Yeni Üyelik
11.
Bölüm

Avuçları Kan Kokan Kadın

@orenda

Dönüm noktası dediğim bölümlerden biriyle karşı karşıyayız. Düşüncelerinizi benimle paylaşmaktan çekinmeyin lütfen 🩶

 

 

 

 

 

 

 

Müzik susmuşken, herkes dans ettikleri alandan çekilirken Alparslan, kollarındaki kadının buz tutmuş gözlerine baktı. Biraz önce bir avuç kor tutuyormuş gibi hissettiren beden kaskatıydı. Yeşil gözler ona bakıyordu ama Alparslan, o gözlerin kendini görmediğine yemin edebilirdi. İrirsler odaksız ve kayıp gibiydi.

 

Şifanın burnundan dudaklarına doğru süzülen kan, Alparslan da çıldırma etkisine neden oldu. Gözleri dehşetle aralandı.

 

"Şifa güzelim ne oldu? Bak bana! Baksana perim neyin var?"

 

Şifanın tepkisizliği ellerini titretmeye başlamıştı. Ama şu an kendini toplaması ve otokontrollü davranması gerekiyordu. Etraf hâlâ kalabalıktı ve bu şekilde ortada oluşları dikkat çekiyordu. Kasılmış bedeni kendine yaslayarak hızlı adımlarla salonu terk etmeye çalıştı. Mermer sütunlara Şifanın yaslanmasını sağlayıp ceketini çıkardı ve koluyla burnundan akan kanı sildi. Kan yanağına doğru dağılmıştı ama bunu umursamadı. Ceketini Şifanın ince bedenine doladı ve hızla kucağına aldı. Şifa düşme refleksi bile göstermemişti, kolları boşlukta sallanıyordu.

 

Adımlarını sıklaştırdı, onlara dönen bakışları umursamadı bile. Dışarı çıkar çıkmaz "Araba, hemen!" diye insanın içini titreten bir sertlikte bağırdı. Önlerinde duran siyah arabanın arka kapısını açmalarını başıyla işaret etti. Şifayı boylu boyunca uzandırıp direksiyonun başına geçmişti bile.

 

İçi sıkışıyordu, kontrolünü kaybetmemrk için kendini sıksa da göğsü mengeye alınmış gibi bir darlık hissiyle boğuşuyordu. Soğuk kanlı olmalı, durum kontrolü yapmalı, oluşabilecek komplikasyonları kafasında değerlendirmeliydi aslında ama Alparslan şu an deli gibi bağırma dürtüsünü zapt etmeye çalışıyordu.

 

Sol eliyle cebinden telefonunu çıkarıp Veronica'yı aradı.

 

Bu panik ve hızla kaza yapmaması olanaksızdı, telefonla da dikkatini dağıtmamak için kulağından uzaklaştırıp sesini açtı.

 

"Kara çocuk, davette salınırken aklınıza düştüm değil mi? "

 

Kadının şu andaki dalgacı ses tonunu umursamamayı denedi. "Durum acil, Şifa! " dedi.

 

Veronica keskin sesle bir anda ciddileşti, oturduğu yerden ayaklanmıştı. Kendine asla yakışmayan buz gibi bir sesle "Durumunu hızlı özetle" dedi.

 

"Tepki vermiyor, dans sırasında burnu kanadı. Şu anda kanama yok ama refleksler sıfır, göz bebeğinde büyüme var, el parmakları kasılmış durumda. Sesli uyaranlara yanıt vermiyor" dedi.

 

"Trans" diye fısıldadı kadın. "Süreyi hesapla, ne kadar oldu."

 

Alparslan arabanın saatine göz atıp "7. Dakikadayız ve durumda hala bir değişim yok."

 

"Panik yapma bir yada iki dakika içerisinde kendine gelir muhtemelen, yuvaya getir çabuk! Arınma odasını hazırlıyorum. Dış etmenlerle alakalı değil, temporal lopla alakalı bir durum. Baş edemediği bir duygu çarpışması yaşamış, korunmaya geçmiş."

 

Alparslan cevap verme gereksinimi duymadan hızını artırıp bir an önce yuvaya gitmeyi amaçlıyordu.

 

İhtişamlı kapılar aralanır aralanmaz içeri girmiş, hızla kapısını açıp arkaya yönelmişti bile. Şifayı kucakladığı gibi koşmaya başlamıştı. Ne yere düşen ceketi ne de çalışır vaziyette, kapıları açık duran aracı umursuyordu.

 

Veronica kapıda bir sağa bir sola giderek Alparslan'ı bekliyordu. "Acele et" diye bir kükreme çıktı dudaklarından. Veronica durum bu kadar ciddi olmasa emir kipiyle kendine seslenen adamın, kaşlarına cımbızla çok estetik bir çalışma yapabilirdi.

 

Retina taramasını gerçekleştiren kadın, açılan kapının kenarına çekildi. Alparslan içeri girip sedyeye benzeyen düzeneğin üzerine Şifayı yatırdı. Gözleri artık açık değildi. Veronika kırdığı ampulü enjeksiyona doğru miktarda aktardı. Koluna turnike için lastiği bağlar bağlamaz enjeksiyonu damara sokmuştu bile.

 

Adama bakmadan "Çık dışarı,  kıyafetlerini çıkarıp kozaya yerleştireceğim" dedi.

 

Alparslan bu durumdan rahatsız olmuştu. Şifa giyinik yada değil ondan çekinmesi gerekmezdi. Üstelik bilinci bile yerinde değildi. Birilerinin sürekli olarak Şifayı ondan sakınıyor oluşu içinde bir yeri kuduz köpekler gibi çıldırtıyordu. Hepsi biran evvel onu kabullebse iyi ederdi. Çünkü Şifanın adının geçtiği hiç bir cğmle, Alparslandan bağımsız olamazdı. Veronicaya en öfkeli bakışlarını fırlattı.

 

"Nasıl yerleştireceksin kozanın içine? O yükseltiye kucağında onunla çıkıp içine yerleştiremezsin. Ayrıca o benim! Sakınman gereken en son kişi bile değilim."

 

Veronica bir yerde anlıyordu aslında Alparslanın bu tutumunu. Yıllardır beklediğine kavuştuktan sonra sınırların varlığını kabul edemiyordu. Bir yandan da Şifaya zaman kazandırmak için geri adım atmaması gerektiğini kendine tekrarlayıp duruyordu.

 

"Saçmalama istersen Alparslan. Mahremiyet diye bir şey var. Uyandığında senden utanıp kaçacak ama benim ağzıma sıçacak. Ona ihtiyacı olan zamanı vermiyorsun!"

 

"Onunla benim aramda mahrem diye bir şey yok Veronica çık şuradan, canımı sıkma benim! Zaman istiyorsa da bunu o söyleyecek siz değil! Karışmayacaksınız bana, bize! O benim! Tıpkı onun olduğum gibi, çık şimdi dışarı!"

 

Bir süre bocalayan kadın omuzlarını silkti.

 

"Bana kızarsa üzerine salacağım. Onu çıplak görme fırsatını kaçırmayacağını, bu yüzden de bana şiddet uyguladığını söyleyeceğim. Gideyim de sağımı solumu morartıyım delilim olurlar."

