@orenda
|
Zaman gerçekten kendiyle bağdaştırıldığı su gibiydi, akıp geçiyor, hızına asla yetişilemiyordu.
Şifa da Alparslan'ın kulübesinde ona sarılıp kulağına fısıldadığı geceden beri kaç gün geçtiğini hesaplamak istemedi. Pislik adam bilerek yada hiç farkında olmadan onu çok fena bir soru işaretiyle bırakmıştı.
Ayperi
Kimdi ki o kadın? Onun gibi koktuğunu söylemişti bir de. Adam aklıyla oynamaktan kesinlikle çok zevk alıyordu. Bunu ona yapmaya, Şifayı böylesi bir karmaşaya itmeye hiç hakkı yoktu. Sessizce o cümlenin devamı gelir mi diye beklemişken hiç bir şey dememişti. Şifayı bile isteye bir gayyaya itmiş ve debelensin diye sesini kesmişti.
İşte tam da bu sebepten O günden beri uzak kalmanın daha sağlıklı olacağını karar verdi Şifa.
Duhan'ın yokluğunda Alparslan'ın üzerine kalan işler de bu fikrine oldukça yardımcı olmuştu aslında. Adam bir şekilde hayatına girmişti ve öyle şeyleri öyle tuhaf anlarda söylemişti ki kendine farklı bir gözle baktığını düşünmesi hiçte yanlış değildi.
Yanlış olsa bile onu bu yanlışa kendi hisleri değil tamamen o adamın davranışları itmişti. Belki de onu kaybettiği, ayrı kalmak zorunda kaldığı sevgilisine benzetiyordu. Olamayacak imkansız bir durum değildi bu sonuçta.
Ama yine de bu yaptığı hazmedilir bir şey değildi. Şifa zaten nasıl bir hayatın içinde, ne olduğunu bulma çabası verirken hayatına yıldırım gibi düşen adam, zalimlik ediyordu. Gizli gizli duvarlarının içine sızmaya çalışan oydu. Şifaya sarılan, sürekli aklını bulandıran cümleler ve karnında bir cehennemle yaşatmaya mahkum eden duyguları neden olmuştu hissettiği öfkeye. Yüksek sesle ölse dile getirmezdi ama içindeki bu ateş onun uykularına sebep olmuştu. Ölse kendine bile söylemezdi ama bu kıskançlık hissi onu bitiriyordu.
Asla başka bir kadınla olan ilgisine yönelik değildi bu öfkesi. O... O sadece kandırılmış hissediyordu. Başka birinin yerine kullanılan yedek parça mıydı yani? O zaman! O zaman niye hatırlasın diye canını dişine takmıştı ki? Geçmişde ortak olan beş dakikaları için gözlerindeki karanlığa yıldız yakmıştı sanki.
İşte tam da buna öfkeleniyordu Şifa. Böyle hissettirmeye hakkı yoktu. Duhan ve Veronicanın varlığından başka bir şeyi olmayan kendisine varmış gibi hissettirmeye zerre hakkı yoktu.
"Geri zekalı" diye bir fısıltı döküldü dudaklarından. Elindeki kitabın sayfalarını çevirirken "embesil" diye bir hakareti daha salmıştı. Veronicanın onu dikkatle izleyen bakışlarını bile fark edemeyecek kadar kendi iç dünyasında bir savaş veriyordu.
"Okuduğun oldukça hoş bir kitap aslında, hangi karaktere giydiriyorsun?"
Bir anda duyduğu sesle ve düşüncelerinin vermiş olduğu dalgınlıkla sıçradı. Baş parmağıyla damağını kaldırarak o bilindik hareketi gerçekleştirdi.
"Allah canının almasın kızıl manyak, ödüm koptu."
"Niye bu kadar korktun anlamadım şekerim. Artık hangi kara sulara daldıysan."
Şifanın kaşları hızla çatıldı. İması bile yapılmayacaktı artık ona! Kendini başka kadınla mukayese eden o adama adını bile yasaklayacaktı.
"Bir yere dalmadım, boşluğuma denk geldi sadece! Saçma sapan konuşma!"
Veronica kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzdü. Her geçen gün yürüyen ateş topundan farkı kalmıyordu. Meselenin Alparslanla ilgili olduğu barizdi ama Şifa o kadar katıydı ki direkt soramıyordu bile.
"Sadece bir miktar daha az akıllı olsaydım yerdim bunu ama ben yemiş taklidi yaparak gerim gerim gerilmeni engelleyeceğim."
Şifa gözlerini devirip, ofladı. Kadının altın parıltıları üzerinde böyle fütursuzca dolaşırken iğne yiyormuş gibi hissediyordu.
Bir süre daha izledi Şifayı. İçindeki karmaşa soğuk yüzünün ardından bile taşıyordu. Veronica makyaj masasına ilerleyip üzerindeki saç fırçasını aldı. Ayakkabılarını ayağından çıkararak yatağın üzerine, Şifa'nın tam arkasına yerleşti.
Sıkı sıkı toplanmış bal rengi saçları özgürlüğüne kavuşturduktan sonra ağır ağır taramaya başladı. Naifçe yaklaşarak belki ağzından bir kaç laf alma ihtimalini zorladı.
"Bir şey seni üzüyor ama üzüntüyü kendine yakıştıramadığın için öfkene sarılıyorsun tırtılım. Söylemeyecek misin bana?"
Şifa inkar için hazırlanan dilini Veronicanın git gide mahsunlaşan sesiyle açamadı. Kahrolası kadın bu ses tonuyla konuştuğunda, cevabını alamayacağı soru kalmıyordu işte yer yüzünde. Zaten öyle daralmıştı ki dağılması an meselesiydi. Bunu da yediremiyordu kendine. Resmen daha kaç gündür hayatında olan adam için oturup ağlamadığı kalmıştı. Onuru kırılıyordu.
"Bana Ayperi gibi kokuyorsun dedi."
Sesindeki o saklanmaya çalışılan mahcubiyet Veronicanın dudaklarının kıvrılmasına neden oldu. Alparslana dair çok az şey biliyordu. Onun adına konuşamayacak kadar uzak tutulmuştu Veronica CUNTOS dan ama Şifaya olan bağlılığını asla inkar edemezdi. Ardından başka bir şey çıkacağına emin olduğu için birazcık dertleşmeden zarar gelmezdi.
"Hmmm...Peki sen sordun mu kim bu Ayperi?"
"Saçmalama Veronica ne diyecektim acaba? "
"Şey diyebilirdin bal porsuğum. Ayperi kim? Bence en doğru soru bu çünkü."
Şifanın omuzları düştüğünde Veronica özenle saçlarını taramaya devam etti.
"Soramadım işte. Nasıl sorayım? Ayperi gibi kokuyorsun ne demek ya? Bana sarılırken başka kadının adını... Hem ben sormasam bile onun söylemesi gerekmezmi Veronica? Ben mi yanılıyorum, ben mi çok aptalım? Bu adam geldiğinden beri nefes aldırmıyor bana! Şimdi gelmiş ne dedi? Gerçi demedi bir şey! Beni böyle bir halin içine atıp sustu biliyor musun? Ne hakkı var beni karıştırmaya? "
Veronica alt dudağını ısırıp bir iki dakika konuşmadan saç tarama işine devam etti. Sonra da olabilecek en sıradan ses tonuyla konuşmaya başladı.
