@orenda
|
yıldıza dokunduğunuza göre hadi başlayın, umarım seversiniz. Yorumlarınız hoşuma gidiyor, bilin istedim😉
Bu hayatı boyunca hissettiği belki de en güzel şey olabilirdi. Bir adam gelmiş hiç izin istememiş, hayatının ortasına bomba gibi düşmüştü. Öyle şeyler söylemişti ki hissedemediği ne varsa bir bir iliklerini doldurmuştu.
Dudaklarının kenarında ona dokunan kor parçaları, yanağına doğru dağılan sıcak soluk, biri dirseğinden diğeri belinde onu kavrayan avuçlar…
Bu ona çok çok farklı bir şey hissettiriyordu. Kelimelere dökemezdi ama sanki yaşıyormuş gibi bir şeydi.
Yine karnında sinsice peydah olan o his, o çırpınış belirdi. Nasıl davranmasını bilemeyişinin de korkusu yüklenmişti aslında omuzlarına. Kımıldasa dudakları tamamen dudaklarına temas edecekmiş gibi geliyordu. Bunu nasıl karşılaması gerektiğini bilemeyişinin çekincesi de vardı üstelik. Ne çok karmaşayı aynı anda bertaraf etmeye çalışıyordu Şifa içinde.
Üstelik benine ibadet eder gibi mühürlenen dudakların tadını bilmek isteyen çok hain bir yanıyla da tanışmıştı aynı zaman içerisinde. Ya Alparslan çekilecek, unuttuğu soluğu almasını hatırlatacaktı yada Şifa ona dokundu diye nefessizlikten ölen ilk zavallı olacaktı.
Alparslan yavaş yavaş ayırdı dudaklarını mis gibi bebek kokan tenden. Şifanın gözleri öyle güzel bir koyuluğa boyanmıştı ki birinin gelip her duygu değişiminde yeşillerinin tonuyla oynadığını düşünecekti. Şifanın gözleri de olmasa duvar gibi ifadesiz bir yüzü vardı ve ne düşündüğünü anlamak imkansızdı Alparslan için.
O konuşmadan Şifanın kendisine tek bir kelime bile söylemeyeceğini biliyordu. Ama Şifa'dan ılık ılık ona sızan heyecanı hissettikçe mutlu olmadan duramıyordu da.
Ellerini aldı bu sefer avuçlarının içine, nefesini vererek ısıtmak istedi.
“Buz gibi olmuşsun” diye bir fısıltı döküldü dudaklarından. “Parmaklarının uçları kıpkırmızı olmuş,sızlamasınlar” diye devam etti fısıldayışına.
Şifa gözlerini bile kırpmadan onu izliyordu. Hayran olunası bir merhamet vardı adamda. Onda zarar gören her uzvu için acı çeken kendisiymiş gibi davranıyordu.
Üşüyen ayakları için “yazık değil mi benim canıma?” demişti. Sanki Şifa’yı acıtan her şey Alparslan’ı parçalıyormuş gibi. Sanki Şifanın tenini rüzgar okşasa Alparslanın bedenine tayfun olup savuracakmış gibi.
İşin belki de en ilginç tarafı Şifa buna bütün benliğiyle inanıyordu.
Alparslan’ın söylediği her şeyin doğru olduğunu içinde sorgusuzca kabullenecek küçücük bir kız vardı ve Şifa yine o kızla Alparslan sayesinde yeni tanışıyordu.
“Gidelim mi peri daha fazla üşümeden?”
Şifanın parlak yeşillerine o an hüzün yine çöktü. Gözleri ardında kalan iki mezara kaydı. Alparslanın içini sızlatan acı hissi yükseldi kalbinin etrafında.
“Gidemem ki Alparslan, uzaklaşacak hiç dermanım yok onlardan. "
Sonra ise yüzündeki hüznün aksine minik bir tebessümle nezarlardan çektiği gözlerini, onu dikkatle izleyen karalara çevirdi.
"Bak annemle babam burada yatıyorlar. Babam annemi koynuna almış ne güzel uyuyorlar beraber.”
Şifanın gözlerinden boncuk boncuk tekrar yaşların döküldüğünü görmek Alparslanda fiziksel bir acı etkisi oluşturuyordu. Karşısındaki küçücük kız çocuğu anne babasıyla yeni tanışıyordu ve onlar kızlarını toprağın altında ağırlayabiliyordu.
Adaletsizliği yüzünden her zaman nefret beslediği dünyadan bir kez daha iğrendi. Bu kadar kötüyü bağrına basan hayat, onun kıymetlisine bir kere anne ve babasına sarılmayı reva görmemişti.
Şifa kendinden uzaklaşıp mezar taşlarına yaklaşmıştı. Mermeri okşayan kıza baktıkça, içindeki acıyla kucaklaştıkça nasıl davranması gerektiğini bulamıyordu.
“Babam annemi nilüfer çiçeğim diye seviyormuş. Dayım söyledi, onun hatırası için burada bu çiçek."
Mırıl mırıl kendine konulur gibi konuşuyordu aslında Şifa. Sonra orman yeşili gözleri kendine saplandı.
"Babam da annem de neden öldü bilmiyorum, neler ters gitti bilmiyorum. Ben niye hiçbir şey bilmiyorum Alparslan?”
Yavaş yavaş kızın yanına adımladı Alparslan. Bir şey söylemeye lüzum görmeden elleriyle selvinin gövdesine doğru yönlendirdi onu. İki mezarı kışın ayazından,yazın sıcağından korumak için bir gardiyan görevini üstlenmiş ağaca sırtını vererek oturdu. Şifayı da yavaşça iki bacağının arasına doğru oturması için çekti. Konuşmaya, sese, cümleye ihtiyaçları yokmuş gibi birbirlerine itaat ettiler.
Göğsüne yasladığı kızı sıkı sıkı sarmaladı bir süre. Bu Şifadan çok kendi için yapılmış bir eylemdi. Ondan uzaklaştığı andan beri göğsünün içindeki yoksunluktan ölüyordu. Duhanın Amasyaya gideceklerini söylediği telefon konulmasından sonra duramamıştı uzakta. Şifa ona ne derse desin Alparslanı itemezdi. Kendinden uzaklaştırmak için çok geçti. Yaklaşık sekiz yıldır bir an'da hapis kalmış adam için üç beş söz yetersizdi.
Sonra saçlarından derin bir soluk çekti. Teselli edilmek isteyen yanını yine Alparslan besleyecekti.