 

Alparslan hırlar gibi bir ses çıkardığında Veronica koşar adımlarla çıkmıştı bile. Alparslan bu kadının kafasının nasıl çalıştığını asla anlamayacaktı.

 

Ellerini kızın sırt kısmındaki fermuara götürüp açtı.Kıyafetin omuzlarını kollarından kaydırırken Şifanın onu mahvedeceğini biliyor ama buna değeceğini bildiği için kendini frenliyemiyordu.

 

Bağ çok güçlüydü ve Şifanın aksine Alpraslanın uyutulmuş bir zihni yoktu. Şifaya oranla baş etmesi çok daha güç bir hâl alıyordu aralarındaki his.

 

"Bir insan ayaklarına kadar mı böylesi güzel olur."

 

Olabildiğine gözlerini sakınarak kurmuştu bu cümleyi. Veronicaya çizdiği imajın aksine Şifa kendinde değilken çıplak bedenini röntgenlemeyecekti. Ne kadar bunun için kan akıtacak derecede delirse de.

 

Şifanın çıplak bedenini kozanın içerisine yerleştirip süreyi ayarladı ve pamuk prensesinin cam fanusa hapsoluşunu izledi. Mavi ışın kozayı kaplayınca Şifanın bedeni görünmeyecek bir hale gelmişti.

 

Adımlarını sıklaştırıp kendi için ayrılmış odaya girdi. Bedenindeki gömleği sökercesine üzerinden çıkarıp kendini duşa attı. Şifa kollarında titremeye başladığında içinde olulan paniğin sebebini bulamıyordu. Onu bu hâle neyin getirdiğini, karnını istila eden panik duygusunu neyin tetiklediğini kafasında bir yere oturtamadan öylece suyun altında rahatlamaya çalıştı.

 

İstemsiz başka şeyler de zihnini tırmalıyordu. Onu bu hale getiren kendisi miydi acaba? Nasıl bir karmaşanın içerisinde kalmıştı da korunmaya geçmişti? Eli damgasına gitti, Şifanın parmakları değdiğinde nasılda ferahlık kaplanmıştı. Şu an ise buz gibi suyun dövdüğü bedeninde alev alevdi.

 

Bütün geceyi tekrar tekrar gözünden geçiriyor ama onu tetikleyen olayı bulamıyordu. Şifa'nın kendine gelmesiyle bu durumu öğreneceğini pekala biliyordu ama içindeki sıkışmışlık hissi çok rahatsız ediciydi.

 

Uyuyamayacağını bile bile girdi buz gibi yatağa. Sekiz yıl boyunca onun için üstün bir çaba sarf ediyordu. O yeşillere dokunduğu günden beri gözleri başka göze değmemişti de. Yirmi yaşına kadar her gelen emiri sorgusuz yerine getirse de Şifa'nın varlığından başka hiçbir şey bilmiyordu. İlerde koruması gereken önemli biriydi o zamanlar Alparslan için.

 

Ona çok önemli bir görev vereceklerini, bunun için yeterli donanıma ulaşana kadar tekrar tekrar deneneceğini biliyordu ama bu görevin böylesi bir kız olduğunu hiç aklına getirmemişti.

 

Ona dokunduğu ilk andan itibaren bir daha görmesine asla izin vermemişlerdi. Ama Alparslan, Allah şahit bir gününü bile onu düşünmeden geçirmemişti. Tenine dokunan elleri sürekli arar olmuştu varlığı. Aşk diyemeyeceği kadar bağımlılık uyandıran bir histi. Özellikle her bileşen sonrası çıldırmış bir arzuyla onu istiyordu ruhu. Bileşenlerin açtığı tahribat sanki o yeşil gözlere bir kere dokunsa yok olacakmış gibi esir ediyordu kendine.

 

Neydi onu bu kadar özel kılan hiç anlamamıştı? Kadınları tanırdı Alparslan , Şifa'ya kadar bir kaçıyla da yakın münasebeti olmuştu. Ama Şifa'nın tenine teni değdiği gün her şey sıfırlanmıştı sanki. Kontrolsüz bir çekimin içerisindeydi. İlk zamanlar kabullenmesi de yoksunluğunu çektiği bedeni istiyorum diye sesli dile getirmesi de hiç kolay olmamıştı. Ama gerçekle sanrıyı karıştıracak rüyaların arasında, fırladığı yataktan onu deli gibi aradığında Duhan onu sadece izlemişti. Hiç bir açıklama yapmadan! Bu duyguların nedenini söylemeden gözlerini üzerinden çekmeyip, sadece izlemişti. Zıvanadan çıkıp ortalığı darmadağın ettiği bir gün ağzından bir kaç kelime alabilmişti sadece. Bileşenler bedeninde yer ettikçe, bağ güçlendikçe, vücudundaki bileşenler diğer yarısı için kanını çıldırtıyordu. Şifanın aksine, uyuşmamış zihni neye ihtiyacı olduğunu iliyor ve Alparslanı ona gitmesi için kırbaçlıyordu.

 

Hayatında deliksiz uyudum diyeceği ilk an yuvada geçirdiği ilkgündü. Ona yakın olan benliği, sakinleşip, Alparslanı rahat bırakmıştı ilk kez. Onu hissedebildiği her an zihnindeki uğultu duruluyor, ruhundaki pençeleri geri çekiyordu.

 

Şimdi ise istediği tek şey kebdi yaşadığı çarpışmaların hiç birini Şifa yaşamadan onu uyanışa hazırlamaktı...

 

Şifa açılmamak için direnen gözlerine, balyozla darbe almış hissi uyandıran şakaklarına söylenerek kendine gelmeye çalıştı. Kozadaydı, muhtemelen gün de ağarmıştı. Derince bir soluk aldı. Uyuşuk hislerin içerisinde bir kaç saniye zihnini berraklaştırdı.

 

Parmaklarını okutup hazneyi açtı. Gözünün önünde ki benekler görüşünü bozuyordu. "Bu sefer farklıydı" diye kendi kendine mırıldandı. Geçrekten farklıydı. Arada yaşadığı bilinç kaybının aksine bu sefer ki tüm hisler çok gerçekti. Görüşünü kaybetmişti ama onu sarmalayan, koşturarak bir yere ulaştırmaya çalışan, birilerine şiddetle bağıran adamı hissedebiliyordu.

 

Biran önce odasına çıkıp duş almak, kendine gelmek istiyordu. Sonrada Alparslan'ın ona açıklaması gerekenleri dinleyecekti. Asansörden inip banyoya ilerlerken mühendis düştü aklına. Ne yapmıştı acaba? Kontrol edememişti, bir aksaklık olduysa ve durum fark edildiyse bir daha ona ulaşamayacaklarının bilincindeydi. Adamı ortadan kaldırmak da bir seçenek değildi. Mutlaka projesinin yedekleri vardı.

 

Sıcak su üzerine dökülürken başarısız oldukları düşüncesi kurt gibi içini kemirmeye başlamıştı. Duhan'ın ona verdiği bir şeyi yerine getirememek, içerisinde sakladığı "aferin" bekleyen çocuğu hayal kırıklığına uğratacaktı. Şimdi birde dayısı olduğu gerçeği varken, hata yapmış olmak çok ağır geliyordu ona.

