Yeni Üyelik
33.
Bölüm

Şöförün Bahtı Kara Muavinin Gönlü Yara

@orenda

 

 

Meyranın alnı Yiğitin göğsünde yaslı, nefesini de bir sıraya dizmeye çalışır hâlde kaldılar.

 

Sonra Meyra gerçek dünyaya sert bir dalış yaptı. Öyle güzel yürüyor ki zilli kesin İzmirli... Kulağı uğultuları hafifletip çıkan gürültüye odaklandığın da ise ardından bağıra çağıra atılan kahkahalar ve ıslıklar gözlerini sımsıkı yummasına neden oldu.

 

Öpüşmüşlerdi!

 

Hemde koca bir caddenin ve daha da felaketi koca bir yurdun gözleri önünde.

 

"Allah seni kahretmesin!"

 

Burnu saçlarının arasında onun gibi öylece duran adamdan çıkan kıkırtıyla yakasını avuçladığı monttan içeri küçük bir vuruşla cevap verdi.

 

"Hepsi mi camda?"

 

Sesi öyle çocuksu çıkmıştı ki Yiğit tekrar güldü. Sonra başını kaldırıp Meyranın ardında kalan yurda baktı.

 

"Tüm camlarda en az üç kız var. Bir camı beş kişi zorluyor ve açmışlar. Kızıl saçlı azıcık daha o açıyla durursa düşer ama yükseklik çok değil. İncinmeyle kurtulur gibi."

 

Meyra acıyla inleyen birinden duyacağınız o sesle karşılık verdi Yiğitin söylediklerine.

 

"Sen beni bitirdin! Allahın boyu uzun, aklı kısası! Mehvettin beni."

 

Sesi kızgın çıksın diye çok efor sarf etmişti ama istediği sonuca ulaşamadı. Yiğit tekrar küçük bir kahkaha attı.

 

"Hislerimiz karşılıklı sarı şeker. Sende beni mahvettin. Bacaklarım titriyor anasını satayım. İlk öpüşmeden istediğim verimi felaket aldım. Allah sayısını artırsın."

 

Meyra bu sefer koluna vurdu ama bu biraz daha şiddetliydi.

 

"Ben o yurda nasıl gireceğim şimdi?"

 

"Ayaklarınla..."

 

Espiri miydi şimdi bu? Ne saçma espiriydi o zaman. Gülüyor muydu Meyra? Asla gülmüyordu görüldüğü gibi!

 

Geçmişi film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Sevgilisi için hastanelik olanlar, ayrıldı diye depresyona girenler, sevmiyorsa diye ağıt yakanlar... Tabi birde bunların hepsiyle dalga geçen Meyra!

 

Ha unutmadan işgüzar kalbi de ağzında atıyordu. Şaka ya da abartma değil bildiğin ağzını açsa kalbi çıkacakmış gibi bir şiddetle göğsünde dövünüp duruyordu.

 

Yiğitin sırtına dolanan koluyla bir süre daha gerçeklikten kaçmak için başını kolunun altına doğru gizledi. Aklı bile yerini beğenmiş gibi "burayı değerlendirelim, soba yanı gibi" diye fısıldıyordu sanki.

 

"Arabaya binelim sarı papatya. Seni öptüm diye tirtir titremelerine üşüme de eklendi. Tamam seni çok iyi anlıyorum. Heycandan deliriyorsun ama yapma bebeğim, ilk seferimizde anksiyeti falan olursun. Olmaz yani! Daha bunun ohooo neleri neleri var."

 

Yiğit, Meyranın karma karışık halinden yararlanıp arabanın kapısından içeri tepiştirerek bindirmişti bile.

 

Meyra elini yüzüne bir iki kere sürtüp, derin soluklar aldı ve bıraktı. Sonra korka korka sağında kalan cama baktı. Allahın cezaları buldular tabi eğlenceyi kara sinek gibi yapışmışlardı cama.

"Ayı mı oynatıyoruz kodumun zillileri" diye fısıldadı. Yurt mu değiştirseydi ki?

 

Sırf şu an yaşadığı şeyi düşünüp gerçekten başına bir sağlık problemi çıkarmamak için olabilecek en saçma şeylere yoğunlaşıyordu.

 

Ama kendini bıraksaydı Yiğitin onu sarmalayan ellerini, dudaklarındaki sıcacık dudaklarını düşünürdü. Azıcık izin verseydi kendine, dünya üzerinde asla mümkün olacağına inanmadığı bir hisle kuşandığını itiraf ederdi.

 

Hiç bir yer, gittiği, gördüğü hiç bir alan ona böylesi büyük bir aidiyet hissettirmemişti. Meyra hayatı "babana bile güvenmeyeceksin, en çok babana güvenmeyeceksin!" olarak yaşardı. Şimdi çekik gözlü, uzun boylu, deli mi akıllı mı belli olmayan bir adam onu kendine bağlı kılıyordu. Meyra gibi sağına soluna üç kere bakmadan adım atmayan birine gözlerini kapatarak yürüme isteği hissettiriyordu.

 

Yanındaki kapı da açılıp örtüldüğünde ellerine bakan gözleri kapanıp açıldı. Gözünün altından Yiğite baktı. Kendine asla yüksek sesle söylemezdi ama gözlerine dikkatle bakamayacak kadar korkak hissediyordu kendini. Arabayı çalıştırırken yüzünden ayrılmayan o kahve çekirdeği gibi gözlere bakmaya ürküyordu.

 

Utanmak gibi saçma sapan bir hisle tanışmıştı bu dana yüzünden. Halbuki ne işi olurdu Meyranın utanmayla? Yiğitin kısık kahkahasıyla dayanamayıp baktı.

 

Yiğit şimdi bir tık daha sesli kahkaha attı. Sinirleniyordu artık! Ne vardı gülecek? Kaşlarını çatıp duruşunu daha da dikleştirdi. Kavga etmek öpüşmekten kolaydı sonuçta.

 

"Ne gülüyorsun be?"

 

İyice laçka olan sinirleri daha da gerilsin diye Yiğit elinden geleni yapıyordu sanki. Kahkahaları büyüyüp alnını direksiyona koyması, sağ eliyle direksiyona vurarak iyice coşması Meyranın gözünün seğirmesine neden oluyordu.

 

"Pis domuz! Derdin ne senin? Ne gülüyorsun lan?"

 

Yiğit gözünden çıkardığı gözlüğü gelişi güzel orta kısımla bir yere bırakıp sulanan gözlerini elinin içiyle sildi. Tekrar Meyraya dönüp ona en yakın mesafeye kadar yaklaştı.

 

Meyra fark etmeden nefesini tutmuştu. Gözlüksüz onu bu kadar yakından hiç görmemişti. Gerçekten bu küçük gözlerin içindeki irisler kahve çekirdekleri gibiydi. Kirpikleri kısaydı ama sıktı da. Ağabeyiyle çok az benzerlikleri vardı. Çene ve burun yapıları belki biraz da ağız yapıları benziyordu.

