakla bakıyordu.
"Nasılsınız minnaklar?"
"Geçmiş olsun abla, iyi misin?"
Nazlı Yağızın dediğiyle direk annesine bakmıştı. Çocuklara her hangi bir şeyin yansıtılmayacağı konusunu konuşmuşlardı. Züleyha herkesin tabağına servis yaparken kızına sonra da oğluna dödü yüzünü.
"Sen düştün diye pek korkmuşlar ya Nazlı, onu diyo. Bişeyi yok dedim ya oğlum. Doktor önlem olsun diye bırakmadı hastaneden bizi "
Yağız annesini onaylar gibi başını salladı.
"Çok endişelendik biz. Çok acıdı mı abla?"
"Hep topuklu ayakkabıdan oluyo ele abla? Ben de anneminkini bi deneyim dedim hemenden düştüm."
Zümrüte tebessümle bakıp öpücük attı.
"Öyle oldu balım, dikkatsiz davrandım. Artık daha çok önüme bakarak yürürüm, bir şey olmaz."
"Senin düşmen için topuklu ayakkabıya gerek yok Zümrüt, aklın havada yürüdüğün için düz yoldada düşüyorsun!"
Yağızın laf çarpmasıyla yeşil gözleri sinirle parladı.
"Anneeee!!! Yağız naptı biliyon mu? Buğrayla okulun arkasında dövüştü. Size söylemeyim diye de bana haftalığını verdi! "
Yağız saatlerce tembihleyip birde ağzını sıkıca tutsun diye bütün parasını verdiği kardeşine baktı. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Tabiki haksız bir kavgaya karışmamıştı ama ailesine de bunu açıklamak istemiyordu.
"Sen... Sen söz vermiştin!"
Zümrüt omzunu silkip önündeki ayranından içti. Ayran dudağının üstünde bıyık gibi iz bırakmıştı. Hinlikle parıldayan gözleri bir babasına, bir annesine birde ona göz kırpan Gurur ağabeyine bakıp durdu.
"Yağız Bera?"
Yağız babasına bakıp masanın altından ayağını Zümrüte çarptı.
"Özür dilerim baba, beni kışkırttı."
"Yemekten sonra konuşalım oğlum. Kavganın kötü bir şey olduğunu tam olarak anlayamamışız demekki."
"Baba kışkırtmış çocuğu."
Gururun lafıyla Asil sertçe oğluna baktı. Susmasını emreder gibi gözlerini de kıstı.
"Bizi kışkırtan her insana uyarsak kavgadan başka hiç bir şey öğrenemeyiz, Gurur abin bunu söyleyecekti Yağız. Kendi de zamanında kavganın ne kadar yanlış bir şey olduğunu anlamıştı."
Gurur başını sallayıp önüne döndü. Sonra da yanında oturan kardeşinin kulağına "ben sana yumruk atmayı öğretirim" diye fısıldadı.
Her zamankine oranla biraz sessiz geçmişti yemek. Ertesi gün pazar olmasının etkisiyle buruktu ev halkı. Züleyha gidecekleri için kolilere yiyecekler hazırlamıştı. Nazlıya bir kaç gün daha kalmasını söylemişti ama staj saatini tamamlaması gerektiğine dair bir şeyler söyleyerek ikna etmişti annesini. İyiydi ve bunun üzerine kimsenin uzun uzun düşünmesini istemiyordu Nazlı.
Ertesi gün sabah saatlerinde erkenden hazırlandılar. Gurur öğlen uçağıyla gidecekti. Meyra da annesini görmek istediğini söyleyerek İzmire gideceğini açıklamış, biletini bile aldığını mırıldanmıştı. Kimseye boşanma olayından bahsetmek istemiyordu. Bir şekilde güzel günler geçirilmişti ama Nazlının başına gelenle aile zaten üzülmüştü. Kendisi için de kimseyi endişelendirmek gereksiz olurdu.