 

Şifa Duhan'a kırgın ve kızgın olsa da mutluydu aslında. Bir dayısı vardı. Zoruna gidiyordu bir çok şey ama kalbinin en sessiz kısmında, fısıltı denilecek bir çırpınış senin dayın demeyi bırakmıyordu. Ailesini anlatacak, yanında olacak ailen biri...

 

Giyinme odasından kendi için borda kışlık bir elbise seçti. Siyah opak çoraplar ve bileklerindeki botlarıyla aşağı inmeye hazırdı. Saçlarının dağınıklığını bu gün kaldıramayacak gibi hissetti, dağınık özensiz bir topuz yapıp çıktı.

 

Saat ona geldiği için Veronica ve Alparslan'ın nerede olabileceklerini düşündü. Adam gün içerisinde genelde evde durmuyordu. Muhtemelen şu anda da evde değildi. Özellikle dün akşamki fiyaskodan dolayı hesap vermek için çağırıldığına emindi.

 

Mutfağa girdiğinde Veronica'nın şarkı mırıldanarak kurabiye yaptığını gördü. Veronica çok fazla mutfağa girmese de bu konuda oldukça yetenekli bir kadındı. Kendi varlığını fark edince yüzünde ışıl ışıl bir gülümseme oluşmuştu.

 

"Oooooo güzellik uykusu bitmiş. Günaydın prensi delirtip geceyi kozasında geçiren prenses."

 

Şifa kadının neden böyle bir şey dediğini anlamamıştı ama altından hiç de hoş olmayan şeyler çıkacağı belliydi. Sorsa bir türlü sormasa da gönül razı gelmiyordu.

 

"Veronica, belli güne iyi başlamışsın da niye açılışı benle yapıyorsun anlamadım? "

 

Veronica kınar gibi dudaklarını vıkkatmış ve parmağını sallamıştı.

 

"Adamın kucağına çıkmak için ayılıp bayılmalar ne demek? Ağırdan sat demedim mi kendini? Göster elletme demedim mi? Şimdi kim zapt edecek yularından boşalmış kara çocuğu? "

 

Şifanın kaşları daha derin çatıldı. Sabah sabah alkol almış olamazsı değil mi?

 

"Yine ne saçmalıyorsun acaba? Bilerek mi yaptık? Hem ne alaka, niye yularından boşalıyormuş."

 

"Valla bilemeyeceğim bal porsuğum. Adam almış kucağına koştur koştur getirmiş. E o kucakta bilinçsizken kaç farklı noktana temas etti şimdi o konuya girip seni darlamayayım diyorum. Ama arınma odasında şu iki arkadaşla bizzat tanıştı, daha da iflah olmaz o çocuk. Soğuk su falan kurtarmaz diye düşünüyorum."

 

Bir yandan konuşup bir yandan kaşlarını dans ettiren kadın, inanılmaz keyif alıyordu yüzü kıpkırmızı olmuş, sinirden alnındaki damar pıt pıt attan kızı izlerken. Şifa ise söylenen her bir kelimeyle şaşkınlık ve öfke arasında kararsız öylece bakıyordu Veronicaya.

 

"Sadece şundan emin olacağım. Beni o mu soydu?"

 

Veronica oldukça soğuk ve dupduru bir sesle gelen soruyu alt dudağını ısırıp, gülnesini saklayak karşıladı. Temkinli olmak için bir adımı geriye düşmüştü.

 

"İnan çok ısrar ettim elleme mahremiyet dedim. Tanrı şahit bir baktı bana çarpılıp kalacağım sandım. Bakma yüz vermiyorum ama aşırı tırsıyorum kara kurtçuktan, zebani gibi ama haksız mıyım?"

 

Şifa saç tellerinin bile sinirden tutuşacağını düşündü. Hangisine daha çok kızıyordu karar vermemişti. Veronica'yı birazdan bin bakıma girmesi gereken bir hale getirecekti o kesindi. Ama o adama ne yapacaktı, bir türlü öfkesini dindirecek bir şey gelmiyordu aklına.

 

Utanmaz rezil, savunmasız anından yararlanmıştı. Arsızdı bir de kesin utanmadan incelemişti kesin tüm bedenini. Gözlerini kızgın mille dağlasa yine de öfkesinden gram eksilmeyeceğine emindi.

 

"Nasıl buna müsaade edersin sen? " diye mutfağı inleten bir bağrış döküldü dudaklarından.

 

Veronica bu işi çirkeflikle alt edemeyeceğini biliyordu da en az hasarla kurtarmak için kafasında tarama yaptı.

 

"Ay ne yapsaydım, kırk beş kiloluk narin bedeninle bu elli beş kiloluk kömüşü taşıyamazsın dedi adam, çok haklı geldi bana da. Bileklerim incecik benim acırlar diye korktu."

 

Şifa, Veronica konukça daha çok bileniyordu. Bedeninin o pislik serseri tarafından izlenmiş olmasını düşğndükçe hırsı artıyordu.

 

"Sen mi taşıyamayacaksın, başka yalan bulamadın mı? Ayrıca kırkbeş kilo falan değilsin Veronica!"

 

Çok abzürt bir şey söylenmiş gibi Veronicanın altın parçacıklar serpilmiş irisleri kocaman açıldı.

 

"Hiii utanmazzzzz, yalancı sırtlan! Ne demek istiyorsun sen? Şu hatların kusursuzluğuna duyduğun kıskançlığı böyle mi saklayacaksın? Hem ne olmuş azıcık memeni, kalçanı görmüşse çok da bir şey görmüş sayılmaz?"

 

Son söylediği fitili ateşleyen, savaş meşalelerini yakan cümleyle Şifa ada tezgahın üstünden kadının karşısına atlamıştı bile. Hamurlu ellerinden birini yakalayıp arkasına kıvırması, diz kapağının ardına tekme atması birkaç saniye sürmüştü. Hazırlıksız yakalanan kadın, savunma pozisyonu bile alamadan yenilgiyi tatmıştı. Toplu saçlarına dolanan parmaklar ve hafif bir zorlamayla kolunun çıkmasına neden olacak duruş işini oldukça zorlaştırıyordu. En azından suyuna giderek kurtulmayı ümit etti.

 

"Çiçeğim bu durumu iki medeni, klasmanı yüksek kadınlar gibi konuşalım mı? Hem ben anladım niye kızdığını, memen küçük dedim diye ama valla yalan. Hem bu kadar içine dert ettiğini niye demedin sen, ben halledeceğim o işi. Bir doktor var orijinal olmadığını dava açsalar kanıtlayamazlar."

 

"Devam et lütfen.Kolunu kırdığımda vicdan yapmamam için elime bir iki veri daha sun."

 

"Bu kara çocuktan sonra böyle oldun agresifsin, bir tatminsizlik ahhhhhh.."

 

"Ona da sıra gelecek, şimdi şu kızıl saçlarınla başlayalım. Bıçakla şekil vermeyi hep merak etmişimdir."

 

Veronica saçlarına kıyamazdı. Bedeninde gözleri, hatları, teninden sonra en sevdiği kısmı saçlarıydı.

 

"Yoo yoo saç olmaz ıhh olmaz o. Tanrım küçücük kız şiddet uyguluyor bana, hiç merhamet kalmamış. Şifa sakın!"

 

Şifa kolunu gevşetmese de baskıyı artırmadan bekledi.