 

"Süt dökmüş kedi gibisin. Seni hiç bu kadar sessiz görmedim. Kızım benim seni susturmak için öpmem gerekiyormuş ya onu fark ettim. Neyse... Geç olsun güç olmasın diyelim biz buna. "

 

Yiğit azıcık geriye çekilip tekrar dudaklarına baktı iyice kısılmış gözleriyle. Sonra ise şaşkın şaşkın onu izleyen maviliklere daldı.

 

"Baktık motor su kaynatacak, gerekeni yaparız artık."

 

Mırıl mırıl edilen laflar gözleri ve dudakları arasında mekik dokuyan bakışların etkisiyle Meyraya çok sesli gelmişti sanki. Sonunda ona sokulan lafların varlığını fark edip sinirle çatıldı kaşları. Hiddetlede açıldı ağzı.

 

"Motor su kaynatınca mı? Hoşt! Sen kim köpek acaba pislik? Hayır sana ne oluyorda beni susturuyorsun? Sen asıl beni tüm Bursaya rezil et..."

 

Dudakları tekrar bir baskıyla kapandı. Konuşma esnasında almaya niyetlendiği soluk da ümüğüne durdu. Allahtan ki biraz evvel başına gelen o uzun öpücük kadar sürmemişti bu baskı. Geldiği hızda geri çekildi o dudaklar. Çekilmiş olması hâlâ dudaklarında hissetmesine engel değildi ama.

 

"Bak dedim sana. İşe yarıyan muhteşem bir yöntem."

 

Yiğit tatlı bir kahkaha daha bıraktı.

 

"Ben bayıldım bu işe sarı civciv. Tüm sorunlarımızın çözümü buymuş resmen. Arşimeti çok iyi anlıyorum. 'Evreka' diye bağırmama şu kadarcık var."

 

Parmaklarıyla minicik işareti yapışını da saf saf izledi Meyra. Öpüşme olayı Yiğite istediği her şeyi veriyordu ama Meyrayı niye aptallaştırıyordu ki? Pamuk şeker gibiydi. Su değse eriyecek bir kıvamdayken insan sinirlenemiyordu canım. Kendini öfkeli olup, cazgırlıkla düştüğü şu hâlden kurtarmak istiyordu ama yapacak zerre mecali yoktu. Bacakları pelte gibiydi hâlâ.

 

Yiğit bu şaşkın haline baktıkça kıvrılmak isteyen dudaklarını toparlayamıyordu. Onunda Meyradan eksik kalır yanı yoktu aslında. Heyecan ve mutluluk hissi çok güçlüydü ve Yiğit şu an yaşadığı hissi en doğru nasıl anlatacak bilemiyordu.

 

Yanında kaçamak bakışlar atan ama direk yüzüne bakamayan kızı ara ara süzerek arabayı kullanmaya devam etti. Nilüfer'den Mudanya sahile gelene kadar hiç sesleri çıkmadı. Yiğit, Nazlının anlattığı anıların içerisinde Meyranın denize olan düşkünlüğünü aklına kaydetmişti. Bu gün onunla konuşması gereken bir çok şey vardı. Ama önceliği ilişkileri için artık kaçak göçek olan bu durumu netleştirmekti. Sonra başka bir mevzuyu olabildiğine yalın şekilde açıklaması gerekecekti. Arabayı deniz dalgalarının hafif hafif taştığı burna kadar yaklaştırdı. Durdurduğunda Meyranın henüz kararmamış havadan maviliğini saklaymadığı denize derin derin baktığını gördü. Bir süre izlemesi için bekledi. Sonunda kendinin denizi, yüzüne baktığında yutkundu. Meyra ne kadar kızarsa kızsın bu güzellik dillendirilmezdi ki. İnsan korkmadan nasıl ağzına alsındı böylesi bir yüzün hissettirdiğini?

 

"Niye öyle bakıyorsun?"

 

Meyradan sınırlı sayıda duyduğu bir ses tonuydu bu. Çok naif, çok kırılgan bir tınıda çıkmıştı dudaklarından. Yiğit tekrar yutkundu.

 

"Nasıl bakıyorum?"

 

Meyra omuzlarını silkip biraz yan döndü. 'Bilmem' der gibi dudaklarını büktü.

 

"Çok çirkinsin sarı papatya. Bakmayayım da ne yapayım?"

 

Meyra bir zamanlar duyduğunda delirdiği o sıfata şimdi gülümsemek istiyordu. Aklıyla oynuyordu bu camekan onun. 'Çirkin' denildi diye mutlu olacak kadar aklını alıyordu.

 

"Pisliksin..."

 

Yiğitin gülümsemesi büyüdü. Eli uzanıp Meyranın kucağındaki elini kavradı. Bu sırada yüzündeki gülümseme duruldu daha ciddi bir bakış attı kıza.

 

"Konuşalım mı artık Meyra? Sağa sola sapmadan, evirip çevirmeden, gözümüzü kaçırmadan artık konuşalım mı?"

 

"Ne konuşacağız Yiğit?"

 

Meyra onun nadir zamanlarda adını seslendiğini biliyordu artık. Yiğit adını söylediğinde istemsiz o da ciddi bir hâl takınırken buluyordu kendini.

 

"Bizi konuşalım Meyra."

 

"Bizi..."

 

Yiğit onaylayarak başını salladı.

 

"Bizi... Meyra ben artık elini tutarken bu kız silleyi yapıştırır mı bana demek istemiyorum? Düzenbazlıkla da hayatındaki insanlara kendimi tanıtmak istemiyorum. Ben gerçekten hayatındaki o kişi olmak istiyorum. "

 

Meyranın dudağı kıvrıldı. İçinde korkuyla çırpınan bir kısmı vardı ama Yiğit yakınında diye mi baş edebiliyordu o hisle? Bunu da sesli söyleyemiyordu.

 

"Anneme anne dedikten sonra biraz erken olmadı mı sence Yiğit? Biz bu konuşmayı nikah sonrasına bırakırız diyordum ben aslında."

 

Yiğit, yanılmıyorsa utanmış mıydı? Elini ensesine atmış, gözleri de kaçar gibi sağa sola kaymıştı galiba.

 

"Onu diyorsun sen... Tabi haklısın biraz spontane gelişen durumlar oluştu. Yani bir anda annene öyle dedim ama sor bir niye dedim?"

 

Bu güzel bir yeşilçam repliğiydi. Meyra düzeni bozmamak için soruya iştirak etti.

Ama yüzünde minik gülümsemesi Yiğiti hiç rahatlatmıyordu.

 

"Soralım bakalım, niye öyle yaptın?"

