@orenda
|
Bu bölüm benim Dua ile bağımı düğümleyen bir dönüm noktamdı. Buraya gelene kadar kendi yazdığım kadını hiç tanımadığımı fark etmiştim. Ona çok hayranım. Veronica neden onu deli gibi seviyor ben bu bölüm tam idrak edebilmiştim.
Keyifle okursunuz umarım. Beğenip bir kaç satır yorum yapmanız Şifamızın büyümesine büyük katkı sağlar🥰
Alparslan gözlerini kızın elindeki kağıtlara dikmişti. Hep merak etmişti zaten neler çizdiğini.
Neredeyse yaz kış yaşadığı verandaya bağlı kulübenin içinin, bunlarla dolu olduğunu biliyordu.
Duhan'dan, Veronica'nın merakına yenilip girmek istediği bir zaman da Şifa'nın nasıl çığırından çıktığını dinlemişti. Eline aldığı traş makinesiyle kadının saçlarını sıfıra vurmakla tehdit ettiğini biliyordu. Şifa için o kulübe bir sığınaktı.
Duhan "Çocuk işte tehtitleri de çocukluğuna yaraşır şekilde" dese de Alparslan biliyordu bunun bir tehdit olmadığını. Orası Şifa'nın mabediydi ve sadece kendine özeldi. Şifa, küçükken de şimdi de hep sınırları olan bir kadındı. Sınır ihlali yapana, zerre merhamet etmeyeceğini hissedebiliyordu genç adam.
Yine de bu kadar sessizlik can sıkıcı olmaya başladığı için konu arayışına girmişti işte.Varlığını tekrar kadının gözüne sokmak için, gözlerini ayırmıyordu üzerinden.
Şifa adamın üzerinde santim santim gezen bakışların, her değdiği yere bir avuç kıvılcım bıraktığını hissetti.Tepkisiz kalmak, umursamamak can yakıcı olur muymuş bizzat yaşayarak öğreniyordu.
Kafasının içinde gelip giden ona elektrik verilmiş gibi hissettiren bir dalga "Bak bana! " diye emir verene kadar gayet de başarılı devam ediyordu. Ne olduğunu bile anlamadan yerinden fırlayıp adama baktı.
Bunu nasıl yapıyordu Şifa anlamıyordu ama ikinci kez başına gelen bu durum oldukça ürkütücüydü. Birine söylese kafayı yemişsin derdi ama zihninin duvarlarona çarpan o sesi iliklerine kadar hissediyordu. Duymakla sınırlı değil içinde uankı yapıyordu sanki.
Sesindeki titremeyi kontrol edemiyordu. Adamın dudakları bile kıpırdamadan nasıl sesini işittiğini algılamak, kabullenmek öyle zordu ki.
"Deliriyorum! Gerçekten deliriyorum artık, ne oluyor Allah'ım? " diye mırıldanmaya, sağa sola iki adımlık voltalar atmaya başlamıştı.
Alparslan ayağa kalkıp yaklaştı. Şifanın kişisel alanını ihlal edecek kadar yakındı ona. Kızın titreyerek ona bakan hareleri dudaklarında minik bir tebessüm oluşturmuştu. Bir çok ihtimali göze alarak kollarını çekinmeden kıza doladı. Fısıltıyla sakin olmasını telkin edip rahatlatmaya çalışıyordu.
"Korkma! Otur lütfen, sakin ol önce. "
Şifanın zayıf bedenindeki titremeyi kendi bedeninde hissediyordu. Kollarının arasından kendini koparır gibi geriye çekilip dehşetle baktı suratına.
"Ne sakin olması! Ne yapıyorsun bana? Duydum, seni kafamın içinde duydum! Daha öncede yaptın bunu bana. Nasıl? Nasıl olabilir bu? "
Çok güçlü değildi sesi ama sakinlik de içermiyordu. Bağırmak isteyip, yaşadığı dehşetten güç bulamıyormuş gibiydi daha çok. Alparslan bu haline nasıl yaklaşsa hata yapmaz diye tereddütdeydi. Onun için endişeleniyordu.
Şifa Alparslanı tanımıyordu ama durum Alparslan için çok farklıydı. Alparslan her dara düştüğünde Şifa'nın adıyla ayağa kalkmıştı. Saplantı derecesinde kabul edilirdi belki bu bağımlılığı ama Alparslan hep Şifa'yı önde tutmuştu. Gecesi, gündüzü hep onunla doluydu. Bilmezdi Alparslan başka niye yaşanır, neden nefes alınır. O, Şifa'yla tutunmuştu hayata. Şimdi içindeki sabırsız bir hayvan vardı ve aynı şekilde karşılık görmek için derisini yırtmaya çalışıyordu sanki.
Ama akıllı hamleler yapması gerekiyordu. Alparslan kendi arzuları ve Şifanın hisleri arasonda kalırsa Şifayı seçerdi her zaman. Ona yol göstermede en önemli rol kendine düşüyordu.
"Dinle beni, derin nefes al önce. "
Şifanın sağ elini tuttu ve gömlek yakasını gevşetip parmaklarını ensesinden aşağı doğru kaydırdı. Ne yaptığını anlamadan şaşkonca bakan kıza yüzünde olabilecek en sakin ifayleyle karşılık veriyordu.
Şifa parmaklarına değen pürüzlü deriyle gözlerini zift karası gözlere kilitledi. Bu yarayı tanıyordu. Bir eşinin de kendisinde varlığını koruduğu, iyileşmemek için direnen bu yaranın aynısın ensesinde taşıyordu çünkü.
Ne yapacağını bilemeyen yanı çığlık çığlığa buradan kaçmasını söylese de Şifa kısık bir sesle "lütfen! " diyebildi sadece.
