

Elindeki kahvenin kokusu aralarındaki mesafeye rağmen kendi burnuna kadar ulaşıyordu.
Kaliteli olan her şeyi sevmesinin yanı sıra nasıl yapıyor anlamadığı bir şekilde hızla da ulaşıyordu.
Moskova'da, hiçlik sayılacak bir bölgenin ortasında, böylesi bir üste boşluğu izleyen kadın, elinde geisha kahvesini yudumlarken nasıl bu kadar muhteşem görünebilirdi?
Barbaros normal bir canlının hissedemeyeceği sessizlikte ki adımlarıyla Veronicaya doğru ilerledi.
Normalde kullandığı topukluları olmadığında yanında ne kadar minyon kaldığını unutmuştu. Şimdi çenesine anca gelen başının üzerine dudaklarını bastırdığında neler olacağını bilir gibi kolu beline dolanmış, sol eli de kahve kupasına uzanıp dökülmesini engellemişti.
"Sakinleş, benim..."
Sesi bir fısıltı gibi çıktı dudaklarından. Veronica saniyeler içerisinde aldığı konumu tam olarak idrak edememişti bile. Sadece tehlikeye refleks gösteren sol ayağı tehditi önlemek için saldırı pozisyonu almıştı. Bacaklarının arasına topuğunu geçirmeyi de Barbarosun fısıltısı önledi.
Barbaros bunu da biliyormuş gibi yüzünü dağınıkça topladığı kızıl saçlarının arasına gömerek kısık bir kahkaha attı.
"İlk saldırı hamlen düşmanı acıdan bayıltmak mı midilemist?"
Veronica kupasını kavrayan elini örtmüş, büyük ele bakarken gözleri yerde dolaştı.
"Sen bir de kahvem dökülünce gör beni Barbaros. Vazektomini tırnaklarımla gerçekleştirirdim."
Sakin bir ses tonuyla aldığı tehdite karşı tepkisi tekrar gülmek oldu Barbarosun. Hâlâ kupa ve eli arasında kalmış parmaklarda kendi parmaklarını kıpırdatıp, kupayı kendine doğru çekti. Bir yudum aldığı kahvenin tadını hissetmek ister gibi gözleri kapanmıştı.
"Çok taze... Yeni öğütülmüş. Mükemmel bir demlenme sürecinden geçmiş."
Bir yudum daha aldı. Kokusundaki aromanın tadını çıkarmak ister gibi de derince soludu.
"Burda mükemmel bir misafirlik süreci yaşatıyorlar bana. Kraliçe bu kadar özeni en son düğününde görmüş olmalı."
"Birliğin kızıl tilkisine kıymet vermeleri gerekiyor değil mi?"
Veronica tatlı bir kıkırtı ile Barbarosun yüzünü görebileceği şekilde ona döndü. Altın parıltıların saklı olduğu gözleri eğlenen ışıltıyla Barbarosu izlerken bir yudum aldı kahvesinden.
"Yalnız uyandım. Üstte değildin?"
Barbaros boynuna düşmüş kızıl bir bukleyi kulağının ardına yerleştirirken iç çeker gibi bir nefes aldı. Parmaklarının arasında bir tel kalmıştı. Gözleri iti na ile o tek teli okşuyordu.
"Ülke dışında bir görüşme yapmam gerekiyordu. İşimi bitirip sana döndüm."
Tatmin edici bir cevap olduğu için Veronica üstelemedi. İşinin ne olduğunu zaten sorma gafletine düşmezdi. Barbarosun yüzünü izledi sadece. Parmaklarının arsındaki saç teline dikkatle bakışını yadırgasa da ses etmedi. Sonra toprak rengi gözlerin yüzüne çevrildiğinin, santim santim izlendiğinin bilinciyle duruşunu biraz daha dik bir konuma taşıdı. Bu bakışı biliyordu. Dudağında kırık bir tebessüm filizlendi.
"Gitmen gerekiyor..."
Fısıltıdan bir tık yüksekti sesi. Saklı bir korku da vardı içinde. Barbaros yüzünde dolaşan gözlerini en sonunda harelerine değdirdi.
"Gitmem gerekiyor..."
Sonu belirsiz kurulmuş bu cümlede ne zaman dönerim belli değil gizliydi. Döner miyim bilmiyorum saklıydı. Ve bekleyecek misin diyememe korkusu örtülmüştü üzerine.
Veronica her bir harfe sırlanmış hisleri okuyabiliyordu artık. Pişmişti Veronica. Söylenmeyen, söylenmek istenip de dudaklardan çıkmayan her cümleyi duymadan duyar olmuştu.
"Dün yoktu bu ifade yüzünde. Yeni haber gelmiş."
Barbaros tekrar onaylar gibi başını salladı.
"Birini arıyorum, sanırım ona giden yolu kim açacak buldum."
"Bizden biri mi?"
"Evet bizden biri."
"Tanıyor muyum?"
Barbaros başını iki yana salladı sadece.
"Peki Şifa?"
"En çok da onun için gitmem gerekiyor."
Barbarosun tek düze konuşmasını bu cümle kırdı. Veronica ordaki titreşimi hissetti.
"Bir şey olmuş!"
Barbaros bakmanın ötesine gitmedi. Ağzının mührünü kıracak bir güç yoktu. Gerçi Veronica için de şu noktada sesli bir duyuru gereksizdi. Gözleri korkuyla aralandı.
"Öğrendiler! Onun kim olduğunu biliyorlar değil mi?"
"Veronica..."
Veronica kollarından çıkacak gibi olduğunda Barbaros tek kolunu daha da sıkıştırdı.
"Sen izin vermezsin! Kimse ona yaklaşamaz. Yaklaşamazlar Şifaya değil mi?"
"Ona zarar gelmesine müsaade edilmeyecek."
"O yüzden gitmen gerekiyor. Şifa için..."
"Her şey onun için."
Veronicanın korkuyla irileşen gözleri Barbarosun ağzından dökülen yemin cümlesiyle kısıldı, keskinleşti.
"Ne yapılması gerekiyorsa Barbaros. Onun güvende tutacak ne lazımsa yap! Ona zarar vermelerine izin verme sakın!"
"Öyle olacak midilemist. İyi ve güvende olmasını sağlayacak ne lazımsa yapılacak."
Gözleri ağırca kapanıp açıldı. Tüm kalbiyle inanıyordu buna. Barbaros hiç bir cümleyi öylesine söylemezdi. Ne yapılması gerekiyorsa yapar, onun küçük bebeğine dokunmak isteyenleri uzak tutardı. İçindeki güven hissi kasılmış bedeninin hızla çözülmesine neden oldu. Yüzünde kademe kademe artan, temiz bir gülümseme yeşerdi.
"Döndüğünde bir tatil planım olacak. Mısırı görmek istiyorum. Bana tur rehberliği görevini üstleneceksin."
Ve Barbaros da geçen yıllarda görünmeyeni görecek gözler edinmişti. Dünyayı izlemek onu bambaşka biri yapmıştı. Ona duyduğu güven, sevgi başka bir anda aklını oynattıracak gerçeği gerisinde bırakmasını sağlıyordu. Gelecek planları yaparak hayal kurmaları için ihtimaller oluşturuyordu.
Dikkatle Veronicanın yarım bıraktığı kahveyi ellerinden alıp, yere bıraktı. Tekrar doğrulup, ona en yakın olabileceği kadar yaklaştı.
Biraz önce saçlarını kulak ardı ederken parmaklarına dolanmış tek tel kızıl saç hâlâ elindeydi. Gözü kızıl telde dolaştı. Bir adım geriye çekildiğinde Veronicanın sol elini kavrayıp, parmak uçlarını usulca öpmüştü.
Parmaklarının arasında duran tek teli önemli bir görevi icra eder gibi bir ihtimamla Veronicanın parmağına dolamaya başladı.
Veronica dikkatle ne yaptığını izliyordu. Uzun saç teli parmağına dolandıkça kızıl, ince bir yüzüğü anımsatmaya başladı. Dudakları aralandığında Barbaros da dikkatle yaptığı işten gözlerini ayırıp Veronicaya baktı.
"Evlen benimle..."
Çok az şey onu şaşkınlık hissini yaşatırdı. Çok az şey dehşet seviyesinde mutlu eder ya da çok az şey delice üzerdi.
Şu an parmağına kendi saç telinden yapılmış bir yüzük bırakan adamın dudaklarından çıkan iki kelime nutkunun tutulmasını sağlayan o çok az şeyden biriydi.
"Ne?"
Sessizce şaşkınlığını yansıtan bir soru çıkabildi iki dudağının arasından.
