@orenda
|
Okuyan elemanlar niye okur okumaz kaçıyorsunuz canım, iki lafın belini kırardık halbuki😉
Dilber yüzünde gülüşüyle ay gibi parlayan kızı odasında bırakıp merdivenlere yöneldi. Uğraşması gerekenler vardı şimdilik. Ama sonra Züleyha'nın gülüşünü düşünecekti. Gülünce sağ yanağında, dudağının kenarına yakın yerde azıcık çöken yeri iç çekerek düşleyecekti. O minicik, gamze bile denilmeyecek çöküntünün bir eşine, yıllar önce bıraktığı busesi için göz yaşı dökecekti.
Akşam sofrası hazırlanmış ev halkı masada yerlerini almıştı bile. Bir kendi bir de Asil'in yeri boştu. Masadaki inci beyazı masa örtüsüne, gümüş çatal bıçak setine, ortaya konmuş kocaman çiçeğe, tabak kenarlarına serpiştirilmiş istiridye kabuklarına bakıp iç çekti. Neslişah'ın şatafata olan düşkünlüğünden gına gelmişti artık.
İzlediği dizilerin etkisiydi hep bunlar. Sanki Adana'lı ciğer ustası bir adamın kızı değilmişçesine sosyete asilzadeliği oynardı. Masaya geçip oturdu. Asil hâlâ yoktu ve emindi ki ağabeyi söylenmeye başlayacaktı.
"Sofrada adam bekletince boyuna boy ekleniyor ella."
Hiç şaşmazdı Dilber'in ön sesizleri. Belki de yıllardır her şeyin aynı olmasıydı bu tahmin edilebilirlik. Hayatına dönüp baksa güzel diye adlandıracağı sadece beş yılı vardı. Onunda mimarı Asil'di. Kendi üniversite okumak için İstanbul'a giderken halam da gelecek diye tutturmuştu da konaktan geçici azat olmuştu.
Asil'in sayesinde önlisans bitirip, ehliyet alacak sonra da restoranlarının mali danışmanlığını yapacak güce erişmişti. Ona kalsa yaşayan bir ölüden farkı olmazdı ya. Dilber kadar Asil'de kurtarıcıydı bu hikayede, tek fark Asil bunun farkında bile değildi.
Adım sesleriyle derin bir nefes aldı. Bu akşamın konusu geç gelinmiş sofra olmamalıydı zira. Sessizlik içinde yenen yemek Neslişah'ın incelecek derken tırmalayan cümleleriyle bozuldu.
"Sormayım diyorum ama Dilber, nereye gittin geceden sen öyle?"
Dilber yaşı kırk dokuz olsa da hala çok güzel olan ama içinin karası bir kere fark edilince yüzündeki güzellikten iz kalmayan kadına baktı. Bile isteye ağabeyine duyurma çabasıydı bu. Yoksa nereye gittiğini çoktan öğrendiğine emindi.
"Bilirim dayanamazsın Neslişah. Senin de huyun işte, öleceğini bilsen merakından dönmezsin."
"Yine alengirli konuşuyorsun da soruma cevap vermiyorsun. Ağabeyin duyar diye mi yoksa ağız dolusu lafların?"
"Seni bilmem ama ben yaptığım hiçbir şeyin hesabını uzun zamandır vermiyorum Neslişah."
Gözleri ağabeyine döndü. Bu hayatta birilerine sözünü geçirmek istiyorsan açığını bulacaksın ve o açığı sahibinin koruduğundan bile iyi koruyacaksın ki elin hep güçlü olsun. Zamanında ağabeyinin bir açığını bulmuş, sımsıkı tutmuştu avucunda.
Gözleri çakışınca Hızır Bey homurdandı da başka bir şey diyemedi. Ağzına hızlı hızlı yemeğini tepip duymazlığa verdi.
"Yani gördüğün gibi Neslişahcığım, ağabeyim pek ilgilenmiyor ama ben merakını doyurayım senin. Şişkinlik yapar, ödem tutarsın sen."
Saçlarının üstüne gelişi güzel attığı şalının ucunu sağ omzuna sarkıttı da duruşunu dikleştirdiğini gizledi Neslişah. Az balık etliyse ne olmuştu sanki? Kadın dediğin de et olurdu.
"Kütahya ya gitmişsin, aldım haberini aldım. Rahmetli kaynatamın kemiği sızlamıştır yattığı toprakta."
"Bırak onu da rahmetli kaynatan düşünsün Neslişah. Benim size bir haberim var."
Sofranın başındaki tüm çatal bıçak sesleri durmuştu. Neslişah'tan olma Zeynep, Kenan, Birgül halalarına bakıyorlardı.
Zeynep en küçükleriydi, on dokuzuna gelecek ay girecekti. Birgül ortanca olandı. Yirmi üçünde, üç ay sonra düğünü olacaktı. Kenan büyükleriydi. Yirmi beş yaşında, ağabeyinin heybetinin aksine ana tarafına çekmiş, az boydan kısa kalmıştı. Sessiz sakin bir çocuktu. Huyu anasına çeken bir Birgül vardı.
"Kütahya'ya gittim çünkü oradan getirmem gereken biri vardı."