"Bir şeyi merak ediyorsan sormalısın güzelim ama sorunun muhatabına. Başka birinden doğru olup olmadığını bilmediğin cevaplara güvenemezsin. O cevap vermiyorsa sen sor. Hâlâ cevap vermiyorsa artık soru sormanın da cevap için beklemenin de önemi kalmamış demektir."
"Soramam işte, anlamıyorsun" diye bir serzeniş döküldü dudaklarından.
"Bu yüzden mi adamla aynı ortamda bulunmamak için saçma sapan bahaneler üretiyorsun?"
"Kafamı karıştırmasına izin veremem Veronica. Ben bilinmeyenden korkarım ve o adamın bilinen tek bir hücresi yok. Beni bu şekilde etkisi altına alamaz! "
Şifanın anlık hırslanan sesiyle Veronica geri adım attı.
"Belki de zamana ihtiyacınız vardır. Güvenip inanmak için. Belki de yanlış adam mı değil mi anlamak için."
Şifayı şu an yönlendiren tek his içindeki öfkeydi. Yönetemediği, üstünü örtemediği ve olmadık şeyleri bahane edip dışarı çıkmak için dişlerini ruhuna saplayan öfke!
"Ben böyle bir şeyin içinde olmak istemiyorum! Beni böyle acizleştiremez! Başka bir kadının adını söylerken bana sarılamaz! Zaten çorba gibi bir beyinle geziyorum bir de ..."
Cümleyi nasıl bitirmesi gerektiğine bir türlü karar verememişti. Omzuna yaslanan başla dik tutmaya çalıştığı omuzları düştü. Veronicanın söylediği her kelime kambur oldu.
"Bir de kalbinin karışıklığıyla uğraşamaz mısın?"
Veronica tam olarak diyemediği her şeyi kolaylıkla söyleyebiliyordu. Yüzünü kadına dönüp kollarının arasına girdi. Yavaşça yatağa uzanmış bir birlerine sarılmaya devam etmişlerdi.
Veronica parmaklarını dolaştırdığı saçlara bir öpücük bıraktı.
"Kaderin benden de annenden de çok çok güzel olsun güzel tırtılım. Hiç acıtmasınlar, incitmesinler seni."
Şifa kadına biraz daha sokularak cevap vermişti. Şu anda en çok ihtiyacı olan şey şefkatti ve buda kollarındaki kadında sınırsızdı.
Tıpkı anne gibi...
Akşamüzeri Veronica çalan telefonla uyuyup kaldıkları yataktan başını kaldırdı. Onun kıpırdanmaları Şifa'yı da uyandırmıştı.
Tarazlı bir sesle "efendim" dedi. Telefondan gelen sesi dinledikten sonra "tamam" diyerek kapattı.
Şifa'nın bir şey sormasına gerek kalmadan "Duhan'lar akşam yemeğine burada olacaklarmış, hadi toparlanalım" diye fısıldadı. Şifa bir anda yataktan kalkıp ayakkabılarını giyen ve hızla odadan çıkan kadının arkasından baka kalmıştı.
Akşam yemeği için biraz daha özenli olmak istedi. Bunun Alparslan'la hiçbir alakası yoktu kesinlikle, Duhan ve Barbaros'un gelmesiyle alakalı bir hazırlıktı. Üstelik o ne olduğu belirsiz bir aptal iki kelime etti diye dağılmış imajı çizemezdi.
Makyajı, saçı, kıyafeti tam da istediği gibi ne çok özen gösterilmiş gibi duruyor ne de salaş kalıyordu.
Ağır adımlarla aşağı inerek mutfağa doğru yürüdü. Yemekler hazırdı muhtemelen, Veronica da salatayı sosluyordu. O içeri girince yardımcı kadın sessizce mutfaktan çıkmıştı.
"Ne zaman gelirler?" diye soracakken kapının sesini duydu ikisi. Şifa kapıya doğru ilerlerken Veronica salona geçmişti. Bu da tuhaftı işte. Veronica Duhan'ı kapıda karşılardı her zaman.
Kapı açıldığında dört heybetli adam içeri girdi. Duhan kıza yaklaşarak kollarına aldı ve saçlarına güçlü bir öpücük bıraktı.
"Özledin mi beni?"
Şifaya sataşan muzur bir hali vardı. Apar topar gitmesi gerekmişti ve Şifa'ya bir açıklama bile yapamamıştı. Kızın ona kırıldığını ve yüz vermeyeceğini düşünmüştü aslında ama tam tersi Şifa ona sımsıkı sarılarak karşılık vermişti. Şifa için zaaf gibi bir şeydi ve bunun o kadar farkındaydı ki istemsiz çok hoşuna gidiyordu Şifa için bu kadar kıymetli oluşu.
Kollarını Şifa'dan çektiğinde her zaman yaptığı gibi yüzünü sevgiyle taradı. Bal rengi saçları, yemyeşil gözleri ve minik beni, ayrı bir selamı hak ediyordu onun için.
Hakan elini saçlarına daldırarak karıştırdı, "Çekil şuradan, asıl dayısı merhaba diyecek" diyerek kocaman adama yakışmayacak bir şekilde kalçasıyla Duhan'ı itelemişti.
"Yapma şunu" diye dağılan saçlarını toparlayan kız sinirli gibi görünse de bu ilgi çok muhteşem bir duyguydu onun için.
Alparslan ise günlerdir yüzüne bir kere bile bakmayan kızı sadece izlemekle yetindi. Derdini biliyordu aslında ama bunu o sormadan söylemek istemiyordu. Şifa adım atmayı öğrenecekti...
Şifa özellikle bakışlarını sakındığı adama saniyelik bile bakmamış sadece geride öylece duran adamı merakla incelemişti. Başını yerden kaldırmayan adam oldukça dikkat çekiciydi. Bir kere bile etrafa bakma refleksi göstermemişti. Yeri bakışlarıyla yarıp içine girmeyi planlıyor gibi bir hali vardı.
Duhan Barbaros'un adım atamayacağını tabi ki biliyordu. Derin bir nefes aldı ve "Barbaros'la tanış. Artık bizimle, hem ekipten hem aileden" dedi. Bu sözler tanıştırmak görünümlü bariz bir uyarıydı, anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. Barbaros da aptal bir adam değildi, mesajı almıştı.
Başını kaldırdı, Şifa'yla göz göze geldiğinden boğuluyormuşcasına derin bir nefesle doldurdu ciğerlerini. Bunca yılda sayısını unuttuğu kadar berbat hissettiği çok şey yaşamıştı ama bu! Dişlerini sıktı, çenesi kenetlenmiş gibiydi. Nasıl tahammül edecekti? Bu yüze, gözlere, saçlara bakmaya her gün nasıl katlanacaktı? Yutkunuşunu inceleyen kızla derin bir soluk daha aldı ama yetersizdi sanki.
Şifa da aslında farklı değildi adını sık sık duyduğu, yaptıklarına içten içe hayran kaldığı adama bakarken. Ama bu adam beklediği gibi değildi. Boylu poslu, bakana hoş bir adamdı. Ama gerçekten görene bu adam gömülmeyi unutmuş bir cesetten farksızdı. Gözleri öyle fersizdi ki zerre ışık yoktu. Omuzlarında yük taşıyormuş gibi bir çöküklük vardı. Göz kenarları kırışmış, şakakları beyazlamış tuhaf bir adam.
