@orenda
|
Şifa duyduklarıyla bir anda affalladı. Böyle bir ihtimali hiç düşünmemişti. O zaten kadın hakkında hiç düşünmemişti bile.
Şifa kurumuş dudaklarını yaladı. Demek böyle bir insan olmasında dokunuşu olan kadının kızı, karşısındaydı. Bakışları çok daha dikkatli bir hâl aldı. Bir şey bulacakmış gibi yüzünün zerrelerini arşınladı irisleri.
Doktoru tanımayı, onu anlamayı ve daha önemlisi onun gibi düşünebilmeyi istiyordu Şifa. Belki de dedi içinden bir ses, beni doktora kızı götürür...
O günlükleri görmeden bile hissediyordu içerisinde büyük bir gizem barındırdıklarını. Yirmi üç yılda çözülemedilerse de sadece iki kişinin aklında saklıydı sırları.
Doktorun ve kendisinin....
Kadın onu süzmeye devam ediyordu, rengini bir türlü netleştiremediği gözleriyle. İrdelemenin yanına sıkışmış merak duygusunu da görebiliyordu Şifa. Bu kadın kibrinin arkasına sığınarak onu çözmeye, hakkında kendince hükümler vermeye çalışıyordu. Belki diğerleri değil ama Şifa bunu en başından beri anlamıştı.
"Annem neden böyle mucizevi bir olayı senin içine sakladı acaba? Sıradan insanlardan seni ayıran ne ki?"
Şifa kadının onu kışkırtmak istediğine emin oldu artık. Sinirlenmesini ve ona karşılık vermesini istiyordu bu ruh hastası. Dudakları kıvrıldı bu sözlere. Yüzünde asla sinirlenmiş , yada rahatsız olmuş bir ifade yoktu Şifanın. Aksine çok eğlenceli bir muhabbetin içindeymiş gibi bir keyif vardı hatlarında. Umayın kalkan kaşlarına başını hafif eğerek karşılık verdi. Peki öyle olsun diye düşünmeden edemedi. Şifa sessiz savaşları da severdi.
"Çok ilginç bir durum aslında" diyerek kadının kanına sızmaya başladı. Değişen bakışlarla da amacına ulaşacağına emin oldu.
" İlginç olan ne küçük kız?"
Omuzlarını silkip en az 1.75 boyundaki kadını ağır ağır süzdü. Tadını çıkarır gibi bir ahestelik vardı bakışlarında. Umayın yüzünde kırılan sertlik de amacına ulaştığını gösteriyordu zaten.
"Ben olsam, senin merak ettiğinin aksine düşünürdüm. Benim soracağım ilk soru, annem bu kızda olan ama ben de olmayan neyi fark etti de dünyayı dize getirecek sihri bana değil bu küçük kıza armağan etti derdim."
Umayın dudakları öylece aralandı. Elektrik mavisi gözlerinde öfkeye çok yakın bir his kaydı.
Çıt çıkmayan odayı Veronica'nın kıkırdaması doldurdu tam o anda.
Veronica ona dönen başlara bakıp, kızıl saçlarını dalgalandıracak şiddette tekrar güldü. Kahretsin ama bu çok iyiydi. Elini yumruk yapıp havaya kaldırmayı ve işte benim sırtlanım diye bir holigan gibi bağırmayı ne çok istiyordu şu an. Duhan'ın ona attığı ters bakışlara omuzlarını tekrar silkerek karşılık verdi. Adımlarını Şifa'ya doğru atarken keyfini herkese yansıtıyordu. Bir kolunu Şifa'nın omzuna atmıştı. Gözleri ona bakan Umaya çevrildi.
"Üzgünüm kaosların kraliçesi ama karşındaki tek lokmada yutacağın zavallı bir ülke lideri değil. Muhteşem bir kadının çalışmaları ve harika bir başka kadının kanıyla dünyaya gelmiş yaşam pınarı olur kendisi. Dikkat edelimde sonsuz yaşam arzularken boğulmayalım değil mi?"
Umay komutan çatılan kaşlarıyla bir süre Veronica'ya baktı ve belki de kimsenin beklemediği o şeyi yaptı. Kocaman bir kahkaha atıp çalışmaktan zarafetini kaybetmiş ellerle kızılın kolundan tutup kendine çekti ve sımsıkı sarıldı. İki kadının birbirlerine sımsıkı sarılmasını bir tek Şifa tuhaf bakışlarla izliyordu.
Birbirlerine gülen gözlerle bakan iki kadın gözlerinde geçmişi izletti birbirlerine.
"Hala kapuska yemiyorsun değil mi Veronica, ben hala nefret ediyorum." dedi biraz önceki sert sesine nazaran daha yumuşak bir sesle.
"Hâlâ görsem bile midem bulanıyor Alita."
Umay teessüf eder gibi başını yana eğip, dudaklarını büzdü.
"Alita artık yok Veronica, Serdar bana Umay'ın daha çok yakıştığını söylediği günden beri Alita yok."
"Bu işe deden ne derdi acaba?"
"Dedem Türk ve Türkiye aşığı zavallı bir Fransızdı, emin ol ismimdeki değişiklik onunda hoşuna giderdi. Özellikle anlamını romantize edeceğine adım kadar eminim."
"Haklısın kanatlı yaratıklara karşı zafaafı varmış Alita'dan anladık. İsminin devlet kuşu olması hoşuna giderdi."
Kadını mutlu eden bir ayrıntıydı bu aslında. Dedesi onun kanatlarıyla var olmasını istediği için adını Alita koymuştu. Serdar ise onu son görüşünde, o zifiri karanlığın başladığı gecede sen devletimin kuşusun, sana Umay yakışır demişti. Günlükleri bir köpek kulübesinin altında kalan, eski bir sarnıçta korurken, adını o an değiştirmişti aslında. Dışarda kıyamet koparken, Barbaros Dua'yı kaçırıp Serdar koca malikaneyi kendiyle beraber patlatırken Umay yerin metrelerce altında göz yaşı döküyordu. Onu bulmaları için Tanrıya yalvarıyor, Serdar ölmesin diye dualar ediyordu. On üç yaşını bitirmesine çok da bir şey kalmamıştı. On üç onun son yaşı mı olacaktı bilemiyordu? Onu 28 saat sonra bulduklarında soğuktan ölmek üzereydi üstelik. Neyse ki bunları şimdi hatırlamasının yeri ve zamanı değildi.
Geri çekilen uzun ve esmer kadın büyük adımlarla tekrar deri koltuklara geçip yayıldı.
"Eee ne bakıyorsunuz? Misafirperverliğiniz göz yaşartıcı, onbir saattir sorgudayım en azından kahve ikram edin."
Biraz önceki oluşan havayı yerle bir etmişti. Odada ona gözlerini diken insanları sinir etmek gerçekten çok zevkliydi. Duhan'ın başını iki yana sallayıp oflaması da gözünden kaçmamıştı. Gözlerine hakim olmak için verdiği çabayı sadece saniyelik bozup Şifaya bakıyor ve anında odağını değiştiriyordu. Umursamaz ifadesini sinsi bir gülümseme bozmuş ve gözlerini bu kez Duhana çevirmişti.
