Yeni Üyelik
53.
Bölüm

Kul Kaderini Kahpe Hak Ettiğini Yaşar

@orenda

Not: finale son üç bölüm 55 de bitiriyoruz artık buraları. Duygulandım🤧 bir kitap kapağı daha örtülmeye yaklaştı💙

 

Aralanan kapının ardındaki geçmiş bir anda gülen yüzlere sis düşürdü.

Asilin gözleri hızla ilk karısına sonra ise Halil ve Yiğite çevrildi.

 

Züleyhanın şaşkınlık kokan yüzünün aksine Halil de Yiğit de öyle boş bir ifadeyle bakıyorlardı ki nasıl olduğunu anlamadığı bir korku çöreklendi yüreğine.

 

Yıllar içinde bir kere adı anılmayan, sorusu sorulmayan adamın varlığı, iki oğlunun kanamasına, karısının canının yanmasına sebep olur diye adımları öne çıkıp ardına aldı ailesini.

 

Karşısındaki adamın göz kenarları kırışıklıkla doluydu. Kendinden bir yaş küçüktü halbuki ama yaşlılık izleri çökmüş yüzü bunu iyice örtmüştü.

 

Asil hep sakinliğiyle ve aklıyla bilinirdi evinde. Ne tuhaftı halbuki şu an sakinlikten çok uzaktı. Sonuçta o bir babaydı ve karşısındaki adam iki oğlunun sebebi olacaktı. Karşısındaki zalim neredeyse onun cennetini alacaktı.

 

Şu an yaşını, bir ailenin babası oluşunu unutup saldırmıyorsa bu adam yüzünden Züleyhasına kavuştuğu gerçeğinden ötürüydü. Azıcık yoldan çıkmıyorsa Halil ve Yiğitin varlığında olan payı sebebiyle frenliyordu kendini.

 

"Hayır olsun inşallah!"

 

Nazlı bunca yıllık babasının bir kere bile sesini böyle duymamıştı. Öfke! Soğukluk ve bolca nefret nasıl da sızıyordu üç kelimeden. Halilin put kesmiş bedenine iyice sokuldu. Eli elini kavradığında buz gibi oluşu içini dağladı.

 

Sanki anlaşmışlar gibi aynı saniyede Meyra da Yiğitin koluna dolamıştı elini.

 

Hamza ise boyları kendini geçmiş, koskoca adam olmuş iki oğluna baktı öylece. Sonra yılların güzelliğine güzellik eklediği kardeşle bakışları çarpıştı.

 

Utanç!

 

Öyle güçlüydü ki ilk ne diyeceğini bilemedi. Sonra ise göğsünü sıkıştıran nefesi fark etmeden biraz güçlü çektiğinde öksürük ciğerlerini yaka yaka şiddetlendi. Yanında duran karısının eli sırtına gitmişti hemen. Kendini toparlamaya çalışıp tekrar karşısındaki adama baktı.

 

"Biz... Müsade olursa az konuşmaya geldik..."

 

Asil öksürürken tüm yüzü kıpkırmızı olan, boyun damarları patlayacakmış gibi şişen adamla kaşlarını çattı. Durum az da olsa ortadaydı. Gözü bu sefer yanında duran kadına ve ardında bekleyen, başları yerde iki kıza çevrildi. Yüzlerini göremiyordu. Yerden kalkmayan kafaları müsade etmiyordu buna. Sonra ardındakilere anlık bir bakış atıp aralık kapıyı geriye doğru iyice yasladı.

 

Ağır adımlarla içeri doğru ilerleyen dörtlüyle derin bir soluk aldı. Hayatın böyle de bir eğlence anlayışı vardı işte. Katlı kalmış sayfaları mutlaka bir şekilde aralıyor ve okuyucusuna burayı unutma dedirtiyordu.

 

Asil sadece Züleyhaya baktı. Tek kelime etmedi ama ne demek istiyorsa bu bakışlar anlattı.

 

Çocuklar için! Sorulacak hesapları, söylenecek kelimeleri varsa dayan oğullarımız için...

 

Avluda sıcak hava serinleyince oturmak için oluşturulan kısıma doğru eliyle yol gösterdi Asil. Kimseden çıt çıkmıyordu. Fevriliğini asla frenleyemeyen Gurur bile öylece dümdüz bir öfkeyle bakıyordu karşısındaki adama.

 

Kapılarını çalan davetsiz misafirler gösterilen yerlere oturunca Züleyha yine bir boşluğun içinde gelenleri inceledi.

 

Aynı karnı paylaştığı karşısındaydı. Bedeni en son gördüğü halde değildi artık. Eskiden babasına çok benzetirdi ama şimdi pek bir benzerlik kalmamıştı. Gerçi Züleyha babasının bu yaşlarını görmemişti ki. Yaşasa o da mı böyle yaşlanırdı acaba?

 

Yanında oturan kadına baktı. Parmağındaki ince alyansa. Gözlerinin etrafta çekingence dolanışını izledi sessizce. Sonra ise iki kız da dolaştı gözleri. Büyük olanla anlık gözgöze geldi. Yeşil gözlerini görmek boğazındaki yumruyu büyüttü. Sonra o gözlerin dolar gibi oluşu ve anında kendinden kaçışı genzini yaktı. Küçük olan annesine benziyordu aslında ama yüzünün yuvarlaklığı, kahve saçları çok tanıdıktı. Kendini boydan boya izleyişine baktı. Sonra kaçamak bakışların yanında dikilen iki oğlanda dolaştığını gördü. Dudakları tebessüm edecek gibi olmuştu ama ne gördüyse hemen bükülüp, başı eğilmişti yine.

 

Utanıyorlardı!

 

Sebebi olmadıkları her şey için yanlarındaki adam yerine onlar utanıyordu.

 

Sırtında bir el hissedince dikkatle izlediği kişilerden çekti bakışlarını.

 

"Oturalım karım. Çocuklarını da al hadi oturalım."

 

Züleyha çok hissizdi ya da bir o kadar farklı hisler yüzünden esir edilmişti. Başını onaylar gibi sallayıp Asilin yaptığı gibi ilk Halilin koluna dokundu sonra ise Yiğitin beline sardı kolunu. Sözsüz uyarıyla adımlayıp karşılarına geçip oturdular. Asafın gözü sürekli Halildeyken Nazenin kime bakacağını şaşırmıştı.

 

Hamza karşısına yerleşenleri tekrar merceğinden geçirdi. Söze nasıl başlayacak çok düşünmüştü ama bir türlü bulamamıştı ilk kelime ne olur. Halilin hafif çatılı kaşlarına ve koluna can simiti gibi sarılmış ellere baktı. Parmaklarındaki yüzükle fark etmediği bir gülümseme oluştu yüzünde. Sonra Yiğit de dolandı gözleri. Annesine benziyordu. Onunda yanında biri vardı. Elini iki eliyle sıkıca kavramış, kendine düşmanca bakan çıtı pıtı bir kız.

 

En son bakışları en çekindiğinde durdu. Kardeşinde...

 

Bir kere bile ağabeylik yapmadığı kardeşinde. Ömrünün son deminde aklından çıkmayan, vicdan azabı içini yakan, düşündükçe nefessiz bırakan kardeşinde...

 

Sonra ise ağzının hiç birine açılamayacağını anlayıp en uzak kişide karar kıldı. Kardeşini onun ellerinden kurtaran, iki oğluna baba olan adamın dik bakışlarına tutundu.

 

"Rahatsızlık verdik... Kusurumuzu hoş görün... Sağolun, büyüklük edip kapıdan çevirmediniz..."

 

Asilin dik bakışları altında konuşmak çok zordu. Yine bir öksürük silsilesiyle sözleri yarım kaldı.

 

Halil, Nazlının ayaklanıp mutfağa gidişini ve elinde bir bardak suyla gelişini öylece izledi. O bir bardak su öksüren adama uzatıldı. Karısının desteğiyle içirilen su biraz daha rahatlatmıştı.

 

Kimsenin kimseden suyu esirgeyeceği yoktu da düşünecek hâl kalmamıştı hiç birinde. Nazlı ise herkese zulüm kendine iyilik eden adama karşı hissizdi. Annesinin, kocasının ve kardeşten farksız Yiğitinin canını yaktı diye nefret besliyor,bir yandan da o böyle kötü olmasaydı ben onlarsız kalacaktım diye arafta sıkışıyordu.

 

Kendini toparlayan adam yine Asile döndü.

 

"Malum olan ortada. Ben buraya az konuşmaya sonra helal..."

 

Asilin dur der gibi parmağını kaldırmasıyla lafı yarıda kesildi.

 

"Ne istersen söyle dinleyeceğiz. Konuşmak istediğin her şeyi konuş! Ama helal haram karıştırmayacaksın! Belli... İyi değilsin. Bunun yükü ağır gelmiş ki çaldın kapımızı. Ama sana ağır geleni benim çocuklarımın üzerine yüklemene izin vermem! Ne kadar yükün varsa Allahla halledeceksin ama benim karımın! Benim oğullarımın vicdan terazisine başka yük eklemene müsade etmem!"