 

"Bir daha aynı hatayı yapacak mısın? "

 

Veronicadan bir süre ses gelmediğinde baskı bir miktar artmış, kadının inlemesine neden olmuştu.

 

"Şifa, saçmalama nasıl böyle söz vereyim ben? Yapasım geliyor, nasıl engel olayım kendime?"

 

Bu kadının asla iflah olmayacağını biliyordu ama belki bir ihtimal demekten de geri duramıyordu Şifa. Yavaşça kolunu ve saçlarını bıraktı. Geri çekilip bar taburesine yerleşip ortada duran kaseden bir elma alıp ısırdı. Biraz önceki öfkesi hiç var olamış gibi kaybolmuştu.

 

"Akşama tüm yemekler senden. Ne seviyorsam eksiksiz istiyorum. Sonra da benim için bir masaj seansı ayarlayacaksın. Malum senin yüzünden oldukça gerildim."

 

Veronica hamurlu ellerini yıkayıp dağılan saçlarını toparlarken duyduklarıyla gözlerini kıstı. Sorsalar dengesiz olarak kendini gösterirlerdi. Kimse burada ki melek yüzlü şeytanı görmezdi.

 

Cevap verse ağzındaki akrepe sahip çıkamayacağını biliyordu, susmayı tercih etti.

 

Şifa "nerede o?" diye öfkesinin asıl sahibini sordu.

 

"Umut'a geçti. Mühendis projesinin tüm detaylarını göndermiş ama kendindekini imha etti mi bilmiyoruz? Sanırım adamda ki tuhaflık dikkat çekmiş. Sabah çıkarken gün yüzü görmemiş küfürler diziyordu."

 

"Kahretsin! " diye fısıldadı. Her şeyi berbat etmişti. Zamansız kilitlenmesi adamı göz önünde tutmalarını önlemişti. Adamın ilacın etkisinden çıkmadan biriyle konuşup konuşmadığını da bilmiyorlardı. Böyle bir şey gerçekleştiyse "Ona ne verildiğini bilemeseler bile mutlaka farklı bir durum olduğunu anlamış, önlem almışlardır" diye düşündü. Üstelik gönderilen projenin orijinali olduğundan da emin olamazlardı. Kim olduklarını anlamak için tuzak kurmuş olabilirlerdi.

 

Beyninin patlayacağını hissetti. Bir çuval incir berbat olmuştu.

 

Veronica'ya döndü tekrar. Bunu nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Kadının yaptığı imalar onu oldukça fazla geriyordu üstelik. Ama adama ulaşması gerekiyordu, son durum hakkında ondan bilgi alabilirdi.

 

"Bana numarası lazım" dedi konuyu evirip çevirmeden. Sesi çok katıydı.

 

Veronica Bu gün yeterince üzerine gittiğine karar vermiş olacak ki pantolonunun arka cebindeki telefonu çıkarıp Şifa'ya uzattı. Şifa, numarayı kendi telefonuna kayıt ettikten sonra geri verip hızla mutfaktan çıkmıştı.

 

Aramasının mı mesaj yazmasının mı daha uygun olacağına bir türlü karar veremiyordu. Mesajı ne zaman görüp geri dönüş alacağını bilemediği için aramayı tercih etti.

 

Çalan telefona yanıt verilmedikçe gerilmeye başladı. Aklına olmadık ihtimaller geliyor içten içe kurt gibi kemiriyordu onu. Umutta uzun süre mi duracaktı bilemeyişiyle dişini dudağına geçirip tekrar aradı.

 

"Kimsin? " diye açılan telefonla ne diyeceğini bir an şaşırmıştı. Böyle bir açılış beklememişti. Kendini toparlayıp "Ben Şifa" diyebildi. Adamın derin bir soluk aldığını duydu kız.

 

"İyisin?" Bu tek kelimelik cümle soru ve temenni barındırıyordu içerisinde.

 

"Sorun yok, iyiyim. Durum ne yada neredesin son olanları konuşmalıyız? " diye hızlı hızlı bir konuşmaya girişti. Tuhaf bir çarpıntı vardı kalbinde acaba tekrar kötü mü oluyordu bedeni?

 

"Konum yolluyorum."

 

Şifa telefonun kapanacağını düşünüp kulağından çekecekken adamın sesini tekrar duydu.

 

"Şifa yalnız gelme, çocukları arıyorum şimdi onlar bıraksın seni."

 

"Kendim gelebilirim."

 

"Biliyorum, kendin gelirsin ama sen gelene kadar ben kendime gelemem çok yorgunum, çocuklarla gel lütfen."

 

Alparslanın sesi gerçekten oldukça yorgun geliyordu. Kötü hissetti kendini. Kendi acizliği ona da zarar vermişti. İnatlaşmak istemedi, belki de yaşadığı mahcubiyet duygusu onu uysal olmaya itiyordu.

 

"Tamam" diye fısıldayıp kapattı telefonu.

 

Odasına çıkıp deri bir ceket aldı. Nisan ayını nerdeyse ortalamışlardı ama bu sene kış yakalarını bırakmak istemiyordu besbelli. Hala ürpertici bir soğuk vardı dışarıda.

 

Bahçeye çıktığında onu beklediklerini fark etti. Kimseyle göz teması kurmadan öndeki aracın arka kapısını açıp içine girdi. Yol oldukça uzun sürmüştü. Gerçi yuva şehre uzak bir araziye kurulduğu için neresi olursa olsun uzak olacaktı ona her yer.

 

Fenerbahçe deniz fenerine neden geldiklerini anlamasa da araçtan inip etrafa bakmaya başladı. Oldukça güzel bir yerdi. Şifa akşamın karanlığı, fenerin ışığı, denizin dalgasıyla muhteşem bir yer olacağına emindi.

 

Sonra bankta oturan adamı fark etti. Ağır adımlarla yanına doğru ilerledi.

 

Alparslan, kız daha yanına gelmeden onu hissetmeye başlamıştı. Bu öyle muazzam bir duyguydu ki varlığını içinde algılamak, ona ruhsal olarak bu kadar yakın olmak öylesine büyülüyordu ki arsız yanı daha fazlası için çıldırıyordu.

 

Yanına geçip oturan Şifanın o bebeksi kokusunu soludu. Denizin kokusu ve yanından esen misk tatlı bir rüya etkisi bırakıyordu teninde ve Alparslan güzel rüyalar gören o şanslı insanlardan hiç olmamıştı.

 

"Başına çok iş açtım değil mi? " diye bir fısıltı döküldü yanından. Şifanın mahçup çıkan sesiyle başını çevirip yüzünü izledi bir süre.

 

"Halledemeyeceğim bir şey yok takılma sen bunlara, nasıl hissediyorsun kendini onu söyle? "

 

"İyiyim... Bazen oluyor, hatırlamıyorum o anları o yüzden bende çok farkında değilim."

 

Aslında hatırlıyordu. Öncekilerin aksine dün gece onun neyi tetiklediğini, bir hayalin içinde her bir ayrıntıyı, hafızası nasıl tutuyor bilmiyordu ama gördüğünün hayal olmadığını da hissediyordu. Sadece bunu nasıl soracağı konusunda kararsızdı.

 

Alparslan başını onaylar gibi sallasa da yüzünde kederli bir hâl de hakimiyet sürüyordu.

 

"O halinden hoşlanmadım."