“Şimdi farkında değilsin ama çok şanslısın peri. Anneni ve seni korumak için hayatını hiçe sayan bir babaya sahipsin. Çok ayrıntılı bilmiyorum ama bir ihanet, olması gereken her şeyi tersine çevirmiş. Baban doğum için bekledikleri yerden sizi kaçırmak için geride kalan olmayı kendi seçmiş.”
Şifa aldığı nefeste boğulacak gibi oldu. Babası onları korurken mi ölmüştü yani?
“Benim yüzümden mi?”
“Senin yüzünden değil peri. Kendine ne kadar acımasız davranıyorsun hiç fark ettin mi? Olan her aksilikte en ağır eleştiriyi hemen sen kucaklıyorsun. Baban sizi korumak için canından geçebilecek çok yürekli bir erkekmiş. Bir ölüm sence nasıl bu kadar görkemli olabilir? Zaten hepimizin sonu ölümken en muazzam olanına erişmiş baban. Bir koca, hakkını veren bir baba için ölümlerin en güzeli.”
Alparslanı çoğu zaman anlamıyordu Şifa. Öyle bir anlatıyordu ki bahsettiğinin ölüm olduğunu bilmese bir efsaneyi anlatıyor sanabilirdi.
“Ben anlamıyorum ki seni.”
“Anlaşılmayacak bir şey yok küçük peri. Eğer nasıl öleceğimizi seçme hakkımız olsaydı babanın ki gibi bir ölüm dilerdim. Hayatta sahip olabileceği en kıymetli iki şey için can vermek nasıl onurlu bir veda dünya denilen iblis yuvasına. Hayranım ben senin babana. Onurlu askerliğine, yürekli kocalığına ve canını hiçe sayacak kadar sana bağlı babalığına çok hayranım. Nasıl da ölümü dize getirerek vermiş son soluğunu.”
Şifa yutkundu. Alparslanın her kelimesi gururla dolmasına neden olmuştu. Gözü tekrar yan yana uyuyan ailesine doğru çevrildi. Dudakları minicik kıvrıldı.
“Ben de böyle bir ölümü arzuluyorum güzel orman perim. En kıymetlim dediklerim için ruhumu özgür bırakmak istiyorum.”
Şifa adamın “en kıymetlilerim” derken saçlarına bastıran dudaklarını ve elinin baş parmağını hafifçe karnına sürtüşüyle o andan soyutlandığını, çok başka bir diyara yol aldığını hissetti. Alparslan çok başka, çok güzel bir adamdı.
“Sen tuhaf bir adamsın…”
“Tuhaf derken? ”
“Tuhaf işte. Bana ölümü bile sevdirecek, tuhaf bir adam işte."
Alparslan başını ağaca dopru yaslayıp, kollarındaki kızı biraz daha sıkarak, bedenine bastırdı.
“Çok fena başımız belada peri.”
Alparslanın onu kendine iyice yaklaştırma çabasına Şifa da uyum sağlayıp, başını geriye doğru yatırdı ve Alparslanın göğsüne iyice sokuldu. Derin bir nefes aldı önce. Sonra da söylediği sözleri onayladı
“Hem de çok fena, tahmin ettiğimden bile fena...”
Otele döndüklerinde öğleni geçmişti zaman. Duhan Alparslan’ın burada olmasına hiç şaşırmamış gibiydi. Amasya’ya gidileceğini söylediğinde adamın geleceğini adı gibi biliyordu zaten. Beraber otelin restoranında yemek yediler.
Birkaç gündür durgun olan Veronica, Dua’nın doğduğu şehre gelmesiyle iyice kendini kaybetmiş, karanlığa hapis olmuş gibiydi. Duhan kadının Dua’ya her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ne kadar dik dursa da Barbaros onda oluk oluk kanamaya devam ediyordu.
Duhan onun hırçınlaşacağını, daha çok saldırganlaşacağını düşünürken Veronica yine o savunmasız küçük kız olmuştu. Yine de biliyordu Duhan, bu yarayı yine açanın saracağını her şeyden iyi bir tek o biliyordu.
Bu işe el atmazsa gerizekalı Barbaros’un bir boku beceremeyip yasına devam edeceğini, Veronica’nın da burnu düşse lütfedip yerden eğilip almayacağını bilmemek aptallık olurdu zaten. Bu işle İstanbul’a dönünce ilgileneceğini aklının bir köşesine not etti.
Sesini temizleyip Şifa’nın dikkatini çekince “eve gitmek ister misin ?” diye bir soru yöneltti ona. Bunu yapmak kendi için çok zordu ama bir şry yapmışken tam olmasını istiyordu. Şifaya sonsuz borcundan bir miktarını azaltma eğilimiydi belki de.
Şifa ilk önce ne demek istediğini anlamasa da sonradan annesinin büyüdüğü evi kastettiğini anlayıp hızla kafasını aşağı yukarı salladı. Veronica, dudaklarında acı çeken bir gülümsemeyle izliyordu onu. Yaşına bakan genç bir kadın görürdü ama yarasına bakan küçücük, üstü başı yırtık, canı yanan bir yavrunun ötesine ulaşamazdı.
Aslında bunu o da istiyordu. Dua’nın onu tanımadan önce hayatını geçirdiği evi görmek, parmaklarını her bir köşesinde gezdirmek kendine de iyi gelecekti.
Duhan ve Alparslan onları lobide beklerken kadınlar hazırlanmak için odalarına çıktılar. İkisi de kendilerine yakışmayan bir hızla hazırlanıp inmişti aşağı. Normal bir zaman olsaydı Şifa değil belki ama Veronica herkesi çıldırtan bir bekleyiş sunardı onlara. Yüzünde bir gram makyaj yoktu. Duru güzelliği ortaya çıkmıştı aslında ama onların alıştığı kadın her daim bir partiye gidecek kadar şık ve bakımlı olurdu.
Veronica üzerindeki melankolinin herkesi etkilediğini fark edince yine zırhlarını kuşandı.
“Ne bakıyorsunuz canım öyle cildimi dinlendiriyorum? Ayrıca siz fanilerin benim bebeksi cildimi en yalın haliyle görmeyi hak ettiğini düşündüm.”
Şifa hoş bir kıkırdamayla kızıla iyice yaklaştı. Veronicanın eli beline dolanınca, başını omzuna yasladı.
“Evet beyler kraliçe halkını selamladığına göre. Annemin ve Duhan’ın büyüdüğü evi görebiliriz artık.”
İki güzel yürekli kadının yaptığı fedakarlıkla ortamdaki kasvet yavaş yavaş dağılmıştı.
