Yeni Üyelik
23.
Bölüm

Af Diye Kıvranan Günahlar

@orenda

 

 

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi sabırsızlıkla bekliyorum ballı lokmalarım😘🥰

 

 

 

Öyle zamanın yavaş yavaş aktığı, filmlerde yaşanılan o ağır çekimi hisseder misiniz?

 

Şifa galiba öyle bir anı tam şu an hissediyordu. Kulakları gayet sağlıklıydı aslında ama duydukları ne kadar doğru akıyordu beynine emin olamadı. E kimlikler sahteydi, hiç bir ülke vatandaşlıkları yoktu. Onların bu dünyada var olduklarını kanıtlayacak bir tane yazılı belge yoktu. O zaman evlenme içerikli bir konuşma niye yapılıyordu ki?

 

Algının sıfırlanması doğruymuş diye düşündü. Şu an duyduklarını algılayıp, mantık çerçevesine sokamıyordu ziraa.

 

"Güzelim bakacak mısın daha öyle?"

 

Rezilliğin dibine ekmek banıp sıyırdığına göre de artık kendine gelip cevap vermeliydi. Sorun şuydu ki neye cevap verecekti? Alparslan ona böyle bakarken konuşması çok kolay olmuyordu haliyle.

 

"Alparslan aptal olduğumu düşünmeni istemiyorum ama galiba ben anlamadım."

 

Alparslan kaşlarını kaldırıp biraz daha baktı sonra ise dolu dolu bir kahkaha attı. Şu şapşal suratı ısırmak istiyordu. Gerçekten istediğinin ne olduğunu anlamamış kendine alık alık bakıyordu perisi. Alt dudağını dişleriyle kıstırıp başını sağa sola salladı. Şifanın saçlarından tutup göğsüne bastırmıştı.

 

"Bizim senle imzaya ihtiyacımız yok peri. Ama benim arşta her varlığa senin karım olduğunu duyurmaya ihtiyacım var. Buraya seni çok sevdiğim birine getirdim. Serdar ve Dua kızı Şifa'yı benim yapsın diye. Onun olduğumu şu kalın kafama çiviyle çakar gibi çaksın diye."

 

Şifa sıcak göğsüne yasladığı yüzüyle gülmek isteyen dudaklarını birbirine sıkıca bastırdı.

Salak değilmiş işte. Aslında anladığı ama konduramadığı gerçeği Alparslan tekrar tekrar dillendirmişti. Dini nikahları kıyılsın istiyordu Alparslan. Şifa içindeki coşkulu kalabalığa, tezahürat yapan hücrelerine kulak verse dünden meyilli olduğunu bağırması işten bile değildi.

 

Bu da çok şaşırtıcıydı. Alparslanla ona gelen bir çok değişime bunu da ekledi. Kendi kalp çarpıntısı ve Alparslandan ona taşan heyecan kucaklaştı sanki.

 

Dayısı çok kızar mıydı acaba? Veronica onu parçalayacaktı. Kesin dayak arsızı yapacaktı. Ama kalbi de nasıl kuş gibi çırpınıyordu, kayıtsız kalabilir miydi ona? O böyle bakarken, hücrelerinden taşan isteği Şifanın içine akıtırken yok diyebilir miydi?

İstiyordu, gerçekten bunu yapmak, onun eşi olmak istiyordu.

 

"Cevap vermeyecek misin bana? İstemiyor musun?"

 

Sonlara doğru sesi kısılmıştı Alparslan'ın, bu ihtimali düşünmek istemiyordu açıkcası. Kalbinin çarpıntısını hissetmese, tek bir duyguya bile Şifa izin vermese, yüzünden okuyamazdı adam. Kendini saklamayı iyi biliyordu Şifa. Alparslanın şükür sebebi olan hislerine ortakçılığı olmasa karşısında ne kadar da aciz duruma düşerdi.

 

Umay'la yapılan konuşmada da böyleydi. İçten içe sinir tenini ısırsa bile yüzü oldukça durgun bir su gibiydi. Neyseki Allah onlara bir mucize bahşetmişti de Alparslan görünmeyeni ruhuyla görebiliyordu.

Şifa "istiyorum" diye mırıldandı.

 

Sonra bunun yetmeyeceğini düşünmüş olacak ki daha içten daha emin ifade etti kendini.

 

"İstiyorum Alparslan. Seni, seninle gelecek her şeyi istiyorum ben."

 

Her an tetikte bekleyen siyahlara yıldız kaydı. Kendine sakladığı galaksi aydınlandı.

 

"Kurban olurum titreyen kirpiğine, çırpınan kalbine, adımı anan diline."

 

Sımsıkı sardı kolları her fırsatta dokunmak için bahane aradığı bedeni. Nimetin değerini çok kaybedene soracaksın derlermiş. Alparslan çok kayıplar verip, dirayetli duran olmuştu hep. Şimdi acısına deva bir lütuf göndermişti yaratan ona. Bir çift yeşil göze esir düşen yüreği, feraha kavuşmuştu artık.

 

Ellerini aldı avuçlarının arasına, adımlarını hızlandırdı. Bu şehirde iki kapı vardı onun için değerli. Biri annesinin, kardeşinin anılarıyla dolu olan hanesiydi. Diğeri ise yanan yüreğini saran, sımsıkı sarılan Hoca Annesinin kapısıydı. O da bırakıp gitmişti ama yerine Rıdvan Abisi hâlâ o kapıyı ona açıyordu.

 

Şifa elini sımsıkı kavrayan ele baktı. Hep böyle olacağına yemin edebilirdi. O el ne olursa olsun onu tutmak için var gibiydi. Aklıyla bağlanmıştı bu adama peki ya kalbine bu düğümü kim atmıştı? Dile getirse yanacakmış gibi hissettiği o gerçek yine vurdu duvarlarına.

 

Sen bu adama ne zaman böyle kapıldın Şifa? Sen tam olarak hangi anda bu adamın varlığına esir düştün?

 

Gıcırdayarak açılan bahçe kapısından yine elleri düğümlü girdiler. Şifa karnını tırmalayan heyecan hissinin kıskacına takıldıkça Alparslan'ı kucaklamak istiyordu. Adam küçük bir çocuk sevincini içinde taşıyordu resmen.

Kalbi sessizce fısıldadı ona.

 

"O böyle sevinecekse sen dünyayı ateşe verirsin Şifa..."

 

Çalınan kapı kırklı yaşlarının sonunda bembeyaz tenli güzel bir kadın tarafından açılmıştı. Başındaki şalın ucunu geriye atıp onlara bakan kadın Alparslan'ı görünce yüzüne ışıktan bir tebessüm koymuştu hemen.

 

"Şükür kavuşturana. Az daha gelmesen abin gelecekti sıpa, girin hadi."

 

Kadın Şifa'yı ve birleşmiş ellerini de sevgiyle süzdü. Demek beklenilen yar, yaraya deva olmaya gelmişti. Buraya da neden geldiklerini bilecek kadar görmüş geçirmişti kadın.

 

Alparslan mahçup bir tebessümle başını yana eğip, suçundan af ister gibi gülümsedi.