 

Hamza öylece baktı sadece. Kendi bir kere bile şöyle yürekten benim oğullarım diyecek kadar adam olamamıştı. Sustu... Ne diyebilirdi ki? Karşısındaki adam çok haklıydı zira.

 

"Haklısın... Etmesinler helal... Çok haklısınız..."

 

Mırıldanır gibi kurdu cümlelerini. Sonra Züleyhanın gözlerine baktı. Beraber yaşadıkları zamanlarda yerleşmişti Züleyhanın gözlerine bu ifade. Bomboş ve hissiz. Bir zaman hayal kırıklığı yer etmişti ama gel zaman git zaman o gözler kendine sadece koca bir boşlukla çevrilmişti. Bunu ona kendi yaptıktan sonra ne diyebilirdi ki?

 

"Ölüyorum..."

 

Yine mırıltıyla çıktı sesi. Züleyha öylece bakarken gözü yanındaki kızın hızla akan yaşı silişine ve eğilen başına çevrildi. Küçüğün ise ablasına sığınışı, tırnağının kenarını kanatacak kadar eziyet edişini izledi.

 

"Benim yüzüm yoktu... Vallahi billahi karşınıza çıkmaya azıcık yüzüm yoktu ama çaresizim. Ben hiç iyi bir ağabey olamadım ama sen çok iyi bir kardeştin..."

 

Züleyha başını iki yana salladı. Hafif çatılmıştı kaşları.

 

"İyi ağabey olamadın doğru ama ondan önce sen iyi baba olamadın! Bana yapmadığın abiliği söylemene hacet yok. Ama..."

 

Bakışlarını tekrar iki kıza değdirip karşısındaki adama geri çevirdi.

 

"Esirgediğin babalığını söylemek istersen buyur!"

 

Hamza onaylar gibi başını sallayıp ona öylece bakan Yiğite çevirdi gözlerini. Zerre his yoktu o gözlerde. Ne öfke, ne nefret... Sadece bir boşluk. Bir yabancıdan öteye geçemiyordu irislerinde. Sonra Halille bakışları çarpıştı. Bir zamanlar esirgediği lokmalar gırtlağına düğüm olup kaldı. Kendi esirgediği lokmaları başka biri öyle güzel yedirmişti ki boyu posu imrenilesi olmuştu.

 

"Öyle... Olamadım baba. Beceremedim hiç bir şeyi."

 

Züleyha daha fazla dayanamadı. İçindeki durgun deniz sanki fırtına koparacakmış gibi dalgalandı.

 

"Hiç mi? Hiç mi düşmediler aklına? Öldüler mi sağlar mı bir kere bile merak edip gelemedin! Canları sağ mı diye soramayacak kadar mı yoktu içinde babalık?"

 

Hamza başını kaldırdı eğdiği yerden.

 

"Geldim..."

 

Mırıldanır gibi söylediği sözle Züleyhanın söyleyecekleri bıçak gibi kesildi.

 

"Geldim izledim... İstanbula gidip, bi düzen kurunca dayanamadım geldim. Sonra..."

 

Asile baktı kırışıklarla dolu gözler.

 

"Gördüm onları. Hazırlanmış bir yere gidişinizi izlerken benim zerresini yapamadığım babalığı yapışını izledim. Omzuna bindirdiği Yiğitin öyle güldüğünü bilmezdim. Güldürmedim ki bileyim. Küçük bi bebeği omzuna taktığının içine oturtmuş, zerre gocunmuyor... Bi eli Halilin elini kavramış. Tek eli omzundaki Yiğitin bacağını sarmış. Yiğit hiç bi yerden tutmuyor bile. Öyle güvenmiş düşmeyeceğine. Üç çocuk var üstünde de yüküm ağır bile demeyişini izledim. Sonra sen çıktın kapıdan. Süslemişin bi kız çocuğunu kahkaha ata ata yanlarına yaklaştın... Ben senin öyle güldüğünü babam sağ iken gördüydüm en son. Ben soldurana kadar güzel gülüyomuşun orda fark ettim. Öylece kalakaldım. Ne diyecektim ki? Onlara böyle bir baba varken ben ne diyecektim?"

 

Uzun konuşmasının arasına bir iki öksürük girsede bitirmek için kendini sıktıkça sıktı. Gözünün akına daralan göğsü yüzünden kızıl damarlar yerleşmişti.

 

"Öyle işte... Bi kendime baktım, bi sizin halinize. Kurulmuş düzeni bozmaya değecek babamıydım ki çalayım kapıyı?"

 

Züleyha başını onaylar gibi salladı.

 

"Öyle... Haklısın... Baba mıydın ki çocuklarım nasıl diye sorasın? Ama kovulsan bile geleydin! Benim için değil sakın öyle sanma, onlar için bi kere olsa geleydin!"

 

O sırada salonda pusetinde uyuyan Güneşten bir ağlama sesi işitildi. Nazlı hemen ayaklanacakken Halil elini tutmuş, bir şey demeden ayağa kalkmış ve salona doğru ilerlemişti. Bir dakika geçmeden kucağında kızıyla kalktığı yere geri oturdu.

 

Güneş babasının kokusunu alır almaz böldüğü uykusuna devam etmişti. Nazlı kucağında uyuyan kızına bakıp tebessüm ettiğinde Halilin de durgun yüzünde minicik tebessüm oluştu. Nazlı yüksek sesle söylemese de kucağa sen alıştırdın dediğini duyar gibiydi. Çünkü Güneş uykusunun içinden sırf kucakta uyumak için uyanıyor, istediğine ulaşır ulaşmaz kaldığı yerden devam ediyordu.

 

Herkes çok önemli bir ana tanıklık eder gibi sadece ikisini izliyordu. Hamza kucakta ki bebeğe öylece bakarken, kızlar ilk kez başlarını kaldırıp yüzlerindeki tebessümü fark etmeden uzunca izleyebildiler. Gergin ortamdan kurtarabilen tek şey Güneş olmuş gibiydi. Halil parmağının tersiyle kızının ipek tenini okşadı. Tüy kadar hafif bir öpücük bıraktı minik saçlarının üstüne.

 

"Bazen uykumun içerisinden bir anda uyanıp nefesini dinliyorum..."

 

Sesi o kadar duruydu ki Asil gözünü kırpamıyordu. Evine ilk girdiği günkü yaralı, korku dolu ama korkusunu saklamak için direnen çocuk vardı sanki karşısında.

 

"Uzun uyusa göğsümü bir telaş sarıyor. Kısacık uyusa bir yeri mi ağrıyor diye kafamda bin düşünce dönüyor. İki nefesinin arası uzasa, o nefes alana kadar benim ciğerlerim yanıyor."

 

Kızındaki bakışlarını kaldırıp karşısındaki adama ilk kez o zaman uzun uzun baktı.

 

"Sen nasıl ardını dönebildin?"

 

Nazlının güç vermek ister gibi bedenini iyice kendine yaslayışıyla kokusunu soludu. İyi geliyordu Nazlının kokusu. Şu an içindeki yıkıma çok çok iyi geliyordu. Karşısında kimsesiz kalışının mimarı olan adam otururken, kimsesiz olan o çocuğu unutturuyordu.

 

"Ben kızımı iki göz kırpış aralığında özlüyorum sen nasıl?"

 

Eski Halil olsa başka şeylerin hesabını sorardı. Başka şeylerin öfkesini güderdi galiba. Kendi için bir kelime etmezdi ama Yiğit derdi belki de. O çok korktu, çok ağladı diye isyan ederdi. Ama şimdi kollarında kızı varken, o baba olmanın tadını hissetmişken hiç bir şey sorası gelmiyordu. Sadece anlamak istiyordu. Çünkü aklı bunu kabullenmeyi reddediyordu. Halil Güneşin varlığını öğrendiği andan itibaren bambaşka biriydi.

 

Eniştesinin gözünü karartıp yaktığı her şeyin sebebini anlıyordu. Gerçekten anlıyordu ama. Hak vermek için değil, eniştesini sevdiği, ona saygı duyduğu için değil gerçekten başka hiç bir şey düşünemeyecek bir hâle gelineceğini biliyordu artık. Zira Halil de öyle yapardı. Biri karısına, kucağındaki bebeğine uzansa dünyada cehennemi başlatırdı.

 

O zaman karşısındaki adam neden böyleydi? Onu izlemişti ama! Bu adam bir tek kendilerine yapamamıştı babalık. Kızlarını koruyup kollamıştı. Geçmiş boynuna dolanıp, onu uykusuz bıraktığında evlerinin önündeki parkta saatlerini tüketmişti. Okuldan gelen kızlarını karşılamak için kapıda bekleyişlerine dalmış kalmıştı.

 

"Seni gördüm! Senin aslında nasıl bir baba olabildiğini gördüm. Ben hep babalığı bilmediğin için böyle olduğunu sanıyordum. Sen bize baba olmak istemediğin için öyleymişsin. Kızına bağıran öğretmenle kavga etmek için okulu nasıl bastığını gördüğümde anladım. Senin derdin babalıkla değil bizimleymiş!"