"Duhan kaç yaşına geldin hâlâ taş gibisin şerefsiz. Bu müzmin bekarlığın canımı sıkıyor, yeminini boz da ayartayım seni."
Duhan düzgün olan kravatını tekrar düzeltip, dümdüz bir bakış attı Umaya. Sonra geçip yerine oturduğunda Umayın karizmatik duruşuna ıslık çalmasına ters bir bakışla karşılık verdi.
"Öyle bir şey olsa bile emin ol bu sen olmazdın Devlet Kuşu. Asker arkadaşından hallice bir ilişki olabilirdi ziraa."
Oldukça güçlü bir kahkaha doldurdu odayı.
"Kalbimi kırıyorsun ama. Hassasım bu aralar başbakanın gırtlağını keser kesmez aldılar beni. Daha sırada bir kaç kişi vardı gözüme kestirdiğim, saracak yer arıyorum ihale sana kalmasın."
Duhan bir ayarsızın daha kumpasına düşmeyecek kadar akıllıydı. Oyüzden cevap vermeyip sırıtmakla yetindi. Asıl konudan kısa süreli kopuk gergin sinirlerin yatışmasına yeterli olmuştu bu kısa mola. Gökay Turan sorgu raporlarını istetirken olayı birinci ağızdan da dinlemek istiyordu.
"Şimdi asıl meseleye gelelim, köy yanarken taranmayla uğraşılmaz."
Veronica yüzünü saçlarıyla siper ederek Şifa'ya sokuldu.
"Gördün değil mi? Nezaket sahibi, salon beyefendisi adamı. Duhan'a ne kadar naif bir şekilde orospuluğun lüzumu yok dedi. Hayranıyım gerçekten."
Şifa kulağının dibinde onu yoldan çıkarıp, güldürmeye çalışan kadına direnmek için dudaklarını ısırıyordu. Ama gerçekten çok komikti. Tanıştığı herkes öyle farklı insanlardı ki ilmek ilmek incelemek, tanımak istiyordu onları.
"Şimdi başla bakalım Umay Komutan. Sırbistanın anasını s....." Adamın kendini bir anda toplayıp, dikleşmesi ve odayı tavaf eden bakışları son direnen kalelerini yıkmıştı iki kadının. Birbirlerine sokularak sessizce gülme çabaları seyirlik bir manzaraydı.
" Öhhööö Sırbistanı ateşe verme sebebini bir de bize açıkla."
Umay tüm ciddiyetini takınıp, asker kimliğine hemen dönmüştü. Şifa kaşlarının çatılışını, yüz kaslarının gerilişini ve mavi gözlerin gerçekten elektrik geçiyormuş gibi parlayışını gözlerini kırpmadan izledi.
"Yirmi üç yıl önce kaybolan proje taslakları ellerindeydi. Başkanları zamanını gözlüyormuş, ortalık kızışınca en faiş fiyat verene peşkeş çekecekmiş. Amaç sadece para da değil. Masalarında statü istiyorlar, bunun içinde onlara hediye edecekleri büyük bir şey gerekli değil mi Başkan'ım?"
Gökay Turan aralarına kırlar karışmış sakallarını sıvazladı. Nasıl bir yöntem planladıklarını, ne zaman satışa sunacaklarını ve en önemlisi ortaya çıkarmak için kimden neyin haberini beklediklerini kafasında irdeliyordu.
"Bir şey bekliyorlardı, bu kadar yıl kış uykusuna yatıp bekledilerse ve şimdi proje senin kulağına gelecek kadar fısıldandıysa bir şey bekliyorlardı..."
Umay gözlerini Gökay Turanda tutarken yüzünde varlığı insanı kuşkuya düşüren bir gülümseme geçmişti. Şifa onu böyle dikkatle izliyor olmasa fark etmezdi de. O anda kadının elektrik mavisi gözleri onun çam ormanı yeşilleriyle çarpıştı. Tek kaşı ağırca kalkan kadına Şifa donmuş mimiklerle karşılık veriyordu. Tek bir hareket yok. Tek bir kelime de duyulmadı. Ama Şifa seni gördüm dedi ve Umay bunu çok iyi anladı.
Sonra bakışlarının seyiri ondan cevap bekleyen adama doğru geri döndü.
"Bende tam öyle düşündüğüm için ülke gündemini meşgul edecek, dikkatleri dağıtacak bir operasyon düzenledim. Aldığım istihbarat sarayın gizli odasında muhafaza edildiği yönündeydi. Girip alabileceğimiz bir ortam olamayacağı için yakmak zorunda kaldık. Bana nasıl haber geldiyse, benden de onlara haber gidebilirdi. Zaman kaybetmeyi göze alamadığım için sizleri bilgilendiremedim. "
Gökay Turan elindeki kalemi parmaklarının arasında oldukça estetik bir hareketle çevirip ucunu önündeki dosyaya bastırdı.
"Umay yakmak zorunda kaldığın bir ev değil! Sırbistan Hükümetinin hazinesi, antlaşmaları, arşivi! Bunu Birliğin izni dışında gerçekleştirme lüksün yoktu. Senin insiyatif alarak yaptığın hamle Türkiyeye nasıl dönecek düşünmen gerekirdi! Devleti zor duruma düşürecek her türlü riski bin kere düşünürüz biz. Senin yaptığın şey kısa vadede bir çözüm ama uzun vadede zararlarını kestirebiliyor musun? Ayrıca üç adamın yok!"
Umay duruşunu bozup öne doğru eğildi.
" Dediğin gibi insiyatif kullanmak zorundaydım, zaman yoktu ve satış her an gerçekleşebilirdi. Proje satılsa akbaba gibi tepenize üşüşeceklerdi. Sen o dosyalarda bir projenin olduğuna inanıyor musun? Dokuz üssü de elleriyle koymuş gibi bulurlardı! Ayrıca benim adamlarım yeri geldiğinde kendilerini nasıl öldüreceklerini iyi bilirler, konuşmaları ihtimal dahlinde bile değil!Ben bu günlere bir avuç şerefsizin hırslarına kurban gitmek için gelmedim!"
Sesi odanın içinde yankılandı. Onu sessizce dinleyen herkes de tekrar dolaştı gözleri. Alparslan ağır adımlarla ve zerre umursamaz biz ifadeyle Şifaya doğru ilerlemiş, kolunu beline dolayıp, kendine yaslanmasını sağlamıştı. Umay dalga geçer gibi bir gülüşle karşılık verdi bu harekete. Bu kez Duhana, Barbarosa ve en son Gökay Turana baktı. Kızın amca, dayı ve neredeyse babalığını üstlenecek üç kişi varken bu hadsizliği kurtan başkası yapamazdı zaten. Gözleri Gökay Turanın sesiyle ikiliden ayrıldı.
"Bu yaptığın cezasız kalmayacak ama önce ülkenin üstündeki baskıyı kaldırmalıyız. Hâlâ askeri harekat sürerken batıyı tepemize toplayamayız."