 

"Kızım şimdi kadının karşısına dan diye çıkmışız. Gerçi orda hâlâ sana bozuğum. Ne olurdu elimden tutup sen götürseydin? Hah sen yapmayınca iş başa düşüyor. Baktım senden hayır yok, kendi göbeğimi kendim keseyim dedim. Öyle karşısına çıktık kadının doğru düzgün bir imajımız olmasın mı? Ne düşünür hakkımda Süreyya anne? Bir tane kızı var, gönül eğlendiriyor bu adam derse ben bir daha nasıl düzelteceğim o imajı? Tabi birde dalyar... yani dallama kuzenin falan çıktı ortaya. Onlar da ayrı mevzu bak orda hakkımı yeme. Kafayı gömüp, siktiri çekmediysem beyefendi kişiliğimden kaynaklıydı. Ha unutmadan sen orda dayına erkek arkadaşım diye tanıttın, konuyu değiştirip atlayacağımızı sanma onun için bilahare öpüşürüz. Çok hoşuma gitmişti de ortam çok kalabalıktı. E benim niyetim zaten hep ortadaydı da sen sarışınsın diye heralde biraz saf çıktın. Zor düştü jeton. Annene de niyetimi belli ettim. Kadın it, kopuk mu bu demesin sonra? Zaten memleketin adından kaynaklı bir önyargı var üzerimizde, baştan frenlere sağlam asılıyoruz bizde. Yani anlayacağın annen beni çok sevdi, artık beni şutlayamazsın Meyra. "

 

Meyra aslında bunun oldukça ciddi bir konuşma olacağını sanıyordu ama Yiğit yine yapmıştı Yiğitliğini. Belki de onunla olacak hiç bir şeyin normal olmayacağını tam olarak bu anda hissetmişti Meyra.

 

İçinde kıpır kıpır eden bu hislerle baş etmek ve aynı zamanda Yiğitin konuşmasına karşılık vermek için duruşunu dikleştirdi.

 

"Annem seni sevdi diye diyorsun?"

 

Neyi beklediğini bilmiyordu ama bir şeyler daha istiyordu Meyra. Yiğit yine yapsın şovunu ve alsın ondaki tüm çekinen yanlarını diye medet dileniyordu.

 

Her acı yaşayanına zordu. Meyra ve annesinin acısı da ikisi için oldukça zor geçmişti. Bir kız için baba çok büyük bir nimetti. Eksikliği ise çok büyük bir açlık!

 

Hiç bir çocuk okulunu, babasının elini tutarak gitmeden bitirmemeliydi. Hiç bir çocuk annesinin yüzüne patlayan tokatı görmemeliydi. Hiç bir çocuk babasının dudaklarından başka kadınların övülüşünü, annesini aşağılamak için duymamalıydı. Yaptığı resimler, aldığı karneler, öğrendiği bilgiler "defol başımdan" diye savuşturulmamalıydı. Hiç bir kız çocuğu babası tarafından yaralanmamalıydı. Çünkü o yara hiç kapanmıyordu. Hayatını paylaşmak için bir yoldaş arayamayacak kadar korkak bir insan yapıyordu o yara kız çocuğunu. Karşısına çıkan her erkeğe nefretle bakmasına neden oluyordu.

 

Babaları tarafından yaralanmış kızlar, her erkeğin ilk ellerine bakıyordu. Yeni bir silah var mı diye sadece ellerine bakıyordu...

 

Meyra çok iyi biliyordu ki karşısındaki Yiğit olmasa yine sadece birine beni yaralar mı diye bakardı? Bir şey yapar ve beni olmadık bir acıyla başbaşa bırakır mı? Meyranın başından attığı kişiler çok kolay bırakıp gitmişti. Akrep dili onlardan kurtarmak için çok güvenli bir kalkandı. Ama Yiğit o kalkanı görmezden gelen, itse bile geri dönen tek kişiydi. Bu gün bu arabanın içerisinde oturuyorlarsa, Meyra kendi rızasıyla onun dudaklarından çıkan nefesle soluklanıyorsa sadece Yiğitin emeğiyle olmuştu bunlar.

 

Şimdi de istediği yine aynıydı. Yiğit bir şeyler söylesin ve Meyraya yardım etsin. Çünkü çıplak ayakla cam kırıklarının üzerinde yürümekten korkmayacak Meyra, bir çift kahve çekirdeğinin yaşatacağı acıda ölebilirdi.

 

Yiğit ise bu puslu maviliklerin dibinde saklanmış o kırıklıkları artık çok daha iyi görebiliyordu. Buraya gelmeden önce didik didik etmesi gereken bir hayat olmuştu. Öğrendiği her şeyde neden Meyraya ulaşmak için ilk dikenlerle çevriliyor anlıyordu. Ona başka şans bırakılmamıştı çünkü. Kapkalın bir kabuğu olmazsa ne kadar

incineceğini anlayabiliyordu. Yüzünde durgun, dinlendirici bir ifadeyle Meyraya çok yaklaştı. Mavi gözlerinin bebeğindeki siyahlığı ayrıntıyla inceleyecek kadar bir yakınlığın içine çekti onuda.

Eli sol yanağına konup usul usul okşadı.

 

"Elini tutmak istiyorum Meyra ve sen de elimi tut istiyorum. Ben, aile aslında ne güzel bir şeymiş öğrendim, sana da öğretmek istiyorum. Seni en iyi ben anlarmışım gibi geliyor. Neden böyle ürkerek bakıyorsun bana biliyorum."

 

Avcundaki elini tutup göğsüne doğru yasladı. Kalp atışları Meyranın avuçlarında çırpınırsa daha iyi ifade ederdi belki kendini.

 

"Ben seni seviyorum Meyra. Kıpır kıpır olan yer biti hâllerini, sarı papatyalar gibi saçlarını, maviş gözlerini, küfürbaz ağzını... Ben seni gerçekten seviyorum. Seninle bir ömür hayal ettiğimde bile gülümserken buluyorum kendimi. Kavga edişlerimiz, çekişmelerimiz, laf dalaşlarımız bile öyle iyi geliyor ki kalbime. Ben seninle tamamlanıyorum. Senin eksildiğin her yerini tamamlamak istiyorum. Güzel olmaz mıyız yarım porsiyon sarı? Senle ben olsak çok güzel olmaz mıyız?"

 

Meyranın cam gibi mavi gözlerini hafif bir su tabakası kaplamıştı. İçini görür gibi bakan birisi size "eksildiğiniz yerlerden tamamlanma" sözü verirken istemsiz ruhunuzda çatlaklar oluşuyordu. Meyra hep cesaretle seviyorum diyebilen insanlara imrenmişti. Özrü de sevgiyi de öyle zor telaffuz ediyordu ki insanlar bu cesareti gösterenlere içten içe hayranlık duyardı. Şimdi Yiğit gözünü kırpmadan, ben söylemeyim ama sen anla demeden diyebiliyordu bu iki kelimeyi.

Burnunu çekti.