Arabada karşılıklı otururken Alparslan’ın kız için endişelenen yanı daha da büyümeye başladı. Şifa adamın ne hissettiğini bilerek başını kaldırıp onun kara gözlerine baktı ve dudaklarını oynatarak “sen varsın” dedi.
İki kelime kışa baharı getirirmiş adama Şifa öğretti. İki kelime koca koca dağları yerinden sökermiş, evrenin bir ucundan diğer ucuna uçurup götürürmüş. Adam minicik bir kızdan öğrendi…
Araba yavaşlayıp durunca ilk Veronica ve Duhan indi. Alparslan Şifa’yla inerken sadece kızın duyabileceği bir sesle “senin için hep buradayım” diye fısıldadı.
Önlerinde durdukları iki katlı ahşap bir evdi. Küçük bir bahçesi vardı. Bahçede tek bir ot dahil hiçbir şey yoktu. Şifa çiçekler olsaydı diye geçirdi içinden. Yıllardır kimsenin yaşamadığı evin durumu da içini daralttı. Duhan'ın açtığı kapıdan içeri girince evin mis gibi koktuğunu ve tertemiz olduğunu fark etti.
Duhan Şifanın neyi böyle irdeleyerek izlediğini anlamıştı.
“Geçmişten kalan en masum yanımız bu ev, kirin pasın uğramasına izin veremezdim.”
Şifa bu sefer adımlarını dayısına doğru attı, uzun boyuna yetişebilmek için ayak parmaklarının üzerine kalkıp yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
“Teşekkür ederim dayı.”
O geceden beri ona hiç dayı dememişti. Dua’dan geriye kalanlar bile onu kolluyordu, Duhan bunu iliklerine kadar hissetti. Evin her bir yerini annesinden bir anı bularak dolaştı Şifa. En son odasına çıkmak istiyordu. Aslında bunun için biraz daha güç toplamaktı derdi.
Adımları gıcırdayan ahşap merdivenleri tırmanmaya başladı. Üst katta dört kapı vardı ama o biliyordu! Hangi kapının annesinin geçmişte bıraktığı hatıralarına açıldığını Şifa çok iyi biliyordu.
Kolu çevirip eşikten atladığında yirmi bir gramlık ruhuna yirmi bir gramın daha eklendiğine yemin edebilirdi. Annesinin ruhunu tüm benliğiyle sarıp sarmaladığını kimse bilmese de o hissediyordu.
Mavi, başlığında yaprak motiflerinin olduğu demir karyolayı izledi. İki yanında duran beyaz komodinleri, ikisinin üzerindeki gaz lambalarında dolaştı parmak uçları. Karyolanın ayak uçunda kalan iki kapaklı dolaba doğru adımladı. İki kapağı da aynı anda açtığında temiz , ferah bir koku vurdu yüzüne doğru.
Bu şey gibiydi, rüyasında hissettiği pudra kokusu gibi. Bu bir yanılsama da olabilirdi yada onun acısına merhamet eden ilahi bir güç yıllarca annesinin kokusundan bir parça saklamıştı dolabında.
Elleri düzen içerisinde askıda asılı az parça kıyafette dolaştı. İpek bir gömleğin manşetini parmak uçlarıyla okşayıp, kapakları narince kapattı. Bu sefer yönü camın önüne kurulmuş küçük kitaplığa ve çalışma masasına doğru döndü. Kitaplıkta ki kitapların tamamı insan psikolojisi üzerine yazılmıştı.Bir sürü makale çıktıları vardı. Elini "İnsan Olmak" adlı kitaba götürdü. Kitap pırıl pırıldı, öyle düzenli kullanılmıştı ki ayrım yerlerindeki izler olmasa hiç okunmadığını düşünebilirdi.
Kitabın son sayfasına baktığında sola eğimli yazılmış çok güzel bir el yazısı ile karşılaştı. Annesi solaktı tıpkı kendisi gibi. Ona benzeyen bir yönü daha keşfetmenin zevkini yaşadı.
“Öyle çok insana yakışmayan şeyler yaşıyor ve yapıyoruz ki insan olmak diye bir deyim soktuk lügatımıza. İnsan olan yerlerimi çok incitiyor, çok acıtıyor bu deyim benim.”
Bu annesinin yazısıydı. Annesinin parmaklarından dökülmüştü. Günlerdir gözlerinde barınan yağmur bulutları bu paragrafla tekrar damlalarını saldı. Annesi çok farklı, hayran olunası bir kadındı. Şimdi daha iyi anlıyordu Veronica’nın annesine olan tutkusunu.
Çalışma masasının sağ köşesinde kar küresinin hemen yanında bir resim çerçevesi dikkatini çekti. Elindekini bir hazineye gösterilen hürmetle usulca aldığı yere yerleştirdi. Eline aldığı çerçevede ki iki kişi hıçkırmasına neden oldu.
İlk gördüğünde hayran olduğu ırmak kenarındaki evleri arkalarına alarak birbirlerine sarılmış on beşli yaşlarındaki iki genç...
Dayısı ve annesi. Aynı yaşta olmalarına rağmen dayısının boyu en az bir karış uzundu. Annesi kolunu omzuna atmış kocaman bir gülümsemeyle Duhan’a asılıyordu. Amacının biraz yükselmek, azıcık da Duhanı aşağı çekmek olduğu muzur gülümsemesinden belliydi. Omuzlarında küt bal rengi saçları, kaşlarına dökülen kakülleri, mutluluklar parlayan ela gözleri ve çenesinin sol tarafında kalan minicik beniyle o kadar güzeldi ki çerçeveyi göğsüne bastırıp sessiz sessiz ağlamaya başladı.
Dudakları “Çok güzelsin, sen hayal edemediğim kadar çok güzelsin” diye sayıklıyordu.
Kapının gerisinde acıyı paylaştığı adam dişlerini kıracak kadar çenesini sıkmıştı. Parmakları yumruk olmuş, bembeyaz kesilmişti. Şifa’nın ağlamasından nefret ediyordu, acı çektiği için ağlamasından ise deli gibi korkuyordu.
Daha fazla duramadı ve içeri girdi. Annesine sarılır gibi çerçeveye sarılan kızı izledi birkaç saniye. Ona yaklaştığında Şifa gözlerini açıp Alparslana baktı. Yardım çığlığı gibi bir hıçkırık daha fırladı dudaklarından.
“Bak annem çok güzel Alparslan.”
Alparslan yavru bir ceylanı ürkğtmekten korkar gibi usul adımlarla yanına ulaştı.
“Evet bebeğim çok benziyorsunuz, ikinizde çok güzelsiniz.”