Alparslan üç aydır bir an bile sızlaması durmayan yaranın feraha kavuştuğunu hissetti. Adını parmaklarında taşıyan bu kadını keşke içini yarıp kendine hapis edebilseydi. Yüzlerinin arasında ki mesafeyi iyice azaltarak teninin kokusunu soludu. Gözleri kapandı ve şu an hissettiği bu serinliğin tadını çıkardı.
"Güneşi sadece ikimiz aynı yerde taşıyoruz. Sen güneşin amacı, ben o amacın esiriyim."
Sesinde saf bir teslimiyet vardı. Şifanın kalp atışarını hızlandıran, nefes alışını sekteye uğratan bir adanmışlık...
"Zihnin berraklaştığında beni göreceksin, duyacaksın, anlayacaksın güzelim. Şimdi ne kadar istesem de daha fazla açıklayamam. Ama yaramızın devası yine biziz. Endişelenme olur mu ? Sana yardımcı olmak için her şeyi yaparım."
Ellerini kızın yüzünde gezdirmeye başladı.Tenini hissetmek, parmaklarını pürüzsüz deri de dolaştırmak öyle büyük bir haz veriyordu ki Alparslana daha fazlasını isteyen yanını bastırmak hiç olmadığı kadar zor gelmeye başlamıştı.
"Korkmuyorsun değil mi benden?Seni incitmeyeceğimi biliyorsun çünkü."
Sesine eklediği buğu Şifanın içini karman çorman ediyordu. Alparslandan kendine yayılan bu hisler içindeki duygularında yolunu şaşırtıyordu.
"Gerçekten korkmamalı mıyım? "
Gözlerini aralayıp kararlılıkla zift karası gözlere baktı.
"Söyle Alparslan, herkes bir şey saklıyor benden. Güvenmeli miyim ben sana?"
Adam kızın dudaklarından dökülen adını hiç bu kadar sevmemişti belki de. Canı yana yana alışan, böyle büyüyen adamlardandı Alparslan. İçinden sökülerek alınan kayıpları vardı. Bir boşluktayken onun adıyla tekrar yaşamaya başlamıştı. Yıllarını bu uğurda harcamış, hiç de pişman olmamıştı. Ama şimdi ruhundaki her bir pranganın küçücük parmaklarla söküldüğüne anbean şahit oluyordu. Dilindeki adı bile şifaydı Alparslana.
"Sana asla ihanet etmem ben, ölümü kabullenirim ihaneti asla! Duhan seninle konuşmadan onu içinde yargılama. Gözünün gördüğü herkes senin için burada. Kafan karışık biliyorum ama henüz hazır değilsin, sana ne anlatırsak anlatalım tamamen zihin süzgecinden geçiremeyeceksin. Bu seni yanlışa iter Şifa, kısa bir zaman sadece bize güvenmeyi seç. "
Şifa yapabileceği başka bir şey olmadığının pekala farkındaydı zaten. Elinden şimdi bir şey gelmese de hissediyordu tek tek düğümlerini çözdüğünde, bütün sorularına da cevap bulmuş olacaktı.
"Eve gidelim mi?"dedi sadece. Ne adamı onaylamış, ne de ona olumsuz bir cevap vermişti. Ne olursa olsun iki gündür tanıdığı bir adama güvenmek büyük aptallık olurdu.
Kolu tutulup siyah bir arabaya yönlendirilince kendi arabasına bakma isteği duydu. Bu sözsüz soruya "Hallederler" demekten başka da cevap gelmedi. Sessiz sakin bir yolculuktan sonra yuvaya girmişlerdi.
Şifa odasına girmeden Duhan'a görünmeyi istedi . Kızgınlığı bile ona duyduğu sevginin önüne geçemiyordu. Ona öfkelenmek isteyen yanını duyduğu sevgi hep yeniyordu sonuçta. Sabah da biraz fazla çıkışmıştı. Kalbini kırmış olmak istemedi.
Odaya yaklaştığında Veronica'nın sesi çalındı kulağına. Kaşları çatıldı önce ve duyduklarına anlam veremedi.
"En azından dayısı olduğunu bilmeye hakkı var!"
Kulaklarında ki uğultu artık her hangi bir sesi duymasını engelliyordu. Beynin de sadece "Dayısı olduğu" kelimeleri yankılanıyordu.
Şifa öfkeyi bilirdi, hırsı, kibri, güveni ama ihaneti hiç tatmamıştı. Acıtıyormuş ilk onu öğrendi. Baya baya yakan, sızlatan bir acıymış. Şifa'nın güveneceği insan sayısı bir elin beş parmağı bile etmezken ilk parmağının kopuşuyla inilti gibi bir feryat kaçtı dudaklarından. Kimsesizlik içinde kıvrandığı anlarda aslında o kadar da kimsesiz olmadığıyla yüzleşti.
Kapıyı hırsla açması duvarda şiddetli bir sese neden olmuştu. Kendine şaşkınlık ve korkuyla bakan iki gözden nefret ettiğini hissetti ilk. Hayal kırıklığı, hüzün karabasan gibi örtmüştü sırayla üzerini.
Duhan'ın bir adım öne çıkışı ve dudaklarını kıpırdatışıyla keskin bir bakış attı. Koca adamın karşısında nasıl utançla kaplandığını gördü. Ama bu önemli değildi, artık hiç önemli değildi! Bir kaç şey söylemek için aralandı ağzı ama ne diyeceğini bile bilmiyordu. Mesela öz yeğeninden neden kim olduğunu saklaması gerektiğini sormalıydı. Ama bu gururunu çok kırmıştı. Her daim yakınında olan ve adını sıfatsız kullandığı adamın dayısı olduğunu öğrenmek her zaman iyi bir şey olmuyordu demek ki.