Odadakiler pür dikkat tecrübesiyle yıllar devirmiş adamı dinliyordu. Yapılan plan kusursuz olmalıydı. Bariz olarak suçlanmaları da çok önemli değildi. Kanıtlar yok edildiğinde ortada üzerlerine gelinecek bir durum kalmazdı. Gökay Turan bakışlarını Alparslan'a dikti bu kez.
" En fazla yirmi dört saat Cuntos" diyerek görevi Alparslan'a verdiğini duyurmuş oldu. Alparslan "hay hay" der gibi başını salladı. Tekrar gözleri Umaya çarptı. Sorgular gibi baktığını anlayabiliyordu. Umursamadı bunu, kafasında milyon ihtimallerin dolaştığı bir plan tasarlamıştı aslında ama Birlik bu işte Türk hükümetinin desteğini almadan ilerleyemezdi.
Kendinden cevap bekleyen adama geri döndüğünde Şifanın hiç alışık olmadığı bir ifadesi vardı yüzünde.
"Kalendar Paşa'yla görüşmeniz gerekecek efendim. İstihbarattan birini uyandıracağız. Gerekirse yeni bir harekat emri hızla verilmesi gerekebilir. Bu konuda tek başımıza ilerleyemeyiz."
Gökay Turan sanki sözünü bitirmesini beklermiş gibi ayağa kalktı. Onunla beraber herkes ayaklanmıştı. Gökay Turan'ı Paşa'ya götürecek jet kalkış yapınca, Alparslan ve Şifa'yı istihbarat için tasarlanan üsse uçuracak jet piste iniş yapmıştı. Türk Hükümetiyle ortaklaşa uygulanacak plan için Kalendar Paşa'nın bilgilendirilmesini Gökay Turan ve Duhan halledecekti. Alparslan ise şov kısmını yönetecekti.
Şifa orada ne işi olduğunu anlamasa da Alparslan'ın, gözünün önünden ayrılamayacağına dair verdiği ültimatom sonucu sessiz kalmıştı. Ankara'ya ulaşmaları çok da uzun sürmedi. Oldukça yüksek bir plazanın en üst katına iniş yapan jet, yolcularını indirir indirmez tekrar havalanmıştı.
"Ne o bunun arkasından bakıp iç çekmeyecek misin?"
Alparslan rüzgarın şiddeti yüzünden koluyla iyice sardığı kızın başını eğerek, hızlı adımlarla onlar için açılmış bekleyen kapıya doğru koştururken söylemişti bunları. Kulağının dibinde söylenmese jetin sesi bastırırdı muhtemelen. İçeri girdiklerinde krom kapı kapandığında tüm ses kapının ardında kaldı. Şifa dağılmış saçlarını parmaklarıyla düzeltip kendine eğlenen bakışlar atan Alparslana baktı. Onları yönlendirmek için bekleyen iki korumayı önemsememişti bile.
"Aslında güzel bir parça ama bir Gece Şahini değil. O yüzden iç çekme hakkımı zırhıyla kalbimi titreten gökyüzü süvarisine saklıyorum."
Alparslan üstten dümdüz bir bakış attı. Ama zifiri karanlık gözlerindeki öfke oldukça barizdi.
" Küfür edince edepsiz ben oluyorum! Ulan o nasıl hitap öyle?"
Şifa adamın ayarsızlığına bayılıyordu. Kendini resmen bir uçaktan kıskanıyordu bu şapşal. Bu oyunu oynamak istedi Alparslan'la. Adama olabildiğince yaklaşıp, ayak parmaklarının üstüne yükseldi. Kaskatı kesilen adam onda gülme isteği uyandırıyordu. Dudaklarını kulağına yaklaştırıp fısıldamaya başladı.
"Zırhı çok seksi Alparslan. İnsanın sürekli ellerini üzerinde gezdiresi geliyor. Kıskanmakta çok haklısın."
Şifa bir anda çekilip onları bekleyen iki korumaya doğru ilerlediğinde korumalarda önden yolu göstemek için harekete geçmişti. Ardında kalan Alparslan dudakları aralanmış, şaşkın ifadesini toplayamamış bir hâlde kalakaldı.
"Ulan ıslak rüya gördürdü kız ayak üstü. Tövbe Ya Rabbim çarpılıp kalacağım sonunda."
Asansörle ana binada ulaşmaları gereken kata indiler. Herkes koşar adımla, en az iki telefonu aynı anda idare ederek çalışıyordu. Yürüyüp büyük bir toplantı salonuna geçene kadar ikisinden de çıt çıkmadı.
Alparslan'la ağırlandıkları oda oldukça ferah ve iç açıcıydı. Çok fazla incelemesine fırsat kalmadan odaya iki adam girmişti bile.
"Konuya hızlı giriş yapalım. Ben MİT müsteşar yardımcısı Tayfun Parlak. Tuğgeneral Kalendar Sancak emriyle buradasınız. Geliş amacınızı biliyoruz. Bizden ne istediğinizi söylemelisiniz, her türlü yardım için Daire başkanımız size eşlik edecek."
Adamın uzattığı eli ikisi de güçlü bir şekilde sıkıp bıraktı.
Alparslan adamı kısa bir süre süzdükten sonra, aklındakini duyduklarında verecekleri tepkiyi merak etti.
"Haber kuşunuzu uçurun. Zırhın uyanması gerek."
Adam saniyelik bir afallama yaşasa da durumu anında toparlayıp, bedeninin kontrolünü tekrar eline almıştı. Elbette ki Ortadoğunun kurdundan haberdardı. MİT olarak bile hakkındaki gerçeklere erişim yasaklarının olması oldukça dikkat çekici bir özellikti.
"Neden uyanmalı?"
"Şu an bulunduğu yer arasındaki bağlantımız olacak. Uzun zamandır sesimi duymuyor pezevenk özlemiştir beni."
Yılların tecrübesi, sorgulamaması gereken konular hakkında düşünmeyi bile yasaklamıştı Tayfun Parlağa.. Gelen haberler dahilinde özellikle durumu irdelememesi belirtilmişti. Yukardan gelen emirle sınırsız yetki verildiğine göre bilmemesi daha hayırlıydı zaten. Sessizce iki misafirini yönlendirmeye başladı.
Görüşme emri sadece 23 dakika sonra cevap bulmuştu. Zırh iki buçuk yıllık uykusundan neden uyandırıldığını merak ediyordu. Alparslan, bağlanan teknik iletişimle Zırh'a yapması gerekenlerin emirini verdi.
Problem aslında tam olarak burada başlıyordu. İstedikleri bölgeyle canlı bağlantı kurmaları için uzaya fırlatılan uydu alıcılarına ihtiyaçları vardı ve Türkiyen'in uyduları bu konuda bir adım geride kalıyordu. Ama her toprağı kendi malı olarak gören ada hükümeti, Orta Doğu'da olan her şeyi naklen izlemek için bile bütçe ayırmıştı.
Bilişim istihbaratın da olaya dahil olması tam da bu zamana denk geliyordu. Bir ülkenin uydusuna sızmak ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmak bile üçüncü dünya savaşı sebebiyken, buna cesaret edebilen tek millet yine Türklerdi. Bu aşama da hummalı bir çalışma baş göstermişti.