"Binlerce yüzüm oldu. Binlerce adım, yaşım, dilim oldu Veronica. Bana ait olmayan benimle bütünleşen yüzlerce kimlik taşıdım. Barbaros Seçkine ait olan asıl kimlik bir hiç olarak yirmi dört yıl öncesinde kaldı. Tıpkı Veronica Miller gibi var ama yokluğun içinde."
Veronica nefes bile almadan karşısındaki adamı dinliyordu. Duydukları gerçekten algıladığı şeyler mi emin de olamayışı ağzını açma cesaretini kırıyordu.
"Evlenelim. Hayatımızın hiç bir yerinde var olmayacak o iki kimliği bir kez olsun kendimize ait kılalım. Karım ol Veronica."
Barbaros buraya gelirken hiç aklında olmayan bir şeyi dile döktü. Belki bir kaç saniye öncesinde bile evlilik gibi bir fikri yoktu. Ama sessiz bir çığlıkla dönüşüne dair ip uçları isteyen bu kadına çok aşıktı. Veronicanın ihtiyacı olduğu kadar Barbaros da dönmek, döndüğünde sevgiyle kucaklanmak istiyordu. Zaman aktıkça ihtiyacı olan tek şeyin böylesi bir bağ olduğu daha çok önem arz etmeye başladı. Dünyanın farklı farklı yerlerinde olsalarda somut bir bağın gücü ikisininde kalbini güvende tutacaktı. Biri dönecek mi diye teleşlanmayacak diğeri döndüğümde istemezse beni korkusuyla yanmayacaktı.
Veronica ise elini tutan ele doğru eğdi başını. Kızıl saç teli yüzük parmağında öylece bekliyordu. Barbarosun parmaklarının arasından kendi parmağına dolanışını görmese kendine ait olmadığına yemin ederdi. İncecik bir halkayı andıran saç teli öyle parlak, öyle güçlü görünüyordu ki.
Çok iyi bakardı saçlarına Veronica. Özenle tarar, en doğal içeriklerle temizler, ihtiyacı olan vitaminlerden maskelerle beslerdi. Hiç bir zaman bu kadar parlak olduğunu görmemişti. Kopmuş bir saç teli böylesi güzel ışıldar mı, ışıldıyordu işte. Bir tokanın ardında toplanmak yerine parmağına dolanmak istiyormuş meğerse. Tüm ışıltısını Veronicaya göstermek için saç teli olmak yerine yüzük olmayı bekliyormuş.
Hiç hayal kurmamıştı Veronica. Evlilik kelimesini ağzına bile almamıştı. İhtimali olmayanın düşünü kuracak aptallığı kendine yakıştıramazdı. Gözlerinin ışıltısı arttı. Altın parçacıklar parıl parıl parladı. Parmağında duran saç telinden gözlerini ayırıp nefessizce cevabını bekleyen adama baktı. Yüzünün yarısını kaplayan gülümseme, göz kenarlarında iki küçük çizgi oluşturmuştu.
"Evlenirim... Evlenirim tabiki. Evlenirim seninle. Hemen mi? Yani hemen mi evleneyim?"
Sesi istediğinden de tiz çıktı. Halbuki bir lütfu bahşeder gibi söyleyecekti tek kelimelik onayını. Genç kız sevincini saklı tutacak, hanımefendiliğini bozmayacaktı. Belki küstahça madem çok istiyorsun evlenebilirim diyecekti. Böyle bir coşkuyla konuşup sıkıca boynuna dolanmayacaktı.
Barbarosun kendine sarılışı, boynuna soktuğu kafası yüzünde boğuk duyulan kıkırtısı kalbindeki heyecanı bozmadı. Olduğu yerde zıplar gibi kıvranıp daha sıkı sarıldı. Kendinin bile fark etmediği şekilde sürekli evlenirim diyordu.
Veronica döndüğünde burda olurum, seni beklerim demek yerine tatil planı sürmüştü aralarına. Barbaros ise tarihin en eski ve en güçlü bağıyla bağlanmayı teklif etmişti. Geleneksel olan her şeyi yargılayan Veronica, evlilik kelimesiyle tüm gelenekselliği bağrına basmıştı.
****************
Günler önce zehiri nasıl kullanacağımızı özel bir görüşmeyle tüm ülke liderlerine ayrıntılı olarak anlatmıştım. Hepsi şok olmuş, gerçekliğini sorgulamış, bir süre tek kelam edemeyecek halde kala kalmışlardı. İtina ile Nezih Bey ve ekibi bu görüşmeden uzak tutulmuştu. Barbaros, Papa'ya gönderilecek serum için yola çıkmak üzereydi.
Ben şifa ve zehiri bir biriyle buluşturur buluşturmaz...
Bu süreçte güzel diye adlandıracağım tek şey Barbarosun, Veronicaya yaptığı beklenmedik evlilik teklifiydi. Bana anlatırken o yerinde duramayan sevinci, gözlerinin ışıltısı çok güzeldi. Kontrolsüz mutluluğunun arasında durup durup sarılmıştı. Veronicayı evlilik kelimesinin bu kadar mutlu edeceğine asla inanmazdım. Kabına sığmayan neşesini benimle paylaşıyor olmasa tuhaf bile bulurdum. Çok konuştuğu bir konu değildi ama iki insanın birbirine bağlı olması için imzaya ihtiyaç duymalarını geçen yüzyıl olgusu olarak nitelendirirdi. Şimdi ise bin yıldır bunu bekliyormuş gibi kanatlanıp uçacak haldeydi. Zamanı belirsiz evlilik fikri ona bunu yapıyorsa, yaşıyor olduğunu görmek için bende sabırsızlanıyordum.
Moskova'dan hızlı bir dönüş yapmıştık. Nezih Bey'in bu duruma oldukça üzüldüğünü herkes farketmişti tabiki. Adam açık açık her anımda yanımda olmak istediğini, devânın her aşamasının takipçisi olması gerektiğini söylemişti. Bense ilerde ona tekrar ihtiyaç duyacağımı ve Moskova da görevinin başında hazır beklemesi gerektiğini rica etmiştim.
Bize deva ile ilgili bahsettiği ihtimal o kadar büyük bir hayali sırtlıyordu ki kendi isteğimle devamdan bir parça koparıp ona vermiştim. Eğer haklıysa! Eğer gerçekten devayı istediği forma sokabilirse insanların hayatından adını duymaya korktukları hastalıkları söküp alabilecektik. İlaç sektörüne bağımlı kılmak istenilen insan ırkını, yaşam döngüsünü bozmadan sağlıkla hayatta tutabilecektik.
Türkiye'ye adımımı attığımda kokusunun bile başka olduğunu fark ettim. Gerçekten doğduğu, büyüdüğü toprakların bir zamandan sonra bağımlısı oluyordu insan. Ne kadar yuvaya dönmeyi ve ailemle huzuru hissettiğim anlar geçirmeyi istesem de Barbaros'u bir an önce göndermemiz gerekiyordu.
Umut'a geçip bir süre dinlendik. Alparslan emin olmadığımız o adımı atmakta tereddüt etse de ben oldukça nettim. Kendime olacakları sıraladığımda kafamın içerisindeki uğultunun susması bile yetmişti verdiğim kararın doğruluğundan.
Uzun zamandır arınma odasında bedenimi dinlendirmediğimden uyku hali ve yorgunluk beni tüketiyordu. Bu yüzden bedenimdeki radyasyonu, doğallığını yitirmiş gıdaların organlarıma saldığı zehiri atmak için dört saatlik bir uykuya yattım. Devâmı etkileyecek hiçbir zararlı hücrenin bedenimde yer edinmesine izin veremezdik.
Cam haznenin kapağı yana doğru kayıp açıldığında öyle hafiflemiş ve temiz hissediyordum ki kendimi. Bu his bulutların üstünde yürümeye eş değerdi.
Sonra kalbimin ritmini değiştirecek bir şey hissettim. Devamı çılgına çeviren, karnımın altında bir girdap gibi dolaşmasına neden olan bu hissi durdurmak için derin derin soluklar aldım. Elim göğsümde bir süre soluklanıp o hissin geldiği gibi kaybolmasını bekledi dingin bedenim.
Sadece bilinç altımın oyunu! Bu sadece bir yanılsama...
Elim bağrımda titrerken bir an hareket edecek oldu ama kendime engel olmayı başardım. Bu bir yanılsama!
Zihnimi sakinleştirmeye ve yok saymaya çalışıp çıplaklığımı örtecek bornozu üzerime geçirdim. Kapıdan çıktığım an duvara sırtını vermiş, bir bacağını kendine çekip diğerini uzatmış olarak oturan Alparslan'ı gördüm. Beni fark ettiği an aheste aheste ayaklandı. Yanıma gelip saçlarımın dibine küçük bir öpücük bıraktı.