 

"Elim boş gelmedim ama bak Meryem Abla, merak ettiğini getirdim sana. Anlattığım kadar var mıymış?"

 

Meryem gülümseyen yüzünü esirgemeden Şifanın yüzünü santim santim taradı gözleriyle.

 

"Onun hatrına kalayı basmıyorum ya sıpa. Sen anlattın da eksiğin varmış paşam. Gerçi rabbimin lutfuda anlatılmaya yetecek gibi değil ki."

 

Şifadaki gözleri hayranlığını esirgemeden dolaştı. Şifanın utançtan bakışlarını kaçırışını, pembeleşen suratını sevgiyle izledi. Sonra kahve gözleri muzurlukla Alparslana çevrildi.

 

"Ama Rıdvan Beyi bilemem. Bir hayli sitemi var sana. Girin hadi kapıda kaldınız."

 

Ayakkabılarını çıkarıp, kenara koyunca içeri adım atmıştı ikili. Evde hoş bir koku vardı, gül suyu gibi. Küçük ama düzenli güzel bir evdi. Salon olarak kullanılan odaya girdiklerinde elinde ilmihal olan bir adam gözlüğünü çıkarıp gözlerini ovuşturdu. Kafasını kaldırıp Alparslanı gördüğünde yüzünde hüzünlü, özlem dolu bir tebessüm oluşmuştu. Adam elli yaşını geçmiş duruyordu, sakalları ağarmış, kırışıklıkları yüzüne çok yakışmıştı.

 

"Hasret bıraktın kendine be oğlum" diyerek kollarını açtı. Alparslan adama yaklaşıp aynı sıcaklıkla sarılmıştı. Çocukluğuydu burası, bu insanlar. Her şeyin karanlığa bulanmadığı zamanlarıydı. Hoca annelerinin oğlu, müezzin Rıdvan abisinin kıymetli Alpiydi burda.

 

Alparslan sarılmalarını bitirince geriye çekilip sırıttı. Şifayı yanına çekince Şifa ona bakan adamdan anlık çekmişti bakışlarını. Ne yapacağını bilemedi öylece.

 

"E geldim işte ağabey, hemde sözümle beraber. Söyle şimdi alalım mı abdestimizi?"

 

Rıdvan sakallarını sıvazlayıp, gülümsemesini eliyle kapatmış oldu. Başı da iki yana kınıyormuş gibi sallanmıştı.

 

"Dur sıpa, geline hoş geldin bile demedik. Arsızlığını güvey olurken az sakla, hanım kız vazgeçmesin."

 

Şifa biraz utanmıştı bu muhabbetten. Onun için gelin denilmesi değişik hissettirmişti. Alparslan'ın tuzu kuruydu tabi, arsız deyip hoş görülüyordu hemen. Ne yapsa bilemedi, elini mi öpseydi ki?

Öne doğru uzandı önce, amacını anlayan adam uzattı elini bir baba şefkatiyle. Aslında sevmezdi böyle el öptürmeleri ama reddetse utanırdı genç kız, kıyamadı.

 

"Bak da adap öğren gelin kızımdan sıpa, büyüğe hürmeti öğretemedim sana."

 

Alparslan Şifa ne kadar utanıyorsa o kadar keyifle izliyordu şu halini. Sus pus, gözünün kıyısıyla kendine bakışı, içindeki deli heyecanını yatıştırmak için alıp verdiği derin solukları keyfini katladıkça katlıyordu. Sonra biraz merhamet edip bakışları ondan çekmek için Alparslanlık yapmaya karar verdi.

 

"Rıdvan Abi yaşlandıkça huysuzlaşıyorsun. Elini öpmek isteyince sensin yaşlı diye alnıma vurmadın mı?"

 

Adam kahkaha atmıştı bu söze. Alparslan onun kardeşiydi, anasının ölürken son zikrettiği isimdi. Çok kıymetliydi onun için. Omzuna elini sürüp "laf yetiştirme büyüğe" diye yine haklı çıkmıştı.

 

Şifa duvardaki sureleri, perdenin elle örülmüş yerlerini, halının desenini ilgiyle inceledi. Veronica şu halini görse tükürük saçarak gülerdi büyük ihtimalle. Yeni gelin modu böyle mi oluyordu şimdi. "Kimin kocası bu" diye hikaye atmazdı inşallah. Çünkü içindeki sevinç, coşku, utanç ona bunu yaptırabilirdi, güvenmiyordu kendine.

 

Bir süre havadan sudan edilen muhabbet, Alparslanın sık sık abdest alalım mı şimdi lafıyla bölününce Rıdvan ağabeyi de iç çekip baş sallamıştı.

 

"Şu tez canlılığını ne yapacağız hanım bu oğlanın?"

 

Meryem karşılarında sevgiyle baktı ikisine.

 

"Hoş gör Rıdvan Bey, çok zamandır bekliyor yarenini. Yazık kıyma daha da paşama. Ben gelinimi hazırlarken sende şahitleri sesle bir zahmet."

 

Alparslan onun derdine derman olan ablasına bakıp, gözleriyle teşekkür etti. Şifa soru sorulmadıkça konuşamadı hiç. Zaten gerilmekten yaya dönmüştü. Biraz da utançla aklından abdest sıralamasını tekrarladı. Bilmiyor değildi de heyecandan unutmuş olması çok mümkündü.

 

Meryem Ablasının onu tutup kaldırmasıyla Alparslanın , Rıdvan ağabeyine bulaşması yarım kalmış oldu. Kadın muzip bir tebessümle hep onu izliyordu zaten geldiklerinden beri. Bir bardak çay bitene kadar ırmak olmuştu Şifa'ya. Birde gözüne baka baka söylediği o son cümle...

Bunun hesabını Alparslan'a soracağına yemin etti. İnsan en azından azıcık hazırlardı nasıl bir ortama düşeceğine.

 

"Gel güzelliğim, hazırlanalım biz."

 

Şifa ayaklanıp yanında onu gülümseyerek izleyen adama baktı kısacık. Niye tüm utanma hissi Şifaya düşüyor anlamıyordu? Alparslan hiç çekinmeden ona bakabilirken Şifa başını bile zor kaldırmıştı.

 

İçerde küçük bir odaya geçtiklerinde kadın iki kapaklı dolaptan kırık beyaz bir elbise çıkardı. Eliyle okşayıp, Şifaya döndü yüzünü.

 

"Seni bekliyordu uzun zamandır güzel kızım. Abdestini al da giy olur mu? Namaz örtünü ben yapayım mı güzelliğim? Ah ne uzun zamandır yolunu gözlüyorum, ben hazırlayayım mı seni?"

 

Şifa elbiseye baktı, çok güzeldi. Şaşalı hiç bir yanı yoktu ama yinede çok güzeldi. Alparslan bunu ne zamandır istiyordu acaba? Bu olacağından emin olunan bir durum değildi. Bu umuttu...

Gerçekleşmesi için beklenilen, düşlenen bir umut...

 

"Çok mutlu olurum Meryem abla."