Yiğitin sabah daha önce görmediği bir arabayı kapıya park etmesiyle gerçekten onu İzmire götürme konusında ısrarcı olacağını anlamıştı. Minnettar olduğu bir konu ise kendini katmadan işleri olduğunu ve direk İstanbula geçmesi gerektiğini söylemesiydi.
Veda saati geldiğinde Züleyhanın düşmüş yüzüne küçük bir tebessümle baktı Nazlı.
"Annimmm..."
"Boncuğum..."
"Ama hep böyle yapıyorsun, şurda ne kaldı okulun bitmesine ki?"
"Evin her odasından ses geliyodu, hepiniz birden gidiyonuz."
Gözlerinin yeşilini parlatan damlalara biraz daha baksa Nazlı da ağlardı. Uzanıp annesinin göğsüne başını yasladı.
"Finalleri bitirelim çok işimiz var seninle anne sultanım. Nazenini kimin oğluşuna alacağımızı göstermemiz lazım. Sen bence o konuya hazırlık yap. Bizde biran evvel ilk dönemi tamamlayıp gelelim. Hem bana da yemek falan yapmayı öğretmen lazım anne. Halil bir şey yemek isterse hep makarna mı yapacağım ben?"
Züleyha kızına sarılıp saçlarını öptü. Gözünden akan yaşa inat gülümsemeye çalışıyordu.
"Onca yıl gel az iş öğren dedim de koca kısmının hayrına niyetlendin hemi?"
Nazlı kırkırdayıp daha sıkı doladı kollarını.
"Ay kocamın bir halası var. Anne yer beni kadın, beceriksiz diye paralar."
"Tabi de paralarım. Aslan gibi oğlumu kabuklu yumurta yesin diye vermedim sana!"
"Seni çok seviyorum anne."
Hem sarılıp hem konuşmaya devam ediyorlardı. Züleyha iç çekti.
"Şükür sebebim, boncuk kızım benim. Yüzün gülsün hep yavrum. Yolunuzu gözlüyom ben. İyi ol, mutlu ol Nazlım. Canına dikkat et. Allaha emanet ol."
Sonrası biraz daha kolaydı sanki. Sultan ablasının, Gururun takılmalarının içerisinde öpüp kucaklaştı. Yağıza, Zümrüte bir sürü öpücük bıraktı. En sona babası kaldı. Kollarını açıp ona şefkatle bakan babasının koynuna sığındı.
"Allaha emanet ol kızım. Kendine dikkat et, aklım hep sende. Bir şey olursa hemen ara, gelirim."
"Biliyorum babacığım, yakın zamanda yine buradayım ki ben. Seni çok seviyorum. Annem çok üzülür biz gidince, ona dikkat et olur mu?"
"Merak etme sen. Dünya iş biriktirdim onun için. Kafasını kaldırıp düşünemeyecek bile sizi. Üstelik siz varsınız diye yüzümüze bakmadı Züleyha hanım, nazımı çeksin biraz."
Nazlı kıkırdayıp daha sıkı sarıldı babasına.
"Asil Sulhan çok fenasın ama çok tatlısın da. İnşallah Halil de sana benzer."
Asil geriye çekilip onları izleyen Halile göz kırptı. Sonrada kızının burnunu iki parmağıyla kıstırıp gülümsedi.
"Kimse ben olamaz Nazlı hanım! Baba hep tek, hep biricik."
Vedalaşma faslı bitip arabalara yerleştiklerinde Meyra, Nazlıların arabasındaydı. Evden ayrılırken otogara bırakılma konusunda bu şekilde anlaşmışlardı. Nazlıya Yiğitle İzmire gideceklerini söylemesi gerekiyordu ama nasıl lafa başlayacağını bilemediğinden dudağını ısırıp duruyordu. Sonra Halilin "derdi ne bunun?" diye fısıldamasıyla arkaya baktı. Yiğitin selektör yakıp durmasıyla sağa çekip durdurmuştu arabayı. Camı açıp arabadan inen kardeşine baktı.