Yüzü biraz solgundu. Bedeninde kendine yer edinen zehire alışması için zaman gerekiyordu. Üstelik damarlarındaki tüm kan boşalmış ve geri vücuduna nakledilmişti. Normal bir insanın haftalarca kendine gelemeyeceği, ağır bir durum yaşamışken hiç dinlenmeden ülke değiştiriyorduk.
"Çok yorgun görünüyorsun."
"Felaket yorgunum ama uyuyamıyorum da."
"Hâlâ bedenin çok bitkin. Sancı yapıyor mu?"
"Ateşi beni zorluyor, hasta gibi hissetmeme neden oluyor."
"Zamanla geçecek. Geçmek zorunda."
"Umarım peri, hiç hoşlanmadım şu halimden. Baksana bornozlasın, içinde bir şey yok ve ben hâlâ seni yatağa atmadım. Çaptan düşürdü bu şerefsiz beni."
Yüzündeki ciddiyet bunu gerçekten dert ettiğine işaretti. İstemsiz kıkırdadım.
"Ahlaksız diline gücü yetmemiş ama. Yürü yemek yiyelim, bayılmak üzereyim açlıktan."
Yemeğimizi geçen seferlerde yediğimiz alanda yemedik. Gökay Turan kimsenin burada olduğumuzu bilmesini istemediği için Umutta bulunan kimseyle karşı karşıya gelmiyorduk. Odamıza Zuhur'un getirdiği tepsi sayesinde açlığımızı dindirdik. Gece saatlerinde Umutta yer alan laboratuvar ve sağlık hizmeti sunan binaya geçtik.
Barbaros ve Duhan hemen çantayı alıp gitmek için hazır bekliyorlardı. Steril bir alana geçtiğimizde transfer sırasında devâ ya da zehirin zarar görmesini engelleyecek krom ve cam malzemeden üretilmiş enjektörler sıra sıra dizilmişti. Papa'ya ulaşmasında korunak olacak çanta da özel bir kilit sistemiyle üretilmişti.
Bir zamanlar Prag da bulunan klinikte, görev alan ama uyanışımla Umuta taşınan ekip de yanımızdaydı. Alparslan'ın üzerindeki triko kazağı çıkarıp zehirin koza yaptığı bölgeyi steril hale getirdiler.
Transferler için kullanılacak enjektörden birini eline alan doktor giriş olarak işaretin ürerine iğneyi yasladı ve yavaş yavaş ilerledi. Alparslan'ın yüzünde mimik yoktu ama o kalın iğnenin uzunluğu bile acıtacağına emin olmamı sağlıyordu.
"Dur şimdi."
Alparslanın tıslamayı andıran sesiyle doktor yüzüne baktı.
"Bir kaç saniye ver bana."
Derin derin bir kaç soluktan sonra onu dikkatle izleyen gözlerimden bakışlarını ayırmadı.
"Al onu."
Alparslanın direktifiyle doktor başını onaylar gibi salladı. Yavaş yavaş hazne su kadar şeffaf bir sıvıyla doldu. İstemsiz kaşlarım çatıldı. Devâm gibi onunda katran kadar kara olacağını düşünmüştüm ben halbuki. Adına zehir dediğimiz sıvı olabildiğine berraktı. Hazne dolup, iğneyi etinden ayırdıklarında Alparslan'ın sendelediğini ve dengesini kuramayıp gerisin geriye devrildiğini gördüm saniyeler içinde.
Ona atılıp, tutunamamıştım bile. Hızla yanına çöküp baktığımda esmer teninin beyazladığını ve dudaklarının mora çalan bir renge boyandığını fark ettim.
"Neyin var? Alparslan bak bana, iyi misin?"
Ben soru sorarken yanımızdaki görevlilerden biri tansiyon ölçümünü yapıyordu.
"Sekize beş! Oldukça düşük."
Alparslan başını şiddetle iki yana sallayıp, gözlerini hızlı hızlı açıp kapattı.
"Hassiktir! Buda aşık oldu bana peri. Ayrılmak istemiyor şerefsiz."
Bedenini yoruyordu. Onu güçsüzleştirip, zarar veriyordu. Burnumun direği sızladı. Ya zehire alışamazsa diyen ses içime kor ateşler düşürmüştü.
"İyi misin Alparslan? Bir şey yapın! Onu iyi hissettirecek bir şey bulun!"
Ben telaşla etrafımızdakilere seslenirken elimi daha sıkı kavradı.
"Panik yapma iyiyim, gözüm karardı sadece. Şu an daha iyi. Uyum sağlıyor eksilene."
Alparslanın dediği gibi zehir hareket etmiyordu ama vücudunda yaşıyordu. Zaman geçtikçe, vücut bütünlüğüne alıştıkça onu hissetme oranı yükselmişti.
Biraz kendine gelmeye başladı. Rengi geri döndü, bakışlarında solmuş ışık parladı ve ben derin bir nefes aldım.
"İyiyim şu an, öyle bakıp durma peri."
"Nasıl bakıyorum ki?"
"Ağlayacak gibi..."
Bir şey söylemedim, ağzımı açsam dediğini yapacaktım çünkü. Ona bir şey olur korkusuyla, aklımı yitirme eşiğinde dolaşıp duruyordum.
"Hadi peri, uzun süre açıkta kalamadığını söyledi deli profesör."
Haklıydı... Zehir kozasında uzakta çok uzun süre canlı kalamıyordu. Kendine yeni bir koza bulmadan yaşaması imkansızdı.
Daha fazla zaman kaybetmeden görevli olan doktorun elindeki enjektörü aldım. Bakışlarını biran bile üzerimden çekmiyordu. Enjektörün yarısına kadar dolmuş olan şeffaf sıvıya baktım. Çok masum görünüyordu, ne yanıltıcı ama.
Kazağımı, göbeğimi açıkta bırakacak kadar araladım. Elimdeki enjektörü göbek deliğimin dört santim altında uyuyan devâmın içine doğru yavaşça itmeye başladım. Kalın iğne ucu etimi delip geçerken dişlerimi sıkmama neden olacak bir acı bırakıyordu. İğnenin ucunu onun içinde hissettiğimde durdum ve kendimi hazırlamak için derin bir nefes aldım.
Yavaş yavaş baş parmağımla sıvının içime karışmasını sağladım. Durgun uykusundan yeni uyanan devam , içine sızan zehirle çıldırdı. Kasıklarıma kadar sızılar yollayan şiddetli bir dönme başladı. Ve her akan damla ile şiddeti artan bir yanma hissettim. Dişlerimi dudaklarıma geçirsem bile iniltimi tutamamıştım. Karnımın içerisine lav damlatıyordum sanki. Sıvının tamamını bitirdiğimde beni izleyen gözleri düşünemeyecek kadar acı ile kıvranıyordum. Dizlerim tutmayınca elimdeki enjektör mermer zemine düşerek parçalandı ve ben ayaklarımın gücünün çekilmesiyle dizlerimin üzerine yığıldım. Dudaklarımdan fırlayan iniltiyi engelleyemedim. Biraz önce halsizlikten rengi solan o değilmiş gibi oturduğu yerden fırladı ve yere kendini attı. Dizlerimin üzerinde yüz üstü düşecekken onun göğsüne yapıştım.
"Neyin var? Çabuk buraya gelin ne sikime izliyordunuz onu?"
Şu an hissettiğim acıyı tanıyordum ben. Denizin kaç kat dibinde onun atan kalbini kaybettiğimde hissettiğim sancıyla aynıydı. Uyanışla başlayan yakıcı acı şimdi yine karnımda beni kavuruyordu. İçine aldığı zehiri sevmemiş, hatta nefret etmişti. Derin derin soluklar alarak acının hafiflemesini bekledim.
Müdahale etmek için beni sedyeye almak istediklerinde elimle durdurdum. Yanma azalmaya başlamıştı. Zehir kendi miktarınca devadan bir parça koparıp kendi kozasını tekrar oluşturmak için ayrıldığında sızı soğumaya başladı. Alnım göğsünde biraz daha soluklandığımda acının yavaş yavaş kıyılarımdan çekilişini bekliyordum.
"Korkma, hafifliyor."
Bir şey demedi. Ama başımın üzerine yasladığı çenesinin kaskatı kesilişinden ne kadar kendini sıktığını anlayabiliyordum. Acı kaybolmasa da biraz daha iyiydi.
"Başlıyor Alparslan..."
Dilimden dökülen cümlelerle sırtımdaki kolu sıklaştı ve beni biraz daha kendine yasladı. Zehirin Devâmdan kopardığı bir parçanın içerisine yerleşişini ve o parçanın ayrılarak göğüs kafesimin tam ortasına konuşlanmasını bekledim.