 

Şifa elbiseyi kucağına alıp iki adım atınca durakladı. Bakışları tedirginlikle Meryeme değdi.

 

"Şey... Abla?"

 

Meryem yüzünden eksilmeyen gülümsemeyle bakıyordu.

 

"Sor ablasının güzeli."

 

"Alparslan... Ne zamandır bekliyor beni?"

 

Meryem tek kişilik yatağa oturup yanına eliyle iki defa vurdu.

 

"Rıdvan Bey şahitlerini alıp gelene kadar hasbihal edelim o zaman biz seninle güzelliğim."

 

Şifa elindeki beyaz elbiseyle, gösterilen yere oturdu.

 

"Alpimiz gelince tek gece kalır ama odası burası onun. Gerçi şu on yılda on kez kalmamıştır ya..."

 

Meryem sanki kendi evinin bir odası değilmiş gibi etrafta dolaştırdı gözlerini.

 

"Pek hafızamda değilde bir yedi sekiz yılı var cennet yeşili nasıl olur diye sorduğunda. O sorunun üstünden bir zaman daha geçmişti. Gece vakti çaldı kapımızı. Kıymalı yumurta yemeye gelmiş. Birde ucunda yıldız olan toka gösterdi işte. Çok güzel değil mi diye birde sordu sıpa. Anladık tabi Rıdvan beyle düştüğü derdi."

 

Şifa elbisesine bakarken dinliyordu huzur veren sesi. Alparlanın medet dilendiği kendine ait parçaları bir kez daha duymuştu ondan.

 

"Sabah kalktığımızda yoktu tabi. Alıştık ya sorgulamadık. Ama araya en fazla üç ay koyunca bambaşka bir halde geldi. Nasıl keyifli, nasıl gözü parlıyor. Dedim az uğraşayım. Hanım kız baktı yüzüne de gülümsedi mi neyin parıltısı bu diye uğraşasım tuttu."

 

Meryem o günü hatırlamış gibi dişleri görünesi gülümsedi. Sonra merakla ağzından çıkanı bekleyen kızın saçını eliyle okşadı.

 

"Senden bir video mu gelmiş ne. Pek uzağındaymışsın ama hasretine şifa olsun diye videonu yollamışsın. Bir resim yapıyor Meryem abla dedi ben ömrümde hiç bir rengin öyle güzel olduğunu bilmezdim diye iç çekti. "

 

Meryem çenesiyle kucağındaki beyaz elbiseyi işaret etti.

 

"O günden beri dolabında bekliyor işte vaktinin dolmasını. Biz de sabırla bekliyoruz ömrü karaya çalmış kardeşimizi renklerine kavuşturan devayı."

 

Başka bir şey demeden ayaklandı Şifa. Hazırlanmasını dört gözle bekleyen biri vardı neticede.

 

Şifa abdest alıp, kıyafeti üzerine geçirdiğinde biraz bol olduğunu fark etti ama kötü durmamıştı. Bir rüzgara kapılıp savrulduğunun farkındaydı. Nikahtı bu düşünülmesi gerekiyordu uzun uzun ama kalbi hiç bir şey için bu kadar doğru hissetmemişti. Şu zamana kadar hiç bir erkeğe lütfedipte değmeyen gözleri bir çift zift karasına saplanıp kalmıştı, kurtulmasının imkansız olduğunu biliyordu. Üstelik kurtulmak isteyen tek bir hücresi de yoktu. Meryem ablasının sözleri kulağında esinti gibi dolaştıkça bayram yeri oluyordu göğsü. Alparslanın kendine olan bağını biliyordu ama bugün bilmenin dışında o bağa sanki dokunuyordu da.

 

Kapının tıklanması ve gül yüzlü kadının içeri girmesiyle Şifa aynanın önünden çekilip ona döndü. Ellerinde kıyafetinin renginde namaz örtüsü vardı, ucundaki zarif oyalara yeşil çiçekler serpiştirilmişti. Yüzündeki tebessümü saklamak için dudaklarını bir birine bastırdı.

 

"Saklama güzelliğini, gül gül. Senin deli yaptırdı bunu, yeşili de cennet yeşili olacakmış öyle sipariş verdi beyefendi. Tövbe Estağfurullah... Gittim sanki nereden bileceksem cennetin yeşilini."

 

Şifa tatlı tatlı konuşan kadınla dayanamadı kıkırdadı. "Çok güzelmiş, ellerine sağlık" dedi. Yanına yaklaşan kadın örtüyü açıp saçlarının tamamını kapatacak şekilde örttü. Bir ucunu sağ omzuna atarak zarif bir görüntü oluşturdu. Çok güzeldi baktığı yüz, yaratanın kudretini insan aklının almayacağını gösterecek kadar güzel. Nazar için dua okuyup üfledi.

 

"Hadi bakalım gelin kızım, melekler saf durmuş nikahınızı izlemek ister. Bekletilmez mübarek varlıklar."

 

Kalbinin sesi dışardan duyuluyor muydu acaba? Dizleri de titriyordu. En son ne zaman böyle heyecanlanmıştı ki o?

Hiç böyle hissetmemişti hayatında. Meryem ablasının dediği gibi miydi gerçekten? Melekler de mi izleyecekti onları? Bu düşünce daha da artırdı kanında kol gezen adranalini. Görüp görülebilecek en sade nikah bir anda dünyanın en kalabalık düğünü olmuştu gözünde.

 

İçeri girdiğinde Alparslan'ın da üzerini değiştirdiğini gördü. Beyaz bir gömlek, siyah kumaş pantolon vardı üzerinde. Saçları taranmıştı, düzene sokulmuştu. Önünde rahle, üzerinde Kuran-ı Kerim ve Rıdvan Abileri onları bekliyordu. Oda da iki tane daha adam vardı. Şahit olacaklar diye geçirdi aklından Şifa. Alparslan'ın ona bakan gözleri milyonlarca galaksiyi barındırıyordu resmen.

 

Aşk dedi Şifa içinden ilk kez... Sanırım deli divane aşıktı ve bunu ilk kez kalbine fısıldayabildi.

 

"Çok aşıksın kalbim, tek bir bakışına bile çok aşıksın..."

 

Beraber oturdukları rahle önünde, birbirlerinin heyecanları karma karışık olmuştu içlerinde. Kendinin hisleri yetmezmiş gibi Alparslanın coşkusuyla da baş etmesi gerekiyordu birde.

 

Nikah akdi için Rıdvan beyin eline aldığı kağıt kalem hazırdı. Yüzünde yamuk bir sırıtış vardı adamın.

 

"Söyle güzel kızım, mehir olarak ne yazalım? Benden duymuş olmada çok zengin bu oğlan. İsterken korkak olma, hakkındır."

 

Şifa böyle bir şey düşünmemişti hiç. Ne isteyecekti ki? Her şeyi vardı onun. İki adama da büyük büyük açtığı gözleriyle baktı.

 

"İstemesem olmaz mı? İhtiyacım yok ki."

 

Rıdvan başını iki yana salladı.

 

"Olmaz kızım, mehir kadının hakkı. Hak olanı alacaksın."