 

"Ben geçimsizin tekiyim ama..."

 

Yiğitin yüzündeki duruş kırıldı, küçük bir tebessüm şekillendi.

 

"Çilemmiş deyip çekeceğiz artık."

 

"Kavgayı da severim..."

 

Yiğit yine omuzlarını silkti.

 

"Kavgayla çözeceğimiz şeyleri konuşarak halletmeyi doğru bulmuyorum zaten ben."

 

Meyra gözleri dolu olsa da küçük bir kıkırtı kaçırdı ağzından.

 

"Küfürbazım bir de..."

 

"İşin içinden çıkamazsak kırmızı biber basacağız mecbur."

 

Meyra şimdi daha çok gülümsedi.

 

"Anneme anne demek konusunda ısrarcısın öyleyse sen?"

 

"Süreyya anne gibi birini kim kaçırmak ister ki? Doya kana anne demedim kimseye, ona derim. O da çok güzel oğlum diyor zaten. Kıskanıyorsan da günlük münlük hallet işte sen bir şekilde sorununu."

 

Yiğit omuz silkip boşvermiş gibi görünse de gözlerinden kayan o bakışı gördü Meyra. Ne yaptığını fark etmeden kendini öne doğru uzatıp Yiğitin yanağına varla yok arası bir öpücük bıraktı. Bu yaptığını da azıcık geri çekilince fark edebildi. Öyle boşluğuna gelmişti ki hep yapıyormuş kadar rahat hissetmişti.

 

"Beni üzersen seni organ mafyasına satarım ama ben."

 

Yiğitin yüzündeki o minik burukluk hemen kırıldı. Dudakları kıvrılıp, gözleri yine çizgi gibi olunca Meyra da kalbine hemencecik oturan ağırlıktan azat oldu sanki.

 

"Ben sana en iyi parayı verecek kişileri bulurum sarı şeker."

 

Yaklaşıp alnını Meyranın yanağına yasladı. İkisi de bir süre sessizce nefeslendiler.

 

"Ben yer biti bir cam göze aşık oldum, organ mafyası mı korkutur beni maviş?"

 

Aheste aheste edilen kelimeler gözleri kapalı, yanağındaki baskıyla mayışmış kızın kalbindeki ağrıyan kanatlara ne iyi geliyordu.

 

"Elime yüzüme bulaştırırsam yardım edeceksin ama bana. Zahmetli işler bu işler. Ben beceremezsem mızıkçılık yok. Küsmek, kızmak olmaz."

 

Yiğit alnını azıcık sürterek yukarıya doğru kaydırdı. Yanağı Meyranın burnuna sürtünmüştü. Meyranın o anda derin bir nefes aldığını duyumsadığında gülümsemesi daha içten bir hâl aldı. Biraz evvel Meyranın yaptığı gibi yanağına küçük bir öpücük bıraktı.

 

"Beceremeyip kavga ettiğimiz yerde öper barışırız biz de. Sonuçta din kardeşiyiz, üç günü geçen küslük olur mu?"

 

Meyra kıkırdayıp dibindeki adamın ensesine elini atıp iki koluyla sarıldı boynuna. Saniye geçmeden de Yiğit belini sarmalayıp iyice kendine yasladı.

 

Korksak da yürüdüğümüz tek yol aşka çıkıyordu hep.

 

Aşk bir şekilde ama mutlaka sizi yeniyor, yapmam dediğimiz ne varsa elimizden bir bir topluyordu.

 

Bir süre sadece sarılarak birbirlerinde dinlendiler. Sonra Yiğit biraz geri çekilip dağılmış saçlarını elleriyle düzenledi. Duruşunda bir ciddiyet oluşmuştu. Meyra hareket eden her mimiğini takip ederken fark etti.

 

"Meyra pazartesi günü İzmire gidip gelmemiz lazım."

 

Meyra anlamadı. Başını hafif sağa eğip sorgular gibi baktı.

 

"Neden ki? Anneme mi gideceği? Ama o zaten biliyor."

 

Yiğit saçlarını parmaklarıyla taramaya devam ederken gözlerini ona merakla bakan kıza sonunda çevirdi.

 

"Süreyya anneyi de göreceğiz ama başka bir işimiz daha var. Levent Bey, sizden haksız yere aldığı mülkü annenin ve senin üzerine yapmak istiyormuş. Biran evvel onu halledeceğiz."

 

Meyranın bir anda şaşkınlıkla açılan gözleri duyduklarından emin olamadı.

 

"Yiğit?"

 

"Kendisi bana ulaşıp yaptığı yanlıştan dönmek istediğini söyledi. Bende yardımsever bir insan olarak pazartesi noterde olacağınızı söyleyip kapattım."

 

"Ölse vermez! O adam öleceğini bilse orayı bize kendi rızasıyla vermez! Ne yaptın Yiğit?"

 

Yiğit boşvermişlikle omuzlarını silkti.

 

"Bir şey yapmadım güzelim. Sohbet ettik kendisiyle. Bende haram malın kimseye fayda sağlamadığını ifade ettim. Anlayası varmış demekki, haklısın dedi."

 

Meyra geriye çekilip kaşlarını çatarak baktı adama.

 

"Ne yaptın Yiğit?"

 

Yiğit sıkıntılı bir soluk bırakıp alaca karanlığın çöktüğü etrafa göz gezdirdi. Sonra yine çatık kaşlarla ona bakan kıza baktı.

 

"Of be yer biti, üzümünü yesen bağcıyı rahat bıraksan olmaz mı?"

 

"Yediğim her üzümün bağcısının soy ağacını bile öğrenirim Yiğit! Ne yaptın?"

 

Yiğit ensesini kaşıyıp az daha sağa sola baktı. Sonra utangaç bir çocuk gibi yüzüne bakıp gözlerini açabildiği kadar açtı.

 

"Ağabeyim yardım etti valla."

 

Meyra şu hâline neredeyse gülecekti. Öyle bir mahçubiyet vardı ki üzerinde, kızmamak için yol arayan çocuklara benziyordu. Meyranın sorguladığı esasında o adama ne kadar bulaşmış olduğu kısımdı. Bir şekilde hayat ona pisliğe yaklaşırsan mutlaka sıçrayacağını öğretmişti. Hayatındaki en kötü lekenin şimdi ona güzel bir gelecek vaad eden bu adama iz bırakmasını istemiyordu.

 

"Yiğit!"

 

"Kızım ne yapacağım Allah aşkına? Mafya mıyım ben? Sağolsun abim yardım etti. Azıcık işini gücünü didikledim, bir kaç işe yarar şey buldum. Sonra bir hasbihal edelim, o kadar tanıştık dedim. İşte muhabbet bir şekilde yazlığa geldi. Adamcağız da çok ayıp ettim, düzeltmek istiyorum dedi kapattık konuyu."

 

Meyra keyiften uzak bir kahkaha attı.