"Hayırdır, bir şey mi unuttuk?"
Yiğit bagaja elini vurup açmasını işaret etti. Sonra açılan bagajdan Meyranın çantasını aldı. Arka kapıyı da açtığında ona dikkatle bakan ikiliye anlık bakıp tekrar mavi gözlere çevirdi yüzünü
"Gençler siz burdan devam edin. Biz İzmire beraber gidiyoruz."
Nazlı "İzmire mi" diye sordu.
"Hıhı İzmire Nazlı hanım. Gidip kayınvalidemle tanışacağım. Ama siz şimdilik ağzınızı sıkı tutun, halamı sarmayın üstümüze. Hadi sarı şeker, yolumuz baya var."
Meyra, Nazlının ağzı açılmış ona bakışlarına cevap vermeden kaçar gibi indi aşağıya. Dünya laf edip, milletin ilişkisiyle dalga geçen biri olarak düştüğü şu durum çok utanç vericiydi. Yiğit pisliğinin de boşanma olayını söylemeyeceğim derken hiç böyle bir bahane sunacağı aklına gelmemişti. Şu an resmen milletle ne konuda dalga geçtiyse bire bir yaşıyor konuma düşmüştü.
"Kızım yine ne oldu suratına?"
"Seni Allah kahretmesin boyu uzun aklı kısa salak! Kayınvalide ne ya?"
"E sen boşanmayı bilmesinler dedin, acaba ne diyecektik beraber İzmire gidişimize?"
"Zekiyim diyor birde" diyerek arabaya bindi. Kapıyı da ses getirecek hızla çarptı. İşi yoksa Bursaya dönünce üzerine geçilecek dalgalarla uğraşsaydı.
Nazlı hâlâ şaşkın şaşkın gidenlere baktı. Yiğit yanlarından geçerken kornaya mı basmıştı birde?
"Ne oldu gördün değil mi?"
Halil de başını iki yana sallayıp arabayı çalıştırdı.
"Kayınvalidesiyle tanışacakmış. Sarıyı nasıl ikna etti sence?"
"Ay resmen bunlar olmuş. Vallahi billahi olmuş. Kimseye yüz vermeyen Meyra hanım kedi gibi peşinden gitti gördün değil mi?"
Nazlı kocaman bir kahkaha attı. Düşündükçe gülmesi çoğaldı.
"Bu var ya. Bu sevgilisi olana, birine aşık olana neler diyordu. Ay bu daha iki gün önceye kadar ben buna mı kaldım diyordu. Ay şaka gibi annesine damat namzetini götürüyor burnundan kıl aldırmayan Meyra hanım."
Halil Nazlının eğlenen hâline anlık bakıp gülümseyerek yola devam etti.
"Kafayı taktı bizimki dedim ama ben. Bekliyordum bir şeyler."
"Ayyyy annemi arasam mı? Delirir sevinçten."
"Meyra söyleme dememiş miydi boncuk?"
Nazlı hiç umursamadan omuzlarını silkip telefonuna döndü hemen.
"Ben onun söylediklerini yapsam seni çoktan bırkamıştım Halil bey."
Halil ters ters bakıp yola devam etti. Nazlı da açılan telefonda keyifle biraz evvel olanları anlatmaya başladı. Halil iç çekip duruyordu. Halasının şen kahkahaları telefondan bile taşıyordu. Nazlıyla bir saat Meyranın ardından demediklerini bırakmadılar ama sonra kapanışı sevinçlerini dile getirerek yaptılar.
Yolun bir kısmında Nazlı uyudu, bir ara yemek için durdular. Bursaya yaklaştıkları zamanda ise hiç sesi çıkmayan kıza anlık baktı Halil. Uyumuyor boş bakışlarla yolu izliyordu.
"Nazlım..."
"Hmmm..."