 

Şifa yardım dilenircesine Alparslan'a baktı ne isteyim diye soruyordu gözleri. Alparslan ise kalbine, aklına, masumiyetine yandığı kadını gülen gözlerle izledi.

 

"Akide anamdan kalan evi yaz Rıdvan Abi. Artık onundur."

 

Şifa öylece baktı yüzüne. Rıdvanında afallamış yüzü ilk Alparslana sonra geri de duran Meryeme takıldı. Alparslan o eve kendinden başkasını sokmaya kıyamazdı. Yılda bir uğradığında her bir karışını kendi temizler öyle bırakırdı. Rıdvanın zoruyla sadece bahçesinin bakımını ona bırakmıştı. O sadece bir ev değildi Alparslan için. Geçmişte saklı en güzel ve en acı hatıraydı.

 

Şifa ise artık bambaşka hislerle bakıyordu yanındaki adama. Fazla değil miydi bu kadarı? Almıştı işte aklını, kalbini, ruhunu. Daha ne istiyordu bu adam ondan? Çocukluğunu bırakıyordu avuçlarına. Annesini, ismini dua gibi dilinde taşıdığı kardeşini... Yok muydu sınırı, durağı? Kalbinden öpesi geldi Şifa'nın, yara olan her zerresine deva olası...

 

Mehir için ona paha biçilemeyen bir şey veriyordu Alparslan. En mutlu olduğu anılarını, çocukluğunu, sevdiklerini. Alparslan'ı şimdi olduğu adam yapan her şeyi avuçlarına bırakıyordu. Kaç kula nasip olurdu ki böyle yüreği güzeli?

 

Nikah duasının okunmasıyla Serdar kızı Şifa, Rıza oğlu Alparslan'ı zevci olarak kabul etti. Alparslan'da içinde sürekli tekrarladığı şükür dualarıyla Şifa'yı zevcesi olarak aldı. Akıllarını bir birine bağlayan insanların aksine Rab onları kalpleriyle mühürledi. Ölümün ve nikahın saati değişmezmiş asla. Tam saatlerinde arş-ı ală sevinçle inledi.

 

Alparslan'ın tez canlılığı yüzünden kıyılan nikah ardından yarım bırakılan işler dile getirilip vedalaşılmıştı. Rıdvanın hiç sesini çıkarmayışının yanına Meryem en azından arayı uzatmama sözüyle kapıdan uğurladı ikisini.

 

Şifa'nın eline can simiti gibi dolanan parmakları çekiştiriyordu. Şifa elbiseyi çıkarmış, bir poşete koymuş ve yanına almıştı. Ömür boyu saklayacağı çok güzel bir hatıraydı elindekiler. Veronicaya göstermek için çok sabırsızdı.

 

Alparslan onu ilk geldiklerinde özlem ve acıyla baktığı o kapıya getirmişti. Şifa'yı ailesiyle tanıştırmaktı aslında isteği ama yıllardır yerinden vazgeçmeyen o sancılı yumru yine durmuştu boğazına.

 

Şifa yapılmak istenileni anlamıştı, içten içe sızan eleminde farkındaydı. Ellerini uzun parmaklara kendi ince parmaklarını sıkıca doladı. Küçücük bir eylemdi yapılan ama çok büyük sözler barındırıyordu zerrelerinde. Beklediği gücü de alan Alparslan derin bir soluk alıp eskimiş kapının mandalını araladı.

 

İçeriye atılan adımlar onları bulundukları zamandan çok farklı yıllara taşımıştı. Ev küçük bir holle odalara yol açıyordu. Farklı mistik bir koku vardı. Kapalı kalmış olmasının yanı sıra eskiyi buram buram anlatan, küçükken sarılınıp uyulan anneanne çarşafları kadar huzurlu bir koku. Aralanan kapıdan girdi Şifa.

 

"Benim odamdı burası."

 

Demir karyolanın korumalığında dolaştırdı parmaklarını.

Hatırlanan anıların özlemi, acısı, sevgisi sırt sırta verince tuhaf bir his olur ya yürekte öyle incecik acıyı çağrıştıran bir hisle kuşandı Alparslan. Yaşı kaç olursa olsun yaşayamadığının acısı tuz dolu bir çuval gibi sırtında yük oluyordu insana.

 

Yoruldukça terleten, terledikçe eriten, eridikçe yakan...

 

"Ayperi annemin koynunda uyuyordu tabi. Göğsünden koparamazdı annem, çok oburdu. Ben çok istedim diye bir kaç kez beraber uyuduk Ayperiyle. Ben uyur uyumaz alırdı yanımdan , ağlarda uyandırır beni diye. Uykuya hasret bırakıyordu annemi. Ama yinede yeter demiyordu hiç. Annem zaten bize hiç yeter, yapmayın, durun demezdi ki."

 

Şifa, parmakları yatağın demir başlığını seven adama sırtından sarıldı. Kürek kemiklerine sayısız derin öpücükler bıraktı. Elleri çağlayana kapılmış bir garibin son dal parçasını kavradığı gibi sıkıyordu gücüyle herkesi korkutan, yarasıyla içini dağlayan bedeni.

 

Ah karnını yarıp geçen şu his... Alparslanın özlem ve acıyı kucaklatıp, Şifaya dağıttığı bu his...

 

"Bana diğer odaları da göster hayatım, kocamın çocukluğuyla tanışmak istiyorum."

 

Şifanın dudaklarından dökülen sahiplenici güzel kelimelerle zehirli sarmaşıklarından bir anda kurtuldu Alparslan. Onu saran kolların arasında dönüp kendide doladı kollarını. Kendi üzüntüsüyle kahrolan perisine sıkıca sarıldı. Azıcık uğraşası, o güzel yüzünde gül açışını izleyesi geldi.

 

"Kocan mıyım gerçekten deyip rezilliği ayyuka çıkarasım var lan niye öyle oldum ben?"

 

Şifa melodi gibi bir kahkaha attı. Başını sallayıp alt dudağını ısırdı. Alparslana istediğini saniyesinde vermiş oldu böylece.

 

Şifa göz kırpıp, sırıtan suratını elinin içiyle kapattı. Serseriydi işte, zaman mekan farketmez bir serseri. Madem takılıp, uğraşmak çekmişti canı Şifada ayak uydururdu hemen.

 

"Valla bu sevindirik halleri Veronica'yla yüzleşirkende görmek isterim. Çünkü seni satacağım Alparslan. Üzgünüm ama o kızıl cadı canıma okumasın diye önüne seni atacağım."

 

Şifayı alıştırdığı o sinsi sırıtış büyüdükçe büyüdü.

 

"Aaa kıyamaz biricik damadına kayınvalidem. Masalar kurar, kurbanlar adar sevincinden."

 

Şifa tekrar şen bir kahkaha attı. Veronicaya kayınvalide denmesi öyle komik gelmişti ki o an.

 

"Lütfen yanındaykende kayınvalide desene. Yüzünü görmek için her şeyi yaparım."

 

Sadistçe biz zevk alıyordu ikiside kadının yaş takıntısını yüzüne vurmaktan. Kızıl da ekmeklerine yağ sürüyordu her seferinde.