Kim ne yapmıştı bu adama?
"Hoş geldin" diye fısıldadı. Adam öyle bir bakıyordu ki başka bir cümle çıkamadı dudaklarından. Barbaros sadece onaylar gibi başını salladı. Durumun tuhaflığı herkesi geriyordu üstelik. Hakan yüksek sesle "Ölüyorum açlıktan, ne yemek var? " diye içeri doğru yürümeye başladı.
Hepsi adımlarını salona yöneltmişken Şifanın yanından geçen Alparslan "Bir hoşgeldinini alırdım peri" dedi.
Şifa içinden binlerce kelime söylese de dışından yaprak kıpırdamıyordu. Boş ve umursamaz bir bakış attı. Hiç bir şey söylemeden yanından geçip, içeri doğru adımladı.
Alparslan görmezden gelinişini kaşları havada izledi öylece. Alt dudağını ısırıp başını sağa sola salladı.
"İnadına sıçayım senin! Az o burnunu eğsen ölürsün değil mi?"
Başını iki yana sallayıp o da en son salona doğru yürümeye başladı.
Yemek masasında bir elektrik vardı, böyle tutulup avuçlanacak kadar yoğun hissedileninden. Veronica'nın hiç konuşmaması, Duhan'ın çatık kaşları, Hakan'ın ikide bir açılıp kapanan ama hiçbir cümleyi kuramayan halleri durumu oldukça karmaşık hale getiriyordu. Belki de neler olduğunu hiç anlamayan tek kişi ilk konulmayı başlattı.
"Neyiniz var? "
Hakan ilk atılan taş kendinin olmamasının verdiği bir rahatlıkla atladı hemen.
"Ne gibi yavru kuş, mesela bi tarafına diken batırıyorlarmış gibi mi?"
"Çok sessizsiniz. Kızıl yılanım herkes sussa sen yetersin, hasta mı hissediyorsun?"
Şifa dikkatle yüzünü süzünce Veronica ters bir bakış attı.
"Sokucak o yılan seni göreceksin gününü. Aranıyorsun değil mi? Tüm elitliğimle yemeğin tadını bile çıkarttırmıyorsun."
Kadının konuşmasıyla Barbaros'un tabağından hiç ayrılmayan bakışları hızla kalkmış kadına odaklanmıştı.
İşler tuhaf bir hal alıyordu şimdi. Şifa kaşlarını kaldırıp karşısında oturan adamın tepkilerine daha çok odaklandı. Barbaros'u gözleriyle incelerken de Veronica'ya sataşmaya devam etti.
"Hah bak bunu diyorum. Sessiz sedasız oturuyorsun, gelin kızlar gibi süzülüyorsun. Alışkın değilim ya hastasın sandım."
Bir insanın bakışları ok fırlatsa Şifa hapı yutmuştu. O gözler magmaya dönüştüğüne göre mayına basmıştı.
"Hayırdır küçük sırtlan, bana mı yürüyorsun, ne bu dikkatimi çekmek için verdiğin uğraş? Flörtleşecek misin benle?"
Masada Hakan ve Şifa'nın kahkahası gergin ortamı bir miktar dağıttı.
"Başarabiliyor mu bari kızıl, hayır bilelim de ona göre taktik geliştirelim? "
Hakan cümlesini tamamlarken sesi yavaş yavaş kısılmaya başlamıştı. Barbaros'un gözlerinde bizzat izlediği katli çok dehşet içerikliydi çünkü.
Veronica hoş bir kıkırdamayla cevapladı sadece. Barbaros hakkı olmayan o kıskançlığı misafir ederken kalbinde kadının küçük de olsa bir uyarıyla Hakanı susturmasını bekledi. Ama beklediğini göremeyecekti belli ki! O nasıl kıkırdamaydı öyle? Ne ayarsız bir gülüştü? Kendini genç bir kız mı sanıyordu, neydi bu tavırlar? Gerçi seneler epey torpil geçmişti ona. Genç, toy hallerini silip süpürmüş, olgun çok güzel bir kadına dönüştürmüştü. Kahve saçlarına kıyıp kızıl yapmıştı. Ama Allah var öyle yakışmıştı ki niye yaptın demeye dili varmazdı insanın. Allah'sız bir kere kaldırıp bakmamıştı yüzüne, o yokmuş gibi nasıl böyle davranabiliyordu. Barbaros salona girdiği andan beri yok sayılışı, bir kere bile yüzene değmeyen bakışları için ölecek gibi hissediyordu halbuki.
Yanında elleri titreyen genç kız gitmiş, Barbaros da deprem olsa onda yaprak kıpırdamayacak bir kadın gelmişti yerine. Düşüncelerinin kaydığı yerden sıçrayarak çıktı.
Onun gibi bir adam böyle bir kadına bakmaya bile layık değildi. Gözlerini geri tabağına çevirdi. Ne o eski Barbaros'tu ne de Veronica onun eski altın küresiydi.
Burada kaldığı sürece onu rahatsız edecek hiçbir tavıra girmeye hakkı yoktu. Madem Veronica onu görmeye tahammül edemiyordu, oda görünmez olacaktı. Uzaktayken bu biraz daha kolaydı ama şimdi çok acıtacaktı, kabullendi adam.
Onun hakkı sadece acıydı...
Veronica içinde oldukça zor bir akşamdı görünenin aksine. Bir kere izin vermişti kendine ,bir kere bakmıştı sadece yıllar önce gördüğü surata.
Soluğu kesilmiş, yediği vurgunun etkisiyle uzunca bir süre kendine gelememişti. Erimiş çikolata gibi olan gözleri artık susuz kalmış kurak topraklar gibiydi. Yüklendiği acı onu nasıl da yıpratmış, neleri almıştı o güzel yüzünden. Sağ kulağından boynunun altına doğru inen tırtıklı bir iz vardı. Sadece bakanın bile acının boyutunu tahmin edebileceği kadar derin, kötü bir iz.
İzi kötü kılan görüntü değildi kesinlikle. O iz tenine işlenirken nasıl da acımıştı canı diye düşünmek bile kızgın korla dağlanmış gibi yaktı canını. Boğazına oturan yumru, gözlerine dolmak için baskı yapan yaşlar ve ruhuna dolanan zehirli urgan güçlü görünmesini öyle zorluyordu ki sadece yaşayanın anlayabileceği bir sancıydı bu.
Yemeğin bitmesini, odasına çekilip canı çıkarcasına ağlamayı nasıl istiyordu kimse dışardan bakarak anlayamazdı.
Duhan gergin esen rüzgarın yönünü değiştirmeye karar verdi. Gözleri Alparslanda olsa da Şifayı da süzüyordu.
"Mühendis işinde çuvallamışsınız."
O anda Şifa ve Alparslan göz göze geldiler. Şifa hemen bakışlarını kaçırıp, Duhana baktı. Sesini temizleyip, "benim hatamdı" diye mahçup bir mırıltıyla konuşabildi.
Alparslan ise tek başına suç üstlenir gibi mahçubiyet sergilemesine öfkelenmişti.
"Elinde olmayan bir durumu hata olarak adlandırma!"