 

"O adam öleceğini bilse vermez orayı. Biliyor annem ne kadar seviyor. Ben ne kadar kıymet veriyorum. Zaten derdi maddi kayıp yaşamamız da değildi. O sever insanları zaaflarından vurup uzun ömürlü acı bırakmayı. Eli kolu şerre çok yatkındır onun."

 

Yiğit de Meyra kadar ciddileşti. Biraz önceki suçlu bakışlar yerini donuk bir ifadeye bıraktı.

 

"Onun o kolunu montelerim, ortada sürahi gibi gezer bundan sonraki ömründe. Bir daha size yaklaşmayacak! Size ait olanı verip tamamen çıkacak hayatınızdan."

 

Meyra yanağının iç kısmını ısırırken kanatmıştı. Yiğitin nadir anlarda kullandığı bu ses tonu onu bambaşka bir adama çeviriyordu. Söylediği her şeyi yapacak ciddiyeti nasıl üstüne takınıyor zerre anlamıyordu. Halbuki onu tanıdığı andan beri hep bir havailik vardı üzerinde.

 

"Bizden uzak duracak, peki ya senden?"

 

Yiğit anlamıyor muydu yoksa bilerek mi yapıyordu çıkamadı işin içinden. Gerçekten Meyranın onun için endişelendiğini göremiyor muydu?

Yiğitin donuk bakışları yine o muzip parıltılarla çevrildi.

 

"Sarı şeker, sen benim için böyle endişelenirsen e ben öperim seni. Kızım çok tatlısın lan. Bir tur daha öpeyim, söz sonra rahat bırakacağım."

 

Meyra iç çekip gözlerini kapatıp bir süre açmadı. Açtığında ise ona sırıtarak bakan sıfata elinin tersiyle çakmamak için bir hasbinAllah çekti.

 

"Ben diyorum Ankara, sen diyorsun bir tarafım kara! Vallahi hâlâ yaptığını unutmadım. Canımı sıkma tel zımbayla zımbalarım dudaklarını."

 

Ruh hastası herif laf arsızı olmuştu resmen. Sanki tatlı sözler sıralıyormuş gibi sırıtıyordu pişmiş kelle gibi. Yine aklına öpüşmeleri düştü. Sonra da o öpüşmenin puplic hâli neon ışıklar gibi gözünün önünde canlandı. Herkesle baş etse Nazlı zillisinin dilinden nasıl kurtulacaktı? İnilti gibi bir ses daha çıktı dudaklarından.

 

"Ben o yurda nasıl gireceğim ama ya? Beni mahvedecekler. Of Yiğit offf!"

 

"Kızım ne yapayım çok tatlı, zıplaya zıplaya geliyordun. Dayanamadım!"

 

Yiğit uzanıp yine Meyranın ellerini iki eliyle tuttu. İlk sağa sonra sol elinin üzerine öpücük bıraktı.

 

"Sarı papatyam?"

 

Meyra elini öpüp mırıldanarak konuşan adama başını sağa yatırarak baktı. Gözlerindeki soru işaretinin maksadını anlamadı.

 

"Efendim?"

 

"Biz seninle baya bir şey yaşadık ya?"

 

"Eeeee?"

 

"E annenle tanıştım, dayınlarla falan tanıştım..."

 

"Merak ediyorum bu uzatmanın sonu nereye varacak dört göz!"

 

"E tabi çok uzak olmayan bir zamanda öpüştük de?"

 

"Onu bana hatırlatmak istediğinden emin misin pislik? Seni boğup, denize atsam ne yapabilirsin ki?"

 

"Kızım öpüştük mü öpüştük oraya odaklan!"

 

"Sinirleneyim diye uğraşıyorsun! Ne olmuş öyle yaptıysak?"

 

"O zaman şimdi biz senle neyiz Meyra?"

 

Meyra durdu... Öylece gerçekten zaman durmuş gibi durdu. Sonra şu ana kadar sakındığı tüm kahkahalardan feragat eder gibi kahkahalarla gülmeye başladı. Tüm kaçışlardan, yok sayışlardan, korkulardan, aksiliklerden azat olurcasına yankılandı sesi arabanın içerisinde. Ses sığamadı küçük alana denizin dalgasına karıştı.

 

Ve Meyra o an kabullendi. Yiğit onu nakavt etmiş ama Meyraya en güzel galibiyet lezzetiyle şereflenmişti.

 

Bu adamdan olurdu!

 

Bu adamla çok güzel ev, yuva, dünya kurulurdu...

 

🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️🌪️

 

Dört gün önce...

 

Halil, Nazlıyı yurdun önünde indirince içeri girene kadar bekledi. Sonra yola koyulduğunda telefonu çalmaya başladı. Ekranda Yiğitin adını görünce aramayı cevapladı.

 

"Alo..."

 

"Abi nerdesin? Mesaj bırakmışsın..."

 

"Yalnız mısın Abim?"

 

"Petrolde mola verdik, Meyra arabada. Ben mesajını görünce anca dönebildim."

 

"Senle İstanbulda birime çağrılıyoruz Yiğit. Acil uyarısıyla geldi çağrı. Ben şimdi yola çıktım, sende Meyrayı bırakınca hiç beklemeden gel!"

 

Yiğit ne olduğunu anlamadığı için şaşırdı. Onu kimse böyle bir aciliyetle çağırmazdı.

 

"Hayırdır ağabey?"

 

"Detay bilmiyorum bende oğlum. İkimizi aynı anda çağırıyorlarsa var demekki bir şey."

 

Sonra aralarındaki konuşma bitti. Halil yoluna devam ederken Yiğit de Meyrayı bırakıp biran evvel yola çıktı. Yolun kalanında aklı ağabeyinde olduğu için sessiz geçmişti yol. Meyranın sorgulayan bakışlarını fark etse de bir şey diyemedi. Aklını veremiyordu.

 

Şu zamana kadar ağabeyiyle bağı bilinse bile hiç dillendirilmemişti. Şimdi neden ikisi aynı anda çağrılıyordu ki? Aracını olabilecek en hızlı seviyede kullanalarak istanbula doğru yol aldı.

 

Halil birime girdiği andan itibaren büyük bir koşturmacanın hakim olduğunu fark etmişti. Sert adımları koridorda ilerledi. Karşısında ona doğru gelen Avcı ve Kasapla kaşları olabildiğine çatıldı.

Karşı karşıya geldikleri anda Halil "Ne işiniz var burda?" diye durumu sorguladı.

 

"Usta bilmiyorum ki. 'Acil birime' çağrısı aldık, kalkıp geldik işte."

 

Halil etrafta gözlerini çevirdi. Onlardan başka kimseyi görmeyince kasaba baktı. Otuz ikisinde, boyu kendinden on santim kısa ama oldukça iri yapılı bir adamdı.

 

"Bizden başka kim var?"