Küçük bir çocuğu avutuyormuş gibi hissetti o anda. Şifayı demir karyolaya yönlendirip yan yana oturmalarını sağladı. Şifa başını adamın omzuna yaslayarak iç çekişlerine devam etti. Yeri olup olmadığını düşünmeden içinde taşıdığı soruyu Alparslana yöneltti. Aslında ağzından kelimeler dökülene kadsr sormak aklında bile yoktu.
“Ayperi kim Alparslan?”
Alparslan fısıltıdan farksız soruyu duyunca bir an dondu ama zaten bu sorunun gelmesini bekleyen o değil miydi? İstediği o adım atılmıştı işte. Perisi onu merak ettiğini ,tanımak istediğini göstermişti. Ama şimdi nasıl cevaplayacağını, cevaplarken en az hasarla bu işten nasıl sıyrılacağını düşündü.
Belki de olduğu gibi anlatmak en iyisiydi. Birine yakın olmanın en doğru yolu karşısındakinin acısını öğrenmeden önce kendi yaralarıyla tanıştırmaktı aslında.
“Çok şanslısın peri çünkü sizin için kendinden vazgeçecek bir baban var. Bazılarımız o kadar iyi bir babaya sahip olamıyor. Benimki uzun yol şoförü bir iblisti. Aylarca eve gelmediği olurdu. Ama bu bizim için gerçek bir hediyeydi aslında. Onun kara kalbine inat ışık gibi bir annem vardı. Merhametli ve iyi yürekli bir anne. Sonra minicik Ayperi’m. Ben onu en son dört aylıkken gördüm. Daha fazla büyümesine izin vermediler çünkü.”
Şifa usul usul konuşan adamı dinliyordu ama kalbindeki o korku anlatacaklarını duydukça çok canının yanacağını bildiği için “sus anlatma” dememek için çıldırıyordu. Nabzı hızlandı, solukları ise kalbinin aksine yavaşladı. Korku gerçekten içini çok hızlı sarmıştı.
“Ayperiye benziyor kokun. Ama bir kokun değil ki... Gözlerinin ışıltısı bile onunki gibi.”
Şifa adamı ürkütmeden karyolanın başlığına doğru sırtını verip yarı yatar bir pozisyon aldı, Alparslanı da kendine doğru çekti. Alparslan ona uyup başını Şifanın karnına gelecek şekilde, koca bedenine yakışmaz bir çeviklikle yerleştirdi. Şifanın parmakları kara saçlarında dolaşmaya başlamıştı. Bu his kendine yuvasında gibi bir huzur veriyordu.
“Ayperi doğduğunda yanına girince odayı kaplayan bir koku vardı Şifa, öyle güzeldi ki mest olmuştum. Hoca anne'bebekler sevdiklerini mutlu etmek için doğarken yanlarında cennetten koku taşırlar, doya doya solu bu kokuyu bir haftaya kalmaz çünkü' demişti. Dört ay boyunca o koku bizim evimizden silinmedi. Geldiği cennete geri dönecekmiş benim kardeşim, sebebi buymuş bilemedim.”
Şifanın boğazındaki yumru git gide büyüyordu. Bu konuşmanın sonunda kalbinin çok acıyacağını bilmek ama konulmak isteyen adamı susturmamak çok yamam bir çelişkiydi.
“Onlar…Nasıl oldu? ” diyebildi, cümleyi nasıl sorması gerektiğini bile bilmiyordu.
“Hiçbir zaman iyi bir baba değildi zaten ama en azından bin de bir gelip gittiği için yok sayabiliyorduk bu durumu. Tırla yurt dışına meyve –sebze taşıyordu aslında. Ama para hırsı onu başka şeylere itmiş, bu da yetmemiş anlaştığı adamları dolandırmış. Onlar da faturayı bize kesmiş. Neler yaptığı hiç umurumuzda olmazdı. Biz kendi halimizde birbirimize öyle iyi geliyorduk ki yokluğu asla etkilemiyordu. Ama dolandırdığı adamlar evimizi basıp onun hatalarının faturasını bize kesince anladık her şeyi. Daha acısı ne biliyor musun Şifa? Bunu o yapmış! Beni öldürün aileme dokunmayın demiş, adamlarda ona en büyük eziyetin bizi yok edip ona acı çektirmek olduğunu düşünmüş. Kendini kurtarmak için bizi önlerine atmış. Şeytanlığa iyi çalışırdı aklı, zavallı acılı baba rolü oynamış adamlar onu bırakıp başka intikam yolu bulsun diye.
Ölsem unutmam annemin çırpınışlarını, Ayperi’nin kanla kaplanan kundağını. On yaşındaydım peri ama her şeyi izlettiler bana. O kadar acizdim ki gücüm yetmedi. Sadece bağırdım, ağladım, çırpındım, kimse sesimi duymadı. Öyle kara kalplilerdi ki küçücük çocukları öldürmek onlara zevk veriyordu. Anneme…Onlar çok kötü şeyler yaptılar, çok çok canını yaktılar.”
Bu adam daha minicikken neler yaşamak, neler görmek zorunda kalmıştı. Dehşete kapılmıştı Şifa. Saçlarında dolaşan parmakları tir tir titriyordu. Kollarında 1.90 dan uzun boylu küçücük korkmuş, canı yanmış bir oğlan çocuğu tutuyordu ve o bunun daha yeni farkına varıyordu. Şimdi gözlerinden ip gibi sızan yaşlar kollarındaki yaralı çocuk içindi.
“Bak merhametinde annemle aynı peri. Oda saçlarımı böyle okşardı. Sen sadece benim perim değilsin ki ailemden bana kalan her şeysin.”
Şifa sesini bulsa çığlık atardı. Kendini azıcık toplasa hiç tanımadığı bir adama karşı, saniyeler içinde oluşan bu nefretle çıldırırdı. Kendini zorlayıp, bir kaç kelimeyi zorla bir araya getirdi.
“O adam nerde Alparslan? ”
Şifanın sesindeki nefreti öyle yoğun hissetti ki Alparslan ne için onu sorduğunu çok iyi biliyordu. Karnında filizlenen nefretin tadı dilini uyuşturuyordu çünkü.
"Parçaladım peri... Artık küçücük, güçsüz bir oplan çocuğu olmayı bıraktıpım ilk an ellerimle parçaladım onu."
Aslında tahmin etmesi gereken bir durumdu. Alparslan büyüdüğünde o adamın yaptığı her şeyi ona ödeteceğini bilmeliydi.
Şifa içini deşen spruları sorsa mı yoksa yaradan parmaklarını uzaklaştırsa mı karar veremedi. Onu bu dertten yine Alparslan kurtarmıştı.