Şifa boş boş olanları takip etmeye çalışmaktan çok yorulmuştu. Kimseyi küçümsemek istemezdi ama bir uydunun veri tabanını kullanacaklarsa, uydu sahibi ülkeyi kısa süreliğine devre dışı bırakmaları gerektiği üzerinede yoğunlaşmalılardı aslında. Nedense öncelik uydu ve hakimiyet kurulacak zamandı. Bu ihtimal üzerine hiç konuşulmuyordu. Şifa sabırla ne zaman konunun buraya geleceğini beklese de istediği hiç bir cümleyi duymadı.
Koca bir ekip ışık hızıyla hareket eden parmaklarıyla milyonlarca kombinasyon oluşturuyorlardı. Alparslan onları karşılayan müsteşar yardımcısı ve Daire başkanıyla bir şeyler konuşuyor, gergin hisleri her yana savruluyordu.
Şifa dev ekranda oluşan sayı kombinasyonlarına iyice yaklaşarak gözleriyle tarama yapmaya başladı. Bu iki hızlı parmağın durmasına ve bir çift gözün onu kıskaca almasına neden olmuştu.
"Geri durmalısınız, burası yaklaşıp izleyeceğiniz bir alan değil!"
Şifa açılan her sayfa ve programların sürümünü incelerken ekrana daha çok yaklaşmıştı. Kendine seslenildiğinde anlık konuşan teğmene baksa da gözleri tekrar ekrana döndü.
"Bu proğram size sadece seksen beş saniyelik bir sızıntı sağlar. Görüşme daha uzun olacak. Yarım kalan bir görüşme de elde patlayan bir plan demektir."
İkilinin konuşması tüm ekibin dikkatini çekmişti. Herkes onları izliyordu. Biraz önce onu uyaran adam hafif alaylı bakışlarla kaşlarını kaldırıp kızı süzdü.
"Peki sizin öneriniz nedir, lütfen bizi aydınlatın? "
Bu sırada Alpaslan'da yanındaki adamla yaklaşmıştı onlara.
"Ne oluyor burada?" diyerek gözlerini Şifa'yı inceleyen adama dikti. Genç teğmen kibirli bir tebassüm kondurmuştu suratına.
"Hanımefendi hazırladığımız yazılımı beğenmediğini söylüyordu. Ben de bize ışık tutmasını rica ettim."
Şifa bazı insanları asla anlayamayacaktı. Yargılamak, kendi mahkemelerinde etiket oluşturmak ne kadar kolaydı bazıları için. Yine de konuşulanları umursamadan önündeki klavyeye doğru eğilip hızlı parmaklarıyla yazılımın çeperini tekrar kontrol etti.
"Şifa!"
Alparlsanın ona seslenmesiyle eğdiği bedenini düzeltip başını iki yana olumsuzlukla salladı.
"Uydu da seksen beş saniyelik sızıntı oluşturulmuş, yetersiz. Üstelik adamların uydusunu ödünç alırken onlara uğraşacak hiç bir şey vermiyorsunuz, aşırı dikkat çekici. Yazılımın alanı güçlü ama karşı taraf daha güçlüyse virüs uyarısı verir. Emin olmadan uyduya sızamazsınız! Tabi her ihtimale karşı koordinat şaşırtması da yapmak gerekecek."
Teğmen Şifanın bıraktığı klavyeyi kendine çevirip aynı hızda ilerleyen parmaklarını kullandı. Ve ekranda değişiklik yapıldı.
"Bu yazılım sıradan bir korunma duvarıyla örülmedi. O bir sur! Koordinat açığı asla verilmez. Radara yakalanmaz!"
Şifa kaşlarını çatıp ısrarla kendini ciddiye almayan teğmene baktı.
"İhtimal! Sizin güvenliğiniz surların da yıkılabileceği ihtimalini hesaba katmak zorundasınız! Olası bir aksilikte neye maal olacağını göze almalısınız!"
Daire başkanı, genç teğmenin aksine ummadık taşların baş yardığını bilecek kadar görmüş geçirmişti. Uyarıcı bir bakış attı teğmene. Müsteşar ve yardımcısı kim oldukları hakkında bilgi sahibi olsa da kendi bu konuda aydınlatılmamıştı. O yüzden kimle muhatap olduğunu bilmeden dert olabilecek kelimelerden kaçındı.
"Öneriniz nedir hanımefendi? Fikirleriniz bizim için değerli."
Şifa yüzünü hemen düzeltip Daire başkanına baktı.
"Uyduya sızmadan ülkenin sosyal ağlarını çökertmemiz gerektiğini düşünüyorum açıkçası. Tüm ekipmanlarını bu sorunu çözmek için kullansınlar. Dikkatleri ani gelişen saldırıya yoğunlaşsın. Dört saatlik bir çöküntü bize uyduda yarım saat hareket etme süresi kazandırır. Bu da Alparslan'ın derdini anlatmaya yetecek bir süredir diye düşünüyorum."
Şifa derin bir nefes alarak biraz daha düşünme hakkı verdi kendine. Koordinat için düşündüğü riski de göz önünde bulundurmaları gerekiyordu. Dudağının kenarını dişiyle kesecek kadar ısırdı. Sonra direkt Alparslana baktı.
"Şahin olmadan yapamam. Yazılım güçlü ama riske giremeyiz. Açık yakalanırsa merkez sinyaller yuvadan alınsın. Burayı hedef haline getiremeyiz."
Alparslan başını salladı.
"Neye ihtiyacın var?"
"Duhan'la görüş, tüm cihazlarım açılsın bağlantı kurup içerisinde ki yazılımı klonlayacağım. Bu ekipmanı tanımıyorum istediğim hızda hareket edemem. Şahin bana destek olursa sosyal çöküntüyü yönetebiliriz."
Alparslan sadece kafa sallayarak onayladı, bu hayatta ne yaptığını sorgulayacağı son kişi bile değildi Şifa. Her şey hazır olduğunda Şifa'nın da çalışacağı bir stand açılmıştı. Hızla hareket eden parmakları, kulağındaki kulaklıktan gelen sesleri takip ediyordu. Tam verim için Şahin yuvaya geçip Şifa'ya moderatörlük yapıyordu. Şifa sosyal ağları bir birine karıştırdığında ikinci adım uydu sistemine sızmaktı. Üçüncü adım ise tamamen Alparslan'ın hakimiyetindeydi.
Şifa'nın hazır olup kendi için start vermesiyle akış başlamış oldu. Nefes almadan hareket eden parmaklar, sürekli yer değiştirerek çalışan koca bir ekip. Şahin'in kopilotluğunda ilerleyen bir siber saldırı...
☀️☀️☀️☀️☀️☀️
Her şey hazır olduğunda Alparslan baştan aşağı siyahlara kuşanmış bir halde odaya girdi. Onun için hazırlanan dekorda koyu gri bir koltuk, sağ tarasında kalan bir lambader ve koltuğun soluna konulan zigon vardı. Dekordaki tek renk zigonun üstündeki masa bayrağıydı.
Kan kırmızı, şanlı bayrak...
Zırhtan beklenen haberin gelmesiyle Alparslan yerine geçti ve yayın başladı. Dev ekranda bir anda beliren İslam'ın ardına sığınarak canlar katleden adam ne olduğunu anlamamıştı henüz.