 

Halilin söylediği sözler Yiğitin hızla ona bakmasına neden oldu. Şu ana kadar zerre tepki göstermeyen adam ağabeyinin sözleriyle sarsılmıştı. O bir kere bile geçmişine dair tek haber almamıştı. İstese her anlarını takip edebilecek güç ellerindeyken bir kerecik bile geride kalanlara bakmamıştı. Yiğitin hayatı beş yaşında başlamıştı.

 

Yerde der top olup saklandığı hayatını, eniştesinin omuzlarına çıkıp gökyüzüne yaklaşınca silip atmıştı.

 

Peki o zaman ağabeyi bunu kendine niye yapmıştı ki? Onları yetim bırakan adam tekrar aile kurup, çocuk sahibi olmuşken canını böyle derinden niye yakmıştı?

 

Değmezdi! Yiğit zerre değmedikleri için kalbine hüzünlerini bile yasaklamıştı.

Yiğit, Halil ne hissediyor çözemedi. Cümleler zehir gibiydi ama yüzde acıya dair hiç bir iz yoktu.

 

Hamzanın tekrar öksürükleri ortalığı doldurunca Halil sanki kaldığı işe devam eder gibi kızına çevirdi bakışlarını. Tüy inceliğindeki saçlarını okşadı. Hesaplaşma için gelmişti belli ki ama içinde buna dair gram istek yoktu. Karşısındaki adam karısının ağzına ilaç sıkması sayesinde nefes alabilmişken zerre etkilenmedi halinden. Dudakları kıvrıldı sonra. Bir anı düştü gözlerinin önüne. Kış vakti üşütüp burnu tıkandı diye ağzından nefes alan Halil, verdiği rahatsızlık yüzünden sobasız odaya atılmıştı. Üşür korkusuyla halasının kaç kat yorganla sararak ısıttığı çocuğa layık görülmeyen nefes ona da haram kılınmıştı.

 

Soluğunu toparlayan adam omzundaki yüklerin ağırlığıyla küçüldükçe küçüldü karşılarında. Karısının hüzünle bakan gözlerine zorla gülümseyerek karşılık verdi. Hak ettiğini yaşamadan ölmüyordu insan. Son altı yıldır her nefes göğsünü yakmak için ciğerlerine doluyor sonra o nefesleri verirken çok daha büyük ızdırap duyuyordu. Şimdi ise alamadığı nefesin getirisiyle ciğerleri çürüyordu.

 

"Ne deseniz... Haklısınız... Ne söyleseniz boynum eğik. Yüzüm yok... Başka çarem yok. Sizi ben büyütmüş olsam yine ummazdım bir şey ama sizi halanız büyüttü."

 

"Annemiz!"

 

Halilin başını bile kaldırmadan söylediği keskin kelimeyle lafı yarım kaldı Hamzanın.

 

"Annemiz büyüttü bizi!"

 

Sonra ağır ağır başını salladı Hamza. Doğru diyordu Halil. Halalık değil annelikti yaptığı.

 

"Öyle... Ananız oldu hep. Ben daha küçüğüm demeden analık etti."

 

Medet dilenir gibi yine Züleyhaya baktı.

 

"Bende ne yoksa onda misliyle vardı hep. Evin Kabili ben Habili o oldu. Ben yıktım o yaptı. Ben kuruttum o yeşertti. Beni bu kapıya getiren de buydu ya. Bi kenarda sessiz sedasız ölmem lazımdı ama..."

 

Züleyhanın gözünden akan tek damla yaşa bakıp gözlerini çekemedi. Yaşlar sıra sıra akmaya başladı. Vicdan azabı en büyük hapishaneydi. Hamza ne çıkabildi oradan ne de alışabildi. Herşeye geç kalışı tekrar yaktı yüreğini. Öksürükleri arttıkça can acısıda katlanılmaz olmaya başladı.

 

Ömrünün son zamanları yaklaştıkça ne gündüz düşlerinden ne gece rüyalarından çıkmaz olmuşlardı. Ölüm yaklaştıkça günahları daha bir ağırlaşmış, onu dermansız bırakmıştı.

 

Son kez söylemek istedikleri vardı ama.

 

"Züleyha..."

 

Hırıltıyla seslenebildi adını. Kendine öylece ıslak gözlerle bakan kardeşine çevirdi kendi yaşlı gözlerini.

 

"Ne baba oldum, ne koca, ne evlat, ne de ağabey... Hiç birini beceremedim. Becermek için hiç çaba göstermedim ama son kez... Yemin ederim Züleyha vermeyecektim o adama seni. Etmeyecektim o kadarını. Yemin ederim vermeyecektim..."

 

Her yaptığı çok ağırdı ama bu en çok canını yakandı işte. Sırf hırsı yüzünden ettiği laflar çıkmıyordu aklından. Hırsını yenemeyip, gözünü korkutmak isterken dediği laflar Züleyhayı kör kuyularda ışıksız bırakmıştı. Öyle bir karanlığa itmişti ki hiç ardına bakmadan bir çağlayandan aşağı atmıştı kardeşi benliğini.

 

Allah yüzüne bakmış, girdiği ev ona yuva olmuştu. Ama Hamzayı belki de en çok pişmanlıkla kıvrandıran ihtimaldi! Yangından kaçarken cehenneme düşme ihtimali her hesabı verse bunu veremeyeceğini yüzüne çarpıyordu.

 

Kötüydü Hamza. Sorulsa ne yaptım ki diyecek kadar kötüydü. Kardeşi babasının merhametini kalbine işlemişken kendisi annesinin öfkesiyle pişmiş, onun nefretiyle harmanlanmış ve bir zaman sonra annesinin katranına bulanmıştı. Hamza bunu tek başına kaldığında öğrenmişti. Yapayalnız izbe bir kömürlükte yatıp, kalkarak, bir fabrikada iş bulana kadar yarı aç yarı tok yaşayarak anlamıştı.

 

Züleyha hiç bir şey demedi, sadece baktı. Sonra omuzlarını dikleştirip, eğilmiş bedenini düzeltti.

 

"Her günah, bedeli için vaktini bekler Hamza Çarmış. Seni kapıma getiren bu belli ki! Ama başka derdin de var, görüyom! Sen beni hiç tanımadın ama ben senin ciğerini bilirim."

 

Yanında oturan kadınla gözgöze geldi o anda. Mahcubiyet vardı bakışlarında. Dertleri onları buraya taşımıştı ve bunun yükü hiç görmediği, varlığını bile bilmediği bir kadını utandırıyordu.

 

Hamza başını salladı. Doğruydu! Dünya gözüyle bir kere yakından görme arzusuyla, daralmışlığına belki çare olurlar ihtimali taşımıştı onları bunca yoldan.

 

"Altı yıldır KOAH hastasıyım."

 

Mırıldanarak söyledi bunu. Derdi kendini acındırmak değildi ama şu halinden onu kurtaracaklarsa ayaklarına bile kapanabilirdi.

Bu sefer başı Halil ve Yiğite çevrildi. Gördüğü boşluğu umursamadan yaşlar akıtmaya başladı.

 

"Hiç babalık etmedim doğru! Hakkınızı haram edin, bitmesin öbür dünyada zulmüm, razıyım ama onların suçu yok ki. Ne olur?"

 

Çocukları bir yükün altına sokmak istemeyen Asil konuşmalarına müsade etmeden araya girdi.

 

"Ne olduğunu söyle! Bana söyle ama!"

 

Hamza başını çevirdi. Belki de en doğru kişi gerçekten oydu. Zerre bağı olmayan çocuklara babalık ettiyse kızlarını da korurdu belki.

 

"Kansere çevirmiş. Doktor ümit yok dedi. Zerre bunun derdine düşmedim. Yemin olsun düşmedim. Ama... Kötülük edecekler kızlarıma. Ben yokken, koruyacak kimseleri kalmayınca... Sahip çıkın Allah aşkı..."

 

"Baba!"

 

Lafı bitmeden yanlarında oturan kızın sert sesiyle bakışları yana çevrildi. Yeşil gözlerde gördüğü öfkeye anla beni der gibi başını yana yatırarak baktı. Sonra genç kız gözlerini babasından çekip Asile çevirdi.

 

"O yaptıklarının özrünü bir kere bile dilemeden ölmesin diye geldik. Koruyup kollanacak kimse yok! Biz... Bilmiyorduk, yeni öğrendik."

 

Gülşahın gözleri saniyelik Halil ve Yiğite değdi. En son benzerliği aşikar olan kadında takılıp kaldı. Lafları ortayaydı ama nedensizce takılıp kaldığı gözlere söyler gibi döküldü cümleler ağzından.

 

"Biz onun ne kadar zalim olduğunu bilmiyorduk. Köyünden çalışmak için çıkıp İstanbula gelmiş işçi sanıyorduk hep. Babamızın bize hikayesi buydu. Ailesi olmayışına anlattığı... Geldiği yerde bir yıkım bıraktığını yeni öğrendik. Affedilmeyeceği özrünü dileyecek, sonrada çıkıp gideceğiz."

 

"Gülşah... Annem..."

 

Gülşah bu sefer annesine baktı.