 

"Kimse yok! Benim ne işim var burda anasını satayım. Hani cezadaydım ben?"

 

Halil ters bir bakış attı. Utanmadan dillendiriyor oluşuna ayrı kuruluyordu.

 

"O mevzuya girme, sikerim belanı! Yiğiti de çağırmışlar."

 

Avcı kısık bir ıslık çaldı.

 

"Bura çok hareketli yalnız usta. Bizim bilmediğimiz ne oldu sence?"

 

"Haberim yok, öğreniriz nasıl olsa."

 

Halil etrafında hızlı adımlarla yürüyen kişilere bakarak konuştu. Sonra bekleme alanı ya da küçük toplantı bölümü olarak kullanılan kısımlardan birine geçip oturdular. Aradan çok uzun bir zaman geçmeden Yiğit de gelmişti. Koşar adımlarını açık jalüzilerden gören Halil ayaklandı. Dışarı çıkıp öylece etrafa bakarak koşturan kardeşine seslendi.

 

"Yiğit!"

 

Sesi duyan kardeşi hemen kendine doğru yöneldi.

 

"Ne oluyor burda? Arka kısıma aynı anda iki jet iniş yaptı!"

 

"Bir şeyler olmuş. Mahirle Kürşat da burda."

 

Onlar konuştukları sırada bir kadının hızlı adımlarla yaklaştığını topuk sesiyle fark ettiler. Elinde iki takım elbise çantası vardı.

 

"Efendim üzerinizi değişmeniz bildirildi."

 

"Ne oluyor?"

 

Yiğit uzatılan çantaları alırken Halil kadına çatık kaşlarıyla baktı. Kadın ise biran önce elindekileri verip gitme derdindeydi.

 

"Bir bilgim yok efendim. Birazdan mutlaka Sıraç Hoca yanınıza geleceğini söyledi. Sizin en erken şekilde hazır olmanızı istedi."

 

Halil, kendinin ve ekibinin proğramlama eğitmeni olarak görev alan hocasının adını duyunca sorgulamadan biraz evvel çıktıkları odaya elindeki çantayla girdi. Seri hareketlerle üzerini çıkarmaya başlamasıyla Yiğit de sorgulamadan verilen takımı üzerine geçirdi.

 

O sırada jalüzileri kapalı odanın kapısı açıldı. Ellilerininin başında asker duruşundan zerre ödün vermeyen bir adam girdi içeri. O girdiği anda ise yayılmış oturan avcı ve kasap ayağa kalktı. Halil kıravatını düzeltip bitirmiş oldu giyinme işini.

 

"Alana gidiyoruz, jet sizi bekliyor."

 

Halil kaşlarını daha çok çattı. Her hangi bir bilgi verilmeyecek miydi?

 

"Hocam?"

 

"Umuttan bekleniyorsunuz, acele edin!"

 

Daha fazla konuşmayacağını anladığında sessizce bir onay işareti bırakıp Yiğitle beraber odadan çıktılar. Hocası, avcı ve kasap takip ediyordu.

 

Kalkış için hazır bekleyen jete yerleştiklerinde Sıraç Hoca tam karşısına geçip oturdu.

 

"Yeni bir görev emri mi çıktı? Neden bilgi verilmeden Umuta çekiliyoruz?"

 

"Başkan ağırlayacak seni taş binada, tabi kardeşini de."

 

Gözünün altından Yiğite de bakış atmıştı. Yiğit yanında oturan ağabeyine sorgular bakışlar atsa da onun da her hangi bir konuda bilgisi olmadığının pekala farkındaydı.

 

Uçuş sürecinde en azından kendi derdine çare aramak için ağabeyinin bacağına bacağıyla dokundu. Halil yüzüne baktığında karşılarında oturan adamı tekrar gözleyip olabildiğince yaklaştı.

 

"Bir konuda yardımına ihtiyacım var abi."

 

"Sorun ne?"

 

"İzmirde bir takım aksilikler oldu ama tek başıma halledemeyecek gibiyim."

 

Sesleri birbirinin duyacağı desibeldeydi. Gerçi Sıraç hocanın onları zerre umursar bir hâli yoktu.

 

"Ne oldu?"

 

"Meyranın babası itin teki çıktı. Annesinin sahip olduğu bir mülke el koymuş pezevenk. Çok üzüldü ikisi. Belli etmek istemiyorlar ama manevi değeri çok yüksekmiş, çok üzüldüler."

 

"Ne yapacaksın?"

 

"Adam borsada sıcak para akışıyla iş yapıyor. Biraz kurcalasam kesin bir şeyler bulurum. Namusuyla çalışacak tip yok."

 

"Güvenli girişte sıkıntı yaşarsın!"

 

"O yüzden senden yardım istiyorum. Benim birime dair tüm yetkim kalktı. Üsle yapılan anlaşmadan sonra hiç bir yere girip çıkamam. Sen yardım edersen..."

 

Halil iyice yan dönüp Yiğitin gözlerine baktı. Tek kaşı havaya kalkmıştı.

 

"Bilgilerde oynama yapmayacaksın!"

 

Yiğit bunun aslında bir onay olduğunu bildiği için dudağı sevimlice kıvrıldı.

 

"O şerefsiz inan buna fırsat tanımaz, öyle söyleyeyim sana."

 

"Umuta geçtiğimizde hallet ne yapacaksan. Benim yerime sistem girişini senin aktif ettiğin anlaşılırsa sıçarlar ağzıma."

 

Yiğitin gülüşü daha da büyüdü.

 

"Aslan abim be."

 

Halil elini ensesine atıp alnıyla alnına çarptı kardeşinin. Yüzünde ciddiyetini korumakta zorlandığına dair o küçük kırıklıklar vardı.

 

"İkna ettin mi senin sarı şekeri?"

 

Yiğit gözlüğünü çıkarıp elinin içiyle gözünü ovuşturdu.

 

"Dayısına erkek arkadaş kontenjanından tanıştırıldım ama inat için de yapmış olabilir. çok güvenmiyorum o yer bitine, bok çıkma olasılığı çok yüksek."

 

"Sana kapılmış, sadece frenliyor."

 

Yiğit gözünü kısıp başını sağa doğru eğdi.

 

"Nazlı mı söyledi?"

 

Halil geriye yaslanıp ellerini başının gerisinde topladı. -Cık diye çıkardığı ses sırf Yiğiti sinir etmek içindi. Yanılmadı da. Yirmi yedisine iki ay kalmış kardeşi beş yaş merakına geri döndü.

 

"Abi? Abi diyorum!"

 

Halil gözleri kapalı duymuyormuş gibi öylece stabil kaldı.

 

"Abi lan! Nerden biliyorsun?"

 

Halilin kıvrılan dudağına bakıp iyice merak sardı her yanını. Nazlının bir şey öğrenecekken sık sık yaptığı o hareketi bu sefer Yiğit yaptı. Omzu sürekli dürtülerek dikkatini ona vermesi için kıvranıp durdu.