"Sor peri... İstediğini sor bana."
Şifa okşamayı bırakan parmakalrına tekrar komut verip, siyah saçlarında dolaşmaya başladı.
“Peki seni ,yani oradan nasıl kurtuldun, yani nasıl sağ kalabildin?”
Sonlara doğru sesi kısılmıştı, sorduğu soru ve her şeyin tam tersi olabilme ihtimali çok zordu.
“Karnımdan aldığım bıçak darbelerinin beni öldüreceğini düşündüler herhalde öylece bırakıp gittiler. Ne kadar süre orda öyle kaldım bilmiyorum. Hoca annenin çığlıklarını, ambulans, polis sirenlerini hatırlıyorum. Uyandığımda hastanedeydim, hoca anne başımdaydı. Kendime gelmem aylarımı aldı. Beni yetiştirme yurduna yerleştirdiler. Kendime gelemedim uzun bir süre. Konuşamıyordum, sesim kaybolmuş gibiydi.”
Şifa adam anlattıkça kollarındaki küçük çocuğu göğsüne sokup orda saklamak istiyordu. Gözünün önünde korkmuş, acı çeken küçük kara bir çocuk belirdi. Onun küçük adamı…
“Yurtta ne kadar kaldın, yani dayımla yolarınız nasıl kesişti?”
“Yurtta altı ay anca kaldım. Müdüre anne iyiydi, herkes çok iyiydi. Yaşadıklarımı öğrenen herkes sanki bana kendimi iyi hissettirmek için pervane oluyordu. Ama bu da çok ağırdı. Annem, Ayperi ölmüştü ben hiçbir şey yapamamıştım. Onlar toprak altındayken nefes almam bile ihanet gibiydi. Kaçtım bende. O zamanki çocuk aklım bunun daha adaletli olacağına inanıyordu belki de bilmiyorum. Uzun zamandır o günleri düşünmemiştim.”
“Özür dilerim ,bunu daha fazla yapma, anlatma.”
“Benim senden saklayacak hiçbir şeyim olamaz peri. Ben o gece bile isteye Ayperi den bahsettim sana. Ben aramızda ne geçmişin ne de geleceğin saklı hiçbir tozuna tahammül edemem.”
“Senin annen gerçekten mükemmel bir kadınmış Alparslan. Sana baktıkça ben o kadının ellerini ayaklarını öpmek istiyorum.”
“Beni gözünde büyütme Şifa, annemin dualarla okula uğurladığı oğlu değilim artık. Her yerine kan sıçramış bir adamım.”
Şifanın saçlarındaki parmakları yüzüne doğru kaymıştı. Okşayışları kşrli sakalının üzerinden devam etti.
“Sen kendine benden daha zalim davranıyorsun. Ama biliyor musun Alparslan gözlerimin önünde koca bir şehri parçalayıp öldürsen umurumda olmaz benim artık? Çünkü ben sanılanın aksine oldukça bencil biriyim.”
“Bir ortak özelliğimizin daha olması güzel bir şey. Dayın beni onun cüzdanını araklarken buldu. En azından ben öyle sanıyordum. Adam zaten daha önce benim peşime düşmüş, sırf onu soyayım diye gözümün önünde cüzdanına tomarla para koyup beni bal gören sinek gibi peşine takmış.”
Şifa duyduklarıyla kaşlarını kaldırmıştı. Bunu beklemiyordu asla
“Sen ciddi misin?”
“Tabi kızım ne sandın sen dayını? Saatlerce beni polise verecek mi vermeyecek mi diye it gibi titretti gevşek herif.”
“Peki neden sen?”
“Aslında birlik benimle beraber altı çocuk belirlemiş. Senin Cuntos un olması için. Şükürler olsun ki dayın sadece benim olabileceğimi söyleyip beni avlamış.”
“Hala neden sen söylemedin?”
“Çünkü küçük peri seninle beraber o on sekiz bileşenin seyreltilmiş hali bana da enjekte edildi. Bileşenleri kaldırabilecek formda DNA lara ihtiyaçları varmış. Uyum sağlayan seçilmişlerden biri de ben oluyorum işte.”
“Sen ,ama nasıl, neden ki?”
“Bu başka bir zamanın konusu peri."
Alparslan bedenini tamamen yatağa serip başını iyice dizlerine yerleştirdi Şifanın. Ne yapmasını istediği göstermek için de kucağında duran eli avuçlarıyla kavrayıp, saçlarının ğzerine bıraktı.
"Beni uyutur musun miniğim? Çok uzun zaman oldu güzel bir uyku görmeyeli.”
Şifa adamın daha fazla üzerine gitmek istemedi. Öğrendiklerini onunda sindirmesi gerekiyordu üstelik. Şimdi yapması gereken çok daha önemli bir şey vardı.
Kollarındaki yara bere içindeki çocuğu uyutmak gibi önemli bir şey...
“Uyuturum Alparslan."
“Şifa…”
Şifa, Alparslanın devam etmesini bekledi. Sesi bir şey isteyecek gibiydi.
“Hmm..”
“Bana şarkı söylesene. Resim yaparken hep kendi kendine mırıldanıyorsun, bana da söyle.”
Şifa bunu nerden bildiğini sorgulamadı. Kendine ait videoların Alparslana gittiğini öğrenmişti. Duhan ara ara kendi hakkında bir şeyler paylaştığını da söylemişti. Bu da onlardan biriydi galiba. Başını geriye yaslayıp gözlerini kapattı, dudakları şefkatle kıvrılmıştı.
“Bu gün dağların dumanı aralandı hoş geldin Ah ışıklar içinde kaldım yandım efendim.”
Şifanın kısık duru sesi Alparslanın kulaklarından içeri sızdıkça kalbini kaplayan karanlığında dağıldığını hissetti. Saçlarında dolanan parmaklar, ona annesini geri veriyordu sanki.
“Sen bana yangın ol efendim ben sana rüzgar Tutuşsun gün yansın geceler zamanımız dar Sen bana geç geldin ben sana erken Tutuşsun gün yansın geceler vaktimiz varken.”
Şarkı belkide bu zamana kadar hiç bu kadar durağan ve berrak söylenmemişti. Her bir sözcük bir anlam içeriyordu. Şifa söylerken Alparslan anlasın, bilsin diye her bir sözcüğe manasını yükleyip dudaklarından salıyordu.
“Bu gün günlerden güzellik,sefa geldin hoş geldin Ah bu yağmur yalnızlığımmış dindim efendim Sen bana yangın ol efendim ben sana rüzgar Tutuşsun gün yansın geceler zamanımız dar Sen bana geç geldin ben sana erken Soyunsun gün sarsın geceler vaktimiz varken.”