 

"Beni buraya getirmek için verdiğiniz sözü tutun! Özrünü dilesin ama daha fazlasını değil! Bize yaptığı babalığı esirgediklerinin karşısında ne hale düşürdünüz beni, daha fazlası yok! Yüzüm yok diyorsa olmayan yüzünü zorlamasın, bizi daha fazla yerin dibine sokmasın! Ben kardeşime de sana da bakarım!"

 

Yanındaki kızkardeşi kolunun altına iyice sığındığında Gülşah annesindeki bakışları çekmesede tek koluyla kardeşini sıkıca kavradı.

 

O anı hiç beklenmedik bir şey bozdu. Halilden gelen kıkırtıyla neler olduğunu kimse anlamadı. Tüm bakışlar ona döndüğünde Halilin kıkırtıları kahkahaya dönmüştü bile. Öyleki elini iki kere dizlerine vuracak kadar karnı kasılmıştı. Nazlının dehşetle aralanan gözleri, Züleyhanın korkuyla göğsüne konan eli eklendi.

Sesi titreye titreye "Halil" diye mırıldandı.

 

Halil ise gözlerinden akan yaşı silmek için kızını yanında oturan annesine vermiş, elinin içiyle ıslanan kirpiklerini kurulamış ama bir türlü gülmesini sonlandıramamıştı. Kendine korkuyla bakan iki kıza baktığında kahkahası tebessüme dönmüştü.

En son ise en büyük nefreti ve en büyük acısı olan adama baktı. Biraz evvel gülen yüzü öfkeyi anında nakış gibi işledi.

 

"Senin de imtihanın bu ha Hamza Çarmıh! Yıllarca eziyet ettiğin, baba evine sığdıramadığın, aynı karnı paylaştığın kardeşinin bir benzeri çocuklara sahip olmak nasıl bir his? Dört kişiye dağıttın dölünü! Dördü de yediği ekmeği zehir ettiğin kardeşine mi benzedi yani?"

 

Halil yine şiddetli bir kahkaha attı ama bu daha kısa sürdü. Sonra kardeşine baktı.

 

"Görüyor musun Yiğit? Adam dünyadaki en büyük düşmanından kurtulamamış! Gitmiş kopyasını yapmış yine!"

 

Bir cevap beklemeden tekrar karşısında utançla başını eğen adama baktı.

 

"Şu kızda ki omurganın yarısı olaydı bari sende! Azıcık be! Azıcık insanlığın olsaydı da bir kere itseydin şu kapıyı. Ölüm aklına düşünce değil de gerçekten söyleyip durduğun vicdan azabın için yapsaydın!"

 

Hamza onaylar gibi başını salladı. Öyle doğru söylüyordu ki ne diyebilirdi daha?

 

"Haklısın... Onlar da sizin gibi aynı halası oldu. Ben basiretsiz, beceriksiz bi adam olmanın ötesine geçemedim. O zaman da korkaklık edip gelemedim. Şimdi gelişim bile ölümün verdiği güç sebebiyle. Yoksa bunu bile beceremezdim."

 

Sonra başını kaldırıp yanan bir çam ağacına benzeyen gözlere baktı.

 

"Gülşah halasının eğilmeyen başını almış. Doğru biliyorsa ölüm gelse dönmüyor hiç. Cansu da merhametinin aynısı. Bin kere kır kalbini bir kere hüzünlü bak ya da bir kere darda olduğunu görsün unutur, yardıma koşar hep. Hiç dara düşene bana bunu yaptıydın demez. Bana hiç benzemiyorlar ama size çok benziyor onlar."

 

Hamza yine kardeşine baktı. Eskiden adını bile içinde tekrar edemezdi ama düşüncelerinde sürekli kardeş kelimesini kullanmak istiyordu. Ölümün soğuk yüzü buz tutmuş kalbini ısıtmıştı sanki.

 

"Allah şahit en mutlu eden şey de bu ya beni. Babaları gibi bir şerefsiz olacağınıza halanız gibisiniz. Hak etmediğim ödülüm oldu bu da benim işte. Ben bu kapıyı itecek yüzü kendimde bu sebeple buldum oğlum. Siz Züleyhanın çocuklarısınız. Benden ne kadar nefret etseniz de onlara kıyamazsınız, ben gidince ..."

 

"Sus!"

 

Gülşahın sert sesiyle tekrar aralanan ağzı kapandı. Onların üstüne de yük olmuştu. Bu hayatta hiç bir şeyi beceremiyordu zaten. Yalvarır gibi baktı kızına. Anlasın onu istedi. Gerçekleri öğrendiğinden beri bir kere baba dememişti. Oturduğu sofrada yemek yememiş, gözünü bile çevirmemişti. Onunla beraber annesine de tavır almış, Gülşah bir evin içinde ikisini de yok saymıştı.

 

"Gülşah... Mecburum..."

 

Başını iki yana salladı genç kız. Gözündeki öfke ateşi sönmüyordu hiç. On dokuzunu bitirmek üzereydi. Aslında lisede başarılı bir öğrenciydi ve üniversite için çok emek vermişti ama babasının hastalığına kanser eklenince sınava bile girmemişti. Babasının hastane masraflarına katkı sağlamak için kasiyer olarak çalışıyordu. Hayatlarının aslında ne kadar berbat bir şeyin üzerine kurulduğunu öğreneli üç gün olmuştu. O kimsesiz sandığı babasının geçmişte bir kardeş, iki oğul bıraktığını duyduğunda inanamamış, kendine gelememişti.

Ama gerçek karşısında öyle bir oturuyordu ki bir şey olsun ve duyduğu her şey yalanlansın ihtimali kalkmıştı ortadan.

 

Onun babası sandığı gibi saçlarını okşayan o adam değildi. Gülşah babasını ölmeden kaybetmiş biriydi. Şimdi de öylece gerisinde kalan ağabeylerinden kendilerine sahip çıkmalarını isteyemezdi.

 

Ağabey...

 

Yeşil gözlerindeki sinir olduğu gibi dursa da hızla yaşlar doldurdu. İlkokulda en çok istediği şeydi halbuki. Sıra arkadaşını okuldan alan ağabeyini ne çok kıskanırdı. Baba dedikçe dilini yakan kişi bir tek karşısındaki üç kişinin canını yakmamıştı. Gülşah ve Cansunun da ağabeylerini çalmıştı.

 

Yiğitin kendine dönen ve ayrılmayan gözlerinden çekemedi bakışlarını. Ne düşünüyor zerre fikri yoktu ama bakmayı da kesemedi.

 

Asilin sesini duyana kadar Yiğit de karşısındaki kızın gözlerine dalıp kalmıştı.

 

"Derdin buysa merak etme."

 

Asil çatılı kaşlarıyla karısının elini avcuna alıp, sıkıca kavradı kucağında.

 

"Allah biliyor zerre kadar haline üzülmüyorum. Benim karıma, oğullarıma yaptıklarını biliyorum ya gram içim sızlamıyor ama kızların için endişe duymana gerek yok! Seninle olan bağları umurumda değil onlar Züleyhanın yeğenleri, benim oğullarımın kardeşleri! Çocuklarımı da karımı da hakkın olmayan yükün altına itmene izin vermem dedim. Ben göz kulak olacağım onlara."

 

Bile isteye sık sık oğullarım kelimesini Hamzanın kulağına duyuruşunun maksadını en çok Züleyha anlıyordu. Hamza karşısındaki iki aslan parçası kimin oğlu anlasın diye kafasına çakıyordu. Halil de Yiğit de babaları kim daha bir emin olsunlar diye sürekli tekrarlıyordu. Dudakları sevgiyle kıvrıldı. Asilin varlığına sebep oldu diye affet deseler zerre düşünmezdi Züleyha.

O yüzden kızlara baktı, gülümsedi hafifçe. Kimsenin yükü başkasının belini ağrıtmamalıydı.

 

"Kocam haklı. Onlar benim yeğenlerim. İki oğlumun kardeşleri. İkisini senin varlığında bile korudum diğer ikisini kimseye muhtaç etmem!"

 

Hamza başını kaldırdı. Buraya yardım için gelmişti ama edilen yardım daha çok yaktı canını. Beklediğini bulamadı. Keşke bağırıp çağırsalar, yüzüne tükürseler böyle zor gelmezdi şu an hissettikleri.

 

"Derdim para değil..."

 

Mırıltı gibi çıkan kelimeler onunla bütünleşmiş öksürüklerini çoğalttı. Hırıltılar güçlendi. Kendini toplayana kadar beş dakikadan fazla zaman geçti.

 

"Fatmanın..."

 

Karısına baktı önce. Sonra ise Züleyhaya çevirdi gözlerini.

 

"İlk kocası fabrikadan arkadaşımdı. Kaza oldu, vefat etti. Ölürken de onu bana emanet etmişti. Sen şimdi orada da emanete hıyanetlik ettim sanma ne olur, kocasının isteğiydi."