ماذا حدث أيها المخادع ألا تنتظرني؟ (Ne oldu şerefsiz beni beklemiyor muydun)
Adam saçlarının ve sakallarının arasında zorla görülen siyah iri gözlerini dahada büyütmüştü. Alparslanın koca ekranda yer alan görüntüsü anlık akıl tutulmasına neden oldu. Kendine gelip, ağzını açana kadar Alparslan konuşmasına devam etti.
لقد مضى وقت طويل اترك الكلاب بجانبك على تلة الجبل في الخيمة واعيش في القصور يا ابن العاهرة. حان الوقت لإذابة هذا البطن الكبير.
(Uzun zaman oldu ha.Yanındaki köpekleri çadırda, dağda, bayırda bırak saraylarda yaşa öylemi orospu çocuğu?O koca göbeğini eritme vakti. )
Simsiyah bir cübbenin içinde öylece sedirde yayılırken, görüntünün ekrana düşmesiyle doğrulan adam öfkeli bakışlarını ekrana dikti.
ماذا تفعلين هنا ماذا تريدين؟ (senin ne işin var burda ne istiyorsun soysuz it?)
Şifa Alparslanı dekorun gerisinden izlerken soluk almayı unutmuştu sanki. Yüzünde yer edinen o kara ifadeyi, kalın ve siyah kaşlarının çatılışını, zift gözlerinin öfkeli bir cehennem alazıyla parlayışını elleri çenesinin altında birleşmiş halde takip ediyordu. Arapçayı öyle seri ve doğru bir aksanla konuşuyordu ki Şifa onun kim olduğunu bilmese ana dili olduğuna yemin edebilirdi. Her mahrecin doğru baskısı ve yerinde kullanımı hayretini katladıkça katladı.
سيتم الافراج. وظيفة أسلافهم ومن سيأتي بعدهم ستكون قتل الناس. لا تساعدهم. الله لا يعينهم. ومن سار تحت رايتهم أو حمل رايتهم ، جعله الله في النار يوم القيامة. إنهم بالفعل أكثر مخلوقات الله شراً. سوف يدعون أنهم مني. حذار ، أنا منذ ذلك الحين وهم موجودون منذ لي. علامتهم هي: إنهم ينمون شعرهم ويلبسون الأسود. لا تجلس لدعمهم. لا تتسوق معهم في البازارات. لا ترشدهم أو تعطهم الماء. لأن التكبير يصرخون يزعج أهل السماء ".
(Abbasoğullarının içinden doğudan ileride siyah sancaklı kişiler çıkacak. Onların önce gelenlerinin ve sonra gelenlerinin işi adam öldürmek olacak. Onlara yardım etmeyin. Allah onlara yardım etmez. Kim onların sancağı altında yürürse yahut bayrağını taşırsa Allah onu kıyamet günü cehenneme koyar. Gerçekten onlar Allah'ın en şerli yaratıklarıdır. Onlar benden olduklarını iddia edecekler. Dikkat edin, ben onlardan beriyim ve onlar da benden beridir. Onların alameti şudur: Saçlarını uzatırlar ve siyah giyerler. Onları desteklemek için oturmayın. Çarşılarda onlarla alışveriş yapmayın. Onlara yol göstermeyin ve onlara su vermeyin. Çünkü onların haykırdıkları Tekbir, sema ehlini rahatsız etmektedir.")
(Buradan sonra Türkçe devam edecektir)
"Hatırladın mı bu Hadisi kafir? Unutmuşsun hatırlatmaya geldim! Biz sizin geleceğinizi 1400 yıl önce biliyorduk. Her asırda sizin gibilerin geleceğini çok iyi biliyoruz biz! Karşılama komitesiyle bekliyorduk zaten. Beğendin mi sürprizimi?"
Yanında duran siyah sarığını hızla başına geçiren, iri yarı adam tükürükler saçarak konuşmaya başladı.
"Ne istiyorsun, anlaşmaya sadığız! Bozmadık, hanemde işin ne?"
Alparslan bir kurt zerafetiyle bacak bacak üstüne atarak geriye doğru yaslandı. Parmağının ucunda bir şey eziyormuş gibi işaret ve baş parmağını birbirine sürterken gözlerini de ekrandan ayırmış, parmaklarına dikmişti. Ama bunları yaparken konuşmayı bırakmadı.
"Sırbista'nı karıştırmışsın beklediğin silahları göndermediler diye! Uyarı için darbe çıkarmışsın, utanmıyor musun?"
Saçlarının ve sakallarının arasında kaybolmuş yüz ekrana daha bir yaklaştı.
"Biz değiliz, alakamız yoktur! Allah haklının ve zulme uğrayanın yanındadır. Kahhar ismiyle kahredecek sizi!"
Alparslan işte o anda parmaklarından bakışlarını çekip ekrana çevirdi. Karşısındaki adamla aralarında binlerce kilometre yokmuş gibi sanki bir odanın içerisinde nefes alışındaki hızı duyabiliyormuş gibi gözlerinin içine baktı. İnsanı ürperten, kaçıp saklanma isteğiyle boğuşmak zorunda bırakan bir bakıştı. Şifa aldığı soluğu veremedi bir süre.
"Bana bak orospu çocuğu! Bu ulema ayaklarını o peşindekilerine kes! İçtiğin içkileri, nikahsız gezdiğin yatakları döktürme ortaya. Köpeklerinin yanında beşe beş ekleyip kıldığın namazlarla boğarım seni. Kim olduğumu unutmuşsun, hatırlattırma bana! İçtiğin suyun bile kaydı elimde, beni öfkelendirme!"
"Zındık kafir iftiranla çarpılacaksın! Yalanlarında boğulacaksınız hepiniz! Bize biat edecek, bize iman edeceksiniz günü geldiğinde!"
Alparslan adamın dişlerini kamaştıran bir sırıtış ekledi yüzüne. Şifa avına saldırmadan önce lezzetini düşünen bir kurt gibi diye düşünmeden yapamamıştı.
"Tüm videoları dağıtın şehir meydanında görüntü veren her cihaza! Onları cennete taşıyacağını söyleyen adamın kaç erkekle kaç kadınla zinaa ettiğini izletin!" diyerek sağa yönlendirdiği başını tekrar iğrendiği adama çevirdi.
Duyduklarıyla oturduğu sedirden ayaklanan adam, acelesi yüzünden kara eteklerine dolanmıştı bir an. Gerçekten hanesine girecek kadar içlerindeyse... Elinde neler olduğunu bile düşünmek istemedi.
"Dur! Ne istiyorsun?"
Alparslan onlara bakan gözlerini biraz evvelki gibi ürperten bir gülümsemeyle ekrana çevirdi. Tüm hakimiyetin elinde olduğunu her bir zerresi çığlık çığlığa bağırıyordu.
"İşte böyle yola gel putperest pezevenk! Darbenin ardındaki yüz olduğunu itiraf edeceksin. Tüm Sırbistan'ın haberi olacak şekilde yayınını ayarla. Seversin sen şov yapmayı. Yarın öğlene kadar vaktin var."