Kendini saklayacağı kozayı devanın içerisinden çekip almış, ondan uzaklaşacağı bir nokta belirlemişti. Vücudumdan ayrıldığında hücrelerin canlı kalmasını sağlayacak koza devanın gücüyle mümkün kılınıyordu.
Sakinleşen nabzımla, Alparslan da gevşedi.
"Bitti mi bebeğim?"
Derince bir nefes aldım. İki göğsümün ortasına yerleşmiş ve uykuya çekilmiş gibi sessizce varlığını hissettiren hücrelere dokunacakmış gibi parmaklarım onu okşadı.
"Bitti Alparslan."
Biraz daha solukandım. Artık acı hissetmiyordum ama devamdan zehire feda ettiğim parçam için hüznümü engelleyemiyordum.
"Bitti... Bir parçamı koparıp gideceği yer için hazırda bekliyor."
Alparslan kaşımı, yanağımı, alnımın ortasını öptü. İçimdeki hüznü hissetmiş olsa gerek ki kollarıyla daha sıkı kavradı bedenimi.
"Güçlü kızım benim. Gücüyle gözümü kamaştıran, daha üstü yok bunun derken daha da kendine aşık eden yaşam pınarım."
************************
Hiç ağırlığım yok gibi beni alıp odamıza taşıdı. Değişimden kaynaklı ateşim yükselmişti. Kıyafetlerimi çıkarıp uzanmama yardım etti. Alnımda ıslak bir bez ile bekledi. Saçlarımı, ellerimi, gözlerimi sevdi. Genzimi yakan şefkatiyle kalakaldım. Sonra yine o yanılsama yokladı beni. Gerçekse diye tereddüt ettiğim hissin doğruluğu korkutuyordu kalbimi.
Dudaklarımı açıp söylemek istedim ama söyleyemedim. Bu kadar yakınken aklını karıştırmayı, onu darmadağın etmeyi göze alamadım. Ben dağılmaya çok yakındım, ona kıyamadım.
Gözümden kopup boynuma aşağı akan yaşı o fark etmeden sildim.
Doktor bize ip uçlarıyla dolu bir günlük bırakmıştı. Devâ sahibinin koynunda uyuyacak bir zehir ve o devânın, zehirle yalnız kalışında hayatta kalmasını sağlamak için bedenimde kalacak parçası.
Ne zaman ki işler tersine döndüğünde göğüs kafesimin içindeki devâ ve zehirin ardında bıraktığı kozayı içimden çeker alırsam devâm gittiği yerde zehire daha fazla direnemeyecekti. Zehir kendine koza oluştururken bedenden ayrıldığı andan itibaren hayatta kalışını böyle sağlıyordu. Ardında bıraktığı koza hücreleri canlı tutmaya yetiyordu. Ama bu devam için geçerli değildi. O gücünü kaybettiği anda görüntüsünün berraklığına aldanmamamız gereken zehir, devânın gücünü parçalayıp transfer sahibinin tüm organlarına yayılacak ve parçalanarak çürümelerine neden olacaktı.
Devam ölümsüz değildi. Zehirin baskın geldiği an yok olup gitmeye mahkumdu. Bu kadar karmaşanın içerisinde tek mutlu hissettiren şey ise zehirin deva gibi bir bedenle güçlü bağı yoktu. Zaman bize böyle bir şeyi getirirse Alparslanın vücudundan onu çekip alabilir, zerresini dahi bırakmayabilirdik. Ama ben devasız hayatta kalamazdım. Gerçi ondan vazgeçebilmem de imkansızdı. Onunla olan bağım tıpkı Alparslanla olan bağ kadar kuvvetliydi.
Kendimi daha iyi hissettiğim zaman benden bekleneni onlara vermek için kalkmış ve bizim için hazırlanan enjektörlerden diğerini göğüs kafesimin altındaki devâ ve gizlenmiş düşmana daldırmıştım. Çekip aldığım sıvı balçık kadar karaydı. Zehir şeffaflığını kaybetmiş, günü gelene kadar devâya uyum sağlamıştı. Benden uzakta hayatta kalmalarını sağlayan koza ise olduğu yerde bir seğirti hissiyle varlığını koruyordu.
Çantaya yerleştirilip, kilit sistemi aktif edilen enjektör Duhan ve Barbaros'un önderliğinde yola çıktı. Onlarla beraber Alparslan da acil Umuttan ayrıldı. Bana söylediği tek şey, küçük bir işi halledip döneceği olmuştu.
Gidişlerinin üçüncü gününde medyaya son dakika haberleri düştü. Irak'ın güneyinde teröristler tarafından kurulan mühimmat ve eğitim kampı olarak kullanılan alan tespit edilmiş ve NATO üyesi ülkelerin aldığı ortak kararla Türkiye, sınır güvenliğini tehdit edecek kampa sınır ötesi bir harekat düzenlemişti.
Aylar önce Alparslan'ın dudaklarından dökülen kelimeler hafızamda canlandı. Spikerin sesi ve Alparslan'ın hırs ile sarf ettiği cümlelerin hatıraları tüylerimi ürpertmişti.
"Evet sayın seyirciler; beklenmedik bir harekat ile Türkiye gündemi tamamen Irak'a yoğunlaştı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin başlattığı Yılan Avı Harekâtı, sabah dört sularında ilk SİHA'ların atışıyla başladı. Kara kuvvetlerinin de aynı anda bölgeye intikal ettiği gelen haberler arasında. Bununla beraber basına servis edilen ses kayıtlarında öyle bir detay var ki adeta bir yemini anımsatıyordu. Yılan avı harekatının bir sözün tutuluşu olduğunu bildiren pilotlarımızdan yansıyan kayıtlarda 'ilk kurşun sabah ezanında' beyanı dikkatleri üzerine topladı."
Çanta yerine ulaşmıştı. Dahası etkilerine hızla şahit olan Vatikan anlaşma koşullarını yerine getirmeye başlamıştı bile. Umarım bu sadık tavırlarını korurlar diye düşünüyordum ama imkansız olduğunu bilecek kadar tarih bilgim vardı.
Tüm ülke gündemi sınır ötesi harekatı konuşurken Alparslan öylece çıkıp geldi. Tek yaptığı sarılmak oldu.
İki gün sonra Umut'a dönüş yapan tüm ekibin içerisinde sadece Şahin ve Umay yoktu. Duhan ve Barbaros yaptıkları anlaşmanın güvenilirliği için Papanın tamamen sağlığına kavuştuğu âna kadar misafirleri olarak kalmayı kabul etmişler ve sükûnetle papanın iyileşimini beklemişlerdi. Ayrıntılı olarak süreci anlattıklarında dikkatimi çeken bir kısım vardı. Gün gün papanın sağlık durumunu halka servis eden medya birkaç gündür sessizdi. Durumu açıklamak için nasıl bir ortam oluşturacakları hepimiz için merak edilen başka bir konuydu ayrıca.
Biraz rahatladığımızı düşündüğümüz için Veronica hep beraber eğlenmemiz gerektiği hakkında bizi ikna etmeye çalışıyordu, sessiz kalıp kabullenmiştik. Daha çok kabul etmek zorunda kaldık demeliydim belki de.
Kızılım o kadar uzun zamandır ciddi konulara yoğunlaştığını, günlük rutini olan cilt bakımını bile ihmal ettiğini, mutluluk hormonunu çalıştıracak hiçbir şey yaşamamasına kadar ağır bir giriş yapmıştı.
"Uzun zamandır kan, göz yaşı ve trejediyle sürünüyoruz. Bana seratonin salgılatacak bir şeyler bulmak zorundasınız!"
Veronica geri adım atmadığında Hakan onaylar gibi mırıldandı.
"Mekanı kapatayım, ne istiyorsan yap?"
Bu daha çok ağlayan bir çocuğu susturmak ister gibi geldi kulağa. Duhan elindeki tabletten gözünü ayırdığında Hakana küçümseyen bir bakış atmıştı. Barbaros ise dudağının köşesinde gizli bir espiriye güler gibi bir ifadeyle Veronicayı süzüyordu.
"Bu günlük senin planı iptal etmek zorundayız."
Tek düze sesi ortamda duyulduğunda elimle oynayan Alparslanın bile dikkatini çekti. Barbaros dinleyici olan kişiydi hep.
Veronica yanında oturan adamdan uzaklaşır gibi bedenini bir kaç santim kaydırdığında Barbaros, ondan asla beklemediğim bir şey yaptı. Onu belinden kavrayıp üzerine çıkacak kadar kendine çekti. Bir birlerine o kadar yakınlardı ki öpüşürlerse çığlığı basmaktan asla çekinmezdim.
"Bugün akşam evleniyoruz. Hakanın davetine başka zaman katılırız."