"Sessizsin güzelim. Sıkıldıysan müzik aç."
"Düşünüyorum Halil..."
Halil hızını biraz düşürdü. Nazlıya daha dikkatli baktı.
"Neyi boncuğum?"
"Hiç öyle... Olanları, geçmişi, annemi, babamı, seni..."
"Beni... Benim neyimi düşünüyormuşsun acaba?"
Nazlı ayakkabılarını çıkarıp altında toplamıştı bacaklarını. Yola bakan yüzünü çevirip Halile doğru dönderdi bedenini.
"Çocukken hep bir şekilde koruyordun beni. Üzüldüğümde hep teselli ediyordun. Söylediklerimi sorgulamayıp direk o mutsuzluk halinden çıkarmaya çalışıyordun. Halil... Sen hiç aslında geçmişte neler oldu merak etmedin mi?"
Nazlı sorusuna cevap beklerken Halilin zerre mimik oynamayan yüzüne baktı.
"Etmedin... Çünkü zaten ne olduysa biliyordun değil mi Halil?"
Nazlı başını kendini onarlar gibi aşağı yukarı salladı. Kafasını koltuğa yaslayıp dikkatle yola bakan, kendine cevap vermeyen adamı izledi.
"Babam ben üzülmeyeyim diye adını kötü bir adama çıkarmış bunu da biliyorsun değil mi? Beni... Doğuran annem başka bir adamla kaçarken ölmüş Halil. Yeni doğduğumda hemde. Babam hastanede yine de hiç kötü konuşmadı onun hakkında. Şizofreniymiş..."
"Nazlı!"
Nazlı farkında olmadan sol gözünden akan yaşı hızla kuruladı. Yüzünde de kırık bir tebessümle ona bakmaktan kaçınan adamı izlemeye devam etti.
"Neleri bahane edip beni psikoloğa götürmüşlerdi."
Kıkırdar gibi bir ses çıkardı ama Halil bunun gülmekle alakası olmadığını biliyordu. Boğazı düğümlendi.
"Babama ne zor imtihan olmuşum ben. Yıllarca beni korumak için neler söylettirmiş kendine. O adam! Onun hakkında ne kötü şeyler söyledi, babam benim için nelere katlanmış? Babamın en ağır imtihanıymışım ben Halil."
Halil bir anda sertçe yolun ortasında durdurdu arabayı. Yeşil gözleri öfkeyle kararmıştı.
"Ne diyorsun sen Nazlı? Nasıl konuşma bunlar?"
Nazlı omzunu silkip ona sinirle bakan adama bakmaya devam etti.
"Çok onurlu biri. Nergis babanneme layık bir oğul olmak için çok çabalamış. Sonra da ben olmuşum. Çok merak ediyorum benziyor muyum ona diye? Hiç resmi de yok ki bileyim. Bana bakınca hatırlıyor mudur sence onu?"
"Nazlı zor bir zaman atlattın! Kafan karışık, dik durmaya çalışıyorsun, yok saymaya çalışıyorsun anlıyorum ama şu an ki saçmalamanı anlamıyorum."
"Halil yirmi yedi yaşında, hastalığı yeni teşhis edilmiş şizofrenler sanrılar ve halisünasyonlar görmezmiş biliyor musun?"
"Nazlı!"
Nazlı gözünden kayan yaşı biraz evvelki gibi yine hızla sildi. Yüzünde zorla tutmaya çalıştığı tebessümünü korumak için oldukça güç harcıyordu.
"Beni doğuran annem bebeğini geride bırakıp başka bir adama bilinci dışında gitmedi Halil. Babam yine üzülmeyeyim diye yalan söyledi. Doğdum doğalı babama ne çok yük olmuşum. Kim bilir benim bilmediğim nelerle uğraştı. Büyüyünce kötü bir kadının kızı demesinler diye zalim bir adamın kızı olmam için kendi adını lekeledi. Bu beni çok üzüyor Halil."