 

Şifanın dudakları kıvrıldı. Gülümsemekten uzak bir mimikti ama

dudaklarından alaycı bir kıkırtı döküldü.

 

 

 

"Dünyama hoş geldin Alparslan. Kendine ne olduğunu bile anlayamayan bu aciz kızın filmini izlemen için ön sıradan bilet kesiyorum sana."

 

Gözlerinde simsiyah bir galaksiyi taşıyan adamın irisleri saniye saniye katrana döndü. Ve bunu Şifaya olabilecek en yakın şekilde izletti.

 

Alparslan kızmıştı kendisi için böyle acımasız bir tutum sergileyen kadına. O aciz olamayacak kadar güçlü biriydi. Onun yerinde başka biri olsa her bileşenden sonra çektiği ızdırabı dindirmek için çoktan kesmişti bileklerini. O, neden bunları yaşadığını bilmeden bile göğüslemiş, altından öyle güçlü kalkmıştı ki benim diyen bir sürü erkeği cebinden çıkarırdı.

 

"Kendini aşağılayan kelimeler kullanmaya devam etki tepemin tası atsın! Sonra ön sıradan sana daha eğlenceli şeyler izletişime tanık ol hadi!!!"

 

Adamın sert çıkan sesiyle boş bulunan Şifa sıçradı. Alparslanın, ona kendinin bile asla yapmadığı değişik bir koruyuculuğu vardı. Zarar veren kim olursa olsun dişlerini derisine saplayıp parçalayacak gibi bir karalık sarıyordu gözlerini. Bunu yapan kendisi bile olsa aynı öfkeyi ona yöneltmekten çekinmiyordu. Şu andan çok bağımsız, düşünülmemiş bir soru döküldü dudaklarından.

 

"Niye böylesin Alparslan? Hiç tanımadığın bir kadına karşı çok fazla değil mi bu tavırların?"

 

Alparslanın sağına doğru yatırdığı başı, yüzünün her karışını izleyen zift karası gözleri yerinde huzursuzca kıpırdamasına neden oldu.

 

"Tanımayan sensin, ben senin her bir hücrene ilmek ilmek işledim kendimi."

 

İşte bunu anlamıyordu beklide Şifa. Nasıl bir inanmışlık varsa hayrete düşürüyordu her seferinde. On gündür hayatında olan bir adam öyle ağır laflar ediyordu ki omuzlarında tonlarca ağırlıkla kala kalıyordu.

 

"Ben anlamıyorum ki seni."

 

Adamın onu çıplak gördüğü düşüncesi, belki de kolay kolay ona uğramayan bir duyguyu hissettiriyordu kıza. Utancı... Ama şimdi ağzına alıp hesap soramıyordu. Söyleyecekkeri o kadar tahmin edilemezdi ki Şifa belki de duyacaklarını nasıl hazmedeceğini bilmediği için dün gece için ağzını açamıyordu.

 

Konuyu yoksaymak, hiç dillendirmemek gibi bir kaçış yolu seçti. Şifa kaçak oynamak istemezdi ama Alparslan onu ürkütüyordu. Sınırlarda gezmeyi seven br adamın sınırsız kelimeleri ksbul etmek istemese de ruhunda bir yeri çok ürkütüyordu.

 

 

 

Sonra aklına akşam olanlar düştü yine. Gözünün önünde canlanan o görüntü hayal değildi. Bunu nasıl açıklar bilemiyordu ama hayal değildi!

 

"Seni daha önce gördüm değil mi ben?"

 

Bir anda ağzından çıkanlarla Alparslanın gözlerinde bir kırılma yakaladı. Evet haklıydı. Yanılmıyordu!

 

Alparslan ise böyle bir soru beklemiyordu açıkçası. Olabilir miydi acaba? Şifa beynindeki kilitle savaşıp onu bulmuş olabilir miydi?

Kuş çırpınışı gibi bir çarpıntı oluştu kalbinde. Kap kara gözler milyonlarca yıldızı aynı anda misafir edip, ışıldamaya başlamıştı.

 

 

 

Alparslanda  ki gözle görülür değişiklik Şifanın sorusunun cevabıydı. Karnını saran heyecan dalgaları kendine ait değilken Alparslan aksini iddaa edemezdi.

 

Eli istemsizce adamın yüzüne gitti. Ne yaptığını azıcık düşünse yapamazdı ama bu da bir refleks gibi kontrolsüzdü. Parmakları usul usul kaşlarında göz kenarlarında alnında dolaşmaya başlamıştı. Dün gece onu esir alan görüntüyü düşünürken dudakları kıpırdamaya başladı.

 

"Daha çocuksu bir yüz, daha az çatık kaşlar ama eminim o sendin. Her yanına kan bulaşmış avuçlarıma, dudaklarını bastıran erkek sendin Alparslan."

 

Şifa dalgın bakışlarını ana odaklayıp karşısındaki ziftlere kararlılıkla baktı. Onu başka bir şeye inandıramazlardı. Şifa emindi gördüğünden. Şifa kendin inkara hazırlamışken çok daha başka bir şeyle dudakları aralandı.

 

Alparslan görenin bir daha dönüp bakacağı çok güzel bir kahkaha attı. Yüzü bayram çocukları gibi ışıl ışıldı. Kırk farklı kilitle, kırk sandığa saklasalar bile yine de onun perisi arayıp bulmuştu onu. Biraz önce Şifanın karnını saran heyecan hissi şimdi içini kavuracak bir boyutla tekrar şekillendi. Onu yerinde huzursuzca kıpırdatacak kadar şiddetliydi Alparslanın duyguları.

 

"Başka. Başka ne hatırlıyorsun? Anlat en ince ayrıntısına kadar. Rüya mı gördün? Yok! Yok dün gece sen o yüzden mi?"

 

"Başka bir şey yok ama sen dans bitince tenime değinde gözümün önünde canlandı. Hayal değil biliyorum. Nasıl biliyorum inan anlatamam ama ben o anı yaşadım biliyorum Alparslan!"

 

Bunları söylerken pembeleşen yanakları ve burnu öyle öpülesiydi ki Alparslan, kızı tekrar bir transa itmenin eşiğinde olduğunu hissetti.

 

"On dört yaşını hatırlıyor musun? Kış ayını."

 

Şifa umutsuzlukla omuzlarını silkti.

 

"Belki sana komik gelecek ama ben pek eskiyi tutamam aklımda. Gider yani. Bir serum sonrası hallerim canlanıyor eskiye dair bende, başka da bir şeyi hadi anlat desen anlatamam."

 

Alparslan başını iki yana sallayıp cebinden bir sigara paketi çıkarmıştı. Şifa onun sigara kullandığına tanık olmamıştı hiç. Parmaklarının arasına sıkışan dalı izledi. Sonra dudaklarının arasına kıstırışını, çakmağı ateşlerken içine gömülen yanakları onda uzun uzun seyredilesi kısa bir film hissi oluşturuyordu. Bir şey düşündüğü çok bariz belliydi.

 

Bir süre ikisi de sessiz sessiz deniz dalgalarını izlediler. Şifa sabırla adamın konuşmasını bekliyordu.

 

Sigarası biten adam sol elinin parmaklarıyla simsiyah saçlarını karıştırdı. Duruşunu dikleştirdi ve kıza döndü.