Söyleyecek hiç bir şeyi olmadığını fark edince adımları geri geri gitti. Koşar adımlarla merdivenleri indi. Kapıdan fırlayarak verandaya koşmaya başladı. Şu an ihtiyacı olan tek şey boyalarıydı. Bu andan saklanma, içindeki bu histen kurtulmak için zihnini uyuşturacak kadar boya kokusunun içinde kalmalıydı. Cam örtmenin altında derin bir soluk alıp ahşap kapının kilidini açıp içiri girdi. Bu küçük kulübe onun sığınağıydı, onu gizleyen bir siper. Şimdi de iyi gelecekti. Kimseye hiç bir şeyin sebebini sormak falan istemiyordu. Sadece çok kırgındı. Çok çok çok fazla kırgındı.
Alparslan henüz eve girmemişti, yanından ok gibi geçen kızla bir şeylerin yanlış olduğunu anladı. İçeri girip Duhan'ı ellerini başına sarmış görünce, Şifa'nın duymaması gereken bir şeye şahit olduğunu anlamış oldu.
Veronica altın pırıltılarını saklayan gözlerini genç adama çevirdi.
"Gözün aydın CUNTOS, Şifa'nın nur topu gibi korkak bir dayısı oldu, bunu kutlamalıyız!"
Kızılın dişlerini gıcırdata gıcırdata kurduğu cümlelerle gözlerini kapatıp, dilinin ucunu ısırdı. Tüm kasları gerilmiş, boynunun damarları ortaya çıkmıştı.
Veronicaya cevap vermeye bile tenezzül etmemişti.
"Ailesini anlat, sonrada kim olduğunu açıklarsın dedim sana embesil herif! Sebeplerinden başlayıp, adım adım ilerlemen gerekiyordu. İlk dayısı olduğunu söyleyip kızı kendinden nefret ettirme saçmalığını niye yapıyorsun? "
Duhan ters bir bakış atıp "Konuşurken duydu, Veronica dayısı olduğumu söylemem konusında ısrar ediyordu!" dedi. Alparslan kafasını sağ omzunun üstüne yatırıp Veronica da sabitledi bakışlarını.
Bir iki adımla üzerine doğru yürüyüp, etrafında dolaşır gibi yönünü çevirdi.
"Sana birlikte tilki diyorlar Veronica! Hem çok kurnaz hem de çok dikkatliymişsin sözde. Ulu orta önemli konuları konuşmayacak kadar zeki bir kadının pot kırması değil bu! Mermer merdivenlerde Şifa'nın beş santimlik kalın topuklarının çıkardığı sesi duymadığını da düşünmüyorum açıkcası. Amacını söyle yorma bizi! "
Duhan o anki dikkatsizliğinin şimdi farkına vardı. Hızla kadının kolunu tuttu. "Bilerek söyledin! " diye tısladı.
Veronica, kızıl saçlarını savurup ikisiyle de arasına mesafe koydu. Bakışlarında hiçbir utanma yada mahcubiyet yoktu. Zerre kadar yaptığından pişman da değildi.
"Birinin pandoranın kutusunu aralaması gerekiyordu! Siz iki korkak bu kızı salak yerine koyup oyalayacağınıza onu koruyup kollamaya odaklanmanız gerekiyor. Bir pısırık gibi Şifa, elini eteğini senden çekmesin diye dayınım diyemiyorsun! Yarın birlikten haber gelse, Şifa'yı ifşaya başlayın deseler ne bok yiyeceksiniz? Şeytanların arasına saf bir çocuk mu bırakacaksınız? Yeter artık sizin yaptığınız koruma değil. Onun depremi ikiniz olmayın diye uğraşıyorum. "
Derince soluklandı kadın. Sadece duruşuyla bile iki adamı yere serebilecek kadar sinirlenmişti.
"Ayrıca beni sorgulama hakkını ikinize de vermedim ben! Dua şu halini iyi ki görmemiş Duhan. Kızı için ne kadar da doğru bir dayı ama. "
İki adam da kasırga gibi yanlarından geçen kadına tek laf edememişti. Haklı olana ne denirdi ki zaten? Alparslan Duhanın kapanan kapıya öylece baktığını gördü.
"Yanına gidiyorum, sakinleştiğinde gel ve anlat!"
Alparslan odadan çıkıp ağır adımlarla yürümeye başlamıştı. İyice çöken karanlığa doğru kaldırdı kafasını. Kalbinde nasılda hırçın bir acı peyda olmuştu. Bu acının Şifa'dan sızdığını anlayabiliyordu. Ama onu asıl endişelendiren acının yanındaki kırgınlıktı. Saklanmayı tercih edecek kadar kırgın oluşu onun için çok daha zordu. Öfke eğitilirdi ama kırgınlık...
Ahşap kapıyı açmaya zorladı, tahmin ettiği gibi kilitliydi. Kapının altından cılız bir ışık sızmasa orda olduğuna emin olamayabilirdi. Konsantre olmaya çalıştı ,düşüncelerini tek bir noktada toplamak için oldukça çapa sarf etmesi gerekiyordu. Yavaşça düşüncelerine doğru aktı kızın. Henüz bu konuda becerilerini geliştirmemişti ve oldukça zorlanıyordu. "Kapıyı aç" diye fısıldadı Şifanın zihninin kuytularına.
Bir anda zihninden atılmasıyla beyni patlayacak gibi hissetti. Duvarlar çok kalındı ve çarparken canını yakmasına alışmalıydı. Beyninin içindeki şiddetli çan sesi gözlerinde anlık kararma yapıyordu. Şifa'yla bağları güçlenene kadar bunun acıtacağını öğrenmişti zaten.
Hışımla kapı açıldı. Gözleri kan çanağına dönmüş, saçları dağılmış küçük kız çocuğuna baktı.