Gözlerim iri iri açılmış bir hâlde duyduğumu idrak etmeye çalıştım. Veronica da benden aşağı kalır değildi çünkü ağzı şaşkınlıkla aralanmıştı.
Odada göz gezdirdiğimde Duhanın bile elindeki işi bırakıp, kalkık kaşlarla Barbarosa baktığını gördüm.
"Ne?"
Sonunda tepki verebilen Veronica sayesinde tuttuğum nefesi bırakabilmiştim.
Barbaros zaten oldukça düz olan saçını tekrar düzeltir gibi kulak ardı edip "evleniyoruz" diye mırıldandı.
Yüzümü kademe kademe kaplayan gülümsemeyle Alparslana yaslı bedenimi düzeltmeye çalıştım. Ama karnıma dolalı kolu izin vermemişti. Ters bir bakış atsam da beni hiç umursamadan Barbaros ve Veronicayı izlemeye devam ediyordu.
"Ama nasıl? Akşam mı? Nasıl akşam? Akşama kaç saat kaldı nasıl bu akşam?"
Barbaros kısık bir kahkaha attı.
"Bu akşam midilemist. Her şey hazırlanıyor. Sen bunları düşünme."
Sonra başı bana doğru çevrildi. Sanki bu beraber tasarlanmış bir plan gibi "Şifa seninle ilgilenecek, gelinim olman için her şey hazır" dedi.
Şaşkınlığımı üzerimden atmam, Alparslanın pençelerinden kurtulup ayağa fırlamam için bu cümle yetmişti. Sanki yıllardır bunu ben bekliyormuşum gibi anında Veronicanın düğününü kafamda canlandırmaya başladım.
"Evet evet evet! Ben ilgileneceğim, daha dünya kadar zaman var hazırlanacağız. Sen kendini bana bırak, hadi oturma Veronica evleniyorsun!"
Veronica hâlâ algılayamamış olacak ki bir bana bir Barbarosa bakmanın ötesine geçemedi.
"Kadının devreleri yaktılar. İki dakika durunda yarım aklını toplasın."
"Seni mezbahaneye satacağım kuduz köpek! Sen kime yarım akıllı diyorsun???"
Veronicanın çığlığı andıran sesiyle Alparslan geriye doğru yaslanıp, kollarını birbirine doladı. Hiç Veronicanın sözlerine takılmadan sırıtarak bana bakıyordu.
"Şoktan çıktı peri, al bu kız kurusunu götür hazırla. Son düzlükte nikah masasına oturtacak bir adam buldu kaçırmasın elinden."
"Alparslan ya!"
"Hakan onu sol gözünden vurursan on milyon dolar veririm sana."
"Senin o kadar paran var mıydı lan?"
Hakanın saçma merakıyla bende istemsiz Veronicaya baktım. Omuzlarını silkeleyip, ayağa kalktı. Elbisesini eliyle düzeltip, kızıl saçlarını savurdu.
"Benim yok ama Duhanın var. Onun hesaplarını yönetme hakkı da bana ait. Hadi gidelim tırtılım. Gelin olmam gerekiyor."
Ciddiyetle konuşup, odadan oldukça vakur bir tutumla çıktı. Hepimiz öylece aralık kalmış kapıya bakıyorduk.
"Banka hesaplarını kontrol edebiliyor mu?"
Alparslan gereksiz bir merakla Duhana bu soruyu yönelttiğinde bende cevabı bekleyenlerden biriydim. Duhan iç çekip tabletinin kapağını kapattı. Ayağa kalktığında başını iki yana sallıyordu.
"Sadece benim değil hepinizin hesaplarına giriş izni var. Yatırımlar konusunda doğal bir öngörüsü var ve Gökay Turan bu öngörüyü kullanmaktan oldukça mutlu."
Duhan bu kez Barbarosa baktı.
"Yuvadaki hazırlık bunun için miydi?"
Barbaros da ayaklanıp, orta sehpada duran telefonunu aldı.
"Evet, akşam nikahımızın kıyılmasını istiyorum."
Duhanla aralarında bir bakışma geçti ama ne demek istediklerini anlamadım.
"Şahini aramam lazım, bunu kaçırmaz."
Hakan da olduğu yerden ayaklanıp, telefon kulağında odadan çıktı. Onu Duhan ve Barbaros takip etti. Bir anda boşalmış odada gözlerimi gezdirdim. Bir kaç dakika içinde ne olmuştu böyle?
Enseme kondurulan öpücükle daldığım yerden hızla silkelenerek çıktım.
"Neden bu kadar şaşırıyorsun ki? Evlenmek istediğini hepimiz biliyoruz."
"Biliyorum. Veronica Moskovadan ayrılmadan evlenme teklifi ettiğini söylemişti ama bu kadar çabuk olacağını düşünmüyordu. Gerçi benim de aklıma hiç gelmedi."
Alparslan iç çekip, iki kolunu da karnıma doladı. İki yana salınır gibi hareket ettirdi beni.
"Barbaros gitmek zorunda. Ne zaman geleceği belirsiz. Gitmeden kızıl ve kendine umut ekiyor."
Alparslanın sözleri düğüm oldu boğazıma. Gitmesi gerekiyor derken üç beş günlük bir zamanı kastetmediğini anlamıştım.
"Nereye? Ama... Veronica..."
"Bulması gereken biri var. Bir şeyler yakaladı. Biz kendi işimizi çözene kadar o da iz sürecek. En azından benim bildiğim bu kadar. Dahası varsa da bizi bilgilendirmez."
Ağır ağır başımı salladım. İçim hem amcam hemde Veronica için hüzünle dolsa da bunun için zamanımız yoktu. Kızılım için mükemmel düğünü yapmamız gerekiyordu.
"Hadi Alparslan. Olabilecek en güzel düğünü organize etmemiz lazım. Kızılım evlenecek..."
Hızlı bir şekilde Umuttan Yuvaya geçişimiz sağlandı. Barbaros gün aymadan organizasyon ekibini yuvanın ardında kalan koruya yönlendirmişti. Veronica bir ordu kalabalığında onu bekleyen uzmanların eline geçtiğinde ben nikahın kıyılacağı alanla ilgileniyordum.
Benimle beraber koşturan Alparslan'ın düzelen rengi ve yerine gelen enerjisi kalbimde bahar çiçekleri açtırıyordu resmen. Böyle bir şeye çok ihtiyacımız varmış onu fark ettim. Hiç beklemediğim bir şekilde Gökay Turan da bizimleydi.
İçim kıpır kıpırdı. Barbaros şekillenen ortamla kendinden oldukça memnun bir ifadeyle dolaşıyordu. Veronia için özel olarak getirtilen midilemistlerle beraber ilgilendik. Nikahın kıyılacağı alana yerleşen kızıl İngiliz çiçeklerinden gözünü ayırıp bana muazzam bir gülüşle bakmıştı. Yıllar önce vazgeçmesi gereken hayalini yaşaması kalbimi şenlendiriyordu.
Ağaçlar için getirilen fenerler yerleşirken Umay ve Şahin çıkıp geldi. Hakan haber vermişti ama gelebileceklerine ihtimal verememiştim.
İkisini de görmek beni çok sevindirdi. Macaristan'da olmaları gerekirken Veronica ve Barbaros için bir anda Türkiye'ye uçmuşlardı.
Veronicanın cilt bakımını tsmaladıkları haberini aldığımda yanına gitmek için hareketlendim.
Kapıyı tıklattığımda içerden bağırtı gibi "Barbaros sensen sakın gelme uğursuzluk getirir!" çığlığını duydum. Kıkırtıyla odaya girdim. Veronica makyajını tamamlayan ve eşyalarını toplayan ekibi, üzerinde bir bornozla izliyordu. Beni gördüğünde yüzünü kaplayan gülümsemesi onu ay gibi parlattı. Çok güzel görünüyordu.
"Tırtılım! Nerdesin sen? Makyajın için odana mı geçsinler burda mı devam etsinler?"
Bana uzanan iki elinide sıkıca kavradım.
"Makyajımı kendim yapacağım, bugün herkes sadece seninle ilgilenecek Veronica."
Başını yana yatırıp içli içli baktı.
"Çok güzel olmuşum değil mi?"
"Sen hep çok güzelsin kızılım ama haklısın. Bugün bambaşka güzel olmuşsun."
Bana baktığında göz bebeğini dolduran su damlasıyla benim de burnum sızladı.
"Şifa..."
"Hmm..."
"Ben ağlamak istiyorum ama makyajım çok güzel oldu bozulacak diye korkuyorum."
Haline gülmeden edemedim.
"Neden ağlayacak mışsın? Bozma o makyajı, oyarım gözlerini."