Halil Nazlıya öfkeyle bakmaya devam etse de konuşmadı. Arabayı çalıştırıp hızla sürmeye başladı. Hızı tedirgin edecek kadar yükselmişti.
"Halil!"
"Sus! Gideceğimiz yere kadar konuşma Nazlı!"
Nazlı yüzündeki ıslaklığı kurulayıp Halilde daha önce bir kere bile görmediği bir ifadeyle araba sürüşünü izledi. Çok tedirgin edici bir hâli vardı. Bursaya gitmeleri gerekirken İstanbul tabelasına gözleri iri iri açılarak baktı.
"Halil! Biz nereye gidiyoruz?"
"Gidene kadar uyu Nazlı!"
Başka bir şey söylememişti. Nazlı akıp giden yoldan çok Halili tedirgince izliyordu. Onu öfkelendirmiş olmanın da vicdan azabı vardı içinde. Yanlış bir şeyler söylemişti muhtemelen. Halili kızdıran ne söylediğini bulmaya çalıştı. Ama aklı hırsla araba süren adamdan anlık kopamıyordu.
"Beni korkutuyorsun? Ben bilmeden bir şey mi söyledim?"
Mırıltı şeklinde kurduğu cümleye Halil anlık bakıp geri yola dönmüştü. İki saati geçkin bir sürede İstanbulun Fatih semtine girdiğinde aracı yavaşlatmıştı Halil. Yaklaşık on saattir yoldalardı ve bedeni ağrıyordu. Bursaya ulaşmak üzereyken boş bulunup öyle konuşmasa belki de evlerinde dinleniyor olabilirlerdi. Neden burada olduklarına dair de hiç bir fikri yoktu.
"Halil bir şey söylemeyecek misin? Bana çok mu kızdın? Ne işimiz var burda?"
Halil sonunda dar sokaklardan çıkıp bir parkın kenarında aracı durdurdu. İki saatin sonunda ona dikkatle ilk kez bakıyordu. Hava kararmak üzereydi. Bilmedikleri bir yerde ne işleri vardı zerre anlamıyordu.
"Bir baba evlatlarını korumak için her şeyi yapmalı Nazlı! Eniştem gibi her şeyi yapmalı! Adı kirleniyormuş, çalışmaktan beli bükülüyormuş umursamamalı. İn arabadan."
Nazlı tedirgin bir hâlde arabadan inip Halili takip etti. Kenarları kısa duvarla çevrili parka girişini sonra ise bir banka geçip oturuşuna anlam veremedi ama dediğini yaptı. Geçip yanına oturunca Halilin dikkatle karşıya bakışıyla oda oraya döndü. Çok da yeni sayılmayan evler vardı.
"Halil ne işimiz var burada bizim?"
Halil çenesiyle parkın karşı yolunda kalan evi işaret etti. Altı tuhafiyeci dükkanıydı.
"Bak orda kim var Nazlı? İyi bak ama!"
Nazlı anlamak ister gibi daha dikkatli baktı. Üst katta bir pencere açılmış, genç bir kız sepet sarkıtıp baba diye bağırmıştı. Hâlâ anlam veremiyordu ne yaptıklarına.
Aradan en fazla iki dakika geçtiğinde tuhafiyeciden bir adam elinde koliyle çıkmıştı. Koliyi yere bırakıp elinin tersiyle alnını silmiş, gülümseyerek pencereden sarkan kıza bakmıştı. Sarkan sepetin içerisinde bir şişe su ve bardak alıp tekrar yukardaki kıza gülümsemişti.
Nazlı derince yutkunda. Suyu içen, yere bıraktığı koliye doğru geri yürüyen adam soluğunu kesmişti. Alt dudağı istemsiz dişlerinin arasına kısıldı.
Eğer aklı ona oyun oynamıyorsa Halilin en fazla otuz yıl sonraki hâli tam da karşısında duruyordu...
|
0% |