"Ne yapıyorsan yapma! Seni de, sesini de, o şeref yoksunu dayı bozuntusunu da istemiyorum hayatımda! Defol karşımdan şimdi! "
Duhana kusamadığı öfkesini Alparslana yönlendiriyordu demek ki. Niye bana dayım olduğunu söylemedin demek onurunu incitirken Alparslandan hırsını almak daha kolay geliyordu.
Şifanın sözleri Alparslanın sinirlerini de germişti. Anlamaya çalışmalı ve ona yardımcı olmalıydı ama kendi içindeki itilmişlik hissi hırslandırıyordu. Onu etrafında istemediğine dair kurulan her bir cümle, imâ, bakış katil tarafını harekete geçiriyordu. Şifa'yı içeri doğru ittirip kendi de aralık kapıdan içeri soktu bedenini.
Nezaket de zaten ona asla yakışmazdı. Sakil dururdu üzerinde.
"Önce şunu bir anlatalım sana. Beni senden uzaklaştıramazsın, buna gücün yetmez! O yüzden defol, git, yok ol gibi sinirlerimi siken kelimeler kullanma senin için iyi olmaz! Mızmız bir çocuk gibi kendini bir yerlere saklayıp sümüklerini akıtmaktan vazgeç! Önce dinlemeyi öğren! Anlatılmıyorsa anlatılana kadar sabretmeyi öğren! Kimse sana muhteşem bir hayat vaat etmedi, bunu kabullenmeyi öğren! Kolay mı sanıyorsun Duhan için bu olanları? Bir sen misin üzülen, acı çeken? O adam masum insanlar için sevdiği herkesden vazgeçmeye mecbur bırakıldı. Yüklediler mi senin sırtına böyle bir yük? Söyleyemedi de sebepsiz miydi bu? Niye bunu sorgulamıyorsun? Niye geçip karşısına benden gizlemendeki sebep neydi demiyorsun?"
İşte bu konuşma biraz tuhaf hissettirmişti Şifaya. O sadece ondan gizlenene öfkelenmiş, nefreti içinde filizlendirmişti. "Neden? " demek aklına bile gelmemişti üstelik. Biraz utanç gelip kondu kalbinin üstüne. Yalnızlık içinde geçen yılları da "Bizim suçumuz ne peki? " diye asılıyordu paçalarına.
Gözlerinin kenarlarından ince ince sızan yaşlarını saklama gereksinimi duymadan adama baktı. Maden her konuya böyle pervasızca dalıyordu o zaman kendini de görmesi gerekmez miydi?
"Boynuma giren o iğne canımı çok yakardı, en çok orda isterdim birini yanımda. Elimi tutsa ne olurdu ki? Ben çok şey istemedim. Ben ondan hiçbir şey istemedim zaten. Rüzgar değse tenim yanardı o ilaçlardan sonra, hiç gelmezdi. Uyuyamadığım, yemek yiyemediğim, konuşmanın bile acı verdiği zamanlarda bir onu isterdim ben, bir kere bile gelmedi. Ben neyin bedelini ödüyorum Alparslan? Canımı çok yakarlardı, neden diyemeyecek kadar acizdim. Yanımda olsa o kadar acımazdı! Madem dayımdı niye yoktu? Hiç bir ilaçta ve sonrasında asla ortalıkta olmazdı. Ne zaman geçerdi tenimdeki yaralar, Duhan çıkar gelirdi. Ama bir kere bile sitem etmedim ki ben ona, neredeydin demedim ki. Çocuk aklım çıkardı yine gider diye. O, gitmesin diye ağzımı açmazdım ben."
Bunları zaten biliyordu Alparslan ama Şifa'dan duymak cam parçaları yutuyormuş gibi hissettiriyordu. O adamın, Şifa'ya gidemediği her saniye nasıl kahrolduğunu, vicdan azabıyla nasıl kıvrandığına bizzat şahit olmuştu zaten.
Onu öyle görmeye dayanamayacak kadar nasıl aciz olduğunu kendi söylemişti. Şifa iyileşene kadar Duhan'ın yürüyen bir cesetten farkı olmazdı. Alparslan için de çok zordu o zamanlar ama Şifa bu kadar karışmamıştı kanına. Ona yaklaşmasına izin vermezdi Duhan. Kızardı Alparslan ona, ama sonra anlamıştı genç adam. Duhan kendinde ki acının Alparslan'a da sıçramasını istememişti.
Biraz evvel yüzüne yerleşen kara öfke kendini dingin sulara bıraktı. Kara kaçlarındaki çatılma düzeldi ilk. Sonra sıkıca birbirine bastırılmış dudakları gevşedi. Bir iki adımla biraz daha yaklaştı yanına.
"Dinle onu benim yeşil orman perim. İzin ver anlatsın kendini sana. Dönme sırtını hemen, bunu kaldıramaz. Kardeşine verdiği yeminde boğma onu."
Alparslanın fısıltıyla söyledikleri dolan gözlerinden bir iki damlanın yğzüne aşağı akmasına neden oldu. Öylece bakıyordu sadece. Konuşacak kelimeleri tükenmişti.
Şifa karanlık odada yürüdü, görmeyen gözlerle bir duvara sırtını verip kayarak yere oturdu. Odada ki aydınlık üç beş mumun sağladığı kadar azdı. Alparslan net göremese de her yerin farklı boyutlarda çizilmiş desenler, hamsa dövmeleri ve caduceus resimleriyle dolu olduğunu seçebiliyordu. Bu şekillerin burada olması Duhan'ın düşüncesinin doğru olduğunun kanıtıydı aslında. Siyah gözleri ceduceusun üzerinde yavaşça gezindi. Kılıcı saran iki yılanı santim santim inceledi.