 

"Bunu hatırladıysan belki daha fazlasını da bulabiliriz. Sen mühürü iki yıl erken kırdın. Bulabiliriz! Hadi benim güzeller güzeli orman perim. Bul beni..."

 

Heyecan parçalarının oynaştığı gözleri harelerine saplanmış, anlık bile uzaklaşmasına izin vermiyordu. Söylediği sözlere inanışı o kadar belliydi ki Şifa ne demek istediğini çözümleyemedi

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

Alparslan hızla başını sallayıp biraz daha yaklaştı Şifaya. Olabilirdi! Şifanın bir çok raporu öngörülemez sonuçlar vermişti, buda olabilirdi. Sızıntı şeklinde de olsa beyni kaydettiklerini ona geri verirdi.

 

"On dört yaşına gitmeye konsantre ol Şifa. Aralık ayına. Apar topar alıp çıkarmışlardı seni. Uçağa bindiğini hatırlamaya çalış. Üzerinde siyah, önünde kocaman altın sarısı yıldız olan bir pijama takımı vardı. Saçların darmadağınıktı, uykudan uyandırılıp getirildiğin her halinden belliydi. Hatırlamaya çalış. Ne kadar saklanmış olsa da anıların oradalar. Ararsan bulursun güzelim. Sana yalvarıyorum bul beni Şifa."

 

Adamın söylediklerini beyninde tekrar etmeye başladı Şifa. Eğer böyle bir şey yaşandıysa mutlaka derinlerde bir yerde onu bekliyordu. Doğru yerlere bakarsa onu bulabileceğine eminindi. Ya da bu eminliği Alparslandan ona yayılan inancın etkisiydi. Öyle bir bakıyordu ve öyle bir tınıyla bul beni diyordu ki Şifa denileni yapmak için büyük bir istek dıymaya başladı. Yüzüne tutunan eller ve alnına yaslanan bir alınla gözleri istemsiz kapandı.

 

"Biliyorum... Biraz bile uğraşan olur. Sen asla beklenileni vermedin, şimdi de aynısını yapacaksın. Kilitli bir sandıktan beni bulup çıkaracaksın. Lütfen..."

 

Dudaklarına Alparslanın kelimeleri çarptıkça kalp atışları katlanarak arttı. Nasıl olduğunu bile anlamadan dediğini yapmak için zihnini arındırmaya başladı.

Gözlerini kapatıp odaklanmaya çalıştı ilk önce. Ama sadece Alparslan'ın avuçlarına değen dudakları geliyordu önüne. Ellerindeki kanın kokusunu bile hissediyordu ama daha fazlasını bulamıyordu.

 

 

 

Elleri neden kandı. O anda bir acı yoktu bedeninde. Yaralı gibi hissetmiyordu ama elleri bileklerine kadar kandı. Başkasına ait bir kan olmalıydı. Ama kime?

 

Alparslan kızın kapanmış gözlerine, kasılıp gevşeyen yüzüne, çatılan kaşlarına baktı. Uğraş verdiğini biliyordu. Üst dişleri minik beni de örterek alt dudağını kıstırmış bir halde samanlıktaki o iğneyi bulmak için çaba sarf ediyordu.

 

"Kahretsin" diye bir fısıltı döküldü dudaklarından. Hiç bir şey yoktu. Kapkalın bir duvara çarpmak gibi bir histi bu. Arandıkça duvarlar kalınlaşıp üzerine geliyor, Şifayı köşeye sıkıştırıyordu.

 

Alparslan yüzünden uzaklaşmadan tekrar fısıldadı. Baş parmağı yanaklarını okşadığının farkında bile değildi.

 

"Odaklan, benimle ilgili gördüğün o görüntüye yoğunlaş, etrafında gördüğün her hangi bir şekil bile anahtarın olabilir. Ara! Seni o ana taşıyacak mutlaka bir şey olmalı etrafında. Hadi bebeğim dene sadece."

 

Alparslan bencilce bir istekle Şifanın kontrolünü artık eline almasını istiyordu . Çünkü bir birlerine olan bağın güçlenmesi önlerindeki duvarların yıkılmasıyla gerçekleşeceğini biliyordu. Alparslanın katlanarak artan bağı, eşinin varlığını istiyordu.

 

Şifa, tekrar tekrar aynı sahneleri düşünürken bir sisin arasında dolaşır gibi gördüğü o tek görüntünün etrafında gezindi. Etrafta insanlar vardı ama yüzlerini göremiyordu Şifa. Hissettiği tek şeyin korku ve heyecan olduğunu biliyordu ama. Karşısındaki adamın ellerini ne kadar sıkı tuttuğundan da emindi. Onunda gözlerinde bir korku vardı, nedenini bilemiyordu ama. Avuçlarındaki dudaklar, gözlerinden dökülen yaşlar ve adamın ayakkabısının kenarında duran kanlı neşter. Daha fazlası yoktu işte.

Yapamıyorum diyeceği an tekrar o hayalin içine daldı. Kanlı bir neşter! Şifanın tuttuğu kanlı neşter! O neşteri ararken dağıttığı raflar! Buna nasıl cesaret ettiğini bilemeden bir teni yarıp geçen neşter ona aradığını verdi.

 

Gözlerini açıp adama baktığında yeşil gözlerinde büyük bir yangın başlamıştı bile. Kızıl damarlar yeşil hareleri sarmış bulundukları yere dar gelirmişçesine göz kapaklarını da yakmaya başlamışlardı.

 

 

8 YIL ÖNCE...

 

Genç kız bir anda odasının kapısının hızla duvara çarpmasıyla sıçramıştı uykusunda. Veronica ve yanında ki iki adam kalkmasını, acele etmesini söylüyordu ona. Veronica onda asla görmeye alışık olmadığı bir dağınık içerisindeydi. Makyaj yoktu yüzünde, saçları da savaştan çıkmış gibi darmadağınıktı.

 

Onu çekiştiren "hadi, çabuk" demenin ötesine geçmeyen kadına, iri yarı kendine korkuyla bakan iki adama odaklanmaya çalışıyordu. Kollarından bir mont geçirildiğini, ayaklarına bot giydirilmeye çalışıldığını hissediyordu.

 

Apar topar bindiği arabanın sürati onu oldukça korkutuyordu. Ama kimse onun korktuğuyla ilgileniyor gibi durmuyordu. Veronica sadece "lütfen Tanrım" diyor cümlenin devamını asla getiremiyordu.

 

Havaalanına girdiklerini, koşar adımlarla kuyruğunda güneş amblemi olan küçük bir uçağa bindirilişini izledi perdenin arkasından. Güneş amblemini biliyordu, Veronica ve Duhan'ın bileklerinde de vardı.

 

Bir kere Duhan'a "Bende bundan istiyorum"demişti. Adam ona tebessüm eden bir yüzle bakarken "Seninki için zaman var, üstelik senin damgan bilekte olmayı değil, omuzlarda taşınmayı hak ediyor" demişti.

 

En fazla üç saat sonra hızla indiklerini, siyah oldukça büyük bir araca bindirildiğini hatırlıyordu. Araçta onları bekleyen biri kadın üçü erkek dört kişi daha vardı. Ağaçlarla kaplı bir ormana girdiklerini, her yerde kocaman adamların olduğu kapının tamamının güneş amblemiyle örtüldüğü korkutucu büyüklükteki demir kapılardan geçmişlerdi.