Şifa şarkıyı bitirip kollarındaki adamı uyku denizine itmeden alnına bir buse bıraktı. Tıpkı annelerin yavrularını uyuturken öptükleri gibi şefkat dolu minik bir buseydi. Alparslan ise uykuya dalarken mırıltı şeklinde minicik bir cümle fısıldadı.
Hayatımın en güzel anı...
İki saat koynunda adamı uyuttu Şifa, kendi gözlerine uyku gram uğramadı. Ayperi için, ona bu muhteşem adamı hediye eden annesi için yandı kalbi. Alparslan haklıydı, insanlar iblisler için cehennemi suçlardı ama asıl zebanilerin fink attığı yer dünyaydı. Küçücük çocuklara kıyacak kadar nasıl insanlıklarından çıkabildiklerini anlamayacaktı onun aklı.
Alparslan kıpırdayıp kızarmış gözlerini Şifanınyüzünde bir süre gezdirince minicik tebessüm etti. “Çok mu uyudum?” dedi uykunun tarazlandırdığı sesiyle.
“İki saat sadece.”
Alparslan uzandığı yerden doğrulup, elleriyle yüzünü sıvazladı. Onları bekleyen bir sürü sorun vardı. Ne kadar geriye atmak istese de yapamazlardı.
“Dönmemiz gerekiyor artık. Çok fazla düşünmemiz gereken problem var.”
“Biliyorum ama ayaklarım gitme fikriyle bile çakılıp oldukları yerde kalacaklar gibi.”
Alparslan şefkatle elini Şifanın yanağına yasladı. Avucunun içindeki yüzü okşadı.
“Sen istediğin her an seni buraya getireceğim peri.”
Duymak istediği tek şey buymuş gibi Şifanın gözleri parladı.
“Geliriz değil mi Alparslan, yani ikimiz geliriz değil mi?”
Şifanın kucağında duran elini kavrayıp, avuş içini şiddetli bir şekilde öptü Alparslan.
“Kızım sen beni cehenneme çağır gelmezsem şerefsizim.”
Şifanın yğzündeki hüzünü, durgunluğu kırıp, gülümsemesini geri yerine getiren bir hareketti bu.
“Serserisin Alparslan.”
Bunu söylerken ayağa kalkıp bir iki esneme hareketi yapmıştı Şifa. Adamın bu hali daha çok hoşuna gidiyordu. Acı çeken yanını görmek asla istemiyordu bir daha.
“Ne sandın kızın, sokak çocuğuyuz derken boş mu konuşuyoruz sandın sen. En azılı cepçilerdendim. Allah’tan Duhan gelip beni o hayattan çekip çıkardı da diğer çocuklara da üç beş cüzdan kaldı.”
Alparslan gerçek anlamda bir arsızdı. Duyan hırsızlıktan değil de çok daha matah bir şeyden bahsediyor sanırdı onu. Alparslan’ın kulaklarını şenlendiren bir kahkaha doldurdu odayı. Alparlsan bu ses için çok güzel ölebilirdi.
Aşağı indiklerinde Veronica’nın sedire uzanıp duvarı izlediğini, Duhan'ın da elinde mavi bir tülbent tuttuğunu gördüler. Onları fark eden Duhan ayağa kalkıp Şifaya doğru yürüdü. Elindekini kıza uzattığında bunu aslında kenarları tığ ile oyalanmış tülbent kumaşından bir fular olduğunu anladı.
“Bu annenin, belki ondan bir şey götürmek istersin diye düşündüm.”
Şifa kollarını Duhanın beline doladı, sımsıkı sarıldı.
“Çok isterim dayı.”
Duhan, Şifanın ona her dayı demesinde öyle çok mutlu oluyordu ki. Sadece dayı diyerek ona her şeyi yaptırabilirdi ona.
Beraber Amasya’da geçirdikleri son akşamda Şifa’nın bayıldığı restore edilmiş ahşap bir restoranda yemeklerini yediler. Eskiden bir ev olarak kullanılan bu yapı şimdi herkesi geçmişe taşıyan, hoş bir zaman makinesi gibiydi.
Gece tekrar yola çıktılar. İstanbul’da halletmeleri gereken bir pürüz vardı ve Şifa bunun için gereken enerjiyi yüklenmişti bile.
Sabah yedi gibi İstanbul’a giriş yapmışlardı. Yaklaşık dokuz saat kesintisiz bir yolculuktu. Aslında uçakla daha kısa bir sürede aktarmalı oraya varabilirlerdi ama Şifa özellikle arabayla gitmek istediğini söylemişti.
Eve girer girmez odalarına dağılıp biraz dinlenmek istediler. Akşam yemeğine kadar da kimse ortalık da görülmedi.
Akşam yemeğinde ev halkı hep beraber masadaydı .Bu ev hiç bu kadar fazla kişiyi ağırlamamıştı. Şimdi ise her oda da bir nefes vardı. Şifa bundan aşırı derece mutluydu. Artık yalnız değildi, kalabalık bir ailesi vardı.
Hakan sırıtarak Duhana baktı.
“Eee ne yapıyoruz şimdi? Duhan, yavrum başkandan laf yemişin diyorlar.”
Duhan ona ters bir bakış atsa da Hakanın ona bulaşma çabasını görmezden geldi.
“Bir an önce mühendisi girdiği fare deliğinden bulup çıkarıyoruz. Ne gerekirse yapılacak. Devlet tam yetki verdi. Küçük hacker uyduya, dronelara bile sızma izni çıktı sana. Ama lütfen bir daha beni Gökay Turan’dan laf yiyecek duruma getirmeyin.”
Hakan ve Şahin aynı anda kahkahayı patlattı.
“Biliyordum işte doğru söyle lan itin götüne soktu çıkardı değil mi? ”
Bu durum ikisine de tuhaf bir haz veriyor gibiydi. Sınıfın kaostan beslenen iki serserisi gibiydiler. Onların bu zevzek halleri Veronica’nın ve Şifa’nın da kıkırdamasına neden olmuştu. Kızıl kadın bir anda üzerindeki bakışları hissedip boş bulunup baktı. Barbaros ona bir mucizeye bakar gibi bakıyordu. Aşağılık herif hem onu bırakıp gitmişti ve sanki aradan yirmi iki yıl geçmemiş gibi nasıl öyle hayran hayran bakabiliyordu ki? Elindeki çatalı adamın gözüne saplamak gibi çok cezp edici bir fikir sızdı aklına.