Duhan neler yaşandığını bilmediği için sorgularcasına ikiliye, en son ise hesap sorar gibi Veronicaya baktı.
"Şifa baygınlık geçirdi. Nasıl müdahale edeceğimi bilmediğim için adamı kontrol edemeden partiden ayrıldık! Malum yıllardır uzakta olduğum için kriz anının nasıl yönetildiğiyle ilgili bir fikrim yoktu!"
Duhan bu konuyla ilgili detaylıca Veronicadan bilgi alacaktı. Şimdi ise yüzünü ifadesiz tutmaya özen gösterdi.
"Şu an problemimiz bu değil! Oturup sana aynı şeyleri bir kez daha anlatmayacağım! Odaklanmamız gereken gerçekten büyük bir sorun var ve durumu nasıl kontrol altına alabiliriz bunu tartışalım!"
Hakan ise elindeki kısıtlı bilgiyle ne yapılabilir ona konsantre olmuştu.
"Projenin tüm detayları elimizde ama adamlar sırra kadem bastı. Bu bir şaşırtmaca mı bizi yemlemek için yoksa daha farklı şeyler mi gelişti bilemiyoruz? "
"Şahin hâlâ birlikte çalışıyor mu?"
Duhanın sorusuna onaylar gibi başını sallayarak cevap verdi Hakan.
"Evet belki yerlerini tespit edebilirse daha hızlı plan kurarız ve sonuca ulaşırız diye uğraşıyor."
"Adamı almamız lazım."
Hepsi onaylayan mırıltılar çıkarmıştı.
Şifa önceki başarısızlığının utancıyla çok dahil olmak istemiyordu ama dayanamadı da. "Aslında ben bulabilirim" diye fısıldadı.
Alparslan geriye yaslanıp kollarını birbirine dolayarak Şifayı süzdü. Kendine ısrarla bakmayan gözleri gerçekten artık sinirlerini yay gibi geriyordu.
"Nasıl olacakmış o? Aydınlat bizi peri!"
Şifa tepkili ses tonunu fark edince gülmek isteyen dudaklarını sıkı sıkı birbirine bastırdı. Gözlerini bile isteye Duhanda tutuyordu. Soruyu soran oymuş gibi Alparslanı asla dikkate almıyordu.
"Duhan, bana projeyi atmasını istediğim kod aynı zamanda micro bir virüs yazılımı. Kendi bilgisayarından gönderdiğine eminim. Bu sayede şu anda onun bilgisayarında tespit edilmesi imkansız bir virüs var. Uyku modunda, aktive ettiğimde yer tespitimiz oldukça kolay olacak."
Duhan kaşları çatılı söylenenleri irdeledi zihninde. Olabilirdi ama kör dövüş için yeni bir kurşunları yoktu.
"Sadece yer tespiti yapmak yetmez ,neyi ne kadar bildiklerini bilmemiz lazım. Hâlâ bize gönderilen proje tuzak mı emin olamıyoruz. Açık edemeyiz kendimizi. Ortadan bir anda yok oldularsa ve ulaşılamıyorlarsa destek aldıkları kesindir. Bir şekilde bilgi almalıyız."
Şifanın gelmek istediği yere ulaşmıştı konu.
"Aslında o konuda da bir şeyler yapabilirim ama iki tane daha ele ihtiyacım var. Şahin'le beraber olursak üzerinde çalıştığım bir yazılımı tamamlarız. İşimize yarayacaktır."
Duhan yeşil gözlerin parlamak için kendinden bir karşılık beklediğini biliyordu. Sol kaşını kaldırıp başını eğdi.
"Var aklında bir şeyler belli. Açıkla bakalım küçük hacker."
"Deep web de denendi ama çok sorun çıkardığı için kendi kendini imha ediyor. Ben bir süredir çalışıyordum üzerinde. Açık kodları yazarken Şahin bana yol gösterirse işimize çok yarar. Koordinat bulmak en basit kısmı. Bizi zorlayacak olan ise mutlaka siber saldırı için felaket önlemler alındığı. Yani ulaştığımız konumdan hiç bir telefon, bilgisayar yada tableti aracı yapamayız. İşte burda bahsettiğim programla evdeki diğer elektronikleri kamera yada dinleyici sisteme çevirebiliriz."
Şifanın zehir gibi parıldayan gözleri Alparslanı çıldırtıyordu. Nasıl tutkuyla bahsediyordu? Kelimelerin arasında saniyelik kuruyan dudağını yalayışı, her bir söz sonunda Duhanın tepkisini süzüşü, kendinden oldukça emin tavrı dişlerini gıcırdatıyordu. Ama bu işi daha ilginç kılan kendi içinde yanan arzunun kızı etkileyişi ve bununla savaşmak isteyen Şifanın sık sık yutkunuşu oluyordu. Dudağı tehlikeli bir serserilikle kıvrıldı. Şifaya dokunmayı deli gibi istiyordu ve bunu Şifanın bilmesi için kelimelere asla ihtiyacı yoktu. Dik tutmaya çalıştığı bedeni, kendi yönüne asla çevrilmeyen başı, boynunda sadece parıltı gibi görünen incecik ter tabakası keyfini yerine getirdi.
Yok sayılışının verdiği hırs, Şifanın kendi duygularıyla baş etme çabasını izlerken hafifledi. Yapacağı tek şey soru sormaktı! Sadece bir cümlelik soruyla adım atmayı öğrenecek, Alparslanı kendine çekecek ve tüm sıkıntıları bitecekti. Ama inadı öyle güçlüydü ki Alparslanı delirtiyordu.
Anlaması gerekiyordu Şifa. Alparslan için kıymetini, yerini biran evvel kavraması lazımdı. Ve aynı şekilde kendi varlığı üzerindeki hakkına sahip çıkmalıydı. Ama Alparslanın dediği gibi o sabırlı bir adamdı ve küçük orman perisi kapı tıklatmayı, içeri girmeyi, sorularını yüksek sesle dillendirmeyi öğrenecekti. Alparslan sabırlıydı, bekleyecekti taki istediğine ulaşana kadar.
Konuyu etraflıca konuşmak için daha sonra toplanmaya karar verip herkes evin bir köşesine dağılmıştı.
Şifa arka koruya doğru kısa bir yürüyüş yapmaya karar verdi. Burayı seviyordu, küçük sokak lambaları loş bir ışıkla yolu aydınlanıyordu. Biraz hava almak ona iyi gelecekti. Üstelik mevsim hakkını vermeye başlayıp sert soğukları kırmış, ılımaya başlamıştı.
Ayaklarındaki ayakkabıları çıkarıp toprağı hissetmek ona ayrı bir keyif verirdi hep. Yaz kış dinlemeden bu isteğini yerine getirirdi. Veronica çıldırsa bile umursamazdı.
Sonra karnına darbe almış gibi kala kaldı. Yine yapmıştı adam. Öyle sessiz yanına süzülüp gelmişti ki varlığını hisseden bedeni değil ruhu olmuştu. Bu adam havada süzülmüyorsa bu kadar sessiz nasıl hareket edebiliyordu aklı bir türlü almıyordu bunu.
"Üşümez mi o ayaklar, yazık değil mi benim canıma?"