Elinden tutup diğer odayı da gösterdi Şifaya. Annesinin kaldığı, ayperinin beşiğine bakamadıkları küçük oda...

 

Mutfakla oturma odası bir gibiydi. Alparslan hiç bir şeye kıyamadığı için soba bile olduğu yerde öylece duruyordu. Şifa ağır adımlarla ilerleyip buzdolabının üstüne duran kağıda parmak uçlarıyla dokundu. Kağıdın köşesinde karmaşık harflerle Alparslan yazıyordu. Kalem boyalarla şekillenmiş ev, koca bir güneşin varlığını yok sayarcasına dumanı tüten baca, ortadan resmi bölen ırmak, bir ağaca üç tane sığabilmiş elma ve cetvelle çizilmeye çalışılmış merdivenin orda omzunun biri diğerine göre daha geniş kadın figürü

Kucağında oval bir şekil ve sadece sureti belli bebek...

 

Parmakları bu resmi çizen parmaklarda sıkıca dolalıydı ama gözleri milim milim okşadı her çiziği.

 

"Meryem abla bir şeyler anlattı."

 

İkisi de aynı resme bakarken Alparslan göğsünü iyice sırtına yaslamıştı. Dudakları kafasının tam tepesine yaslandı.

 

"Hmmm..."

 

Bebek şampuanının kokusunu derince soludu.

 

"Şey... Video mu gönderdi dayım sana?"

 

Nasıl da merak ediyordu. Alparslanın boşta olan sol kolu karnına dolanıp, iyice kendine bastırınca derin bir soluk aldı.

 

"Önce bir toka, sonra ya koluna ya saçlarına doladığın fular. Ama bir görev sırasında... Video sözü vermişti. İlk o zaman. Resim çizdiğin ve uyuduğun kısacık bir video kaydı. Meryem ablama uyuduğunu söylemedim, o benim sakındığımdı zira."

 

Şifa işte bunun cevabını bulamıyordu. Çok fazlaydı bu. Dümdüz videodan bahsederken bile ilahi bir hazineyi anlatıyormuş gibi hissettiriyor oluşu aklının alamayacağı kadar fazla.

Yutkundu.

 

"Alparslan... Nasıl? Ben anlamıyorum sen bana nasıl?"

 

Alparslan saçlarından kaydırdığı dudaklarını şah damarının üstüne yasladı.

 

"Çok haklısın bu soruyu sormakta peri. Sahi nasıl?"

 

Mırıldanarak şah damarının etrafında dolaştı dudakları.

 

"Beni bir fırçanın boyaya bulanışını, o boyanın şekil alışını binlerce kez izletecek kadar kendine meftun etmeyi nasıl becerdin peri? Beni, on saniyelik uyuduğun o kısımda geceler boyunca başında nasıl beklettin?"

 

Cevabı olmayan soruları sıraladı Alparslan. Bir cevap bekliyor mu çok da emin değildi zaten. Gözleri kapalı Alparslanın sarılışının tadını çıkardı. Sonra yer ayağının altından kayarmış gibi olunca hafif sendeledi.

 

"Şifa?"

 

Alparslanın geriye çekilip, yüzüne bakmasıyla gözlerini kırpıştırdı. Görüşü puslanmış, benekler etrafta dönmeye başlamıştı. Bir kaç kez daha gözünü kırpınca netleşti Alparslanın yüzü.

 

"İyiyim... Bir an sadece... İyiyim merak etme."

 

Alparslan kaşlarını çatıp, soluklaşan tenine baktı.

 

"Dayanamadım alelacele geldik bebeğim ama dönmeliyiz biran evvel. Arınmadan çok uzun süre ayrı kaldın. Gidelim, bütün gece kalman lazım. Bu kadar fazla radyasyon bedenini güçsüzleştiriyor."

 

"Alparslan iyiyim, bir an gözüm karardı."

 

Başını iki yana salladı Alparslan.

 

"Hadi dönelim artık. Duhan yine beni doğurttu diye ebeme kayıyor kesin. Şu şerefsiz kara sarıklıyla da işimiz bitmedi. Denileni yapmadıysa sözüm var dünyayı başına yıkacağım. Ayrıca en az 12 saat Şifa! Bu tartışmaya kapalı bir konu!"

 

Şifa son söylediğini duymazdan gelip diğer meseleye yoğunlaştı.

 

"Hakkatten sen nasıl korkuttun onu, burnunun üstüne dikiliyordu panikten?"

 

Alparslanın ukala, kibirli suratına bakıp iç çekti. Kibir bile yakışıyordu kurda.

 

" Streteji güzelim, bileceksin ve elini gizleyeceksin. O peşindeki salaklara cennet vaad ediyor. Peki öyle bir adamın ahlaksız, sapkın videoları meydanları doldursa başta tutarlar mı onu? Onlar için önemli olan lider olmak ve öyle kalmak. Sırada yerini gözleyen çok. Ağzını açamadan başının kesildiği video Dünyaya yayılır. Onun gibiler için tarikatiymiş, amaçlarıymış geri plandadır. İlk kendilerini kurtarıp, yükseltmenin derdinde hepsi."

 

"Ve sende zaaflarını zamanı geldiğinde ellerine bırakıp patlatıyorsun."

 

Alparslan dudağını sağa doğru kıvırıp göz kırptı.

 

"Ya gör bak kocan ne sıçanları akrobasi gösterisine hazırlıyor."

 

Şifa elinin içiyle sırıtışının üzerine hafifçe vurdu

 

"Zevzeksin Alparslan ve çok kibirli. Peki ya Zırh kim? Çözemedim onu."

 

"İstihbaratın sadece gözlem için içerde tuttuğu bir ajanı. Merak etme çıkartıldı sağ sağlim ordan. Psikiyatrik tedavi için altı ay sahadan alındı şimdi."

 

Şifa anlamamışlıkla gözlerini iri iri açtı.

 

"Tedavi?"

 

"Yavrum adam öyle şeyler görüp sessiz kalmak zorundaydı ki dağ olsa dağılırdı. Görev bitince gelen rahatlama onu büyük sarsacak, destek şart."

 

"Allah yardım etsin hepsine, çok zor."

 

"Aslan parçası uykudayken bile rahat durmamış, gelirken bir sürü hediyeyle gelmiş. Onların üzerine de çalışmak lazım."

 

Şifa elini omzuna iki kez vurup kapıya doğru yürümeye başladı.

 

"Tempolu günler seni bekler kurtçuk. Çıkalım mı yola?"

 

Alparslan da son kez evin içinde dolaştırdı gözlerini sonra Şifanın peşine takıldı.

 

"Çıkalım karım. Ulan çok güzel be. Hakan'la Duhan gebertecek ama olsun karım yakıştı ağzıma. Karım!!! Karım!!! Ses versene kızım kime diyorum ben burda?"

 

Şifa şapşal hareketlerini izleyip sadece gülmekle yetindi. Ne çok güler olmuştu bu adamla. Gerçi ağladığı anları bile değişmezdi hiç bir şeye ama gülmek daha güzeldi.