 

Ellerini sıkan kadından gözlerini çekemiyordu. Canını acıttığının farkında değimliydi acaba? "Veronica acıyor" diye fısıldadı.

 

Kızıl kadın ne yaptığının o anda farkına varmış gibi parmaklarını gevşetmişti ama kızın elini tutmaya devam etti.

 

Karşısında ona mavi gözlerini diken adam ürkütüyordu onu. Herkes kocamandı, kendini minik bir canlı gibi hissetmekten geri duramıyordu.

 

Aracın durmasıyla onu koşturarak yönlendiriyorlardı. Çelik rengi kalın bir kapıdan girmişlerdi. Her yer çok fazla aydınlıktı, bu gözlerini acıtıyordu. Üstelik çok acıktığını da hissediyordu. Acaba yine onun boynuna acıtan o ilacı mı yapacaklardı? Bedenini bir korku sardı.

 

Ellerinin üzerindeki yaralar yeni geçmişti daha erkendi.

 

Koridor bitip de iki yana kayarak açılan kapılardan girdiğinde doktor oldukları her hallerinden belli olan insanları görünce, yine canının yanacağına emin oldu.

 

Doktorlar iki yana açılıp ortadaki sedyede yatan adamı gördüğündeyse dudaklarından bir feryat fırlamıştı. Gözleri hissettiği dehşeti ortaya sermek ister gibi irice açılmıştı.

Duhan her tarafı kanla kaplı, ellerinde ve ayaklarının büyük bir kısmında yanıklarla, ölü gibi yatıyordu. Titreten adımlarla yaklaşmaya çalıştı.

 

 

 

"Ona ne oldu? iyileştirin! Ne olur onu iyileştirin" diye Ellerini saçlarına dolamış deli gibi çekiştirirken adımları öne atsa da bilinçsizce geriye de gidiyordu.

 

Duhan onun arkadaşıydı, en sevdiğiydi. Ölmesine dayanamayacağını, bu acıyla baş edemeyeceğini düşündü. Düşündükçe de paniği aklını ve davranışlarını kontrolsüzleştirdi. Yaralı bir hayvan gibi etrafa saldırmaya, çığlıklar atmaya başlamıştı.

 

Dudaklarından "iyileşsin, ölmesin" demekten başka hiç bir şey çıkmıyordu.

 

Adamın vücuduna bağlı cihazlardan gelen sesler bedenine işkence ediyormuş gibi acı veriyordu. Kolları tutuldu. Doktorlardan biri kendine gelmesini söylüyordu.

 

 

 

"Bak bana, kendine gel. Yaraları iyileştiremiyoruz. Vurulduğu kurşun zehirli, vücudunun iyileşmesine izin vermiyor. Sen iyileştirebilirsin onu. Hadi bul lütfen yapabilirsin kızım."

 

Ne diyordu bu kadın Şifa öylece baktı. O nasıl bulacaktı, doktor olan onlardı. İyileştirecek olan da onlar olması gerekmiyor muydu? Kadının beklenti dolu gözleri gerçekten bunu ondan istediklerini anlamadına neden oldu.

 

"Hadi kızım ,yapabilirsin bak ölüyor" diye acısını katmerlemeye devam etti kollarını sıkan kadın.

 

Ne yapacağını bilemiyordu, içindeki acı çok fazlaydı üstelik. O nasıl iyileştirecekti ki? Adamın dudakları mosmordu. Vücudu öyle kötü görünüyordu ki içli içli ağlamaya başladı. Duhanı hep jilet gibi takım elbiselerin içerisinde ve pırıl pırıl görürdü Şifa. Şimdi bedenindeki tahribat midesinde çalkalanmalara neden olacak kadar fazlaydı. Yanığın kokusu içini kaldıracak kadar kötüydü. Etraftaki cihazların sesi sağır olmayı diletecek kadar uğursuzdu. Çaresizlik ile sesli ağlayışları ağır ağır hıçkırıklarla bezendi. Yalvarmaya başladığının bile farkında değildi. Adımları yaklaştı öylece yatan bedene. Elini dokunmak için kaldırsa da her yer yara bere içindeydi. Dokunamadı..

 

"Gitme, bırakma beni. Duhan ne olur? Ne yaparım sen olmazsan, iyileştir diyorlar nasıl yapacağım ben? Sen söyle ne olur, ben çok korkuyorum Duhan. Lütfen bırakma..."

 

Yanındaki herkes kızın acısını iliklerine kadar hissediyordu. Hakan ve Şahin arkadaşlarını, kardeşlerini kaybetmenin korkusuyla boğuşurken, Veronica Dua'dan sonra böyle bir kaybı daha göğüsleyemeceğini düşünüyordu.

 

Gözünün önünde çırpınan, ağlayan kız herkesin canını olduğundan daha fazla yakıyordu.

 

Şifa'nın durmadan konuşan dudakları durdu önce, sonra hareketlerinde bir donukluk, tutarsızlık baş göstermeye başladı. Burnundan akan kan Veronica'yı panikletmişti ama Şifa'nın bayılmadığını görünce çok daha farklı bir hal içerisinde olduğunu anladı. Gözlerinin rengi soluklaşmış gibiydi.

 

Dizlerinin üzerine düşen, ellerini yere yaslayan kız burnundan beyaz zemini kızıla boyayan kanını izledi bir süre. Duhan'ın cılız kalp atışlarının sesi onu uyuşturuyordu. Yere damlayan kanları izlerken de kıpırdamadı. Onu izleyenlerin varlığını tamamen aklından silmiş gibi bembeyaz seramiklerin kızıl lekelere bulanışını takip etti.

 

Ordan sonrasını sadece şakınlıkla izledi etraftakiler. Şifa hızla ayaklanıp deli gibi sağa sola hareket etmeye başlamıştı. Duhan'a beş adım uzaklıktaki tıbbi ekipmanın bulunduğu raflara yaklaştı, on sekizlik bisturiyi ve "record" tipi yirmilik enjeksiyonu eline alıp adamın yanına geldi.

 

Etrafındakiler kızın ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlamıyorlardı. Üstelik Karşılarında robot gibi hareketler sergileyen kız, onların Şifa'sına hiç benzemiyordu. Gözlerinin yeşili çok şeffaf bir renge dönüşmüştü, dudakları bir ölünün dudakları kadar mordu.

 

Şifa, üzerindeki montu hızla çıkarıp nereye attığına bakmadan fırlattı. Sargılar için kullanıldığı belli olan makası eline alıp, pijamasının göğüs kısmından büyükçe bir açıklık kesmeye başlamıştı bile.

 

Kimse ağzını açmaya, nefes almaya yeltenmiyordu. Gözlerinin önünde öyle tuhaf bir şey gerçekleşiyordu ki ses çıksa büyü bozulacak, her şey mahvolacakmış gibi geliyordu. Şifa buz gibi parmaklarını vücudunda dolaştırmaya başlamıştı. İşaret parmağı kalbinin iki parmak altında bir yere baskı yaparken bisturiyi sağ eliyle kavrayıp işaret parmağının gösterdiği noktaya bastırdı. Tenini kendi elleriyle keserken yüzünde hiçbir acı emaresi yoktu. Bisturiyi adamın yattığı yatağa bırakırken eli bu sefer enjeksiyona gitti.