Şifa ise Alparslandan duyduğu aidiyet içeren kelimelerle hem tuhaf hissediyor hem de varlığını hiç olmadığı kadar doğru kılıyordu. Sanki hep varmış gibi, buradaymış gibi. Hep Alparslan'ın güzeli, Alparslan'ın Şifa'sı, Alparslan'ın perisiymiş gibi hiç yadırgamıyordu benliği duyduğu güzel kelimeleri.
Olması gereken zaten buymuş gibiydi.
"Ya daha çok incineceğim şeyler söylerse? " diye cılız bir cümle döküldü dudaklarından. Büyüyememiş ve hiç çocuk olamamış, arafta unutulmuş minik bir kız çocuğuydu Şifa.
Alparslanın şu an gördüğü sadece buydu. Yanına doğru yaklaşıp önünde diz çöktü. Şifanın dizinin üzerinde duran elinde sadece serçe parmağını, işaret parmağınon ucuyla okşadı.
"Düşmekten korkma, düşersen kaldırırım. Yaralarını da oturur ben sararım. Senin gerçek sana ihtiyacın var Şifa. İçindekilerle savaşmayı bırak. Öğreneceklerinden korkarak yaşayamaz, bir köşede saklanamazsın. Yakında varlığını duyurmaya başlayacaklar. Hazır olmalıyız Şifa, en çok da sen hazırlanmalısın. Şimdi gidiyorum Duhan gelecek dinle onu ve bana güven. "
Alnında saçlarının başladığı yere dudaklarını bastırdı. Kokusunu alan ciğerleri nasıl şenlendi adam, bir kez daha şükretti varlığına.
Alparslanın girdiğinin aksine sessizlikle çıkışını bomboş bir ifadeyle izledi Şifa. Alnında, dudaklarının değdiği kısımda yanma hissediyordu. Tuhaf bir şekilde dokunmasına da ses çıkarmak gelmiyordu içinden. Bedeni Alparslanı tanımıyordu ama ruhu o hep varmış gibi onu kolayca benimsemişti.
Söylediği her şeyi tekrar edip durdu beyninin içinde. Duhana kızmak istemiyordu ki o. Kırılmak istemiyordu. Duhansız kalabileceği hiç bir şeyi istemiyordu aslında. Ama kırılmıştı da. Bir dayısı olduğunu bilmeye çok daha erken hakkı olmalıydı.
Bir saati geçen bir süreden sonra ahşap kapı yavaşça aralandı. Koskoca heybetli vücut kedi sessizliğiyle içeri sızdı. Bakışları odanın içerisinde dolaştı bir süre. Resimler onunda dikkatini çekmişti.
Bir köşede öylece oturan bedene doğru adımladı. Oda duvar dibine sinip tek ayağını uzatırken diğerini kendine doğru çekip oturdu. Her bir iç çekiş kor olup düşüyordu içine. Dua'sına söz vermişti halbuki, koruyacaktı onu ,sarıp sarmalayacaktı. Duhan niye hiç bir şeyi tam olarak yapamıyordu?
Canının yarısı görüyor muydu acaba onu? İzliyor muydu kızının canını bir şekilde yakışlarını?
Duayı o harabede ölümün kollarına bırakırken nefes almak öyle zordu ki. Derisini kazısalar ve her bir yarasına tuz bassalar daha az acıtırdı canını. Bir kolunda küçük bebeği, diğerinde kardeşinin nefes almayan bedeniyle Duhan hıçkırıklarını tutamamıştı. Defalarca Duanın adını seslenmiş, ona geri dönmesi için yalvarmıştı.
Yine olmamıştı. Duhanın bir duası daha semaya karışıp, cevap bulmamıştı.
Kan yemininden sonra nasıl da minnetle bakmıştı ela gözler ona. İlk kez bir şey istemiş, ilk kez "Abi" demişti. Nasıl bir keder vardı sesinde koklayıp, saramadığı yavrusu için, nasıl bir acı sarmıştı bedenini? Hayatının en kara gününü anmak göğsündeki paslanmış bıçağın yerinden oynamasına neden oldu. Acı ilk günkü kadar güçlüydü.
Bir sigara yaktı her şeyin çaresi o daldaymış gibi. Bir kaç nefes çekti içine belki sancısı hafifler diye. Olmadı! Hiç olmazdı zaten, umudu kesmişti Duhan. Acı onun kaderiydi.
"Dört dakika büyük abisiyim ben Dua'nın ama o benden daha olgun olmuştu hep. Daha düşünceli, daha naif, daha cesur. Sıralanabilecek tüm güzel özelliklerin dahasıdır Dua."
Bitirdiği cümlesinin arasına bir kaç dakika girdi. Sonra ise o zarif ses merakına yenilip, kelimelerini tutmaktan vazgeçti.
"Neden öldü?"
Birol şeyi merak ediyordu ama en çok buydu öğrenmek istediği.
"Doğum olması gereken şartlarda gerçekleşmedi. Biz ona ulaşana kadar bir konteynırda doğum yapmıştı. Buluşma yerine kucağında senle gelebildi. Üstelik henüz rahmindeyken başlamıştı sana verilen ilaçlar. Bunlar Dua'yı güçsüz düşürdü. Bedeni doğuma kadar tüm yeterliliğini kaybetmişti zaten. Doğumdan sonra yaşamayacağını kabullenmiştik hepimiz. Kabullenmiştik diyorum da lafta o! Hiç birimiz kabullenmedik. Küçük olan diğer ihtimaldeydi inancımız."
Duydukları çok ağırdı. Annesi o yaşasın diye kendi canından azar azar bırakmıştı Şifa'ya. Hıçkırıkları gitgide artmaya başladı. Annesinin kendini doğurur doğurmaz ölmesi canını çok yaktı.