Gelip sarıldı bana. Bugün o değil de ben büyük olanmışım gibi kollarıma sığındı.
"Sana çok komik gelecek belki ama ben çok istiyormuşum bunu aslında Şifa. Kendime bile hiç söylememişim. Barbaros kendi saç telimi yüzük diye parmağıma doladığı andan beri ne zaman olur diye gün sayıyorum. Öldürse, ben ne zaman evleneceğiz diyemezdim. Ama evlenelim dediği günden beri bekliyorum. Hiç kullanmadığım bir kimlikte onun soy adını alacağım. Bu nasıl böyle hissettirebilir bana? İmkansız bir şey ama sanırım yaşlanıyorum. Bu kadar duygusal olmam mantıklı değil."
Sözleri onu değil belki ama beni ağlatacaktı. Burnumun direği sızladı. Geriye çekilip, yatağın üstündeki kutuya göz attım.
"Gelinliğini giymen gerekiyor kızıl İngiliz çiçeği. Damadın da hazırlanmak için odasına gitmişti en son. Hava kardı kararacak, seni bekliyorlar.
"Hemen giyerim ama sende hazır değilsin, koş ve bir elbise bul kendine. Nedimem sen olacaksın böyle pejmürde bir hâlde yanımda durmana izin veremem."
Bana söylenip birde akan burnunu çektiğinde kıkırtım kahkahaya dönüştü. O gelinliğini üzerine geçirene kadar ben de hızla dolabımdan bir elbise bulup, saçlarımı toplamalıydım.
On beş dakika içerisinde olabilecek en hızlı şekilde hazırlanıp tekrar Veronicanın kapısına gittim. Barbaros onu nikah için hazırlanmış mihrapta bekliyordu. Veronica kapıyı açıp da çıktığında iç çekmeden edemedim. Benim kızılım diye demiyorum ama çok güzel bir kadındı.

Hiç bir şey söylemedim. Ama onu ne kadar çok beğendiğimi bakışlarımdan okumuştu. Beraber bizi nikah için bekledikleri koruya doğru adımlamaya başladığımızda olduğu yerde durup, gökyüzüne baktı. Bir eli sıkıca benim elimi kavrıyordu.
Hava birkaç gündür daha ılıktı. Yağmur olmaması çok büyük bir şanstı şu an bizim için. İncecik gelinliğinde üşüyordu muhtemelen ama hiç şikayet etmiyordu. Onun ilgiyle gökyüzüne bakması dikkatimi çekti. Başımı kaldırdığımda küçük bir kuş sürüsünü tebessümle seyredişini gördüm.
"Dua... bak bana küçük annem. Bak çok güzel oldum. Hayallerini kurup, beni utandırdığın günlerden çok uzağım ama bak bana çok güzelim Dua."
Sesini duyurmak ister gibi yüksek çıkıyordu her bir kelimesi. Onun, gökyüzünün alacalı karanlığına doğru bağırdığı cümleler göğsümde yankılandı.
"Sen yoksun ama senin yapmak için söz verdiğin her şeyi kızın yaptı. Teşekkürler Dua. Böyle bir kız doğurduğun için, beni kimsesiz bırakıp gitmediğin için çok teşekkürler..."
Bağıra çağıra dökülen kelimeleri delice mutlu etti beni. İyi ki dedim kendime. İyi ki annem beni ona emanet etti...
Koluna girip yürümeye başladığımızda yüz metre ilerlemeden ağaçların arasındaki yola yerleştirilen fenerlerin ışıkları bize yol gösterici oldu.

Kırk yaşını geçmiş bir kadının elinden mağrur duruşunu almış, çocuk sevinci vermiştik sanki. Birbirinin aynı fenerleri sanki çok değişik bir şeye bakar gibi izledi tüm yol boyunca.
Nikah için tasarlanan alana yaklaştığımızda kolundan çıktım. Karşımızda ona büyülenmiş gibi bakan bir adet Barbaros vardı ve ben, beni hayranlıkla izleyen kocamı özlemiştim.
Ona yaklaştığımda elbisemin modelinden dolayı açıkta kalan ama soğuk hava yüzünden de buz tutan omuzlarıma sıcak dudaklarını bastırdı.
"Kar mı daha beyaz sen mi peri?"
Siyah bir takım giymişti ve tabi ki kravat takmamıştı. Saçlarını ilk kez yana doğru taradığını gördüm. Tuhaf ama yakışmıştı bu beyefendi hali. Genelde yukarı doğru şekillendirir ve yarım saatte karma karışık bir hale sokardı.
"Çok yakışıklı olmuşsun canım kurdum."
"Sanki normalde değilmişim gibi. Ama nezaketini kabul ediyorum peri. Yakışıklılığımı sesli dile getirme fırsatı yakalamışsın kaçırmana neden olmayacağım."
Şımarıklığına kıkırdadım. Kollarından sıyrılıp yavaşça etrafımda döndüm ve beni daha iyi incelemesine sebep oldum.
"Ben nasıl olmuşum?"
Elleri belime dolanıp iyice yaklaştı bana. Burnumun ucuna bırakılan küçük bir öpücük ve "akıl oynattırır güzelliğin" sözleriyle mest oldum.
Alparslanın kolları arasına girip birbirine kilitlenmiş, tüm dünyayı unutmuş gibi bakan çifte döndüm.
Barbaros'un uzattığı eli kavrayan Veronica'yla küçük topluluğumuzdan güçlü bir alkış koptu. Hakan, Umay ve Şahin'in ıslıklarıyla daha coşkulu hâle geldi birbirlerine sarıldıkları an.
Geride bekleyen nikah memuru yanlarına doğru adımladığında heyecandan tırnaklarımı Alparslanın koluna geçirmiştim. Gökay Turan takımını düzeltip yanlarına doğru ilerlediğinde Duhan da kravatını düzeltiyordu. Şahit olarak ikisi yerini aldığında Veronicanın titreyen elleri çekti dikkatimi. Benim gibi Barbarosun da dikkati anında ellerine çevrilmişti. İki elini de avuçlarına alıp ilk öpmüş sonra sıkıca tutmuştu.
Nikah memuru adını ve soyadını sorduğunda Veronicanın tiz bir çığlıkla evet demesi hepimizi kahkahaya boğmuştu. Tüm makyajını aşan kızarıklığı o kadar güzeldi ki. Bu heyecanı Barbarosu da mest ediyordu belli ki. Hiç birimizi umursamadan dudaklarına anlık bir öpücük kondurduğunda ağzım kulaklarımdaydı.
Nikah memuru alışılmış cümleleri sıralayıp nikahlarını kıydığında bu kez Umayın sesi yankılandı etrafta.
"Ayağını kır!!!!"
Tğm bakışlar ona döndüğünde umursamazca omuzlarını silkti.
"Kadın yıllardır bir gelinliği bekliyor. Bu kadar bekleten adamın da ayağı kırılsın bir zahmet."
Şahin ters ters baktı yanındaki kadına.
"Gerçek bir ruh hastasısın başkan."
Umayın dudağı sola doğru kıvrıldı ama karşılığını vermedi. Veronica Barbarosun ayağına bastığında en coşkulu alkış ben ve Hakandan geldi. Hakanın ıslıkları tğm koruda yankılanmıştı.
Nikah memurunun gelini öpebilirsiniz cümlesi bitmeden biraz öncekinin aksine çok daha yoğun bir öpüşmeye tanık ıldu gözlerim.
Bir el gözlerimi örttüğünde kıkırtım arttı.
"Ya Alparslan ya... Çekil göremiyorum."
"Bakma peri, travma gibi olay şerefsizim. Ebeveynlerini yatakta basan çocuk sayılırsın sen. Ulan yeter lan ayrıl kadından!"
Hâlâ gözlerimi kapatan elinden kurtulmaya çalıştığımda gerçekten Barbarosun öpmeye devam ettiğini görüp daha çok güldüm.
Sonunda ayrıldıklarında birbirlerine alınlarına yaslanıp soluklandılar.
Bu sanki yıllardır alamadıkları nefesi şu an almaları kadar özel bir görüntü oluşturdu gözlerime.
"Sana böyle bir gelinlik giydirmeyen beni nasıl seversin peri?"
Alparslan hâlâ sırtıma yaslı, dudakları omuzlarımı dolaşır vaziyette duruyordu. Sesinden dökülen utanç ve kızgınlık çok belliydi. Ben hiç düğün yada gelinlik hayalleri olan biri olmamıştım. Gelinlikle beni görecek anne babam yokken hiç ilgimi çekmemişti bu kıyafet. Yada Alparslan'ın annesi ve benim ailemin olmadığı bir düğünde eğlenmeyi hak görmüyordum ikimize de. Melek anne Alparslan'ı damatlıkla görmeyecek, dualarıyla sarılıp sarmalamayacaksa, annem ve babam karşıma geçip bizi ışıltılı gözlerle izlemeyecekse benim için düğün hiçbir şey ifade etmezdi ki.