Neyse ki en sevdiği yemek takımının kanla kirlenmesine izin vermeyecek kadar düşünceli bir kadındı o.
“Kesinlikle orda olmak isterdim maviş. Bu yamuk burunlu devenin çocuk gibi azarlandığını izlemek için üç cilt bakımımdan vaz geçebilirim.”
Kırmızıya boyanmış dolgun dudaklarını şımarık bir kız gibi öne doğru büzmüş parıldayan gözlerini Duhan'a dikmişti.
Duhan ona da ters bir bakış attı ama bir şey söyleme gereksinimi duymadı.
Şifa merakla konuşulan konuyu dinliyordu.
“Gökay Turan kim?”diye o da konunun içine dalış yaptı. Soruya Alparslan cevap vermek istedi.
“Birliğin Türkiye kanadını yönetiyor. Felaket bir adam, hataya tahammülü yok ağzı da nasıl desem tuhaftır."
Şifa gözlerini kedi gibi açık “nasıl yani” dedi.
Hakan yine gürültülü bir kahkaha atıp “Şöyle ki yavru Dua, adamın küfür repertuarı inanılmaz gelişmiş. Gün yüzü görmemiş çok orijinal besteleri var ama senin gibi bir minik bunları duymaz inşallah. Ama klasını bozacağı için hepsini ehlileştiriyor.”
Şimdi o ve Barbaros hariç herkes kahkaha atıyordu. Gerçi Barbaros’un yaşam belirtisi gösteren hiçbir duygu hissettiğini bile sanmıyordu.
“Ay hatırlıyor musunuz ben varım diye adam kendine azıcık çeki düzen vermek istemişti, pezevenk dememek için kadın pazarlayıcısı demişti. Birde veledi gibi bir şey demişti. O ne demek ti Hakan?”
Hakan kaşlarını oynatıp elindeki su bardağını Veronicaya doğru kaldırdı.
"Veled-i zina! Orospu çocuğu demeye çalışıyordu işte."
Yemek masası bir birine karışan kahkahalarla hiç olmadığı kadar keyifliydi. Amasya’da yaşanılanların üzerine ince bir tül çekilmiş gibi herkes kendi duvarları ardına gizlenmişti.
“En azından kadınlara saygı duyan bir adam. Aynı zamanda işinde mükemmel bir asker.”
Şahin “Orası öyle canım yiğidi öldür hakkını yeme” diye konuşmaya dahil olmuştu.
“Şimdi zevzekliği kesip plan hakkında konuşabiliriz. Başla bakalım Şifa nasıl bir harita oluşturuyoruz? ” diyen Duhan herkesin bakışlarını kızın üzerine topladı.
Şifa oturduğu yerde kıpırdanıp omuzlarını dikleştirdi.
“Şahinle elimdeki programa ekleme yapmamız gerekiyor. Yer tespiti en kolayı, onu halledince bilgi akışı için içeriyi dinlememiz gerekecek.”
“Böcek yerleştirmekten mi bahsediyorsun, bu çok riskli? ”
“Hayır hayır buna gerek kalmayabilir aslında. Sizden istediğim ekipmanlardan biri bu iş için çok iyi. Akıllı hale getirilmiş tüm teknolojik cihazlar yeni bir yönlendirmeye açıktır aslında. Evlerinin mutfağında aslında bir düşman tuttuklarını biliyorlar mı acaba?”
Hakan cık cıklayarak “Bu kızın dilini çözmek için tercüman lazım. Ulan küçük Serdar, adam gibi anlatsana aval aval bakıyoruz böyle.”
Şifa başını yana yatırıp kınar gibi Hakna gözlerini dikti.
“Ya anlaşılmayacak bir şey yok, içene kamera sistemi konulmuş bir buzdolabının yazılımına sızarak aracı yapıp evdeki akıllı televizyona gireceğim. Ses sistemindeki vericiler biraz rütuşla alıcı haline dönecek ve hoparlör sistemini birer böceğe çevireceğiz.”
Bahsettiği şeyden o kadar kolay bir şeymiş gibi söz ediyordu ki bir kaç saniye kimseden ses çıkmadı
“Hassiktir! Ulan evde saatli bomba tutuyoruz. Lan bu kız bunları yapabiliyorsa hesaptaki paralarınızı falan çekin bulgurun içine saklayın. Sinirlenip donumuza kadar soyar bu ruhumuz duymaz.”
Şahin dudağını kıvırmış, taktir eden bakışlarını Şifadan çekmemişti.
“ Bende bunları ne yapacak diyordum. Kız ülke ülke bana atom bombasının parçalarını toplatmış ulan. Bir ara şüphelendim ama ihtimal vermedim.”
Duhan çocuğuyla övünen baba gibi Şifasını izliyordu. Kızı zehir gibiydi, adının aksine ona düşman olanların vay haline diye düşündü.
“Aslında çok da büyütülecek bir şey yok, akıllı cihazlar üzerinde oynama yapmak çok da zor değil.”
Sesinde aldığı tepkilerden dolayı utanmış izler taşıyordu. Alparslan alt dudağını dişleriyle kıstırıp hafif bir tebessümle başını sağa sola salladı. Kara gözleri kızdan bir saniye bile ayrılmıyordu. Üzerindeki bakışların yoğunluğuyla Şifa, adama bir iki saniyeden fazla bakamıyordu üstelik.
Mezarlıkta ki yakınlaşmalarından sonra aralarında çok olan o sınır kalkmış gibiydi. Adam arsız bakışlarına asla sansür çekmiyordu. Şifa azıcık konsantre olsa aklından geçenleri duyacak gibiydi. Zira karnının içindeki kıpırtılar tenini ürpertiyordu.
Bir süre daha konu hakkında fikir yürüttüler. Her türlü olasılık hakkında düşünen herkes konuşmuştu. İlk önce yer tespiti yapılacak, bir süre sessizce adamlar dinlenecek, onlara arka çıkan her kimse ortadan kaldırılacak ve mühendis sağ salim birliğe teslim edilecekti.
Şifa odasına çekilen Veronica’nın yanına gitti. Kadın eline aldığı ayna ve cımbızla kaşlarına şekil veriyordu. Şifa onu farklı bir pozisyonda bulamayacağına neredeyse emindi zaten.
“Daha ne kadar beni izleyerek göz banyosu yapmayı planlıyorsun sanal kekim.”
“Dünya yansa durun makyajım yok dersin değil mi kızıl yılanım? ”
“Saçmalama tabiî ki böyle bir şey olursa düşündüğüm bu olmaz. Çok daha öncelikli şeyler çıkar ortaya. Yanmayan ama çok şık bir kıyafet, ısıya dayanıklı saç spreyi, ortamın alevine uygun kırmızı ayakkabılar makyajdan çok daha önemli şekerim.”