Şifa dişlerini gıcırdatarak iç çekti. Tabi ki böyle yapacaktı! Bir cümle kuracak ve onda şehirler kurup şehirler yıkacaktı. Bu adam görüp görebileceği en tehlikeli şeydi. Savunma diye tek bir duvar bırakmayacaktı kendinde.
Yapamazdı Şifa, en çok kör dövüş gererdi onu ve bu adamlayken tek bir ışık yoktu etrafında. Nereden nasıl bir atak gelecek diye tedirgin beklemek psikolojik bir savaşın ortasındaymış gibi hissettiriyordu. Zihnini yılan tıslaması gibi kaplayan ismin yankısı arttı. Hırsı mantığını perdeledi. Öfkeyle ardını dönüp elleri ceplerinde kendini süzen adama baktı.
Onu başka bir kadının kokusuyla bir tutan adinin tekiydi.
"Ne istiyorsun sen benden, kurtulamayacak mıyım beş dakika bile? Nerden çıktıysan defol git artık anladın mı beni? Uzak dur benden! Gelip saçma sapan konuşup karıştırma kafamı .Seni dert diye taşıyamam ben! Çok daha önemli problemlerim var çünkü benim. Korunup kollanmaya ihtiyacım da yok ayrıca. Olsa bile ne olduğu belli olmayan birinin yardımını asla istemiyorum anladın mı beni? Seni son kez uyarıyorum Alparslan, uzak duracaksın benden! Siktir ol nereye gidiyorsan git ama gözüme görünecek bir yerde olma!"
Nefes almadan kurduğu cümleler, adamın konuşmasına bile fırsat vermemişti. Ayağında ayakkabı olmamasını önemsemeden hızlı adımlarla eve doğru yürüdü. İçinde zapt edemediği bir öfke vardı ve kontrolünü yitirmesine neden oluyordu. Kendine itiraf edemese de o hırsın adının "Ayperi" olduğunu biliyordu. Deli gibi bağırmak ve ağlamak arasında çırpındıkça çırpındı.
Sonra en nefret ettiği o şey yine oldu. Gerçi nefreti de tek bir adla ortaya çıkmıştı. Kendi öfkesinin perdeleyen bir acı ve hayal kırıklığı kapladı ruhunu. Bunu bilmeyi istemezdi ama hissettiği acı ve hayal kırıklığının Alparslan'dan ona yayılmasına da tahammülü yoktu. Kendi böyle bir keşmekeşte delirirken iyi hissetmesini istemeyecek kadar bencildi.
Odasına nasıl girdiğini, duşa kendini nasıl attığını hayal mayal hatırlıyordu. Lanet olası kendi duyguları yetmiyormuş gibi adamın da hissettikleri arasında sıkışıp kaldı.
Böyle mi olacaklardı? Tek beden iki ruhumu taşıyacaktı yani? Bu çok ağır değil miydi?
Ellerinin buruşmasından uzun zamandır suyun altında olduğunu anladı. İçindeki çarpışan duyguların silikleşmesiyle yutkundu. Yüreğini sıkan bir kasvet ve karnında soluklaşan bir his...
Gidiyordu...
Aralarına mesafe girdikçe mi hissedemiyordu onu yoksa adam kendini ona kapatacak bir yol mu bulmuştu? Çünkü daha bir kaç saat bile olmadan hissettiği her şey kıyılarından çekiliyordu.
Tarifsiz bir pişmanlık dalgalanmaya başladı bu seferde. Ama bu kendi hissettiği bir pişmanlıktı. Gerçekten insanlar ağızlarında bir akreple yaşıyorlardı. Nasıl sokacağını, zehirleyeceğini iyi bilen bir akrep. Hırsının kölesi olup neler demişti? Alparslan'ı zehirleyen dili şimdi kalkıp gider miydi yanına? Özür dileyebilir miydi ondan?
İnsanlar bunu yapamazlar ama değil mi? Kırıp dökerken birer usta olurlardı ama af dilemeye gelince acemi bir çırak gibi elleri ayakları dolaşır, başaramazlardı asla.
İncinmekten korkarken inciten taraf olmak daha cazip geliyordu belki de.
Uyuyamayacağını bile bile girdi yatağa. Sürekli sağa sola dönüyor ama bir türlü uykuyla kucaklaşamıyordu. Sabahı zor etmek bu olsa gerekti.
Aşağı indiğinde evdekilerin de yavaş yavaş odalarından çıktığını fark etti. Kahvaltı hazırdı. Geçip yerine oturdu ve sadece tabağına bakmakla yetindi. Görmesine gerek yoktu işte biliyordu.
Yoktu...
Masada ölüm sessizliği vardı ve bu onu daha çok geriyordu. Kimse konuşmaya yeltenmiyordu bile. Duhan çatık kaşlarıyla onu gözüne kıstırıp takip ediyordu. Veronica eski enerjisi elinden alınmış gibi durgun ve mutsuzdu. Onların depresif halleri Şahin ve Hakan'ı da etkiliyordu. Barbaros, zaten onun varlığını kanıtlamak için en az üç şahide ihtiyaç vardı.
Duhan boğazını temizleyip kızın meraktan öldüğü ama asla burnunu indirip soramadığı o gizli soruyu cevapladı.
"Alparslan devletle ortak yürütülen bir görev için Cezayir Konsolosluğuna gitti. Orda işini tamamlayınca bir operasyon için bölge değiştirecek."
Şifa çok da umursamıyormuş gibi elindeki ekmek parçasından minik bir ısırık aldı sadece. Kulağı gelecek yeni bilgiler için son derece açıktı.
Gidişini öğrenmişti ama geleceği tarihi söylemeyecek miydi? Yada gerçekten geri gelecek miydi?
Söylediği her söz zihnine bir darbe indirip, kıvrandırıyordu. Pişmanlık her zerresini esir almıştı sanki. Ya operasyonda başına bir şey gelirse? Aklında hep son görüşmeleri kalacaktı. Böyle bir şeyi istemiyordu Şifa. Onu kaybetmekte ,onu bir daha görememekte istemiyordu. Ağlamamak için yanağını ısıra ısıra kanattı. Kendi kanının tadıyla o masada zorla bir şeyi yokmuş gibi oturmaya devam etti.
Ve Şifa için en kötü olanı da tam o an idrak etti. Tuhaf bir aydınlanma yaşadı. Korktuğu başına gelmişti, alışmıştı işte ona. Çocuk gidi dövünüp, ayaklarını yere vurarak ağlamak "onu bana getirin" diye bağırmak istiyordu. Böyle hissettirdiği için bir kere daha öfkelendi.
"Ne zaman dönecek" diye mırıldanabildi sadece.
Duhan, Şifanın tek düze sesine iç çekti. Ne olduğunu bilmediğine emindi ama mutlaka aralarında hoş olmayan bir şeyler yaşandığını ve bu yüzden Alparslan'ın gittiğini tahmin ediyordu. Bu konuda yorum yapamazdı. İkisinin arasındaki sadece ikisinin sorumluluğundaydı sonuçta.
"Operasyonun bitiş tarihi açık uçlu, gerçi başarılı olamaya bilirler de..."
Bilerek yada bilmeyerek Şifayı gayya kuyusuna dayısı itti. Artık boğazında bir yumru ve karnında bir sancıyla baş etmesi gerekiyordu.
**********************
Veronica hazırlanıp odasından çıktığında kapısının önünde eli kararsızca tıklatmak için kalkmış Barbaros'u gördü.