 

Sona doğru boğulan sesiyle bu sefer yanındaki kadın baktı Züleyhaya. Kızları için gelmişti neticede. Onunda çok suçu vardı. Karşısındaki çocukları en başından beri biliyordu. Bir kaç kez git gör diye kocasını ikna etmeye çalışmıştı ama Hamzanın orda daha iyiler lafına tav olmuştu. Nefis ilk kendine iyilik edilsin istiyordu neticede. Hamzanın anlattığı ev, yuva, ana, baba kendilerinin vereceğinden misliyle fazlaydı o da vicdanını böyle susturmuş, zaman içinde de unutmuştu.

 

"Beyim vefat edince kaynım nikah kıyacağım sana dedi. Öyledir bizim oraların adeti. Kalktık İstanbula iş için gittik ama bırakmazlar yakamızı kolay kolay. Kaynım dediysem koca adam, karısı, çocukları var. Amca çocuklarıyız esasında. Namus temizleme adına... Rahmetli çok iyi adamdı, ölürken bile aklı bende kalmış. Başıma geleceği bildiğinden hastane yatağında son isteği bu olmuş. Biz hemen evlenince bişeycik diyemediler. Ama kinleri de bitmemiş. Şimdi durumumuzu öğrenince aradaki kan bağını bahane edip alıp bizi götürmek istediğine dair haber geldi. İki kızla koca İstanbulda telef olmayacakmışız. Öc alacak. Kızlarımdan..."

 

Kadının hıçkırıkla kesilen sesinden sonra Halil ve Yiğitin başı aynı anda kızlara döndü. Kaşları çatılmış, öfke kanlarını anında kaynatmıştı.

 

"Öyle bir şey olmayacak!"

 

Halilin sesiyle kadın umut ışığı yanan gözlerini hemen ona çevirdi. Buraya gelirken böyle bir zenginlikle karşılaşacağını düşünmemişti ama zerre kadar da gözünde yoktu. Tek dileği ağabeyleri kızlarını korusun, kendine ne olursa olsun umursamıyordu. Çünkü biliyordu Fatma. Bitlise gittikleri an kızlarının hemen birileriyle nikahlandırılacağını, kendinin ise zulümle terbiye olacağını çok iyi biliyordu.

 

"Bunu deneyişlerini izlemek keyifli olurdu..."

 

Yiğitin mırıltısını Halil ve Meyra duymuştu. İstediği kadar umursamaz maskesi taksa da Halilin kardeşi, Züleyha Sulhanın yeğeni, Asil Sulhanın oğluydu o.

 

Asil tekrar karşısındaki adama baktı. Yüzündeki yumuşak ifadeyle Halile sonra ise sık sık Yiğite bakıyordu. Bu iş çok uzamıştı ve ailesi bu durumdan oldukça rahatsızdı. Neticeye erdirmek yine kendine kaldı.

 

"Dediğim gibi... Kızlarından ben sorumluyum. Hiç birinin başına korktuğunuz gelmeyecek. İkisi de okumak istedikleri kadar okuyacaklar. Annelerinin yanında güvenle yaşayacaklar. Bunu da senin için değil karım ve çocuklarım için yapacağım. Haberini yeni aldığımız iki yeğenimiz için olacak her şey!"

 

Hamza minnetle baktı karşısındaki adama. başkası olsa kapısından bile sokmazdı ama biliyordu da bir yanı bu kapıdan öylece kovulmayacağını.

 

Gülşah ve Cansunun utançtan eğilmiş başları, karısının rahatlamış yüzü derken tekrar Züleyhaya çevirdi gözlerini.

 

"Allah hepinizden razı olsun. Ama en çok senden Züleyha. Senin bana yapman gereken eline bi bıçak alıp kanımı akıtmakken kanımdan olanları koruyup kolladın. Yetmedi yedi yıl yedirip, içirdin. Tüm zulmümü çektin."

 

Sonra yine karşısında oturan iki genç adama baktın.

 

"Ama iyiki onları benim elime bırakmadın. Benimle kalsalardı ne olurlardı kim bilir? Bak iki kızım için bile ayağına kapanmaya geldim, yine beceremedim koruyup kollamayı, kocan gibi baba olmayı. Kocanın dediği gibi helallik istemeyeceğim hiç birinizden."

 

Yüzüne kırık bir tebessüm oturdu.

 

"Bilirim ahirette bile yüzyüze gelmeyelim diye helal edersin sen. Babamın kızısın sonuçta..."

 

Bu sefer ki öksürük dalgası çok daha şiddetliydi ve karısının verdiği hava bile nefesini toparlamasını sağlayamıyordu. kemoterapi bir seçenekti ama kabul etmemişti Hamza. Doktor iyileşme umudu vermiyor, bunun kararını kendilerine bırakıyordu. Hastane odasında kıvranarak, ilaçların içinde ölmek istemiyordu o. Son zamanlarını evinde geçirmek, gözünü yine evinde kapatmak istiyordu. Geniz akıntısındaki kan tadı da zamanının çok olmadığını ona çığlık çığlığa bağırıyordu.

 

Asil Züleyhanın tepki vermemek için avuç içine geçirdiği parmaklarını gevşetti. Nasıl yerinde zor durduğunu, bağıra, çağıra ağlamamak için nasıl kendini sıktığını en iyi o biliyordu.

Hamzanın nefesleri sakinleşmeye başlamasa Züleyhanın yapmak istediğini kendi yapacak, bir ambulansla hemen hastaneye koşturacaktı. Ama zaman içinde alışılmış bir döngü gibi muamele ediliyordu artık ona. Ciğerine yetersiz gelen oksijen için ilaç veriliyor ve öksürüğü durana kadar karısı ve kızları öylece ona bakıyordu.

 

Az toparlanınca tekrar Halile ve Yiğite baktı. Son bakışı olduğunu bilmek belki de daha ayrıntılı incelemesine neden oluyordu. Sonra minik bebeğe döndü gözleri. Oğlunun yavrusuydu. Kendi baba olamamıştı ama oğlu çok güzel bir baba olmuştu. Adı gibi biliyordu ki kızlarına da çok iyi bir ağabey olacaktı. Yiğiti kendinden korumak için bile önüne atladığı anlar gözlerinin önüne gelince yaşlar görüşünü puslandırdı.

 

Halil ise gelip, derdi neyse söyleyen, belki de içini rahatlatmak için bir şey yapmış olmanın yeteceğini düşünen adama üstün körü bir bakış attı. Sağında kalan kardeşine dalga geçer gibi bir tebessümle döndü yüzünü.

 

"Hiç konuşmadın kardeşim. Yok mu babana diyeecek iki kelamın?"

 

Yiğit hafif yayılmış oturuşunu hiç bozamadan anlık ağabeyine bakmış, gerçekten belki bir kaç kelime eder diye gözlerini dikmiş onu izleyen adamı süzmüş sonra da dudağını hafif kıvırıp omuz silkmişti.

 

"Ne diyeyim abi? Canının sağlığına duacıyım. Allah başımızdan eksik etmesin. Bir şey diyecek olsam hep yanımda, hep yakınımda, en uzak desem en fazla ardımda ama eli sırtımda. Söyleyeceğimi bekletmem yüzüne söylerim."

 

Her bir kelimesi Asilin gözlerine bakılarak edilmişti. Onun için baba sıfatı tek bir kişi için olabilirdi. Nasıl Nazlı için halası anneyse Yiğit için de baba Asil demekti.

 

Halilin kıvrılan dudakları ve Asilin gururla bakışıyla göz kırptı eniştesine. Sırtında abisinin elini hissedince bu sefer gözleri yanyana oturan iki kıza değdi.

Halil ağır ağır başını salladı.

Sonra tekrar hüzünlü gözlerle Yiğite bakan adama döndü.

 

"Öyle... Bizim babamıza diyecek lafımız olsa yüzü hep en yakınımızda, deriz."

 

Sonra gözleri kızlara döndü. Sol elinin iki parmağıyla kızları gösterir gibi bir jest yaptı.

 

"Onlar için endişen olmasın. Karın içinde. Babam dedi, bende tekrar edeyim. Ağabeyleri nefes aldığı sürece kimseye muhtaç olmayacaklar, kimse saçlarının teline zarar veremeyecek."

 

Gözleri çiğ damlaları dolu yeşil gözlere baktı.

 

"Gülşah istediği gibi mimar olacak, Cansu da güzel sanatlarda resim isterse devam edecek."

 

Gülşahın gözünden kayan yaşa tebessüm etti. Cansunun yerden kalkan başı, hayret, şaşkınlık ve gören her gözün anlayacağı hayranlığı elle tutulacak kadar somuttu. Hiç sesi çıkmayan kızın dudakları aralandı.

 

"Bizi... Bizi de mi tanıyorsun? Gerçekten mi?"

 

Sanki cevap ablasındaymış gibi ilk onun yüzüne bakmış sonra annesinin minicik tebessümle şekillenen yüzünü görmüş ama hemen Halile çevirmişti bakışlarını. Kendinin bile farkında olmadığı bir gülümseme donattı yüzünü. Babası onlara çok kötülük etmişti ama ağabeyleri belki de onlara küsmezdi.

 

"Hâlâ istiyor musun resim yapmak?"