 

☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️

 

Onlar yola çıkarken Yuva'ya daha yeni giren kızıl saçlı kadın sinir küpüydü. O azman kurt kızı sormadan nereye götürdüyse götürmüştü. Duhan'dan azar yemişti. Topuğu mazgala takılıp kırılmıştı ve en en en zıvanadan çıkaranı kadının biri Barbaros'un üstüne kendini atmıştı. Merkür retrosu ona tersten mi çarpıyordu neydi ki bu günü böylesi lanetli hale çeviren.

 

İçeri adım atar atmaz elindeki dünya para verdiği ayakkabıları bir yana fırlattı. Üzerindeki ince cekette aynı kaderi paylaştı. Hırslı adımları büyük salona yönelmişti.

 

Arkasından bakan iki adam ellerini kollarını nereye koyacaklarını bilemiyordu. Hakan Barbaros' a acıyan bakışlarla bakıyor cık-cıklayıp duruyordu.

 

"Büyük sıçtın, Allah taksiratını affetsin. İyi adamdın aslında, az şerefsizdin ama olsun iyi sayılırdın.

 

Barbaros ters bir bakış atıp, sakallı yüzünü kaşıdı.

 

"Kes sesini çözüm üret!"

 

Hakan Veronicanın hırsla kenara koyduğu yastığın yanına oturuşunu sonra o yastık bir kabahat işlemiş gibi öfkeyle berjere fırlatışını bir ıslıkla karşıladı.

 

"Kanserim falan de. Dördüncü evre de. Ne bileyim oğlum kalp krizi takliti yap en azından."

 

" Hâlâ yardımcı olmuyorsun puşt!"

 

"Afedersin ama Ortaçağ İngiliz ayaklarıyla üzerine abanan kadını hemen üzerinden atmak yerine, iyi misiniz, bir şeyiniz varmı demeyecektin salak! Kadın bildiğin tuzağa düşürdü, mal gibi avlandın sende."

 

Barbaros iç çekti.

 

"Gerçekten düştü sandım ne bileyim? Sikecek belamı."

 

"Gerzek herif sana yanında kadın varken başka kadını timsah parçalasa bakmayacaksın kuralını öğretmediler mi?"

 

"Kusura bakma playboy, biz senin gibi Fransa, İtalya arası yatak atlama şampiyonu değiliz. Burnum boktan kurtulup bir kadına nasıl davranılır öğrenemedim!"

 

Hakan piç bir sırıtışla adamı dinliyordu. Ne olmuştu yani kadınları seviyor ve özel ilgi gösteriyorsa? Narin yaratıklardı, ilgilenmek gerekiyordu işte. Bu mühim görevi üstlendiyse suç muydu canım?

 

"Dostum benim işlerim var, Sırbistan'a sızacağım daha. Ohoooo dert büyük yani. Sende burda üçüncü dünya savaşını falan durdur. Zarar görecek gibi olursan dalağını feda et o olmadan da yaşanıyor. Mideyi koru hacı bak biliyorum o çok acıtıyor şerefsizim."

 

Kapıdan arkasında atlı var gibi tüyen adama esefle baktı Barbaros. Satış konusunda bu adamı kullanmalıydı Birlik, sırtı yere gelmezdi ziraa. Şimdi içeri girip kızıl ejderhayı sakinleştirmeli ve sıçrayan alevlerden en az hasarla kurtulmalıydı.

 

İçerde bacak bacak üstüne atmış, tırnak kenarlarına işkence eden kadına baktı. Eline aldığı ıslak mendille adımlarını önünde durdurup diz çöktü. Yere değen ayakları kirlenmişti, sinirden bunu bile görmüyorsa gerçekten kalp krizi taklitini değerlendirmeliydi. Elindeki ojeli ayakları okşar gibi silmeye başladı.

 

Veronica milim milim her bir gözeneği sinirle dolup taşarken adamın yaptığına bakıyordu. Dilini ısırmaktan da baya hasar oluşmuştu. Çok önemli bir iş yapıyormuş gibi ayaklarını silmeye yoğunlaşan adamı tekmeleme dürtüsüyle baş etmeye çalıştı bir zaman.

 

Tanrı aşkına o Kars Kaşarı burkulma numarası çekmişti ve bu salak yemişti! Üstünden kalkana kadar da ellenmedik yer bırakmamıştı. Veronica aşırı kıskanç biriyken böyle bir durumda nasıl sukünetini koruması beklenebilirdi ki?

 

"Mavi ojeler çok yakışmış Middlemist* . Ben senin renginin kırmızı olduğunu sanıyordum ama."

 

(Genelde İngiltere'de yetişen çok nadir bulunan kırmızı bir çiçek)

 

"Ruh halime göre şekil değiştiriyorum embesil herif! Mesela şimdi tüm tırnaklarımı katran karasına boyayacağım."

 

Dikkatle topuğunda gezdirdi mendili. Bir yandan da kendini affettirmek için iknaya başladı.

 

"Bir suçum yok çiçeğim, biliyorsun. Nasıl oldu anlamadım. Refleksle düşerken tutma aptallığı yaptım."

 

Bir yandan kendini acındırıp affettirmeye çalışıyor bir yandanda ayaklarını silmeye devam ediyordu.

 

"Salak mısın Barbaros? Kadın adres sorarken dümdüz zeminde nasıl ayağını burksun aptal herif! Ayrıca sen navigasyon musun?"

 

"Kızılım ne bileyim ben böyle Bizans oyunlarını? Kadınlarla ilgilenmediğim için neler yapabileceklerini de öğrenme gereksinimi duymadım hiç."

 

Veronica alttan alta hiç bir kadına bakmadım mesajı verip onu yumuşatmaya çalıştığını anlamıyordu sanki. Neyseki işe yarıyordu da. Dudağı azıcık kıvrılır gibi oldu ama hemen yüzünü düzeltti.

 

"Tabi sen esir kamplarında, dağda, mağarada kafana çok darbe alınca hasar bana kaldı değil mi?"

 

Barbaros burdan kurtaracağını düşünüp hızla başını salladı.

 

"Kesin ondan çiçeğim, ama kadında ne yapsın gördü böyle yakışıklıyı üzerine bir atlayayım dedi galiba."

 

Barbaros sona doğru iyice sıvadığını fark edip sesini kısmıştı. Onun belasını Allah değil kendi vermişti şu saatten sonra. Göğsüne gelen tekmeyle geriye doğru düştü. Bir anda boynuna oturan kadınla hareketsiz kaldı. Bunu hak ettiği için kurtulma çabasına bile girmeden bekledi.

 

Saçlarına tırnaklarını geçirerek kavrayan kadın başını yerde tutuyordu. Burnunun dibine kadar yaklaşıp büyü yapan bir cadı gibi fısıldamaya başladı.

 

"Bir insanın en büyük düşmanı diliymiş Barbaros. Bir düşmanla yaşıyorsun! Ama ben yüce kalbimin merhametiyle hemen o düşmandan kurtarabilirim seni. Sütyenimin arasındaki çakı işimizi görür, ne dersin ağzındaki düşmanı kesip atalım mı?"