Adam yeşil, eteği oldukça mini , çivi topuk dizkapaklarına kadar uzanan çizmesiyle görenin aklını başından alacak kadını süzdü. Zaten nasıl konuşmaya başlayacağını bilemiyordu şimdi gördüğü kadınla kalan gram aklıda uçup gitmişti.
Veronica da adamın susup kalmış görüntüsünü biraz daha çıkmaza sokmak için üzerine aldığı siyah trençkotu ağır ağır giydi. İçerde kalan dalgalı kızıl saçlarını savurarak beline ve omuzlarına doğru dağılmasına izin verdi. Baş döndüren o koku artık her yerdeydi.
Barbaros derin bir soluk aldı.
"Konuşmak istiyorum."
Veronica duruşundaki özgüvenden azıcık bile taviz vermeden adamı eliyle içeri doğru yönlendirdi.
Aslında Barbaros açık havada bir yerde konuşsa daha aklı başında yaklaşabilirdi belki duruma ama kadının odasında onun kokusuyla sarmalandığında yeni yetme bir oğlandan hiçbir farkı kalmıyordu.
"Çok değişmişsin, aynı zamanda da hiç değişmemiş gibisin."
Konulmaya burdan başlamayacaktı! Veronica ona böyle bakarken nasıl başlayacağını unutmuş olsa da bu değildi. Veronica çenesini biraz daha havaya kaldırdı.
"Yanlışın var oldukça değiştim!"
Gözlerini adamın üzerinden çekmiyordu. Yüzüne bakmaya bile utanan kızdan hiç eser kalmadığını bu adam anlamalıydı.
"Özür dilerim" diye fısıldayabildi Barbaros. Veronica ise dolgacı ve aşağılayıcı bir tebessümle kaşlarını kaldırdı. Sonra ise omzunu silkti. Tavrı o kadar umursamazdı ki Barbaros gerçekten bocalıyordu.
"Dilemelisin evet ama benden değil. Ağabeyim dediğin Serdar'dan dile o özrü! Bana her hangi bir özür borcun yok."
Barbaros yutkunup başını iki yana salladı.
"Var! Sana da çok büyük borcum var. İhtiyacın olduğu anda... Ben... Çok üzgünüm Veronica."
"Üzülmemelisin. Sen sana yakışanı yaptın Barbaros, korkaklar gemi su alırken kaçmayı hak görür kendine sorun değil. Gördüğün gibi her şey yolunda."
Barbaros azıcık umut görse nedenlerini sıralardı belki de. Birazcık geçmişinde kalan o kız gibi baksa... Ama Veronicanın altın irislerine öyle uzak ve yasaklıydı ki ne derse desin anlatamazdı kendini. Zaten anlatmasına da izin verilmezdi!
"Beni asla affetmeyeceksin değil mi? "
Bu bir serzenişti, bir isyan. Bilinen ama kabullenilemeyen bir gerçek.
Veronica şimdi yüzünü kaplayan bir gülümsemeyle başını sağa yatırdı.
"Çok umursuyorsun kendini Barbaros. Seni affetmem gibi bir seçenek yok çünkü sen benim nefretime, kızgınlığıma yada öfkeme layık değilsin ki. Seninle benim aramda affı, özrü hak edecek hiç bir şey yok!"
Sesinde tek bir damla duygu kırıntısı olmadan nasıl böyle konuşabiliyordu? Nasıl onu yok sayabiliyordu? Hiç mi canı acımıyordu? Barbaros nefes alırken bile acı çekiyordu halbuki.
"Unuttun mu beni?"
Haksız bir soru daha döküldü dudaklarından.
Veronica çektiği tüm acılar için şimdi birkaç cümleyle bir insan nasıl öldürülür onu öğretecekti Barbaros'a.
"Duygusal anlamda soruyorsan, kusura bakma ama sana gerçekten tutulduğumu düşünmen çok büyük aptallık olurdu. Psikolojik olarak yerlerde, konuşurken kekeleyen zavallı bir kızın gördüğü azıcık ilgiyle hissettiklerini yanlış yorumlamasını herkes hoş görebilir bence. Kesinlikle benim tipim bile değilsin. Ben mavi gözlü erkeklerden hoşlanıyorum oda kısa sürede hevesimi alınca geçiyor. Aşk gibi bir saçmalığı sırtlanamayacak kadar çok seviyorum kendimi. Diğer anlamda soruyorsan hayır hiç unutmadım! Serdar ve Dua'nın emanetini nasıl bırakıp sırra kadem bastığını ölsem unutmam orospu çocuğu!"
Kadın arkasını dönerek kendi odasında olduğunu bile önemsemediği adamı geride bıraktı. Merdivenleri inerken geçti, yok bir şey diye ağlamak isteyen gözlerini ikna etmeye çalışıyordu.
Geride kalan adam ise duyacaklarının acıtacağını düşünmüştü tabiî ki ama onu diri diri yakacak kadar ağır olacağını hiç tahmin etmemişti.
Veronica onu unutmuştu, üstelik başkaları da olmuştu. Barbaros tek bir göze bile bakamamışken, Veronica başka erkekleri hayatına alabilmişti. Kadın haklıydı, o ağabeyim dediği adamı o cehennemden çıkaramamış beceriksiz herifin tekiydi. Ağabeyinin emaneti bir konteynırda bağıra bağıra doğurmaya çalışırken, dışarıda sadece ağlayabilmiş hiçbir faydası dokunmayan ödlek bir orospu çocuğu.
Altın küresi çok haklıydı ve Brbaros sadece acı çekerken nefes alabiliyordu.
*******************
Duhan deli gibi çalışan, herkese kendini kapatan kızı biraz daha izledi. Ayrıntıları bilmiyordu ama işlerin kötü gittiğini Alparslan'ın fersiz gözlerinden anlamıştı. Gerçi Şifa da ondan beter bir haldeydi.
Ama şimdi daha önemli bir sözü tamamlaması gerekiyordu, geç kalmış bir sözü...
"Hazırlanman gerekiyor" diye direk konuya giriş yaptı. Şifa ekran ışığından kanlanmış gözlerini ovuşturdu ve "ne için" dedi.
"Annenle ve babanla tanışma zamanın geldi."
Duhan tek bir cümle kurup ardını dönüp gitmişti. Bir süre daha adamın arkasından bakan Şifa ise ağır adımlarla odasına çıktı. Annesine ve babasına gidiyordu ama o yoktu. Halbuki en ihtiyacı olan zamanda adam yoktu. Haksız olduğunu bile bile sinirlendi. Ona ihtiyacı vardı ve onun kara adamı ortada yoktu.
Onun kara adamı...
Ağlama isteği deli gibi onu esir almak istese de kim bilir nerede olan adama öfke duymak daha kolay gelmişti.
İki arabanın eskortluğunda saatlerdir yolculuk ediyorlardı. Araçların üçünün de zırhlı olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Duhan karşısında tabletinden durmadan çalışırken, Veronica ona hiç yakışmayacak bir şekilde aşırı sessizdi ve dışarıyı izliyordu. Kızılın omzuna yasladığı başı ağrıdan onu delirtmeyi amaçlamıştı büyük ihtimalle.