Kara sarıklı gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi iri iri açtı irislerini. Bağıran sesi ekrandan taşıp yankılandı.
"Bunu yapamam, kuruturlar beni. Balkan devletleri suyumuzu bile keser! Başka bir şey iste!"
Alparslan kınayıcı, onaylamaz bir jest daha sergileyip, bacak bacak üstüne attığı sol dizine bir fiske vurdu. Görünmeyen bir tozu böyle kolay yok edebiliyordu işte.
"Yapmazsanda ben iliğini kemiğinden çeker alırım El Kureyş! Bu saldırının sahibi IŞİD. Saldırıyı üstlenip, yarın tüm dünyaya itiraf edeceksin. Yoksa sana yemin olsun OrtaDoğunun Kurdu kimmiş sana hatırlatırım!"
Adam bir ihtimal diye tekrar başını iki yana salladı.
"Beni bitirirler."
Alparslan onaylar gibi başını salladı. Dizindeki bakışları El Kureyşin gözleriyle birleşti.
"O zaman sana bir müjdem var El Kureyş. Yarın öğlen SİHA lar la yeni bir harekat başlıyor. Adını sana ithaf ediyorum. Yılan Avı Harekatında Riyad da kurduğun yeni kampına elveda de. Sadece üç saatte aslanlarımın orayı yerle bir edişini izleyeceğiz seninle. Hoşçakal El Kureyş.
Adam şok olmuş halde kalakaldı. Yeni oluşturdukları, güçlü mühimmatın saklandığı cephaneliği biliyor olamazdı. Irak da en az gözetlenen bölgeyi böylesi bir cephaneliğe çevirmeleri yıllarını almışken böyle kolay dile düşmüş olamazdı. Panikle sadece ekranın kapanmaması için bağırdı.
"Dur, dur kapatma dur! Tamam! Darbeyi üstlenecek IŞİD, sende uzak duracaksın mühimmattan!"
Alparslan karşısındaki aciz yaratığa biraz daha baktı. Ayağa kalkıp ekrana yaklaşıp, öfkeli ziftlerini tam göz bebeğine dikti. Karşısındaki şeytanı titreten o sözleri söyleyip yayını kestirmişti.
"Sabah ezanlarında uyuma El Kureyş! İlk kurşun Allahuekberle gelecek."
Yayın kesilip dağıtılan herşey toparlanırken Şifa bir an bile gözlerini Alparlandan ayırmıyordu.
Alparslan Cihandar gerçekten soyadının hakkını veriyor, dünyanın efendisiymiş gibi herkesi dize getiriyordu. Şifa çok delice ateş gibi bir hisle doldu. Karşısındaki adam, onun adamı öyle farklı görünüyordu ki gözüne üzerine atlaması an meselesiydi. Heybeti, kullandığı her kelimede ki kendine güveni, hükmedici aurası büyülemişti onu. Karnı yanıyordu. Karnı Alparslana dair her şeyi izlerken cayır cayır yanıyordu. Yüzü, elleri, bedeni içini yakan bir ateşle kavruluyordu. Hiç tatmadığı, varlığından bile haberdar olmadığı o tutku bedenini kuşatmış, Şifayı gafil avlamıştı.
Güç Alparslanın ellerinde muazzam bir güzellikle bakanı hayran bırakıyordu.
Konuşmasını derin bir solukla bitiren Alparslan hızlı adımlarla Şifaya yaklaşmaya başladı. Bir anda Şifanın kolundan tutması ve onu peşinden sürüklemesiyle Şifa ne yapacağını şaşırmıştı. Elini kavramış el yüzünden alev alacaktı. Hiç böyle olmamıştı ama ona bu hissi bahşeden adam sayesinde hissettikelerine aşık olmuştu.
Üçer beşer atılan adımlarla çıkılan merdiven onları bir odaya getirmişti. Şifa daha ne olduğunu anlamadan içeri itilmesi ve bir anda duvara yaslanmasıyla nefesini tutmak zorunda kaldı. Alparslan hırıltılı bir ses çıkarıp dudaklarını parçalayacak gibi öpmeye başladığında bunu bekleyen hücreleri coşkuyla kabardı.
Ağzına yayılan bu tad hep mi böyleydi? Şifa kilitlenmiş aklı ve kendi imparatorluğu için baş kaldıran kalbi arasında bulamadı buna cevap.
Alparslan çıldırmış gibi emip ısırıyor, asla Şifa'ya müsade tanımıyordu. Hoyrat elleri bedeninde sertçe hareket edip kalçalarında durmuştu. Bir anda kalçalarından kavrayarak havaya kaldırdı. Şifa düşme refleksiyle bacaklarını beline dolamıştı aynı saniyede. Nasıl olduğunu bile bilmediği bir içgüdüyle Alparslan kadar hoyrattı verdiği karşılık. Dilini ağzının içine çekip emen dile inleyerek cevap verebildi. Bacaklarının arasında kalan beli nasıl sıkıştırdığından bile haberdar olamayacak kadar kaybolmuştu. Soluklanmak için ayrılan dudaklar arasında milimler vardı sadece. Ciğerleri yanıyordu, kalbi çatlayacak kadar hızlıydı ama kendini hiç olmadığı kadar doyumsuz hissediyordu. Gözleri Alparslanın ıslak dudaklarında takılı kaldı.
"O gözlerini dikip, içini arzuyla doldurarak ne yapmaya çalışıyorsun peri? Aklım sikildi, irademden ne istiyorsun?"
"Ben, ben sadece..."
Şifa ağzını açtığında Alparslanın dili çenesine sürtünerek ağzına doğru ilerlemiş, öpmeden tadını hissetmek ister gibi Şifanın dudağındaki ıslaklığı yalamıştı.
"Sen sadece şehvetle yanan bedeninin bende neye sebep olduğunu bilmiyorsun!"
Kelimeleri sanki öfkeliymiş gibi sertti ama Şifayı mest edecek, kendinden geçirecek bir tınıyla söylenmişti. Cümlesi biter bitmez kendini Şifaya bastırmasıyla Şifanın başı geriye doğru düştü.
Şifa adamın sert, sıcak hatlarını hissetmesiyle ölecekmiş gibi oldu. Kasıklarını mahveden bir sızı vardı. Alparslanın kadınlığına bastırdığı sertliği kendi soluğunda öldürecekmiş gibi onu nefessiz bırakmıştı.
Bu çok farklı bir histi. Cayır cayır yanarken, buz gibi sulara atlamak kadar uçlardaydı tüm duyguları. Alparslandan kendine karışan tutku, şehvet kendi benliğindekiyle birleşince yeri göğü inleten bir yıldırım oluşturuyordu.
"Benim için yanıyorsun... Hay sikeyim ateşinle beni de yakıyorsun!"
Alparslanın hırıltılı sesi kulağına yayıldı. Canına kast eder gibi sıcak dili kulağını yalayıp, ardında oyalanmaya başladığında Şifanın varlığından bile habersiz olduğu sinirleri elektrik yemiş gibi sızlamıştı.
"Bedenin, ruhun beni istiyor... Senin uğruna ölecek kadar tutkunken şimdi sende beni aynı hisle bekliyorsun."