 

Barbaros zorla yutkundu. Bu tehtidi yutmak gerçekten efor istiyordu. Yapabileceğine olan inancı tamdı. Veronica'nın dişleriyle parçaladığı şah damar, şehir efsanesi gibi yayılmıştı zaten birlik içinde.

 

"Göğüslerinin arasında olmak için bir çakı olmak mı lazım Middlemist, ben bu görev için gönüllüyüm? "

 

Kadın aynı çeviklikle adamın üzerinden kalkıp zarifçe tekrar koltuğa oturdu. Bakışları özenle temizlenen ayaklarındaydı. Bir an sadece bu düşünceyi gözlerinin önüne serdi ve tuhaf bir şekilde hiç irkilmediğini fark etti. Veronica bel altı şakalar yapar, asla umursamaz görünürdü bu durumu. Ama Allah biliyor ya içten içe en azılı düşmanıydı bu mevzu. Bin yıl geçse unutmayacağı o acıyı tekrar yaşama ihtimali bile bileklerini dikine kestirirdi insana. Ama bu sefer o zehirli acı bedenini sarmamış sadece tuhaf iç gıdıklayan bir his peydah olmuştu.

 

Psikoloğunun söylediği söz şekillendi zihninde.

 

"Güven sana teslimiyetide sunar Veronica. Güvendiğin bir adamın kollarında özgür kalacaksın geçmişindeki prangadan..."

 

Barbarosun bakışlarının keskinliği ve sessizliği düğüm oluşturdu göğsüne.

 

Hiç bir şey söylemeden oturduğu gibi de kalktı. Odasına çıkmalı, duş almalı ve göz kenarlarına kırışıklık olarak dönecek olan şu sinirden kurtulmalıydı. Daha sonra yemek yemeliydi artık yoksa ölecekti açlıktan.

 

"Seninle uğraşamam, bakım yapmam sonra da biran evvel yemek yemem lazım. Bu gidişle kırk beş kiloya düşeceğim."

 

Ardından gülerek izleyen adamın bakışları sırtını delerken dik yürümek çok zordu.

 

Duştan sonra saçlarını kurutup göbeğini gözler önüne seren bir eşofman takımı geçirdi üzerine. O gerizekalı adam kimin üzerine düşmesi gerektiği ayrımını kavramalıydı. Boynuna en sevdiği parfümü de sürünce hazırdı.

Aşağı inebilir ve karnını doyurabilirdi.

 

Mutfağa girdiğinde Barbaros'un ocakta bir şeyler karıştırdığını fark etti. Koku muhteşemdi. Yaklaştığında bir tencerede kaynayan makarnaları, iki ayrı tavadaki küçük küçük parçalanmış mantar ve tavukları fark etti. Kremalı makarna fikri aşırı iştah açıcıydı. Bileğindeki tokayla hızlı bir şekilde saçlarını toplayıp ellerini yıkadı. Madem yemeği bu salak kazma yapıyordu salatayı da kendi yapabilirdi.

 

İkisi de çok sessizdi ama bir şekilde anlaşabiliyorlardı. Yıllar öncesinden kalma bir alışkanlık hâlâ varlığını koruyordu aralarında. Veronica belli etmeden ocak başında bekleyen adama baktı. O zorlu zamanlarında ürkütmemek için sesini hiç çıkarmadan dolaşan Barbaros yine yanıbaşındaydı.

 

Bir şekilde etrafında olur ama Veronicayı ürkütmekten kaçınırdı. Bir erkeğin sesi bile çıldırtırken onu aylarca sesini saklayarak onu iyileştirme sürecinde Duaya yardım etmişti. İç çekti. Çok özlemişti sessizce birbirlerinin etrafında oldukları o zamanları.

 

Marulları ince ince doğramaya öyle konsantre olmuştu ki karnına dolanan elle bir an irkildi. Teklifsizde boynuna sürtünen burun derince tenini soluyordu.

 

"Nasıl da yaşam kokuyor tenin. Kan kokusuna alışan burnumu nasıl da yoldan çıkarıyor? Kokun Bastet'i bile büyüler."

 

Dudakları kıvrılsa da bunu Barbarosa göstermedi. Ona alışmaya başladığı zamanlarda geçmiş zaman efsaneleriyle kandırırdı Veronicayı. Yakınına gelip, uzun süre kalabilmek için uzun uzun efsanelerden yardım alırdı. Şimdi daha cesurdu o zamanların toy delikanlısı.

 

"Geri bas Barbaros, elimdeki bıçağı midene geçirmeden yaylan."

 

Barbaros tekrar burnunu boynuna sürttü. Tam Veronicanın kokusunu sürdüğü kısımda dolaştı.

 

"-Cık... Olmaz! Hakan bir organımdan vazgeçmem gerekirse dalağı tavsiye etti, oraya çalış altın kürem. Benim hayati organlarımın sağlam kalması lazım. Verdiği sözleri tutacaklar."

 

Resmen yumuşuyordu şu an. Şerefsiz bildiğin kanına giriyordu. Dudakları da gülmek için baskıyı artırmıştı " Veronica bu hallere düşecek insan mıydın?" diye çığlık atası geldi. Çığlık iyiydi yoksa yeni yetme bir ergen gibi kıkırdayacaktı.

 

"Beni böyle mi kandıracaksın sümsük herif! Yemiyorum artık tatlı dilini."

 

"Aslında yiyorsun ama konumuz bu değil middilemist?"

 

Yüzünün her bir parçasını keyifle izledi adam. Çok güzeldi kadın. Altın gibi parlayan kahveleri can yakıcı bir ışıltıyı saklıyordu derinliklerinde. "Affım mümkün değil, biliyorum" diye fısıldadı kadının dudaklarına milimlik bir mesafede.

 

"Ama arsızca istiyorum Middlemist, senin şefkatinin yüceliğine sığınıyorum. Günahlarım urgan gibi boynumda, hep de taşırım. Ama yakınından uzağa yollama beni."

 

Dudaklarına da minik bir öpücük bırakmıştı yüzünü kendine döndürüp, kelimeleri tükenince.

 

Tatlı bir tebessüm vardı adamın yüzünde. Ne kadar uzun zaman olmuştu böyle huzurlu, mutlu hissetmeyeli. Aptal kafasını duvarlara vurarak parçalasa hak ediyordu. Ne çok şeyi geride bırakmıştı? En çok da yarasını kahkahasıyla saklayan bu kadına nasıl kıymıştı? Buna keşke mecbur olmasaydı. Burnunun ucuna, kaşının kenarına birer öpücük daha bıraktı. Gerisin geri çekilip ocaktaki mantar,tavuk karışımına kremasını döktü. Ardında alık alık onu izleyen kadının bilincinde keyifle bir ıslıkta kondurdu dudaklarına.

 

Keyifle yenilen yemek ve dinlenilen sessizlikten sonra Yuva'ya giriş yapıldığı bildirimiyle ikiside ayaklandı. Duhan ve Şahin istihbaratla son düzenlemelerin kontrolünde olacaktılar, Hakan ise Sırbistan'a keşife gidecekti. Şifa ve Alparslan haber verme zahmetinde bile bulunmamışlardı kendilerine. Onlarında defteri ayrı dürülürdü tabi.