Nereye gittiklerini bile sormaya lüzum görmemişti. Sadece ailesini istiyordu o. Neresi olduğu çok da önemli değildi. Amasya tabelasını görene kadar hiçbir fikri de yoktu.
Demek annesi Amasya'lıydı.
Şehrin içerisinden geçerken çok farklı bir havası olduğunu düşündü. Eski zamanlardan fırlayıp gelen tuhaf bir diyar gibi. Irmağın kenarında restore edilen evler büyüleyiciydi. Akşam olmasına çok bir şey kalmamıştı üstelik.
Şehre girince onlara eşlik eden arabalar belli bir mesafe bırakmışlardı aralarında. Dikkat çekmek şu an için hiç birinin istediği bir durum değildi.
Yemek yemek için bir restorana yaklaşıp durdu araçları. Kimse konuşmuyordu. Araçtan inen Duhan derin bir nefes aldı. Yıllar olmuştu küçüklüğünün geçtiği şehre ayak basmayalı. Kokusu aynı diye geçirdi içinden. Ama eskisi gibi ışıl ışıl değildi. Dua gittiğinden beri dünya bir parça kararmıştı onun için zaten.
Birkaç lokmanın alındığı tabaklar oldukları gibi bırakıldı. Bu şehir hepsine kayıplarını güzel bir silleyle vuruyordu yüzlerine.
Duhan ailesinin kaybıyla bir kere daha yüzleşiyorken,Veronica minik annesinin büyüdüğü şehirde onun izlerini arıyordu.
Şifa ise asla sarılamayacağı, öpüp koklayamayacağı anne ve babasını bu toprakların nasıl kucakladığını düşünüp acısını katmerliyordu.
Geceyi geçirmek için şehirdeki en güzel otelden oda ayırtılmıştı. Şehir küçük olduğu için çok da seçenek yoktu aslında.
Şifa, Veronica'ya sarılıp uyumak istediğini söylediğinde kadın yanağını öpüp kolunun altına çekmişti onu.
Şifa koynunda olduğu kadına biraz daha sokulup daha sıkı sarılmasını sağladı.
"Çok farklı hissediyorum ben Veronica, nasıl baş etmem gerektiğini lütfen söyle."
Cevabını bilmediğiniz bir soruya nasıl karşılık verirsiniz ki? Kızıl da düşündü bir süre.
"Bilmiyorum minik sırtlanım, aynı yerden kanıyoruz. Ben şimdi sana nasıl çare olayım üstüm başım kendi acıma bulanmışken üstelik? "
"Sadece bir an onlara sarılmak için kalan tüm ömrümden vazgeçebilirim."
Veronicanın titreyen çenesinden habersiz imkansız bir dileği fısıldadı. Bunu Veronicanın da ne kadar istediğini bilmiyordu bile.
"Bende Şifa, yemin ederim bende."
Ertesi gün hazırlanıp arabalara binildiğinde nereye gidildiğinin vermiş olduğu bir gerginlik vardı hepsinde. Mezarlığa girdiklerinde kavak ağaçları dikkatini çekti kızın. Mezarlıklar çam ağaçlarıyla kaplı olmaz mıydı?
Duhan'ı bir adım geriden takip ediyordu iki kadın, yolu gösteren oydu.
Sonra demir çit içine alınmış büyük bir Selvi ağacının dallarını yere serdiği iki mezar dikkatini çekti. Yaklaştıkça isimleri okuyup olduğu yerde soluklandı.
Serdar Seçkin-Dua Seçkin
Soy adı Seçkinmiş. Ne kadar tuhaftı hayat, ondan fazla sahte kimliği olan kız yirmi üç yaşında aslında soyadının Seçkin olduğunu öğreniyordu.
Mezarlara yaklaştığında annesinin mezarının menekşelerle kaplı olduğunu fark etti. Mezarlar düzenli olarak bakılıyordu, bu çok belliydi.
Annesinin mezar taşına işlenmiş nilüfer çiçeği dikkatini çekti. Soran bakışları dayısına dönmüştü.
Duhan bu sözsüz soruyu "Dua, Serdar'ın bataklığında açan nilüferiydi. Baban öyle söylerdi en azından" diyerek cevapladı.
Babası çok güzel seven bir adammış. Şifayı parçalayan ve delice sevindiren bu detaylar yangın yerine çeviriyordu buz ayazını.
Minik adımları iyice yaklaştı ve ayak uçlarındaki mermere oturdu. Gözünden bir damla yaş istemsizce boynuna aşağı kaydı. Veronica ölen kişilerin dünya da bıraktıklarını gmrdüğünü söylemişti. Buna delice inanmak isteyen yanı sorgulamamıştı bile. Söze nereden başlayacağını bile bilmiyordu.
"Ben geldim. Çok beklediniz değil mi? Özür dilerim..."
Boğazındaki düğüm güçlendi. Sızladı. Çok acıttı.
"Anne..."
Hıçkırışıyla kesilen sesine Veronicanın gözünden akan yaş eşlik etti.
" Hiç görmeden öyle çok seviyorum ki sizi belimi büküyor yokluğunuz. Baba çok özlüyorum."
Veronica sesine hükmetmeye çalışsa da başarısız olmuş ve hıçkırık seslerinden başka kuşlar bile kanat çırpmayı bırakmıştı artık. Şifa bu gün içini ailesine dökecekti.
"Ben şimdi hiç sarılamayacak mıyım ikinize de?"
En hissiz kalbi yerinden oynatacak, akan kanı donduracak kadar elem dolu bir soru daha dudaklarını yararak çıktı.
" Ben kokunuzu bilmiyorum bile. Bu haksızlık değil mi? "
Sorunun cevabı Duhandaymış gibi başını hızla ona çevirdi.
"Onlar yok benim ne işim var bu dünyada? Duhan ben..."
Hıçkırıkları arşı titretmeye başlamıştı yoksa bir anda üzerlerine çöken yağmur bulutlarının sebebi ne olabilirdi ki? Gözüyle görünce daha bir idrak etmişti sanki hayatındaki gerçekleri. Onun anne ve babası toprak altındayken Şifa ne yapıyordu bu dünyada?
"Baba benim canım çok acıyor, yalvarıyorum alın içimden bu acıyı, katlanamıyorum ben. Şimdi ben size bu kadar yakınken sarılamıyorum bile."
Veronica yağan yağmuru, ıslanan toprağı umursamadan dizlerinin üzerine çökmüştü. Öyle fersizleşmişti ki bedeni taşıyamamıştı kendini.
Hayatta en sevdiğini kaybeden insanlar uzuvlarından da eksilir çok iyi bilirler.
Dua giderken elsiz ayaksız bırakmıştı Veronica'yı. Şifa olmasa kendi soluğunu kendi keserdi. Ama yine de karşısında hıçkıra hıçkıra "Ben anne-babamı istiyorum" diyen minik kızı izledikçe, onun annesinin kokusunu hiç bilemeyişi, babasının omuzlarında gökyüzüne yaklaşamayışı ve bunlara asla kavuşamayacak olması gerçeği katran dolu bir çukura atılmış gibi hissettiriyordu ona.
Duhan ağıtıyla içini yakan kızı kollarının arasına aldı. Gök yarılmış gibi yağmurunu üzerlerine boşaltırken hiç biri umursamadı bunu.
Duhan nilüfer çiçeğine baktı. Dudakları titredi.