Kulağının ardını yalamaya devam ederken kurmuştu bu cümleleri. İlahi bir emri okur gibiydi sesi. Öyle büyük bir inanmışlıkla sarf ediliyordu ki Şifayı aksine kimse ikna edemezdi.
O Alparslan için ölürdü. Eğer Alparslan böyle bir şey diyorsa aksi mümkün değildi.
Düşünmek istemedi o an. Aynı hırsla, boynuna sarılı elini çekip, çenesini kavradı. Parmaklarını geçirdiği yüzü ağzına doğru çekip, Alparslanın ona yaptığı gibi dilini ağzının içine itip tadına doymaya çalıştı. Birbirlerine dolanan dilleri, vücutlarını karış karış gezen elleri asla durmak istemiyordu. Şifa adamın vaad ettiği o cehennemde kül olmaya hazırdı o an. Kucağında Şifayla geri geri yürüyen Alparslan bir anda dönerek Şifayla beraber üçlü deri koltuğa düşürdü ikisini.
Öyle aceleciydi ki hareketleri Şifa, düşünme hakkı verse uzaklaşacak korkusu, sinsi bir düşman gibi pusuda bekliyordu. Aralarına soktuğu az mesafeyle birden Şifanın üzerindeki tişörtü çekip çıkarmıştı.
Koyu mor bir sutyenle öylece karşısında yarı çıplak kalınca ne yapacağını bilemedi Şifa. Elleri bedenine dolanmak için harekete geçtiğinde yine Alparslan tarafından engellenmişti. İki bileği, tek bir el tarafından hapis edilip başının üstüne kenetlendi.
"İzin ver sana biraz doyayım, söz ileri gitmeyeceğim."
"Alparslan ben..."
Alparslanın girdap karası gözleri açıkta kalan tenini milim milim izlemeye başladı. Bu bakışların dokunma gücü vardı sanki. Gözünün gezdiği her yer ürperiyor, kanı çekiliyordu . Köprücük kemiğine dudağını bastırıp biraz oyalandı. Burnu sürtünerek iki göğsünün arasına doğru yol aldığında Şifa bilinçsizce karnını içine çekmiş, bacaklarını birbirine bastırmıştı. Dili sürtünerek teninin tadını özümsedi. Bıraktığı ıslaklık derisini ürpertiyordu.
"Senin hazır olmadığın bir şey yapmam. Sadece teninin tadına doymak istiyorum. Mümkünü varmış gibi."
Sonra dilinin altında hissettiği o kalp çarpıntısına doğru sürtündü dudakları. Kalbiyle sevişmek diye bir şey var mıydı? Alparslan dilini aşağı yukarı hareket ettirerek kaburgalarını döven kalbiyle sevişiyordu.
"Ruhun her yanımı kuşattı. İçimdeki vahşi, çıldırmış gibi yerini istiyor. Zapt edemiyorum."
Dudaklarından tenine doğru yayılan cümleler felaketi olacak gibiydi. Alparslanın uzun parmakları, sutyeninin kenarlarında aklını oynatması için dolanıyordu.
Başını kaldırıp Şifanın orman yangınına baktı. Kendi arzusu ve Şifanın tutkusu ikisini kül edecekti. Böyle bakmaya devam ederse Alparslan bir an bile düşünmeden bacaklarının arasına girecek, onu ait olduğu mezara gömecekti.
Tekrar dudaklarına kapanan ıslaklığı büyük bir zevkle kabul etti Şifa. Parmaklar ise o anda sutyenden sızarak içeri girmişti bile. Şifanın gırtlağından kopup gelen inilti Alparslan'ın ağzında kayboldu.
Alparslan kendini zor tutuyor, aynı zamanda delirtici bir sevincin ekseninde kayboluyordu.
"Benim için yaratıldığın öyle belliki. Avucumun içinde ne büyüleyici bir yer edindi dolgunluğun."
Şifanın ağzına bıraktığı kelimeler, durulmasını beklediği ateşi daha da harladı. Tekrar dudaklarından kopan dudaklar rotasını bulmuş bir hızla avucunun yoğurduğu göğsüne yöneldi. "Yapma" diyemeden aşağı doğru çekilen sutyen bir göğsünü ortaya sermişti. Gerçi yapma dermiydi orası akıl sınırları dışında bir soruydu.
"Alparslan... Ahhhh... Lütfen..."
Alamadığı nefes nedeniyle ciğerleri çığlık çığlığa bağırıyordu artık. Genzine dolan hava adamın dudaklarını pembe küçük tomurcuğa kapatmasıyla düğüm olup soluk borusunda kalmıştı. Ölüyordu galiba, bunun başka açıklaması olamazdı. Deli gibi tutkunu olduğu adamın dudakları katili olacakmış hiç düşünemezdi.
Ama ölünecekse de yarin kollarında ki ölüm sevinçle kucaklanırdı, buna emin oldu Şifa. Alparslan bugün ona iki nefes arasına bırakılacak bir canı olduğunu kanıtladı.
"Ne olur... Ahhh ne olur dur... Öleceğim..."
Alparslan'ın dudaklarıyla örselenen göğsü sızlıyordu. Karnından, kasıklarına akan lav kalbine zarardı üstelik. Elleri bilinçsiz bir hamleye tutuldu. Dur dememiş gibi adamın üzerinde kalıp gibi duran siyah gömleğin düğmeleri iliklerinden yavaş yavaş sökülmeye başladı. İki yana açılan gömlek yakasını omuzlarından kaydırıp adamın bedenindeki varlığına son veren yine kendisiydi. Göğsündeki arsız dudaklar kıvrılarak baktı gözlerinin taa içine. Şifa zift karalardan bir an bile kopmadan elleri kaslarla donatılmış çelik gibi sert ama kadifemsi bir dokusu olan tende özgürce arşınlamaya başlamıştı her bir karışı. Göğsüne serpilmiş az miktardaki tüyleri okşadı. Bu hoşuna gitmişti, burnunu sürtme isteği uyandırıyordu onda.
Omuzlarından kayan parmaklar kapkara saçlara daldı. Alparslan kaldırdığı başını geri indirip göğüs ucunun etrafında diliyle gezinirken saçlarını çekiştirmişti. O anda Alparslanın göğsüne bıraktığı ısırıkla küçük bir çığlık kaçtı ağzından. Bilinçsizce adamı kendine daha da bastırdığını biliyor muydu acaba? Göğsünü özgür bırakmaya karar veren dudakları yeni bir yol haritası oluşturdu kendi güzergahında. Göbeğine bırakılan ıslak öpücükler çığlık atma isteği uyandırıyordu Şifada. Bu kara şeytan cehenneme bile bile sürüklüyor, zerre düşünme hakkı vermiyordu ona.
Pantolonunun kemer çizgisini boylu boyunca yalamaya başlamıştı şimdide. Bir şey olmalıydı. Deprem, yangın, heyelan yada tusunami. Onları bu karmaşık çemberden çıkaracak bir şey lazımdı. Küçük küçük ısırıklar bırakan Alparslan derin bir nefesle soluklanmaya başlamıştı.