Hızır Bey sofraya oturdu oturalı ilk kez ağzını açmıştı. Kütahya lafından beri ağzındaki lokma büyümüştü. Canını sıkacak bir şey duymak istemiyordu.
"Kimmiş?"
"Bir ahbabımın kızı. Asil ile evlenmek için onu almaya bizzat gitmek istedim."
Birgül'ün elinden düşen bardak, Kenan'ın gırtlağına takılan lokma ve Neslişah’ın tükürüğünde boğulurcasına öksürüşüyle kısa süreli sessizlik kargaşaya dönmüştü. Masada konuşmayan bir Asil bir Dilber hanımdı.
Neslişah'ın feryat figan ağıtı, adam yurduna konulmayışına yönelik tiradı baş ağrısı yapıyordu. Birde Birgül'ün annesinin yan sanayisi sesiyle gelinin kim olduğu, kimlerden olduğu, soylu mu zengin mi içerikli detayları, Dilber'in başına sancı olarak giriyordu.
Asil de aksi gibi halinden keyif alırcasına ve evlenecek olan o değilmiş gibi yemeğine devam ediyordu. İntikamı böyle olacaktı demek ki.
"Benim razılığım yok, duyuyor musun Hızır? Yok benim razılığım! Evin hanımıysam, gelecek olan gelini ben seçerim. Önce ben görürüm, Dilber'e ne oluyormuş? Anası sayılırım ben onun, anası..."
Son dediğini demeseydi Asil yine tepki vermeyecekti. Elindeki çatalı masaya çarpar gibi bırakıp ayaklandı. Hızla geriye sandalyesi yalpalansa da düşmemişti. Kahvenin en koyu tonunda ki gözlerini Neslişah'a dikti ilk sonra da hiç kaale almıyormuş gibi babasına baktı.
"Karına sahip çık baba! Ağzı etmemesi gereken laflar etmesin."
Daha babası ağzındaki lokmayı yutup cevap veremeden döndü sırtını dışarı çıktı. Ağıllara doğru yürüyüp Kırgız'ı görecek, kendine gelecekti. Sıcağın verdiği bir boğulmuşlukla yakasında ilikli üç düğmeyi de çözdü. Ahıra girip eline fırçayı aldı, atının tüylerinde dolaştırdı.
İyi geliyordu bu yaptığı ona. Hem Kırgız'a hem Asil'e çok iyi geliyordu. Zaten bir Nazlı kollarındayken birde Kırgız'ın sırtındayken iyi hissediyordu artık Asil.
Canı sıkıldı. Yine gözünün önüne gelmemesi gerekenler geldi. Ara sıra yaktığı tütün tabakasını çıkarıp içinden bir dal aldı. Zehiri yuta yuta içti de içti. Saatleri öylece ahırın etrafında turlayarak geçirip odasına doğru yorgun bedenini sürükledi. Bir duş alacak, kızını koklayacak, başarabilirse iki üç saat uyuyup işinin başına gidecekti.
Gece saat ikiyi bulmuşken sessizce kızının odasına yaklaştı. Aralık kapıdan sızan ışıkla kaşları çatılmıştı. Mırıl mırıl duyduğu sesleri de anlamadı ilk. Biraz daha yaklaşıp aralıktan bakınca gördü zümrüt gözü.
"Kız dur diyom dur, gecenin bi vakti herkesi toplayacan ya başımıza. Kurban olduğum sırtına kadar doldurmuşsun, ben seni prenses diye seveceğidim daha nasıl diyem şimdi prenses? Boklu prenses mi olur muş?"
Hem söylenip hem kızının kirlenen altını temizleyişini, bunu yaparken de saydırmıyormuş gibi gülümseyişini izledi Asil.
“Hah, şunu da geçiriyim, tamam bitti. Anam öldürdün ya bi zıbın giyinecen diye. Hiç gülme öyle, oyun moyun yok sana."
Lafları ve davranışları asla tutarlı değildi. Oyun yokluğunu anlatırken parmaklarını tutup sağa sola sallandırması farkında olmadan dudaklarının kıvrılmasına neden oldu Asilin.
“Uyuyacan dedim o kadar, büyüyecen dedim, gece üçe yanaştı dedim. Kız kısmı şu saatte civildemez dedim. Dedim de kime dedim? Etme gözünü seveyim, ısırırım o parmakları. Valla zor tutuyom kendimi, dalacam boynuna öpülmedik yerini komayacam."
Hiç durmadan konuşan, bunları yaparken de kızının ellerini okşayan, ayak parmaklarına öpücük bırakan kız istemsiz şaşkınlığını da katlıyordu. Üstünde ince bir pijama, saçları tepesinde tuhaf bir halde toplanmış, ince uzun boynunu gözünün önüne sermiş kızı sessizce izledi bir süre daha.
Nazlı'yla konuşurken büyük adama dert anlatır gibi anlatışı dudaklarını gerdirmişti. Kız duymadı, kendi kulakları bile duymadı ama dudakları yine de fısıldadı.
"Sen kimsin Züleyha? Yusuf'u zindana attıran kadın mı yoksa sevdasından yanıp tutuşan mı?"
|
0% |