"Bak Dua'm nasıl güzel bir kızın var. Onu sana getirmek için geç kaldım biliyorum ama affet beni. Yüzüm yok senden özür dilemeye ama affet beni güzeller güzelim. Onu bir kere bile doya kana öpemediğin için affet. Kocanla onu büyütemediğin için affet. Ben kendimi asla affetmeyeceğim ama siz ikiniz beni affedin. Size yemin ederim ben ölmeden ona kimse zarar veremeyecek."
Bir süre daha bir birlerine sarılıp ağladılar. Yılların biriktirdiği zehir oluk oluk göz pınarlarından taştı. Yağmur durdu, sanki hiç yağmamış gibi ışıl ışıl güneş bulutları yarıp gözlerini kamaştırmaya başladı.
Kızın üşüyen bedeni adamın içini titretti. Minik yavrusunu kucağına alıp adımlamaya başladı. Şifa uyumuş gibi başını omzuna yaslamış, azıcık bile kıpırdamadan öylece duruyordu. Bir an adımları duraksayıp başka iki mezara dikti gözlerini.
Ömer-Hamiyet Doğru...
Yüzü yoktu onlara gitmeye bu yüzden adımlarını tekrar hızlandırdı.
Şifa bütün akşam pencereden dışarıdaki ışıkları izledi, bir lokma yemek girmedi midesine.
Kayıplarını gözleriyle görünce daha büyük bir acıyla baş etmesi gerektiğini anladı. Artık canı iki kat fazla yanıyordu. Göz görmeyince katlanan gönlü artık nasıl dayanacaktı onlarsızlığa?
Bu gece yalnız kalmak istemişti, kimse yoktu yanında. Gün doğmaya başlarken o hâlâ pencere önünde oturuyordu. Sonra kalktı üzerine çokta kalın olmayan bir mont aldı.
Aşağı indiğinde resepsiyondaki çocuktan onun için bir taksi çağırmasını istedi. Saat henüz altıydı.
Taksiye gitmek istediği yeri söyleyip başını cama yasladı. Yaşlı adam tuhaf tuhaf baksa da sesini çıkarmadı. Adımlarını sıklaştırdı. Selvinin dallarını okşadı. Ayakkabılarını ayağından çıkardı ve yan yana uzanan iki mezarın arasına yattı. Cenin pozisyonu alarak ellerini annesinin toprağını okşamaya başladı. Toprak nemini çekse bile hâlâ tam kurumamıştı, üşüyor olması umurunda bile değildi. O annesiyle babasının arasında uyumayı bir kere bile olsa hak etmişti. Ne olursa olsun o haksız yere kimsenin canını yakmamıştı, bile isteye kimsenin ahını almamıştı. Hiç bir şeye hakkı yoksa bile bir kere onlara sarılarak uyumak onun hakkıydı.
Güneş yükseldikçe üşüyen vücuduna iyi geliyordu. Hayatında başını koyduğu en rahat yerin anne ve babasının toprağı olması nasıl bir ironiydi acaba?
Mezarlığın girişinde onu beklediklerini de çok iyi biliyordu, bunu da umursamadı. O anne babasıyla yatmaya doyamamıştı.
"Çok seviyorum sizi. Öyle çok ki..."
Sonra o gittiğinden beri eksik olan her şey tekrar tamamlandı. Ruhundaki boşluk hissi kayboldu. Kalkıp bakmasına gerek yoktu. Siyah adamı ona geri dönmüştü.
Üşüyen ayaklarına bir el uzandı, kısa çoraplarını çıkardı büyük iki avuç, onun küçük ayaklarını kucakladı. Adam eğilip nefesiyle ısıtmaya başlamıştı soğuktan kızaran ayakları. Bir nefes verip ısıtıyor sonra bir buse kondurup kızın canına kast ediyordu.
Yattığı yerden yavaşça doğruldu Şifa. Hala ayaklarını üfleyerek ısıtan adama baktı.
Alparslan da alttan kızın ağlamaktan kan çanağı olmuş gözlerine dikti bakışlarını. Kırık bir tebessüm vardı dudaklarında. Başını mahsunca yana yatırdı.
"Yazık değil mi benim canıma? Nasıl kanla doldurursun benim cennetimi?"
Şifa iki göz kırpış aralığında öyle hızlı doladı ki kollarını adama, Alparslan bir anda gelen hamleyle sarsıldı.
Oda içine katmak ister gibi doladı kollarını ince bedene. İlk kez nefes alır gibi, ilk kez güneşe bakar gibi, ilk kez sıcak sulara dalar gibi bir mutluluk sarmaladı ikisini de. Şifanın acısına deva diye geri gelenine sarılışı bambaşkaydı.
"Gittin sandım."
Alparslan sıkıca ona dolanmış bedenden dudaklarına denk gelen omzu üst üste üç kere öptü.
"Deli misin kızım? Gidilir mi senden? Benim senden giden tüm yollarım tıkalı. Ben sadece sana nasıl gelinir biliyorum, ötesi yok bende."
Şifa kayıplarının üzerine doğan güneşine daha sıkı sarıldı. Alparslan duymadı ama o da içinden yemin etti .Alparslan'dan giden tüm yolları yakıp yıkacaktı.
Alparslan çorapları özenle ayaklarına giydirdi tekrar. Sonra ayakkabılarını geçirdi. Ellerini tutup yavaşça ayağa kalkmasına yardım etti.
Ellerini dağılmış saçlarda, kızarmış burunda, şişmiş göz altlarında gezdirdi. Hiç acele etmeden yavaşça her bir zerresini izledi.
Şifa adamın aynası oldu. İki elini adamın yüzünde dolaştırmaya başladı. Sadece ikisinin anlayabileceği özel bir ayin gibi. Kalın kara kaşlar, kıvrık gür kirpikler, köşeli çene, ince hafif uzun güzel bir burun ve vişne rengi kalın dudaklar, ayinin tamamlanmasını sabırla bekledi.
İkisi de ellerini bir birinin yüzlerinden çekmiyordu. Dünyayı yeni keşfeden bir canlı gibi birbirlerinin keşfinin tadını çıkarıyorlardı.
"Ben senden nasıl gidilir bilmem peri ama sana nasıl ölünür, senin için nasıl öldürülür çok iyi bilirim. İki üç lafın uzağına itemez beni. Ben sana kırılamam. Benim bildiklerim arasında yok bu ama sana nasıl yanılır cennetine baktıkça nasıl yakılır çok iyi bilirim. Şimdi yüksek müsadenle şu dudağının kenarına nakış gibi işlenmiş küçük benin, benim dudaklarımla tanışması gerek."
Cümlesi biter bitmez Şifaya tek bir soluk almalık zaman verdi ve dudaklarını kızın dudağının kenarındaki bene kapattı.
Bu dokunuştan alt dudağının köşesi de nasipleniyordu. Bu nasıl bir tanışmaydı? Yanarken insan donar mı? Kor alevlerle bezenirken hiç bu kadar yaşıyor hissetmemişti Şifa kendini.
O dudaklar onu şehirlerden şehirlere fırlatırken içinden kendine bir söz verdi.
Bir kadın bir adama nasıl yanar ve bir kadın bir adam için tüm dünyayı nasıl yakar Şifa öğretecekti herkese...
|
0% |