Şifa gülümseyip “kızıl manyak” diye söylendi.
“Öyle söyleme üzümlü kekim. Bir yerlerde bir yangın varsa ortam kalabalıktır ve beni bilirsin kalabalığa saygımdan dolayı en güzel şekilde gözlerinde ağırlanmak istiyorum. İnsanlığa armağan olarak yaratılıyorsan bir takım sorumlulukların oluyor işte böyle. ”
Şifa dehşete kapılmış bir yüz ifadesiyle Veronicaya baktı.
“Aman Allah’ım kendine olan aşkın boyut atlamış kızıl, resmen nirvanadasın.”
“Bir şeyi yapıyorsam en iyisi olmalı değil mi?”
“Ruh hastası manyak seninle laf yetiştiremem ben.”
“Onu bunu bırak da kara çocuğun kıçından havai fişekler çıkacakmış gibi. Neydi o yemekte pilavı değilde seni yer gibi halleri? ”
Şifa alt dudağını ısırıp, kapıyı kontrol etti. Sanki onları biri dinliyormuş gibi sesini olabildiğine kısmıştı.
“Sanırım biz artık biraz yakınız onla.”
Şifanın sesi çekimserdi. Aralarında olanı nasıl isimlendirmesi gerektiğini bilmiyordu.
“Hiiiiiii aman Tanrım. O marketten şeker çalıp yakalanmamış çocuk sevinciyle dolandı bütün akşam, doğru söyle ne çaldı senin marketten minik sırtlanım? ”
Kadının dilinde gerçekten hiç filtre yoktu! Böyle bir soruyu nasıl soruyordu anlamadı Şifa.
“Saçmalama be ne çalacakmış benden? Konuşma şöyle ayıp!”
“Amanda aman benim minik tırtılım büyümüşte kelebek mi olmuş. Kara kara kurtlarımı peşine takıp dolaştırıyormuş. Birde utanıyor, kıpkırmızı oldun resmen.”
“Ya Veronica ya”
“Hiç yağlama ne oldu söyle yoksa ona sorarım.”
Şifa kaşlarını çatıp tam bağıracakken duraksadı. Bu ayarsızın ne yapacağı gerçekten belli olmuyordu. Alparslana gidip “Şifa’nın marketten ne çaldın” dediği gözünde canlanınca dehşete kapıldı ve “Sadece buradan öptü yeminle başka bir şey olmadı,vallahi bak” diye kendini öne attı.
Veronica öyle bir kahkaha attı ki Şifa oyuna geldiğini anlamak için geç kaldığını fark etti.
“Benini mi öptü, ay çok romantik. Dudaklarına yapışabilmek için yol da yaparmış kara serseri. Tanrı korusun öpüyorum diye yer bu seni, yılların özlemi sonuçta.”
Şifa onunla dalga geçtiğini bilse bile gerçekten uyanıyordu. Nasıl oluyorsa Veronicanın söylediği her şey saniyelik gözlerinin önünden geçiyordu ziraa.
“Ya konuşma şöyle! Hiç ayıp diye bir şey bilmiyorsun.”
“Kızım daha ayıp bir şey yok bir öpüşün oda olur, yavaş yavaş bunlar. İlk seviyeye gelmiş sayılırsınız umarım vitesi boşa alıp üstten aşağı yardırmaz kara aygır.
“Allahın cezası! Sus artık sus! Geldim bende konuşuruz diye,bir şey anlatır mıyım ben daha sana? Hem sen şu Barbaros’u anlat bakalım. Adam sadece sen konuşunca kuma gömdüğü başını kaldırıyor.”
Veronicanın eğlenen suratı anında dümdüz olmuş, kızıl kaşları hızla çatılmıştı.
“Hiç o konuya girme yanarsın bebeğim! Ben daha o haini yakmadan kimsenin bu işe maydanoz olmasına izin vermem!”
Biraz önce kahkaha atan şen şakrak kadın gitmiş, bıçak kadar keskin bir ateş parçası gelmişti. Şimdilik bu konuyu rafa kaldırmaya karar verdi Şifa. Nasıl olsa neler döndüğünü öğrenecekti.
Daha sonra odasına girip sıcak bir duş aldı. Biraz kitap okumanın iyi geleceğini düşündü. Kitabın içine dalmışken kapı sesiyle kafasını kaldırdı ve saatin çoktan gece yarısını geçtiğini fark etti. Zamanın bu kadar hızlı geçtiğini anlamamıştı. Tekrar tıklanan kapıyla kalkıp kendi açmak istedi.
Kapının ardında siyah bir t-şört ve yanlarında beyaz şeritlerin olduğu siyah bir eşofmanla Alparslan dikiliyordu. Saçları savaştan çıkmış gibi darmadağınıktı.
Şifa adamın neden kapısında dikildiğini anlamadı ama bir şey demek için kıvrandığının farkındaydı.
“Bir sorun mu var Alparslan neyin var?”
“Uyuyamıyorum.”
Şifa kaşlarını kaldırıp devam etmesi için bekledi. Bu durumun kendiyle ilgisini hala anlamamıştı. İlaç istemek için ona gelmiş olamazdı değil mi?
“Koynunun kokusunda uyudum artık başka türlü uyuyamam ben peri. ”
Şifanın gözleri şaşkınlıkla irileşti. Dudakları aralandı. Ne söyleyeceğini bilememişti. Alparslan ise başını soluna yatırmış, siyah gözlerini üzerine mühürlemişti.
"Yine kucağında yatsam olmaz mı? Yarın için dayın bir sürü iş yükledi bana."
Şifa karşısında utangaç bakışlarla ağzından çıkacak kelimeleri bekleyen hevesli küçük çocuğa baktı. Annesinin yanında uyumak için şirinlik yapan minik kara bir çocuktu o. Dudakları şefkat ve merhametle kıvrıldı. Ağzını açtı açtı kapattı ama bir şey diyemedi. En sonunda pes etmişlikle omuzları düştü. Kendini geriye çekip, eliyle tuttuğu kapıyı Alparlsanın geçebilmesi için araladı.
Şifa değişiyordu. Bir adamın zihnini, ruhunu ve artık kalbini esir etmeye hevesli bağı ile aklına gelmeyecek şeyler yaparken buluyordu kendini.
Alparslanın gözlerindeki parıltıları iç çektirdi. Bazı bağlar akla gelmeyecek her şeyi yaptırırdı. Şifa bunu da değişim sürecinde öğrenecekti... |
0% |