 

İçeri giren ikiliyle çok da hesap kitap işlerini bekletmesi gerekmeyeceği için sevindi Veronica. İki eli belinde karşıladı onları.

 

"Kara iti anmıyorsun sadece düşünüyorsun ve çomak hazır oluyor ha!"

 

Alparslanın kolunun altına alıp, yürüdüğü Şifaya da ters bir bakış attı Veronica

 

"Kızıl cadı sürekli beni düşünmen ne hoş."

 

Veronica üstün körü, küçümseyici bir bakış attı.

 

"Nasıl düşünmem Alparslan gözüm yolda kaldı. Gelse de Duhan o çok sevdiği küfürleri üzerinde denese diye mum yakmadığım eksik bir."

 

Alparslan yuvaya yaklaştıkları andan beri Şifa onu hiç tembihlememiş gibi sırıtmaya başladı.

 

"Veronica sırf senin kalbindeki yerimi bildiğim için akrabalık ilişkilerimizi geliştiriyordum, haksızlık yapıyorsun bana."

 

Adamın cümlesi bitmeden Şifa oldukça sert bir dirsek darbesini adamın sağ boşluğuna indirmişti bile. Daha üzerinden on dakika bile geçmemişti çenesini tutması için bin laf sayalı.

 

Veronica çatık kaşlarıyla Şifaya sonra da yanında aynı çatık kaşlarla Alparslana bakan Barbarosa baktı.

 

"Ne geveliyor bu kara kunduz?"

 

Alparslan güçlü bir kahkaha daha atınca bir dirsek darbesi daha aldı.

Şifa araya girmezse Alparslan'ın ayarsız dilinin başına iş açacağını anlamıştı. Bir anda böyle bir şeyin duyulması kaos demekti. Veronica'nın onu lime lime etmesi demekti. Bunları düşündükçe alttan alta bir korku sardı. Ne ironiydi ama asıl korkması gereken dayısıyken aklına bile gelmiyordu. Veronica gibi bir seçenek varsa ortada diğerleri hep sinek ısırığı kalacaktı zaten.

 

"Boşver sen onu bilmiyor musun ayarsızın teki? Seni özledim kızıl, yarın alışverişe çıkalım mı?"

 

Veronica'nın hiç hoşuna gitmeyecek şeyler dönüyordu ortada. Şifa alışveriş teklifini asla sebepsiz yapmazdı. Gözünün seğirdiğini hissetti. Bu kurt köpeği bir haltlar karıştırmıştı ve işi onun frekanslarına dokunuyordu.

 

"Kaynak yapma minnoş sırtlan, çekil aradan da şunun ağzındaki baklayı sökeyim."

 

Şifa adama baktı uyaran gözlerle. Ama Alparslan sanki bu durumdan aşırı keyif alır gibi bir sırıtmayla kadına bakıyordu. Kesin piçlik yapacaktı.

 

"Çok ayıp Veronica oğluşun sayılırım bugüne bugün. Manevi annesisin karımın. Şifa, yavrum kaynanamla arama giriyorsun şu an ama."

 

Şifa dehşetle araladığı yeşillerini hızla Alparslana sapladı.

Bu adam geri zekalıydı! Veronica'nın önüne atmıştı resmen onu. Bunun acısını ondan almazsa adını değiştirecekti. Durum kontrolünü nasıl sağlayacağını düşündü. Korkarak Veronicaya baktı. Onun da bakışlarındaki dehşet yutkunmasına neden oldu.

 

Kimi kandırıyordu ki durum kontrolü falan hikayeydi ağzına sıçılacaktı birazdan.

 

"Bu konuyu beraber, özel konuşalım kızıl çiçeğim. Bakma sen şuna hadsiz işte! Seninle nasıl konuşması gerektiğini bilmiyor. Ama merak etme öğreteceğim ben senin karşında nasıl davranması gerektiğini."

 

Alparslan yine umursamazca kolunu omzuna dolayıp, kendinden kurtulmak için debelenen Şifayı ablukaya aldı.

 

" Şu an beni satıyorsun yavrum hemde beleşe."

 

"Kes sesini,sonra alacağım canını!" diye tısladı Şifa. Veronica çok kötü bakıyordu. Yakında ki silahları kontrol etti. İlk bir metrede iki kristal vazo, üç biblo ve oldukça değerli bir tablo vardı. Tamda tahmin ettiği gibi çevik bir hareketle vazoya atılan kadını şükürler olsun ki Barbaros belinden yakalayıp havada döndürmüş ve etkisiz hale getirmişti. Aksi gibi Alparslan da kahkaha atarak durumu daha da dibe çekmişti.

 

"Dur bir dinle bir anda oldu!"

 

Şifanın bağırarak söyledikleri Veronicayı daha da zıvanadan çıkarmıştı.

 

"Kahretsin" diye çığlık attı. Beline sıkı sıkı dolanmış Barbarosu bile umursamayacak kadar öfke esir almıştı onu.

 

"SENİ KÖPEK, HAMİLE Mİ BIRAKTIN ONU?"

 

Bağırtısı neredeyse koca yuvada yankılandı. Şifa şok olmuştu, kesinlikle böyle bir çıkarımda bulunacağını düşünmemişti. Hızla kafasını sallayıp reddediyordu ve durum daha ne kadar kötü olabilir derken daha fena bir yola giriyordu.

 

"Yok be kızıl, nerde? Ama üzülme iki kız planı kuruyorum. Büyüğün adı Veronica Gül, küçüğü ise Veronica Su.Sana verdiğim değeri kimsede göremezsin kıymetimi bil."

 

"Hayır Veronica! Bir dinle! Bak öyle değil..."

 

"İKİZ Mİ BİRDE!!!! SENİ KÖPEKLERE YEDİRECEĞİM ALPARSLAN!!!"

 

Veronica'nın kopan kayışı artık Şifa'nın zerre umurunda değildi. Parçalasındı! Elinden alırsa da Allah onu bildiği gibi yapsındı. Nikahı anlatmadan çocuk karıştırıyordu ruh hastası manyak.

 

"Duhan'ı beklemeden ben foseptiğe çevireceğim suratını iblis!"

 

Alparslan Barbaros bıraksa kendini parçalayacak kadına piç bir sırıtmayla bulaşmaya devam etti.

 

"İnsan damadına böyle yapar mı kızıl? Kayınvalidemsin sen benim. Arayı iyi tutmalıyız."

 

"Kapa çeneni Alparslan! Öyle bir şey yok Veronica!"

 

Şifanın bağırtısıyla Veronica tekrar adama atılacakken Yuva'ya izinsiz girişi bildiren uyarı geldi hepisinin üzerindeki aksesuar ve telefonlardan. Bir anda odadaki herkes dışarı yönelip kapıyı açtıklarında karşılarında gördükleri Şahin ve Umay'la kala kalmışlardı.

 

"Selam millet, misafircilik oynamaya geldim..."

 

Loading...
0%