 

Enjeksiyonun çelik ucunu yaranın içerisine doğru itmeye başlamıştı.Sol işaret parmağını bulunduğu yerden milim kımıldamıyor, baskıya devam ediyordu.

 

Enjeksiyonun içi kan dolmaya başlarken doktorlardan kadın olan kıza yaklaştı. Yirmilik enjeksiyona kan yerine kap kara bir sıvının dolduğunu görmek kadını çok şaşırtmıştı. Şifa aynı donuk hareketlerle bir ölü gibi yatan adama yaklaştı, ellerini yaralarının üzerinde gezdirmeye başladı. Halbuki biraz evvel dokunmaya bile cesaret edememişti. Kan her yerindeydi, nerenin yara olduğunu ayırt edemiyordu üstelik.

 

Adamın başını yana yatırıp iki parmağını tam şah damarının üzerine bastırdı.Eline tekrar enjeksiyonu almıştı.Metal uç adamın şah damarından içeri kayarken kimse ne yapmaya çalıştığına anlam veremiyordu. Kap kara balçık gibi sıvı, adamın damarından vücuduna nüfus etmeye başlamıştı. Son damlada bitince iğneyi damardan ayırdı. Gözü yatağın üzerinde ona bakan neştere takılmıştı. Eline alıp izlemeye devam etti.

 

O sırada yirmili yaşlarının başında oldukça uzun boylu bir genç kapıları zorlayarak içeri girdi. Arkası kendine dönük küçük kıza saplamıştı bakışlarını. Yavaş yavaş kıza yaklaştı.Emin olamayarak "Şifa" diye fısıldadı.

 

Sesini işiten kız yavaş yavaş ona dönüp ellerine kilitlenmiş bakışlarını, genç delikanlıyla buluşturdu.

 

Alparslan küçücük kızın gözlerindeki cennet ve cehennemin çarpışmasına ilk orda tanık oldu. Yeni yeni genç kızlığa adım attığı belli olan küçücük bedenin kıyameti her bir hücresinde nasıl yaşadığına, korkusuna, acısına ilk orda yandı. On beşinci yaşının böyle bir acıyla onu karşılaması ne kadar da kötüydü. Korkusunu iliklerine kadar hissediyordu Alparslan. Onu ilk kez görüyordu ama tüm varlığına hakimdi sanki ruhu.

 

"Ölmesin" dedi morarmış dudaklar. Elindeki neşter ayaklarının dibine düşmüştü delikanlının. Elleri titreyerek kızın kana bulanmış ellerini kavradı, yavaş yavaş yüzüne doğru kaldırıp hiç tiksinme belirtisi göstermeden avuç içlerine kordan buseler bıraktı.

 

Bir süre dudaklarını kan kokulu avuçlardan çekmemişti. Kafasını kaldırıp kızın rengini yeni yeni bulmaya başlayan irislerine dikti kara gözlerini.

 

"Çok korkuyorum, ölmesin ne olur?"

 

Alparslandan medet dilenen sesi zhninde depremlere neden oluyordu.

 

"Kurtaramaz mısın? Onu... Beni kurtaramaz mısın?"

 

Şifa hâlâ kendinde olmayan zihninin ona bahşettikleriyle kurmuştu bu cümleyi. Kim olduğunu bilmediği, ellerini neden sıkıca kavradığını idrak edemediği adamdan medet dilenecek kadar kayıptı.

Ama karşısındaki zift karası gözlere yayılan kararlılığı görecek kadar yakındı ona.

 

"Sana zarar verecek her kötülüğün önünde durur yinede izin vermem, bu ölüm bile olsa..."

 

 

 

GÜNÜMÜZ

 

 

Şifa, Belleğine oluk oluk akan görüntülerle nasıl baş edeceğini bir türlü anlayamadı. Yaralı bir hayvan gibi "Alparslan" diye feryat edebildi.

 

Alparslan nöbet geçirir gibi titreyen bedeni sımsıkı kavradı. Öyle sıkı kucaklamıştı ki onları birbirinden sökebilmek için parçalara ayırmaları gerekirdi. Kulağına sakinleştirici sözler fısıldayıp her şeyin düzeleceğine inandırmaya çalışıyordu.

 

Şifa ise yaşadığı dehşetin içinden çıkamıyordu. Aklının kabul edemeyeceği kadar büyük bir şeydi gözlerinin önüne dolan her bir kare.

 

 

 

"Bu nasıl olur? "

 

Bu soru kimseye değildi. Bir cevabı varmı bunu da bilmiyordu. Geriye çekilip bir şey desin diye karşısındaki adama baktı.

Alparslan ise kapkaranlık bir dehlizden onu çekip alan, kilitli bir zihin ile de olsa onu bulan kadına hayranlıkla bakıyordu.

 

"Sen bizim mucizemizsin perim. Sen her türlü derdin devasısın. İşte seni bu yüzden öyle iyi korumalıyım ki sana uzanacak her el benim pençelerimin tadına bakmalı."

 

Şifanın gözlerindeki kızıllık hafiflemeye başladı.

 

"Duhan ne kadar sürede iyileşti."

 

Alparslan gurur dolu bir sesle konuştu tekrar.

 

"İki gün bile sürmeden iyileşti. Tüm yaraları hızla kapandı. Birlikte ilk o zaman bayramı gördüm ben."

 

"Ne demek bu? "

 

"Projeye inanıyordu herkes ama gözleriyle tanık olmak onlar için milattı. Sen onların miladısın. Tüm çabanın gerçek kılınmış halisin."

 

Şifa dudaklarını sıkı sıkı birbirine bastırıp, iç çekti. Bu olabilir miydi?

 

"Şimdi kanım yaraları iyileştiriyor mu?"

 

Alparslan ellerini kızın yüzünde dolaştırdı, baş parmağı minik benini bir bebeği sever gibi sevdi.

 

"O kadar basit değil güzelim. Biz de ilk öyle sandık ama yapılan tahliller, bize normal bir insanın değerlerinden başka bir şey vermedi elimize. Duhan'a yaptığını defalarca izledik. Şifan vücudunda dolaşan yerini sadece senin bulabileceğin, belki de senin kontrolünde form kazanan eşsiz bir hazine."

 

Tekrar kafası karıştı Şifanın. Sadece kendi mi biliyordu bedenindeki varlığını?

 

"Bundan nasıl böyle emin olabiliyorsun?"

 

"Çünkü o sırada yanında olan doktorlardan biri, enjeksiyondakinin kan değil simsiyah, kandan daha yoğun kıvamda olduğunu söylüyor. Ama vücudun defalarca tarandı öyle bir şey bulunamadı."

 

Şifanın aklı kabullenemiyordu bir türlü. Ama gözünün önüne serilen geçmişte "bak bu gerçek" diye basbas bağırıyordu. Tamamen cevabını duymaktan korktuğu bir soru döküldü dudaklarından.

 

"Ben neyim böyle Alparslan? "

 

Alparslanın ise cevap verirken yüzünü kaplayan bir gülümsemesi peydah olmuştu. En sevdiği sorunun en gurur duyduğu cevabını verdi.

 

"Sen, kainattaki her insanın aradığı yaşam pınarısın perim. Bende o pınarın yegane koruyucusu..."

 

 

Loading...
0%