 

"Abi? Kurban olayım söyle be. Nerden biliyorsun?"

 

Halil varla yok arası mırıltıyla "beden dili..." diye başından atmaya çalıştı Yiğiti. Yada daha çok kışkırtmaya.

 

"Abim... Gözünü sevdiğim ne diyor yere yakınımın beden dili? Bir söyle şu kardeşine ha. "

 

Halil gülümser gibi bir nefes verip tek gözünü açıp merakla ona bakan kardeşine baktı.

 

"Sadece senin yanında nefes kontrolü problemli. Tartışırken bile bilinçsizce vücudu sana doğru eğimli oluyor. Tabi bakış kontrolünü de kaybettiği çok fazla an var. Alakasız bir konuda gülümserken bile ilk sana bakıyor ama anında kaçıyor. Farketmezsin saliselik yaptığı bir eylem."

 

Duyduklarıyla iyice mest olan Yiğit ağabeyi gibi geriye yaslanıp, tıpkı onun gibi ellerini başının üstünde topladı.

 

"Bak sen sarı susama, gözü bende ha."

 

"Cıvıma!"

 

Yiğit omzunu ağabeyine hafif vurup geri çekti.

 

"Dertleri ne bizle öğrenelim de şu kızı da bizim takıma dahil edelim ha."

 

Halil istese de artık ciddiyetini korumayı başaramadı. Dişleri görünecek kadar gülümsedi.

 

"Basacaksın nikahı ha?"

 

"O işte pir sensin reis, ben getir götürünü yaparım. Şimdilik hanımefendiyle küfürsüz iletişim kurma aşamasına geçeyim yeterli. Ama o da olur ya."

 

Halil dayanamadı, ensesinde bağladığı kollarını çözüp Yiğitin kafasını kolunun içine sıkıştırdı ve kendine doğru çekti. Kolunun altında kalan kafasını da hiç nazik olmayacak şekilde karıştırdı.

 

"Kıza demedik laf bırakmayıp bir de aşık oldun sıpa. Gelmiş abisine anlatıyor birde."

 

En sonunda da karıştırdığı kafasının üstüne baskılı bir öpücük bıraktı. Yiğitin parlayan gözlerini görmek ona çok iyi geliyordu. Meyraya da belki bu yüzden çok kıymet veriyordu. Hem Nazlının hem Yiğitin hayatında çok büyük bir yeri vardı ve Halil ona baktığında bir kız kardeş görmekten mutluydu.

 

Konya, Eskişehir arasına kurulmuş, oldukça büyük bir alana konuşlanmış askeri üs görünümlü Umuta inişleriyle hızlı bir karşılama yaşadılar.

 

Halil adının Başkanın yakın koruması olduğunu bildiği adamın önderliğinde Umutun tam merkezinde yer alan büyük taş binaya doğru hızlı adımlarla ilerlemişti. Binaya girmeden avcı ve kasabın geçemeyeceği konusunda uyarı yapmak dışında hiç konuşmadı adam.

 

Binanın en üst katındaki birliğin Türkiye ayağını yöneten Başkanın odasının kapısında koruma dümdüz baktı. İçeri girmeyeceğini böylece anlamış oldular. Halil duruşunu olabildiğine dikleştirip Yiğite bir bakış attı. Sanki küçük bir uyarıydı bu. Bu sözsüz uyarıyla Yiğit de ağabeyini taklit ederek omuzlarını dikleştirdi.

 

Tıklanan kapıyla gel komutunu beklediler. İçeri davet edildiklerinde ise Halil ne bekliyor olduğunu bilmese de karşısında duran kişi onu şaşırtmıştı.

 

Başkan , Tuğrul Doğru ve TSK'nin oldukça önemli generallerinden Ertuğrul Paşa onları bekliyordu.

İçeri adım attıkları anda Paşaya yakışır şekilde selam verilmiş ve dimdik ikisi de alacakları komutu beklemişti.

 

Ertuğrul Paşa kıstığı gözleriyle ilk Halili sonra yanında duran Yiğiti süzdü. Sonra yüzünü Başkana çevirdi.

 

"Demek bizim aslanlar bu ikisi?"

 

Başkan onaylar bir şekilde başını eğdi. Sonra da Halile döndü.

 

"Hoşgeldiniz evlatlarım. Geçip oturun, konuşacaklarımız uzun sürecek."

 

Liderliği her yanından akan adam eliyle yönlendirip ilk Halilin sonra Yiğitin gösterilen kısıma oturmalarını işaret etti. Halil için bir paşanın karşısında böyle oturuyor olmak mümkün değildi ama Birliğin içerisinde bir çok kez mümkün olmayacağına inandığı şeyleri gerçekleşirken görmüştü.

 

Tuğrul Doğrunun üzerinde sabitlenmiş bakışlarına karşılık verdi. Tuğrul ise bunu bekliyormuş gibi yönünü Halile doğru eğimlendirdi.

 

"Buraya neden bu şekilde davet edildiğinizi merak ediyorsunuz farkındayız. Değişen durumlar oldu. Seninle planlanan görev tanımı çok farklı bir boyuta evrildi. Bu gün burda konuşulanlar asla yüksek sesle tekrar edilmeyecek kobra!"

 

Tuğrul, Halilin üzerindeki bakışlarını Yiğite doğru çevirdi.

 

"Kendinize bile fısıltıyla söylenilmeyecek. "

 

Halil ve Yiğitten bir onay beklemiyordu Tuğrul. Onlar bu odaya girdiklerinde zaten ne kadar önemli bir şey için çağırıldıklarının bilincinde olacak kadar güneşin içinde yer almışlardı.

 

"Neden buradayız efendim?"

 

Tuğrul konuşacakken Başkan elini kaldırdı. Sonra karşısında çakı gibi duran genç adama baktı.

Onu yetiştirenlerin adına hazırladığı her raporu okumuştu. Üstelik son görevi olan Rusyadan öyle bir zaferle gelmişti ki şu an üzerine yükleyecekleri sorumluluğu sadece onun sırtlanabileceğinin farkındaydı.

 

"Senin adını anan her eğitmenin büyük bir gurula bahsediyor. Kuzey ipek yolunda gösterdiğin onurlu mücadelen göğsümü kabarttı evladım. Sen ve kardeşin gibi iki hazinenin ülkemize verdiği hizmetler çok kıymetli bizim için. Senden isteyeceğimiz görev senin son şeref görevin olacak. Altından kalkacak mısın Güneşin kıymetli kobrası?"

 

Halil zaten bir görev için hazırlanıyordu. Tuğrul Doğru ile bu konu üzerinde bir kaç görüşmesi de olmuştu. Şimdi en üstlerden biri onunla yüz yüze görüşüyorsa ve yanına kıymetli bir paşayı alıyorsa o görevin bambaşka bir tarafa döndüğünü anlamıştı. Yutkunmak isteyen yanını sabit tutup gözelerine bakan adama aynı ciddiyette karşılık verdi.