Duhan biliyordu Şifanın kendine eziyet edeceğini. İşin iç yüzünü bilmeden en ağır yükü üstüne çekeceğini anlatmaya başladığı ilk andan beri hissediyordu.
"Sen hiçbir şeyin suçlusu değilsin, yapma bunu kendine! Sen bizim umudumuzsun. Dua'm bile isteye kabul etti her şeyi. Rahminde ki varlığını duyunca öyle sevindi ki ölmeyi kabullenen bir kadını değil, yavrusunu hasretle bekleyen bir anneyi gördük biz onda.
Sadece senin için onun dudaklarından "Ağabey" kelimesini duydum ben. "
Sgarasından tekrar bir nefes çekip ıcında biriken ölü külleri parmağının ucuyla silkeledi. İç çeker gibi yeni bir nefesle doldurdu ciğerlerini.
"Dört dakika büyük olmam abi yapmazmış beni. Ne saçmalık ama, büyük mü büyüğüm abisiyim işte! Ama inatçı kardeşim bir türlü kabul etmezdi."
O günleri hatırlamak dudaklarına güzel bir tebessüm bırakmıştı Duhanın. Ciğerlerini ağır ağır nakşettiği zehirle anılarıyla kucaklaşmaya devam etti.
"Halbuki bilmezdi, ben Duhan olmak istemiyorum. Ben Dua'nın abisi olarak yaşamak istiyorum. Onu koruyan kollayan, güvende tutan bir kahraman. Çok güzeldi annen saklanması gereken çok özel bir yüzü, karakteri vardı. O gidince benden geriye de bir şey kalmadı zaten."
Sesi tek düze bir tınıda çıksa da Şifa her kelimede canının yanışını hissedebiliyordu. O Duhanı ilk kez bu kadar yitip ve kayıp görüyordu. Onun bildiği Duhan başını bile eğmezdi. Sessizce anlatacaklarını dinlemekle yetindi.
"Kızıyorsun bana ama çok zordu be yavrum. Öyle çok benziyorsun ki o ikisine, duramadım yanında. Bir korkak gibi kaçtım işte bende. Şifa çok zor bu ve ben senin sandığın kadar güçlü değilim!"
Kulübeye girdiğinden beri başıno ilk kez kendine çevirmişve gözlerine direk bakmıştı Duhan. Onu görmesi için miydi bu eylemin sebebi yoksa söylediklerinin Şifada neye sebep olduğunu izlemek için mi karar veremedi.
"Beni görmek çok mu canını yakıyordu?"
Duhanın dudaklarında kederli bir tebessüm oluşmuş, başını da onaylamaz gibi iki yana sallamıştı.
"Annenin aynısı saçların, babana bakıyormuş gibi hissettiren gözlerin öyle kavuruyordu ki içimi dayın olmayı beceremedim. Seni görmek canımı yakmıyordu! Senin mahrum kaldıkların yakıyordu benim canımı. Dayın olarak hak ettiğin hayatı verememek yakıyordu benim canımı. Üstelik eğitilen, her türlü şartta hayatta kalmayı becerebilen benken, annenin yarısı kadar güçlü olamadım. Duanın göğüslediğinin çeyreğini kaldırmadım, altında ezildim ben. Yüzüne bakamadım Şifa..."
Duhanın sesindeki hayranlık elle tutulacak kadar somuttu. Şifa Duhan'ın annesine olan bağını şimdi daha iyi anlıyordu.
Ağzını açsa soracak bir şey bulamıyordu ama çok fazla da konulma hissi vardı. Duhanın yüzünden çekilen gözleri ve duvara bir iki kere vurulan başıyla yutkundu.
"Biz hafız bir babanın iki evladıydık. Sonra evlatlardan biri değişti, bir amaç belledi, bir yola girdi. Yolda canının yarısını kurban vereceğini bilmeden, ana baba dinlemeden koşar adım ilerledi."
Güler gibi bir ses çıkardığında İifa hiç bir mimiğini kaçırmadan profilden yüzünü izliyordu. Sonra o başı tekrar yüzüne döndü. Gözlerinde alaycı, bolca acılı bir gülümseyiş vardı.
"Ne ironi değil mi? Hafız babanın şirke çanak tutan oğlu! Hafız babasının ilmek ilmek işlediği gururu olan kızını da kattı yoluna. Babam anlamadı bizi o zamanlar,dinlemedi de hiç. Derdimizi sormadı sadece "Kafirliğini sıçratma" kızıma dedi. Babam bir Kuran-ı Kerim okurdu Şifa, Hz.Ömer neden birkaç ayet dinleyip Müslüman olmuş anlardı insan. İçine işlerdi sesi insanın. Her bir ayet, damarlarını tavaf ederdi. Ama hiç perdenin arkasını merak etmezdi, bakmaya yeltenmezdi. Bizim amacımızı şirk olarak gördü ama ne için kullanılacağını hiç sorgulamadı. Sonra sonra bende anlasın diye uğraşmaktan vazgeçtim. Dua gittikten sonra anlamasalar kaç yazar ki değil mi? "
Dedesinin hafız olması şaşırtmıştı Şifayı. Ama en çok Duhan'ın dava bellediği yoldan dönmeyişi etkilemişti onu. Herşeyim dediğini kaybetmesine rağmen nasıl da vazgeçmeden geçirmişti yıllarını? Ülkesine ve ilke olarak bağlandığı değerlerine bu kadar sadakatle bağlı oluşu...
"Hiç affetmediler mi seni?"dedi. Kendi gibi Duhan'ın da ne kadar yalnız kaldığını anladı. Kimsesiz onun da yılları geçmişti. Kalbi istemsiz bize sarılsaydı biz onu sarmalardık diye kırgınlığını yine dile getirdi.
"Dua, onlara bir günlük bırakmış. Bizi anlatmış. Ölümüyle mezarını bile yasaklayan babam, gel diye haber gönderdisonra bana. Gidemedim...