 

Cansunun gülümsemesi dişlerini de gösterecek kadar büyüdü. Yanındaki ablasına baktı hemen ama yine hızla bakışları Halile döndü. Başını öne arkaya salladı hemencecik.

 

"İstiyorum abi. Ablam da istiyor ama o söylemez."

 

Gülşahın koluna dolanan eline kadar söylemek istediğini söylemişti bile Cansu. Halil en çok abi kelimesine takılmıştı ama. Başını sallamakla yetindi. Yiğitin yüzündeki bakışlarına gözünün kenarıyla baktı. Karşılarındaki adamı affetmeyeceklerdi ama kızların bu konuda zerre suçları yoktu. Yiğit ise denileni anlayıp derin bir nefes çekti. Halasının ve ağabeyinin yufka yüreğini asla sorgulamazdı.

 

"Destek alıyor musun?"

 

Olabildiğine düz sesini duyulacak seviyede tuttu. Halile heyecanla bakan gözler bu sefer Yiğite çevrildi.

Bu sefer iki yana sallandı başı ama gülüşü bozulmamıştı.

 

"Yok ama hallederim ben. Yani şey. Okuldaki öğretmenim doğal bir yeteneğimin olduğunu söylüyor hallederim yani."

 

Yiğit başını yana yatırıp süzer gibi baktı tekrar, yeni varlığnı öğrendiği kız kardeşini.

 

"Olmaz öyle. Güzel sanatlara girmek kolay değil. Geliştirilmesi lazım. Ben hallederim."

 

Kızın yüzündeki ışıltılı gülümsemeden kaçacağım derken eniştesinin gururla kendisine bakışıyla duraksadı gözleri. Sonra eniştesi aynı ifadeyi yanında duran ağabeyine çevirmişti. Halilin yufka yüreğine göre Yiğit bir tık daha merhametsiz sayılabilirdi esasında. Ama karşısındaki adamın şu bakışları gerçekten ona her şeyi yaptırırdı.

 

Sessizlik uzayınca Hamza daha fazla kalmanın da varlığıyla daha çok insanları huzursuz etmenin de bir faydası olmayacağını düşünüp ağırca ayaklandı.

 

Ne diyeceğini, nasıl iki kelam edip çıkıp gideceğini bilemedi ilk. Bocalayışı karısı tarafından fark edildi her zaman olduğu gibi.

 

"Biz... Ne kadar teşekkür etsek hakkınızı ödeyemeyiz. Kapınızdan çevirmediniz."

 

Gözleri Züleyhada durdu.

 

"Hamzadan çok dinledim ben seni. Sana ettiklerini de senin merhametini de çok dinledim. Şu kapıya gelene kadar Allah biliyor ya kovarlar mı diye de çok ayaklarım geri gitti. Ama gördüm ya kapının ağzında, işte o zaman içime ferahlık çöktü. Senin insanlığın bizi ezer geçer. Senin yetiştirdiklerinin insanlığına yetişemeyiz biz. Kızlarımı kurtarırlar mı derken bir de hayallerini sundu ağabeyleri. Allah önce senden ve beyinden sonra ise büyüttüklerinden bin kere razı olsun bacım. Hiç yüzümüz yokken derman oldunuz."

 

Züleyha ne teşekküre rica etti ne de zerre önemliydi bu sözler. Başını kaldırıp ardındakilere baktı.

 

"Ne senin için ne yanındaki içindi. Ben çocuklarım için yaparım ne yaparsam. Ardındakiler benim çocuklarımın kardeşi. Ne yapılacaksa gül goncası gibi iki kız çocuğu solmasın diye yapılacak."

 

Fatma ağır ağır başını salladı. Tabiki bir affı isteyemezdi. Hamza gelmemişti. Hamza hatasını düzeltmemişti de Fatma'nın hiç suçu yok muydu? Az üstüne düşse, az zora soksa ikna edemez miydi? Yapardı da nefsi yenmek o kadar da güçlü değildi işte. Kurduğu çekirdek ailesine nasıl etkisi olacağını bilmediği oğlanları nasıl sokacaktı ki? Karşısındaki kadın da tam da bu sebepten böyle buz gibi bakıyordu kendine. Gerçi almak istese saçlarının telini vermeyecekleri aşikardı. Ama denenmemiş olması. Hiç çaba serf edilmeyişiydi bu yok sayılışlarının sebebi. Bir şey diyemedi. Haklılardı ve illaki herkes hakkını alacaktı zaman gelince.

 

Hamza ağır ağır iki adımla Asilin önüne yürüdü.

 

"Ben bi daha karşınıza çıkıp, huzurunuzu bozmayacağım. Hanenize girip, kirimi bulaştırmayacağım. Sen çok mert bi adammışsın. Benim yapamadığım ne varsa yapmış, esirgediklerimi oluk oluk akıtmışsın. Keşke azıcık sen gibi olabileydim."

 

Asil yüzüne baktı ama hiç bir şey demedi. Karşısındaki adamın karısına dönen bakışlarıyla bir eli hemen Züleyhanın beline dolandı.

 

"Diyecek bi lafım yok sana. Allah iki cihanda da yüzünü güldürsün kardeşim."

 

Züleyha sağ gözünden akan yaşı hissetmedi bile. Kırk üç yaşında duyabilmişti bu sıfatı. Kırk üç yıl sonra tek karındaşına kardeş olabilmişti.

 

Kapıdan çıkıp gidenlerin ardından öylece baktılar bir süre. Kimse olduğu yerden kıpırdayamıyordu bile. Züleyhanın bağıra çağıra ağlamak istediğini ama gururunun izin vermediğini Asil biliyordu. Meyranın endişeli bakışlarının sık sık Yiğite döndüğünü, Nazlının kucağında kızıyla sadece kocasına baktığını gördü. Ağır adımlarla kızına doğru yürüdü. Yeni yeni uyanan ama keyifli bir uyku sonrası hiç ağlamadan kendince ufak sesler çıkaran ışıklarına baktı.

Kollarını uzatıp kızına gülümsedi.

 

"Kızımızı verir misin boncuğum? Annene şifa olsun. Sende kocanla ilgilenirsin."

 

Nazlı kırık bir tebessümle kollarındaki kızını babasına uzattı. Asilin kucağına giden Güneş başını az kaldırıp bakınmış sonra geri bırakmıştı. Asil uyku kokusu sinmiş boynunu kokladı sonra da karısının belki az neşesi yerine gelir diye gözüne baka baka boynunu derince öptü.

 

"Mis kızım. Güzeller güzelim... Özledim seni minik boncuğum. Az öpeyim de keyfim yerine gelsin."

 

Züleyhayı kışkırtmak ister gibi bile isteye iki sesli öpücüğü açıktaki ellerine de kondurdu. Güneş keyiflendikçe Asilin gülümsemesi büyüdü. Daha fazla dayanamayan karısının sesiyle de kısa bir kahkaha attı.

 

"Hep somurdun kızı mustur! Ver benim boncuğumu. Ne etti bal peteğim sana bu adam? Kart sakalıyla öptü de ipek tenini mi çizdi? Oy kurban olsun anneannesi bu kızı verene."

Hemen Asilin kucağından alıp sanki biraz evvel aynı şeyi yapan adama kızmamış gibi burnunu boynuna sokup derince soluklandı, minik minik öptü. Güneşin parmaklarını ağzına doğru uzatmasıyla dudaklarının arasına kıstırıp azıcık çekiştirdi.

 

"Babalı oğullu telef edecekler kuzumu. Zımpara kağıdı gibi suratınızla ne işiniz var ele kızım? Hiç hallerine de bakmadan dibine dibine giriyolar. Altına mı yaptın kız sen? Bi ekşimişin, terden mi kokuyon yoksa? Nazlı biz babanla yıkayak boncuğumuzu kızım. Dinlenin az siz. Hemi gözümün ışığı?"

 

Hem konuşup hem de ağır ağır yürüyen kadının ardından Asil başını iki yana sallayıp ilerlemeye başladı.

 

Anne ve babası kucaklarında kızlarıyla odalarına doğru ilerlerken Nazlı çekingen bakışlarla kocasına dönmüştü. Asaf ve Nazenin sessiz bir vedayla evlerine gitmek için müsade istediler.

Nazlı ne yapacağını bilemezken Yiğit varla yok arası uyuyacağım ben deyip hızlı adımlarla merdivenlere doğru ilerlemişti. Meyra ardından öylece bakakladı.

 

Halil de giden kardeşinin peşinden sessizce izledi bir kaç dakika. İlk kendi yanına gitmek istemişti ama sonra hüzünle bakan kıza şevkatli bir bakış attı.

 

"Yiğit..."

 

Mırıldandığında Meyranın yüzü hemen kendine dönmüştü.

 

"Yalnız kalmak isterim der ama yalnızlığı hiç sevmez. "

 

Meyra başını hızlı hızlı sallayıp verilen mesajı almış ve hızlı adımlarla giden adamın çıktığı merdiveni çıkmaya başlamıştı. Gururun diliyle dişi arasında "bok gibi bir gün" diye mırıldanışına ve sessizce odasına doğru yol alışına baktılar. Nazlı Halile iki adım daha atıp iyice dip dibe olmalarını sağladı.