"Hissediyorum... Benim için kadınlığında atan nabzın her bir tanesi, kulaklarımı uğuldatıyor. Islaklığının kokusunu alıyorum. Beni içine davet ediyor."
"Ko-konuşma böyle... Sus lütfen..."
Alparslan aslında fısıldıyordu cümleleri ama Şifa düştüğü kuyuda, hassaslaşmış duyuları sayesinde, adamın kulağının dibinde bağırdığını düşünebilirdi. Hakimiyeti ele alabilse kendi de konuşacaktı ama her şeyi unutmuş gibiydi. Kendini toparlaması gerektiğini biliyordu ama o noktayı geçtiğine inanan yanı durması için hiç bir eylem gerçekleştirmiyordu.
"Ben sadece teninin tadını aldım, sarhoşluğumu ayıltamayız. Ben senin zerrelerine karışırsam, yuvama kavuşursam ne olur halim? "
Şifa soluk soluğa başını geriye bıraktı. Karnına başını yaslamış adama bakmak isteyen yanı ve ondan köşe bucak saklanmak isteyen utancı büyük bir kavgaya tutuşmuştu sanki.
"Ben bununla nasıl baş ederim bilmiyorum. Çıkar bizi bu girdaptan. Benim gücüm yok."
Şifanın ikisinden başka kimsenin duyamayacağı fısıltısına iç geçiren bir ses çıkararak karşılık verdi.. Gücüm yok diyordu karşısındaki kız, kendi acizliğinden bir haber. Son kez kasıklarının üzerine derin bir öpücük bırakıp yüzlerini eşitledi. Burnunun ucuna, gözlerinin kenarına, şakaklarına ve en son alnının ortasına birer buse görünümlü sihir bıraktı.
Sırtını yasladı koltuğa sonra da bez bir bebek hafifliğiyle Şifayı alıp kucağına oturttu. Saçlarını tek omuzuna salıp damgasını ortaya çıkarmıştı şimdi de.
Pembe renkli damga tazeliğini koruyordu. Ateşle güneşin resmi çizilmişti kar beyazı tene. Dudaklarıyla talan etti yanık kabartıyı. Bu damganın varlığını şükür ediyordu aslında. Bu damga Şifa'yla onu birbirine bağladıklarının, asla koparamayacaklarının somut bir deliliydi. Dudaklarını Şifanın kulağına yaklaştırdı.
"Seni bir yere götürmek istiyorum, gelir misin benimle?"
Damgasına sürtünen dudakların verdiği mayhoşlukla daha bir saldı bedenini Alparslanın üzerine.
"Aksini kabul edecekmişsin gibi."
Kıvrılan dudaklarını yine teninden ayırmayışı ifşaladı.
"O da doğru lan. Ben nereye sen oraya yada sen emreyle ben divane."
Kıkırtısı boynunda kayboldu Alparslanın.
"Böyle böyle girdin zaten kanıma, dilin iyi laf yapıyor."
" Bir sana peri, sadece sana..."
İki saat içinde hazırlanmış ve yola çıkmışlardı. Alparslan onun için kıyafet ve çamaşırlar bırakmıştı odaya. Şifa duştan çıktığında görmüştü yatağın üzerindeki poşetleri. Kara adamı ona ekru zemine minik çiçeklerin serpiştirildiği ayak bileklerine kadar uzanan çok güzel bir elbise almıştı. Elbiseyi tamamlayan sandelet ise gerçekten kızın sevdiği her şeyi adamın ezbere bildiğinin kanıtıydı. Saçlarını kurutup açık bıraktı, kıyafetlerini de giyip hızla odadan çıktı. Merak ediyordu adamının onu götüreceği yeri.
Alparslan'a ne söylese ne yaptığını, nereye götürdüğünü anlayamadı Şifa. Balıkesir tabelası bile ne için burada olabileceklerine ışık tutmuyordu. Güzel bir sokağa girdiler. Şifa etrafı izliyordu. Tek katlı bahçeli evlerin olduğu, küçük çocukların büyütülmesi için muhteşem olan bir sokaktı burası. Her bahçe bakımlı, çiçeklerle, meyve ağaçlarıyla donatılmıştı.
Arabadan indiklerinde Alparslandan ona yayılan hüzüne anlam veremedi. Ama ağlama isteği doğurmuştu içinde. Iğıl ığıl akan sancılı bir acı vardı Alparslanın kalbinde sanki. Gözlerini dikip baktığı evi inceledi. Eskimiş ama bakımlı tek katlı küçük bir evdi. Bahçe kapısı sanki paslanmaya başlamıştı. Ama çiçekleri dallarını kuşatmış kiraz ağacı, verendaya kadar açmıştı kollarını.
Şifa bir aydınlanma yaşadı. Burası Alparslan'ın doğduğu ama büyüyemediği evdi. Bilinçsizce gözlerine toplanan bulutlar sessiz çisesine başlamıştı.
Sancının sebebi canını yaktı. Çok hızlı bir ağlama isteğiydi. Başkasının acısı böyle can yakar mıydı? Şifa o acıyı şu an yaşıyormuş gibi kanamaya başladı. Alparslanın ağrıyan kalbi, kalbine zehir akıttı.
Ilık ılık akan yaşları yüzünden silecek dermanı yoktu ellerinin. Onun diğer yarısının çocukluğunu burada katletmişlerdi demek. Şimdi tüm kapıları tekmelemek, herkesin evini başına yıkmak istiyordu Şifa. "Bu kadar yakınken nasıl duymadınız benim küçüğümün haykırışını?" diye dünyayı başlarına yıkmak istiyordu. Alparslana döndü, sımsıkı sardı kolları gönül yangınının belini.
"Bize bunu niye yapıyorsun? Canın yanıyor, canım sökülüyor. Görmüyor musun? Alparslan senin yanan canın beni öldürüyor hissetmiyor musun?"
Boynundan deva dilenen burnu derin bir soluk sonrasında çekilmişti teninden. Simsiyah gözler orman yeşilleriyle tutuştu.
"Seni en mutlu olduğum yere getirdim peri. Bir şey istemek için. Beni reddetsen o oğlan çocuğuna kıyamazsın diye, seni en sevdiklerime getirdim."
Şifa başını iki yana hızla salladı.
"Senin benden isteyeceğin, benim kabul edemeyeceğim hiç bir şey olamaz benim küçük sokak çocuğum."
Alparslanın yüzünde Şifanın daha çok yaş akıtmasına sebep olan bir tebessüm canlandı.
"Anne babanın adının olduğu, soyadı hanenin doğrusunu saklayan bir kimlikle imza attıramam sana ama istiyorum ki Allah katında benim ol. "
Rüzgarın yüzüne savurduğu saçları, parmak uçlarıyla yakalayıp kulağının ardına sıkıştırdı.
"Benim günahkar parmaklarım senin masum tenine dokunmadan duramaz peri. İstemiyorum karamı sana çalmayı, helal olmak istiyorum senin için. Yanlış olan hiç bir şeyi dokunduramam ben senin gölgene. Beni kabul eder misin gönül şenliğim? Beni eşin olarak ister misin?"
Allahımmmmmmm sizi ekmeğime dürer yerim lan ben🥹🥹🥹
|
0% |