Ne onlarda ki evlat acısını görecek takat kalmıştı bende, ne de onları tekrar acıya terk edecek yürek. Bir cenazelerine gittim, toprak atmak için. Üç ay arayla öldüler. Evlatlarının acısı ilk annemin kesti soluğunu sonra babamın. Bakma sen bana her türlü silahın önüne atlarım da bir avuç toprağa bakamam korkumdan."
Geçmişin hiç geçmeyişine mi yansın adam, yoksa yeni kaç farklı acıyla sınanacak bilemeyişine mi çıkamadı işin içinden. Bir sürü kayıpları vardı da yeni bir kayba güçleri var mıydı cevabı yoktu onda.
Yine tüm çareler Şifadaymış gibi Duhan umutla baktı yüzüne. Ela gözleri beklentiyle düşmüştü gözlerine.
"Babam anlamadı ama sen beni anla can parçamın yavrusu. Sendekini merhametsizler ele geçirse ne olur halimiz? Kaç günahsızın, annenin sebebi biz oluruz? Dua'm dinledi beni, bir kere bile sorgulamadı kalktı toparlandı. Onurlu bir Türk kadını olup vazife bildi hemen ondan istediğimizi. Şehadet sayılır bu dedi bana. Onda olan incancın yarısı bile nasip olmadı bana. Kapıdan çıkarken ağlayan anneme babama bir kere baktı sadece. "Ağlamayın" dedi sesi bile titremedi. Dua istedi anne ve babamdan. Hayır duası dedi sadece.
Yüzüme bile bakmayan babam bir orda gördü beni. İçli içli ilk orada akıttı yaşlarını. Kolay mı Şifa? Evlat peygamber ağlatan bir sızı, bile bile yavrularının ölüme gidişini izlemek kolay mı?"
Şifa ilk orada hissetti utancın boynuna dolanışını. Bilmeden, dinlemeden Duhan'ı içindeki mahkemede nasıl yargılamış, nasıl mahkum etmişti? Kendi çektikleri ve Duhan'ın sırtladıkları bir teraziye koysalar kaç dirhem fazla çıkardı düşünemedi.
O görmediği anne babasının yasını tutarken dayısı 'canımın yarısı' dediğini kendi elleriyle ölüme götürmüştü. Ne büyük sınavdı bu bir insanoğlu için.
"Sen nasıl böyle bir işin içine çekilebildin? Duhan sen nasıl?"
Sorusunun devamı gelmedi. Duhan da beklemedi hiç bir şey.
"Birliğin lisede okuyan bir çocuğu alıp eğitmeleri hiç aklıma yatmamıştı aslında. Ama kibire kapılan yanım sen özelsin, ondan diye avuttu beni. Bir şey bırakacaktım dünyaya sonuçta, ülkem için, ırkım için ölsem bile adım kalacaktı. Oldum olası milliyetçi biriydim ben. Tüm bayramlarda bayrak taşıyan o çocuk olmak için ne çabalar gösterirdim. İstiklal Marşını benim sesim hepsinden ayrışsın diye en üst seviyeden okumak en büyük keyfimdi. Sonra o bayrağın hakkını veresi bir askerlik hayalim de hep vardı içimden. Yanımdan geçen her üniformalıyı hayranlıkla izlerdim . Bir gün onlardan olma ihtimaliyle hayaller kurardım. İşte bana bu hayalin gerçekleşeceği bir teklif geldi. Her görevi emir bildim şikayet etmeden ne istedilerse eksiksiz yerine getirdim. Sadece Dua'yı özlemek çok ağırdı."
Şifa sesindeki o hayranlığı hâlâ nu kadar nasıl net hissettirir şaşırmıştı. Duhan gerçekten büyük bir aşkla bağlıydı ilkesine.
"Kardeş çok özeldir Şifa, ama bir rahmi aynı anda paylaşmak, her anını birlikte geçirmek çok daha kutsal bir bağ oluşturuyor insanda. Annemin babamın hasretiyle başa çıkabiliyordum da Dua'nın hasreti çok zorluyordu. Yılda bir kaç gün görebiliyordum onları. İyiydi o zamanlar. Asker oğlu babamın gururuydu. Yaşım 24 oldu, bir görev ulaştı elime. Birlik beni yöneticiyle görüştürmek istedi. Çok şaşırdım biz o kadar yukarıya yaklaşamazdık hiç. Elimdeki pusulayı yok eder etmez Macaristan'a uçtum. Aldılar beni bir ilaç uzattılar yutmam için. Bilincim yerindeyken götürülmeyeceğimi zaten tahmin etmiştim. Biz sorgulamayız, itaat ederiz Şifa. Ben de öyle yaptım sorgulamadım içtim. Kendime geldiğimde oldukça eski ama düzenli, gösterişten çok uzak bir evde uyandım. Yönlendirdiler merdivenlerden mahsen gibi bir yere indim. Cılız bir ışığın aydınlattığı bir odaya girdim. Kütüphane gibi dört duvarı da kitap dolu bir odada üç adam ayakta beni bekliyorlardı. Biri yaşını başını almış, diğeri benden daha küçük yaşlarda biri. Üçüncüsü otuzlarının başında dev gibi odayı varlığıyla dolduran biri. Babanla o gün tanıştım."Seni bekliyoruz" dedi kırlaşmış saçları olan adam, birliğimizin yöneticilerinden biriymiş. Serdar ve Hakan da benim gibi neden orda bilmiyordu. Ben Dua'ya açılan kapı olduğum için alınıp eğitilmişim Şifa. Meğer amaçları Dua'nın DNA ları ve rahmiymiş. Dua dokuz yaşında bademcik ameliyatı geçirmişti. Bir şekilde DNA dizilimindeki farklılık dikkatlerini çekmiş. Normalde ertesi gün hastaneden çıkması gereken kardeşim bir hafta sorun var diye orda yatırıldı. Milim milim incelemişler, aradıkları taşıyıcıyı buldukları için. Seni rahminde taşıyıp, sağ kalacak çok az insan var bu dünyada belki de tek bir insan! O da, annen! Serdar'da annene eş olarak seçilen erkek taşıyıcı. İkisinin genleri oya gibi şekillendirilerek yeni bir dizilim oluşturdular .Benim bu hikayede ki rolüm, Dua'nın ikna edilip bu amaca kendini kurban vermesini sağlamakmış. O gün öğrendim. Bizde sadakat ve itaat esastır. Böyle önemli bir görev zorla yaptırılarak tahmin edilemez sonuçlara açık bırakılmaz, o yüzden annenin rızasıyla başlanması gerekiyordu. İşte böyle başladı bu yolda ki hikayemiz. İki yıl boyunca İkisinin de vücutları senin için hazırlandı."