 

Kocasının hüzünlü gözlerinden öpmek için boynuna asılarak uzandı. İki gözüne de minicik öpücükler bıraktı.

 

"Kendime yaptığım en iyi yatırım seni tavlamak oldu biliyor musun?"

 

Halilin sağa doğru kıvrılan dudağının kenarına da bir öpücük bıraktı.

Asılmak için parmaklarının ucuna yükselmesi gerekiyordu.

 

"Öyle mi oldu Nazlı Hanım?"

 

Nazlı burnunu kırıştırıp güldü.

 

"Öyle tabi. Kızım için böyle babayı arasam bulamazdım. O sebeple sen çıkıp geldin kocacığım. Tabi bende çok zeki bir insan olduğumdan seni kendimin yapmak için işe gözlerine sulanarak başladım."

 

Nazlı daha yakın olmak için biraz daha asıldı boynuna.

 

"Of Halil az eğilsene, nasıl yetişeyim oraya ben?"

 

Hiç bir şey olmamış gibi nazlanışına kısık bir kahkahayla cevap verdi. Sonra tek kolunu beline dolayıp eğilmek yerine Nazlıyı kaldırdı.

 

"Sen her türlü ulaşırsın boncuk, nazlanasım var desene."

 

Nazlı gözlerini süze süze tebessüm etti.

 

"Kızını annem kaptı ya. Kucağın boş kalmasın dedimse kötü mü ettim?"

 

Halil hâlâ tek koluyla kavrayıp yerden bir kaç santim kaldırdığı kadını bırakmadan yürümeye başladı. Nazlı ağaca tırmanır gibi bacaklarını dolayarak kendini biraz daha yukarı çekmiş, Halilin boş kalan kucağını doldurmuştu. Odalarına girdiklerinde Halil kucağındaki Nazlıyla yatağa oturdu. Sırtını başlığa yaslayıp, gözlerini tavana dikti bir süre. Nazlı kucağında sessizce içinden geçenleri hizaya sokmasını bekledi. Çok konuşmak istiyordu ama ne söyleyeceğini bilemiyordu.

 

"Halil... Sevgilim..."

 

Halilin yutkunuşuyla hareket eden adem elmasına bir öpücük bıraktı.

 

"Öleceğini bilmese gelmezdi Nazlı..."

 

Nazlı başını omzuna doğru yaslayıp iyice yerleşti Halilin bedeninin üstüne.

 

"Kıskanmak değil de. Gördün değil mi? Kızları için gelebildi. Yüzüm yok deyip durdu ama kızlarının başına gelebileceklerden korkup ölmeden yerlerini hazır etmeye çalıştı. Bizim... Halam gidince bize ne olur dememişti bile. Dedemle ninem aldı götürdü, yaşlılar bakamazlarsa diye düşünmemişti. Şimdi kuyruğunu kıstırıp gelişi çok zoruma gitti Nazlı."

 

Nazlı başını yasladığı göğüsten kaldırıp yine iki yanağına birer öpücük bıraktı.

 

"Altını bir tenekeciye versen ne anlar değerinden Halil? O adam sizin kıymetinizi bilemeyeceği için kaderinize baba diye Asil Sulhan yazılmış. Yiğit de sen de görüp görebileceğim en düzgün insanlarsınız. Özellikle bu gün gördüm seni. Ben hep babama hayrandım, bugün kocama da hayran kaldım. İki üç cümlenle içimden sayısız şükür kelimeleri döküldü. Kızımın böyle bir babası olduğu için o kadar mutlu oldum ki."

 

Başını geriye çekip kocasının durgun yeşillerine baktı.

 

"Siz iki mücevherdiniz ve o adam sizi israf edecekmiş. Allah buna izin vermemiş Halil. Yazık o iki kıza. Dünyaları başlarına yıkıldı. Bir yalana baba dediklerini öğrendiler. Gözlerindeki mahçubiyeti gördün değil mi?"

 

Halil ağır ağır başını salladı. Gerçekten o adam yerine kızları daha çok utanç duymuştu. Nazlı da kocasına eşlik ederek tebessüm etti.

 

"Gülşah gerçekten anneme çok benziyor. Sana da. Cansu daha sessiz ama size hemen hayran kaldı. Nasıl izledi ikinizi de sürekli?"

 

Halil Nazlının topladığı saçların arasından firar etmiş bir kaç tutamı parmaklarının ucuyla okşadı. Dudağı tatlı bir tebessümle kıvrıldı.

 

"Yiğit çok üzgün Nazlı. Söylemese de içimde hissediyorum yasını. Hiç ağzını açmadı. Her şeyi unutsam o çocuğu her seferinde gözden çıkarışını affedemem."

 

Nazlının puslanmaya meyilli gözlerinin altında baş parmağını dolaştırdı usul usul.

 

"Çok cılızdı. Hep hastalanırdı. Halam ne emekler verdi bir bilsen? Ama bir tek halam verdi işte. Halam kendini parçalamasa ben Yiğitsiz kalacaktım."

 

Sonra kendi sözleriyle dalga geçer gibi kısık bir kahkaha çıktı dudaklarının arasından.

 

"Bendeki de laf işte. Halam olmasa ben sağ kalırmışım gibi."

 

Nazlı hemen boynuna atılıp, sıkıca sarıldı. Bunun ihtimali bile tahammül edilemez bir acı yayıyordu içine.

 

"Deme öyle. İhtimalini bile düşündürme bana. Bir kere yaşadım ölümden daha acı o his. O adam sizi zerre hak etmiyor! İşte tam bu sebepten olabilecek en boktan herifmiş. Sizin gibi çocukları sadece babam gibi adamlar hak eder. İşte tam bu nedenle siz buradasınız. Bizimsiniz. "

 

Halilin boynundan ayrılmadan sık sık yüzüne öpücük bırakıp ne kadar çok sevdiğini fısıldadı Nazlı. Kızının ne kadar şanslı olduğunu tekrarladı. Gülşah ve Cansunun böyle iki ağabeye sahip oldukları için dua etmeleri gerektiğini söyleyip durdu. En çok kendi için şükür etti ama. Hamza çarmıhın zalimliği Nazlının şansıydı ziraa.

 

Meyra ise kapısına geldiği ama ne yapacağını bilemediği için öylece beklediği adama ne derse içini ferahlatır düşünüp duruyordu. Elini kapıyı tıklatmak için kaldırıyor sonra ise cesareti kırılıp indiriyordu. Birini teselli etme konusunda Meyra kadar beceriksizi bulunamazdı. Ama şu an göğsünü sızım sızım sızlatan ağrı da tamamen Yiğitin gönül sancısından sebepti.

 

Tek kelimeyi esirgediği, üstüne umursamazlık kaftanı giyip beklediği her saniye kaskatı kasılmış bedeninin farkındaydı Meyra.

 

Daha fazla beklemenin hiç bir işe yaramayacağını düşünüp bir anda kapıyı bile çalmadan daldı içeri.

 

Yiğit odasının pencere pervazına kalçasını yaslamış, elinde de ilk kez gördüğü sigarayı derin derin soluyordu.

 

Açılan kapıyla anlık kendine baksa da avluya bakan camdan ne görüyorsa geri yönünü pencereye çevirmişti.

 

"Zülüş o içtiğini yutturur sana."

 

Sesini biraz daha güçlü çıkarsa çok daha etkili olabilirdi ama Yiğitin böyle bir yüzüyle ilk kez karşılaşması ne yapacağını da şaşırttırıyordu.

Ses gelmeyince minik adımlarla yanına doğru ilerledi. Parmaklarının arasında her an külü düşecekmiş gibi duran izmariti iki parmak ucuyla almış ve kenardaki su bardağının içine bırakmıştı.

 

"Kusura bakma kıpçık göz ama beş para etmez bir adam için ciğerlerine zarar verişini izleyemem."

 

Yiğit öylece baktı ama sesi yine çıkmadı. Biraz evvel sigara tutan eline parmaklarını doladı Meyra. Çekiştirir gibi yatağa doğru yürümesini sağladı.

Kukladan farksız adam ise ne derse yapacakmış gibi itaat etti.

 

Yan yana oturduklarında Meyra başını omzuna doğru yasladı. Sonra da parmağındaki yüzüğü döndürmeye başladı.

 

"Sana sözlülük hakkında bilgi vermek lazım dana."

 

Mırıltısı sonucunda başının üstüne Yiğitin başı da yaslandı.

 

"Nedenmiş o?"

 

Duru sesini duyduğunda Meyranın gözleri rahatlar gibi kapanıp açıldı ve içine derin bir nefes çekildi.

 

"Sözlünün olduğu bir ortamda ben gidiyorum diye gidilmez. Biz gidiyoruz denilir. Onu da mı ben öğreteceğim?"

 

"Hmm... Bozuldun mu sen?"

 

"Hatırlat bir gün seni olmadık bir anda at şeyi gibi ortada bırakayım da empati kurmayı öğrenmene vesile olayım."

 

Yiğitin minik kıkırtısı Meyranın da tebessüm etmesine sebep oldu.