"Ayperi, annem, babam ve Melek anne olmayacaksa o düğün, gelinlik, damatlık bizi mutlu etmez ki. Ben seninle evlenebileceğim en güzel şekilde evlendim Alparslan. Lütfen böyle bir şeye takılıp kendini üzme. Emin ol böyle bir şeyi o zaman da teklif etsen kabul etmezdim."
Onu daha iyi görebilmek için başımı omzumun üstünden çevirdim. Gözleri o kadar güzel bir parlaklıktaydı ki onu hiç tanımasam bile bana böyle bakıtor oluşuna tekrar aşık olabilirdim.
"Sen nasıl bir şeysin? Sen nasıl bir mucizesin? Ve ben nasıl bir sevap işledim asla bu üç sorunun cevabını bulamayacağım."
Belimin iki yanında duran elleri karnıma dolanıp iyice sarmaladı beni. Kalbim sıçradı. Karnıma dolanmış kollarına baktığımda kalbim ağzımdan fırlayacakmış gibi çarpmaya başladı.
Nikah sonrası hepimiz baya dağıtmıştık kendimizi. Ormanı inleten müzik ve dans edişlerimizle soğuk hava bile üşütmüyordu artık bizi. Şahin'in alnına bağladığı kravatı, Hakan'ın beline taktığı ceketi Rönesans tablosu gibiydi. Duhan, Alparslan, Barbaros hatta Gökay Turan bile kollarını kaldırmış oynuyordu. Biz üç kadın ise yüzümüzde gülüşlerimizle izliyorduk onları. Hayatımın belki de en güzel gecelerinden biri diyebileceğim bir gecem daha oldu.
Bir zamandan sonra Veronica'yı da aralarına eklemişlerdi. Onları elimde içeceğimle izlerken Umay yaklaştı yanıma.
"Nasılsın Şifa?"
"İyiyim, görüşemedik seninle bir türlü. Sen nasılsın?"
Yüzünde tüm gece emaneten duran gülümseme kaybolmuştu. Elektrik mavisi gözleri büyük bir sıkıntıyla çakmak çakmak yanıyordu.
"Burdan çıkışta evinize gidin Şifa."
Yüzümü ona dönerek arkamdaki eğlenceyi geri plana attım.
"Ne oluyor?"
"Buraya düğün için gelmedik biz."
"Siz?"
"Şahin ve ben. Burası uygun değil, dediğimi yap, yuvada olmayın bu gece."
"Ne olduysa söyle!"
"Burası olmaz! Gece yanına geleceğim. Alparslan'la konuşur musun? Bir süre susar mısın bilmiyorum ama gece mutlaka görüşmemiz lazım. "
Böyle konuştukça endişem yükseldi. Onunla beraber Alparslanın bakışları da üstümüze saplandı.
Ne oluyor?
Sesi zihnimin duvarlarına çarptığında ne demem gerektiğini bende bilmiyordum.
"Umay ne oluyor? Endişelendirme beni."
"Endişelenmemiz gereken çok büyük bir problemimiz var küçük kız. Görünen o ki kurdun da yanında olacak. Gece görüşürüz. "
Sonra yavaş adımlarla benden uzaklaşıp eski yerine geçti. Yüzü o kadar normaldi ki beni korkulu bir çığın ortasında bırakan hiç o değilmiş gibi davranıyordu.
Alparslan ona seslenen Hakanı duymuyormuş gibi bana doğru yürümeye başladı.
"Ne oluyor?"
Umay Alparslan'a söyleyip söylemem konusunda çekimser davranmıştı ama ben ondan bir şey saklamazdım ki. İstesem bile bunu yapamayacak kadar çıplaktım onun karşısında.
"Umay... Gece kimse görmeden onunla konuşmamı istiyor. Eve gitmemizi istedi."
"Neden böyle bir şey istesin ki?"
Dikkatle Veronica ve Barbarosun yanında, sakince konuşan kadına baktı.
"Bilmiyorum Alparslan ama yüzü hiç de iyi şeylerin olmayacağına işaretti. İçime öyle bir korku ateşi bıraktı ki geceye kadar nasıl bekleyeceğim hiç bilmiyorum."
Kaşları çatık bir süre Umaya baktı. Şahinin de sık sık bize ve Umaya baktığı gözümüzden kaçmamıştı. Sonra düz bir ifadeyle bana çevirdi suretini.
"Toplamaya çalış kendini. Veronica'nın gözleri sık sık sende dolaşıyor. Onlar için çok özel bir gece, bozmayalım şimdi."
Saçlarımı seven parmakları biraz daha korkumu baskılıyordu. Alnıma sürtünen dudaklarının ısısı iyi gelmişti üşüyen vücuduma.
"Biz nelerin üstesinden geldik perim, şimdi dik dur ve bu geceyi olması gerektiği gibi bitirmemizi sağla. Sonrasını sonra düşüneceğiz."
Gerçekten o olmasaydı ben nasıl ayakta duracaktım? Bu sorunun cevabını asla bulamayacağımı biliyordum.
Gece yarısına yaklaştığımızda Veronica gerçekten sarhoş olmuştu. Onu hiç bu kadar dağıtmış görmediğim için Hakan ve Şahin'in videoya alışlarına karışmadım. Barbaros'un kucağında, bağıra çağıra şarkı söylüyordu. Sonra şarkısını yarıda kesip "kocam benim" diye Barbaros'u öpüyor ve yine şarkıya devam ediyordu .
Barbaros artık onu götürmesi gerektiğini söyleyip fenerlerle ışıldayan yolda yürürken Veronica "senin en güzel yerin, kahverengi gözlerin" diye şarkı görünümlü bağırtıyı seslendirdi. Şahin hiç farkında olmadan bize arabesk tutkusunu empoze etmişti resmen. Bilinç altımızda kaç tane arabesk şarkı var, sorgulamaya korkar olmuştum.
Gece iki buçuk olduğunda bize ait olan eve ulaştık. Alparslan sakin olmamı söylese bile olamıyordum işte. Bizden yarım saat sonra bir arabanın farları göründü. Kısa sürede araç durup Şahin ve Umay indiğinde dikkatle ikiliyi izliyordum. Şahin bagajdan çıkardığı çantayla eve doğru adımları. Ne yaptıklarını anlamamıştım ama çanta açılıp da güçlü bir jemar sistemi aktif edildiğinde bugün burda konuşulacak hiç bir şeyin dışarı taşmaması gerektiğini anlamış oldum.
"Tamamız."
Şahinin sesiyle Alparslan kapıyı kapattı. Umay ise tam karşıma geçip elektrik mavisi gözleriyle gözlerimin içine baktı.
"Sana Sırbistanda neden bir daebe çıkardığımı, ordan neler çaldığımı anlatmaya geldim kız çocuğu. Bu gece çok büyük bir kumar oynayacağız seninle."
Ondan sonra bizi bambaşka bir yola sokan cümleleri ardı kesilmeksizin döküldü ortalığa.
Dudaklarından dökülen her kelime cehennemde beni yakan bir odundu sanki. Umay konuştu ama ben yandım. Ağzından çıkan her gerçek tutuşturdu derimi ben acıma katıla katıla ağladım.
Belli bir zaman dirayetini koruyan kadın onu yakan ihanete gelince tıpkı benim gibi yaşlarının akmasına izin verdi. Sesi bile çatlamadı ama mavi gözleri kanlı yaşlar akıttı. Ne yapacağımı bilmiyordum ta ki Umay'ın son sözlerine kadar.
Kalbim çok acıyordu ama daha çok hırsım alevleniyordu. Biz bunu hak etmemiştik. Benim babam bunu hak etmemişti. Annem hak etmemişti. Gözlerine bakıp "neden?" diyeceğim güne kadar şimdilik susacaktım. Ama ondan önce öyle bir oyun kuracaktım ki onlara beni, bizi hafife almak ne demekmiş öğreneceklerdi.
Sabaha karşı elimdekileri Umay'a teslim ettim. Sızılarım hafiflemiş, vücudum tekrar kuvvetini yenilemişti.
Alparslan hâlâ emin değildi ama ben kendimden çok emindim. Sadece harekete geçmeleri için beklememiz gerekiyordu. Umut'u terk eden Şahin ve Umay'dan sonra hiç kimseyi görecek halim yoktu. Alparslan kendi evimizde olacağımızı ve bir süre rahatsız edilmek istemediğimizi söylemişti Duhana.