Şifa Veronicanın ona anlattıklarını anımsayınca kaşkarını çattı. Merakını dizginleyecek kişiye yöneltti sorusunu.
"Peki onlar birbirlerini nasıl kabul ettiler? Sonuçta bir görev, Veronica çok sevdiler demişti. "
Duhanın dudakları kıvrıldı. O kızıl belanın daha neler anlattığını merak etmişti. Bu kadar sessiz kalması bile büyük bir mucizeydi aslında. Dua'ya bir annenin yavrusu gibi bağlanmış, sevmişti. Dua'nın yavrusu da kendisi kadar özeldi Veronica için biliyordu Duhan. Yaptığında asla kötü bir niyetinin olmadığını, cesur davranan taraf olmayı seçtiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Veronica, Şifa için varlığından hiç düşünmez geçerdi. Bunu Duhan geçen yıllarda bizzat şahit olarak öğrenmişti.
Aklına gelen anlarla bir kahkaha fırladı dudaklarının arasından. Merakla ona bakan kıza çevirdi yüzünü.
"Serdar ne kadar inkar etse de Dua'yı ilk görünce çarpıldı. Gerizekalı herif, elindeki kahveyi Hakan'ın bilgisayarına döküp başımıza bir sürü iş çıkarmıştı."
İki metrelik, otuz bir yaşındaki adamın, zücaciyeci dükkanına girmiş fil gibi ortalığı nasıl dağıttığını hatırladıkça gülmesi şiddetlendi. Kahveyi dökünce bilgisayarı kurtarmak için masaya çarpıp Hakan 'la Şahin'i nasıl devirmişti şaşkın saf. Zavallı Dua'sı hiç bir şey anlamamış "Sadece odamı soracaktım" demişti. Çıkardığı karmaşanın mesulü olduğunun hiç farkında değildi. Serdar bir an bile çekememişti gözlerini Duadan. Duhanı sinirden delirtecek kadar gözleri kilitli kalmıştı yüzünde. Görevini kabullenmiş, hakkıyla yerine getirmek için savaşa başlamıştı Serdar. Nerden bilsin karşısına eş diye dünya güzelini getireceklerini? Duhan hak vermeden de edemiyordu Serdara.
"Baban çok da inançları güçlü bir adam değildi ama annene rahatça yaklaşmanın yolunu da ilk o bulmuştu. Bir imamla Dua'nın kapısına dayanınca anladık nasılda kendinden çok ona önem verdiğini. Dua'ya nasıl yaklaşacağını bilemeyince onu anlatmamı istemişti benden. Ertesi gün 'Nikahın olmayan kimseye bakmıyorsun madem, eşim olacaksın kızım, başka türlü elini bile tutturacağın yok, nasıl çocuk yapacağız?' demişti. Dua'nın nasıl utandığını, nasıl sinirlendiğini anlatamam sana. 'Tam bir öküzsün Serdar, böyle mi söylenir bu?' diye evi başımıza yıkmıştı. Nikaha ikna etmek bir ay yalvarmasına mââl oldu. Süründürdü bizim kız iki metrelik adamı. Sonunda ikna oldu da rahata erdi Serdar. Sonrası birbirlerini çok sevmekle geçti işte. İki yıla bir ömür yetesi aşk sığdırdılar. Gerçi öldüler de ne oldu, ayrılmadılar ki. Annen yine babanın koynunda yatıyor. Ölümün de ayıramadıkları varmış, hepimize öğretti o ikisi."
Duhan iç çekip başını tekrar geriye yasladı.
"İki yılının her anına değdiğini bana çok iyi öğrettiler..."
Şifanın kalbi acıyla kıvranmak ve mutlulukla ağlamak arasında sıkışıp kalmıştı. Şimdi daha iyi hissediyordu ama kendine yalan söylemeyecekti. Annesine, babasına kavuşmuş küçük bir kız çocuğuydu. Günlerce, aylarca dinlese bitmezdi içindeki istek. Öyle çok seviyordu ki onları. Bu da çok tuhaftı. Şifanın ailesini sevmek isteyen kalbi ne kadar kolay almıştı onları içine? Nasıl da hemen benimsemiş, yüreğinin baş köşesine yerleştirmişti? Bastırılan, gizlenen duyguları bir bir açığa çıkıyordu artık. En başta anne ve babasına duyduğu sevgiyle sarmalandı ruhu, sonra yokluklarıyla acıdı canı. Şimdi de özlemi alev alev yakmaya başladı içini. Onlara yakın olma isteği içinde çağlayan gibi büyüdü.
Bastırılmayacak kadar güçlü bir istek pehdah oldu içinde. Biran evvel ailesine kavuşma arzusu kanını kaynattı.
"Beni annemle babama götürür müsün dayı..."
|
0% |