 

"Ülkem benden hizmet beklerse üzerime düşeni layığıyla yaparım efendim."

 

Başkan düz bakışları ilk Tuğrul'a sonra ise paşaya çevrildi. Cümle "elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışırım" değil "yaparım"dı. Onları şu an aynı masanın başına toplayan da buydu zaten. Güneşin kobrası net olarak ifade ettiği her şeyi yerine getirmeden bırakmamıştı. Tıpkı Rusyadan getirdiği bilgileri almak için ölümü zorladığı gibi.

 

Ertuğrul Paşa, Başkan dan aldığı onay ifadesiyle asker kimliğinden sıyrılıp ellerini aralarında kalan masanın üzerine yaslayarak öne doğru eğildi.

 

"O zaman evlat, hazırlan. Sana Turan Savunmada verilecek görev tanımın değişti. Türk ve dünya basınına yönetime dahil olan genç iş adamı olarak değil bizzat silah sanayisine yön veren kişi olarak tanıtılacaksın."

 

Halil ne olduğunu anlamamıştı. Karşısında bakışlarını ondan çekmeyen adamda gözlerindeki soru işaretlerini gördü.

 

"Biz kuzey ipek yolunu bir sorun sanarken o bir paravanmış evlat. Senin önümüze attığın Rus şırfıntısıyla bir pazarlık masası kuruldu. Şu an istihbaratta M16 dan ve Mosaddan iki ekip kurulacak bir ittifak için bekliyor. "

 

Yiğitin konuşulan hiç bir şeye vakıf olamayışı, Halilin iyice karışan aklıyla kısa bir sessizlik çöktü odaya.

 

"Ben ... anlamıyorum. Türk istihbaratının Mossad'la işi ne?"

 

"Düşman ortak olunca mecburi ittifaklar olur evlat. İstihbaratın ve Rus'un verdiği bilgiler dahilinde kontrolü oldukça güçleşen bir olıuşumun varlığından haberdar olduk. İngiltere kraliyet ve yönetimi karşı karşıya getirecek kadar tehlikeli adımlar atılıyor. M16 ve Mossad böylesi kontrolsüz bir gücün ilerleyişini izleyemez. Tabi bu bizim ülkemiz için de oldukça riskli. Zira bizim üzerimizden harekat planlaması yapıldığına emin gibiyiz."

 

Halil ayrıntıları mutlaka öğrenecekti ama ondan ne istediklerine dair hâlâ tek bir kelime duymamıştı ağızlarında.

O yüzden sorularının başına bunu taşıdı.

 

"Bu kaos da benim rolüm nedir efendim?"

 

Ertuğrul Paşa geriye yaslanarak Başkana baktı. Sonuçta karşısındaki genç adam Başkanın adamıydı ve görevini açıklamak ona düşerdi.

 

"Şu an kraliyetin en güçlü düklüğü ünvanına sahip aile dünya üzerinde elini uzatabildiği her yere uzanarak bir silahlı yapılanma başlatıyor. Ortadoğu ve balkan devletleri dahil bir çok ülkede terörü besleyecek yatırımlar yaparak dünyayı bir kaosa sürükleme çalışmalarında yer alıyor. İngiliz hükümeti kraliyetle böyle büyük bir çarpışmayı göze alabilmek için kanıtlar istedi. Aynı şekilde Mossad da kanıtlar dahilinde ailenin yok edilmesinde etkin rol oynayacağını söyledi. Takdir edersinki böyle köklü bir ailenin infaz kararı kolay alınmıyor. Şu an için oldukça büyük bir karmaşanın içerisindeyiz ama bu durum göz ardı edilemeyecek kadar önemli. Yeni bir dünya düzenine adım atmanın arifesinde bir çok ülkeyi aynı anda karşı karşıya getirecek bu yapılanmaya müsade evdemeyiz. İşte bu noktada sana ihtiyacımız var Halil. Bizi İngiltereyle karşı karşıya getirmeden ailenin katlinin onaylanmasını sağlayacak kanıtları sen getireceksin!"

 

"Kraliyete mensup bir aile... Kim bunlar?"

 

Halilin sorusuyla Tuğrul dudağı kıvrılmış gülümsemekten çok uzak bir bakışla karşılık vermişti ona.

 

"II.James'in tahta geçmesinde en büyük rol oynayan, tarihte İngiltyereye bağıyla bilinen Winshor ailesi."

 

Halil kaşlarını kaldırdı. Şu an için kraliyetin en soylu ailesinin kraliyet ardından böyle büyük bir iş çeviriyor olması büyük cesaretti. Yüzyıllardır önce Hanrry Winshor Kral Jamesin tahta geçişinde kilit rol oynayarak kraliyet kanı taşımadığı hâlde Galler dükü tayin edilmiş ve bu ünvan o günden bu güne kadar Winsor ailesinin üstünden kalkmamıştı. İngiliz istihbaratı M16' yı da böyle bir ihanet Türk istihbaratıyla aynı masaya oturturdu zaten.

 

"Peki nasıl ailenin içerisine sızmam isteniyor benden? "

 

Tuğrul anlık Yiğite bakıp geri Halile dönderdi yüzünü.

 

"Rusla yapılan pazarlık tam da burda devreye giriyor. Sığınma talebi bir çok yerden red yedi. Son sığınma talebi Winsor ailesine olacak. Tabi talebinin karşılığında Turan Savunmanın TSK' ne sunacağı yeni nesil bir silahın bilgilerini ifşa edecek. Bunun yanı sıra silahı böyle bir teknolojiye ulaştıran mühendisin kimliğini de ifşalanacak. Nanoidlerle hazırlanmış, micro boyutlarda olan ve bir çok kimyasal silahın verdiği tahribatı verebilecek güçteki proje emin ol dünyanın dibine bomba yerleştirmeyi bekleyen bir ailenin dişlerini kamaştıracaktır. Silahın keşfinde yer alacak bir Türk ise her şeyin anahtarı olabilir. Ama seni ve kardeşini buraya bambaşka bir şey için çağırdık Halil."

 

Yiğit ve Halil birbirlerine baktılar. Geri yüzleri Tuğrul Doğruya döndü.

 

"Bu gün buraya Güneşin damgasını bileğine mühürlemek için çağırıldın. Çıktığın görevde bileğine Güneşin dokuz üssünde yer bulacağın çip sayesinde irtibatta olabileceğiz. Bu sırada ise kardeşin İncirlik üssüne kurulacak birimde o çipin takibini yapacak."

 

Tuğrul uzun konuşmasında derin bir nefes alıp bıraktı.

 

"Yani genç adam, sen ülkenin istikbalini korurken kardeşinde seni koruyacak..."

 

Loading...
0%