 

"Bu sözlülük sana yaradı ama bak. Küfürleri sansürlüyorsun artık."

 

Meyra omuzlarını silker gibi salladı.

 

"Tabi oğlum, gelin oldum gidiyorum. Zülüş milletin içinde bari tut kendini dedi. Kadının hatrı büyük bende, sözünü dinlemem lazım."

 

"Ha halam dedi diye?"

 

"Şansını zorlama dört göz!"

 

Oldukları durum biraz uhaftı ama iyi hissettiriyordu. Yiğitin omzunda Meyranın başı, Meyranın başının üstünde ise Yiğitin kafası öylece karşılarındaki duvara bakıyorlar ve olabilecek en saçma muhabbeti kuruyorlardı.

 

"Büyük olan halama benziyor. Gerçi küçüğün gözler kahverengi ama yüzü de halama çok benziyor değil mi?"

 

Yiğit bu konu hakkında konuşmasa Meyra ağzını açamazdı muhtemelen. Kanadığını bilip korkudan ölmek ve kana dokunamayacak kadar korkak olmak gibiydi bu.

 

"Ben sana daha çok benzettim. Gerçi senin de yüz hatların Zülüşü andırıyor. Yeşil göz olayı biraz bozuyor tabi. Kız halaya oğlan dayıya benzer olayı hurafe olmayabilir."

 

Yiğit yine minik bir kahkaha attı.

 

"O zaman dua edelim ki Güneş kız. Erkek olsa Gurura benzeme ihtimalini abim hazmedemezdi."

 

Yine sessizlik çöktü üstlerine. Yiğit konulana kadar Meyra dinlenmesine izin verdi.

 

"Abim izliyormuş..."

 

Bu gerçek Meyrayı da oldukça etkilemişti.

 

"Sen hiç merak etmedin mi?"

 

Yiğitin eli Meyranın dizlerinin üzerindeki ele doğru kayıp, parmaklarını parmaklarına doladı.

 

"Hiç... Varlığını yok sayarsan yok olurlar gibi gelmişti. Bu gün yeterince yok sayamadığımı gösterdi yine."

 

"Bunu bende denedim. Seni bu kadar zaman idare eden gözünün önünde olmayışıydı sanırım. Ben pek başaramamıştım çünkü."

 

"Kızları için nasıl endişeli! Bizi bir kere böyle düşündü mü acaba?"

 

Meyra omzundaki başını çektiğinde Yiğitin de kafası kalkmış ve gözleri birbirine tutunmuştu. Boştaki elini yüzüne doğru uzatıp parmak uçlarıyla yüzünü sevdi.

 

"Babalar çocuklarını düşünür Yiğit. Bak Asil abi de siz üzüleceksiniz, incineceksiniz diye ne kadar korktu? Ben diğer adama pek bakamadım, asıl babanın yüzünü takip etmek daha keyifliydi."

 

Başını salladı tekrar Yiğit. Meyra yatağa doğru geri çekildiğinde iki kolunu da açarak Yiğiti göğsüne davet etti. Yiğit de hemen başını yaslayıp, iki kolunu sıkıca bedenine dolamıştı.

 

"Zihin denilen şey insanın müsade ettiği kadarını hatırlıyor bazen sarı papatya. Öyle korku duyduğun kadar çok şey yok o adamla ilgili aklımda. Ama..."

 

"Yinede canını yakan bir kaç şey saklamış pezevenk zihnin. Çok lazımmış gibi de bu gün gözünün önüne serdi dimi şerefsiz?"

 

Yiğit kollarını iyice sıkıştırıp Meyradan ona yayılan kokuyu daha iyi hissedebilmek için burnunu tişörtüne yasladı.

 

"Öyle yapar çünkü. En olmayacak anda hiç olmayacak şeyleri düşürür gözünün önüne."

 

Meyra saçlarında parmaklarını dolaştırdı. Yiğit iyice göğsüne yerleştiğinde rahatsız eder endişesiyle gözlüğünü de gözünden kendi çıkardı.

 

"Halam..."

 

Yiğitin mırıltısıyla tavandaki gözleri koynundaki adamın saçlarına döndü.

 

"Fark ettin mi hiç? Abimin tabağına mutlaka yeter dese bile bir fazla kaşık yemek koyar."

 

Meyranın boğazına tam o saniye bir düğüm oturdu.

 

"Ben pek iştahlı değildim ama abim bana göre daha iyi yerdi. Benim yemediğim lokmalardan bir fazla yese göze görünürdü hep. O adama baktığımda sadece bunu hatırladım galiba. Abime zehir ettiği her lokma canlandı gözümün önünde. Halam da hiç unutamıyor sanırım. O yüzden abimin tabakları mutlaka normal servislerden biraz daha fazla doludur. Çünkü doymadığında isteyemeyişi içine işledi. Sorsan farkında değil yaptığının ama kafi dense bile yetmez ona. Aç kaldığı zamanların hırsını alır gibi çok yedirmenin derdinde kaç yıl geçerse geçsin."

 

Meyranın sızlayan burun kemiğinden habersiz konuşmaya devam etti.

 

"Altı çocuğa annelik yapıyor ama en çok ben hastalanınca korkuyor. Hepsinde ne yapacağını çok iyi bilir. İş bana gelince eli ayağı dolaşır. İçine işledi çünkü. Defalarca ölümün kıyısından çekip alışı ruhuna işledi. Şimdi o adam bu gün çıkıp geldi, eniştem izin verse helallik isteyecekti."

 

Meyranın dişleri öfkeyle gıcırdadı. Kendi aralarında espiriye vurdukları şeyler aslında iç yüzünde ne kadar ağır hisler barındırıyordu. Züleyha ablası Yiğitin yaptığı bir şeyi aklamak için ya küçükken sarılık oluşunu öne sürerdi ya da hassas bünyesini mazeret kabul ettirirdi.

 

Yiğitin dediği gibi korkuları içine öyle bir işlemişti ki belki de kendi bile farkında değildi artık.

 

"Kul kaderini, kahpe hak ettiğini yaşıyor işte kıpçık göz. Siz güzel çocuklardınız ve Züleyha abla çok mükemmel bir insandı. O yüzden herkesin imrenerek baktığı bu evin içerisindesiniz. O adam ise size aldırmadığı nefeste boğuluyor."

 

Yiğit başını biraz kaldırıp Meyrayı yanına doğru çekerek uzanmasını sağladı. Yüzleri birbirine çok yakındı. Gözlerini kırpmadan birbirlerini izliyorlardı. Araya giren dakikalar saate döndü. Meyranın düşünceli ifadesiyle Yiğit kaşlarını kaldırdı.

 

"Ne geçiyor aklından yine?"

 

Meyra dudağını büktü umarsızca.

 

"Ayakkabım."

 

Dediği kelimeyi anlayamadı. Alakayı da çözemedi.

 

"Ne?"

 

"Ayakkabı diyorum dana ne demek ne?"

 

"O ne alaka demek işte."

 

"Boyum kısa! Sırıtma çarparım ağzının üstüne. Gelinliğin altına öyle bir ayakkabı bulmalıyım ki kimse gelin kısa diye bunu giymiş diyemesin. Ama boyumu da uzatsın ki resimlerde ünlemle nokta gibi kalmayalım."

 

Gerçek bir dert yanışla anlattığı konuya Yiğit ilk hayretle bakmış sonra ise oldukça güçlü bir kahkaha atmıştı.

 

"Gerçekten bunu mu düşünüyorsun?"

 

Meyra öfkeli mavilerini Yiğitin gözlerine sapladı.

 

"Siz ne anlarsınız pislikler? Şu evin erkekleri ikişer santim verse ben bu dünyanın en mutlu insanı olabilirdim! Kavak gibisiniz hepiniz!"

 

"Güzelim ben maki seviyorum ama."

 

"Yiğit yakın tarihte gelin olmayacak olsam, Zülüşe de söz vermemiş sayılsam koymalı küfürler ederdim sana. O maki sana girsin falan derdim."

 

Yiğit şimdi çok daha güçlü bir kahkahayla Meyrayı iyice sarmış, başını köpek sever gibi okşamıştı.

 

"Küfür ettin sayılır sarı susam. Ama çabanı gördüğüm için halama yetiştirmeyeceğim bunu."

 

Mırıldanarak konuşup, burnunu Meyranın saçlarına gömdü. Yorulmuş ruhu uyku istediğinde Meyranın kısık sesiyle dudakları kıvrıldı.

 

"Sen çok güzel bir adamsın kavak ağacı. Özellikle bu gün iki kelimeyle küçük bir kız çocuğunu kendine hayran bıraktın ya sana aşık olmasam o an mutlaka olurdum. Sizin canınızı yaktığı için çok öfkeliyim o adama. Ama galiba Nazlıyla ben bu duruma şükür edeceğiz hep."

 

Boynunda gömülü başını azıcık geriye çekip küçük bir öpücük bıraktı Meyra.

 

"Bana babam gibi olmadığını söylemiştin. Bu gün gelen adam gibi olmadığını dillendirdin. Hayatımda gördüğüm en sözünün eri kişisin kıpçık göz..."

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%