Bizde tam olarak bunu yaptık. O geceyi konuşmadık. Alparslan özellikle bahsini açmıyor, sıradan bir çift gibi günlerimizi geçirmemizi sağlıyordu.
Ama huzur bize oldukça uzak bir olguydu. Onuncu gün Duhanın telefonuyla açtık güne gözümüzü.
Duhan hep beraber bir an önce Umut'a gitmemiz gerektiğini söyledi. Tüm birimlere düşen acil çağrılar neticesinde bizde apar topar çıktık evden.
Hazırlanan helikopter sayesinde kısa bir sürede Umut'daydık.
Koşar adımlarla Gökay Turan'ın odasına vardığımızda Bars Omarov ve Said Abdulaziz de buradaydı. Onların neden Türkiye de olduklarını anlamadım.
Duhan'ın "neler oluyor?" cümlesine kadar ikiliden gözlerimi çekemedim. Gözleri Barbarosu arıyordu ama nikahlarının ertesi günü gittiğini biliyordum. Bu çağrı ona yapılmamıştı demek ki.
Gökay Turanın gözünü bürümüş öfke diğer iki liderde de vardı.
"Dün gece saatlerin de radarlarımıza takılmadan Umut'un ortasına paketler bırakılmış."
"Anlamadım."
Sesim buz gibi bir dağın içinden çıkmıştı sanki.
"Sırbistan'a Umay Komutanın uyguladığı darbe girişimi sonrası üç adamını kaybettik ve aylardır izlerine rastlayamadık. Hayalet uçakla Umut'un ortasına üçünün parçalanmış cesedini bırakmışlar! Senin için bırakılmış bir de paketleri var."
Elim bilinçsizce havalansa da son anda kendime gelip durdurabildim.
"Bana mı? Nasıl?"
Küçük bir kutu avuçlarının içindeydi. Bana doğru uzattığında ben daha dokunmadan Alparslan çekip aldı.
"Kontrol edildi mi? Öylece neyi veriyorsunuz si ona?"
Sert sesi odada yankılandı. Bense öylece elindekine kilitlenmiş bir şekilde adımlarımı ona çevirdim. Uzanıp ekindeki kutuyu aldığımda ses çıkarmadı. Kutunun içinde küçük bir bellek vardı. Kurulmuş bebek gibi adımlarım beni Gökay Turanın masasına taşıdı. Onun her daim projeksiyona bağlı bilgisayarına belleği yerleştirdiğimde gözlerim odadaki sunum perdesine çevrilmişti.
Ekran bir süre karanlıktı ama sonra vücudu belli olan ama yüzü karanlıkta bırakılan bir adamın taht benzeri bir koltukta oturduğunu, elinde ise dişlerimi sıkmama neden olan bir baston olduğunu gördüm. Bastonun elle tutulan kısmını sarmalamış ejderhayı öyle iyi biliyordum ki...
Bir süre sessizce bekledi ve konuşmaya başladı.
You are a nation that has never known its place. How pathetic! Now we must inform you of your true place. I, the founder of the noble blood and the owner of the permanent throne, together with my daughter Alita, am starting the process for you to watch how I wipe out the Turks and all the poor Muslims from the face of the earth.
("Siz, hiçbir zaman da haddini bilmemiş bir milletsiniz. Ne zavallıca! Şimdi size gerçek yerinizi bildirmemiz gerekiyor. Ben asil kanın kurucusu ve daimi tahtın sahibi olarak kızım Alita'yla beraber Türkleri ve Müslüman olan tüm zavallıları yer yüzünden nasıl sildiğimi izlemeniz için süreci başlatıyorum.")
Neler olduğunu kavrayamadım. İçim çekildi, Alita...
Ekran genişleyip kadraja bir kişi daha eklendi. Simsiyah saçları açık ve bedenini ikinci bir deri gibi sarmalamış siyah bir elbisenin içerisindeki Umay'la boğazıma kızgın bıçaklar saplandı. Yüzünde tek bir mimik yoktu. Ekran biraz daha genişledi. Adamın sol tarafında yüzleri uygulama sayesinde karartılmış siyah takım elbiseli iki kişinin ortasında diz çöktürülmüş kişiyi gördüğümde feryadım odayı inletti.
"Hayır...Hayır lütfen hayır! Şahin..."
Benim çığlığım dışında kimseden tek bir ses çıkmıyordu.
Üstü çıplaktı. Vücudu aldığı darbelerden dolayı yaralanmış ve üzerinde kanı kurumuştu. Elleri arkadan bağlıydı ve dimdik, azıcık bile korku barındırmayan gözleriyle kameraya bakıyordu.
"Dear Sun's poor disciples, accept this as your first warning. If the fountain of life does not come to my feet soon, what you are about to see will only be the beginning. I advise you to bow before the power of the Royal Dragon Family and pay homage to your majesty."
("Sevgili Güneş'in zavallı müritleri, ilk uyarı olarak kabul edin bunu. Bir an önce yaşam pınarı ayaklarıma gelmezse birazdan izleyecekleriniz sadece bir başlangıç olacak. Size Asil Ejder Ailesinin gücü önünde eğilmenizi ve majestenize biat etmenizi tavsiye ederim.")
Ekran tekrar Şahin'e yöneldi. Korku damarlarımı kavurmaya başladı. Çaresiz olacakları izlemek öldürüyordu beni. Sesi yankılandığında Allah'a yalvardım. Bana bunu yapmaması için, beni böyle bir ateşte yakmaması için yalvardım ama benim asıl sınavım şimdi başlıyordu.
Sanki iki cellat onu tutmuyormuş gibi tam kameranın merceğine bakıyordu. Sol gözümden kopan damla boynuma aşağı kaydı.
"Hayalini kurduğum gibi oluyor çekirge. Sakın üzülme! Ben bu yola şehadet için girdim. Şimdi ustama, Serdar Komutana kavuşma vakti. Anam da bekliyor ne zamandır zaten. Yolundan dönme çekirge. Yolumuzdan ne olursa olsun dönme. İntikamımızı al. Ölüm yok oluş değil, ben seni zamanı geldiğinde nasıl olsa bulurum. Benim için yaşa Güneşin amacı. Sen çok yaşa..."
Bana söyleyecekleri bittiğinde dudakları sessizce kıpırdamaya devam etti. Anladım... şehadet getirdiğini anladım.
Dizlerimin üzerine yığılışım, gözlerimden kayan yaşlar, hıçkırıklarım dinmedi. Dinmeyecekti. Boğazına sürülen hançeri, akan kanını, gırtlağından çıkan hırıltıyı, yüz üstü düşüp son nefesini veren ustamı, amcamı, arkadaşımı benden alışlarını yazdım zehirin konuşlandığı zerrelerime.
Şahinin akan kanında boğuldum. Alamadığı nefeste yok oldum. Sesler duydu kulaklarım. Bağırtılar, küfürler, etrafa saçılan eşyalar...
Ben yıkıldığım yerden ayaklanıp, sürünen adımlarla odadan çıktığımda peşimden gelenin varlığını biliyordum. Yanan ciğerlerim için bir damla nefes arayan benliğim mermer zeminde sürüne sürüne ilerledi. Güneş gözüme vurduğunda, yitirilmiş bir akılla kainatın her rengini saklayan gözlerim gök yüzüne çevrildi. Koca bir kuş sürüsü uçuyordu.
Uçsunlar...
Çok uzak diyarlarda haber bekleyen o topraklara benden bir haber taşısınlar. Kirkenin Şahini annesinin duasını gerçekleştirdi. Daha hızlı kanat çırpın bu gün. Kirkenin Şahini şifa için şehadet şerbetini içti. Güneş insanları yakmadan ısıtsın diye beni gerisinde bırakıp bilinmeyene doğru kanatlandı...
Yaşlar görüntümü bulanıklaştırdı ama hala uçan kuşların gidişini izlemeye devam ettim. Ardımdan dolanan kolların sayesinde direyeti tükenmiş bedenim göğsüne doğru yaslandı.
Savaşı başlatıyorlar mıydı? Öyle olsundu o zaman. Dünyada bir cehennem mi arzuluyorlardı, ağlamaktan sarsılan bedenime yapışmış bu adamla onları yakacaktım. Kirkenin Şahinine yemin olsun ki kan nasıl akıtılır hepsi elimden tadacaktı.
Ama önce...
Tutmam gereken bir yas vardı. İçimi dağlayan, canımı çok yakan bir kaybım vardı. Ustasını kaybeden her insan gibi içim içimden çıkana kadar ağlamam lazımdı...
Ben biraz banyoya gidip ağlayım. Final bölümünde görüşene kadar kendinize iyi bakın kuşlarım...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 51.03k Okunma |
6.36k Oy |
0 Takip |
47 Bölümlü Kitap |