@orenda
|
Selam yavrular. Keyifli okumalar dilerim. Umarım seversiniz bölümü😘

Bazen delirmiş olmanın bile lütuf kabul edileceği kadar şirazeden çıkmış bir beyni olduğunu biliyordu Şifa.
Parmaklarının okşadığı kilim, ona yeni bir mesaj için aracı olmuştu. Sıradan bir kilim olmadığını anlaması için dokunmaya bile ihtiyaç duymuyordu üstelik.
Kilim onu kendine çağırmıştı zaten ilk andan itibaren. Zihninde yankılanan o sesi sürekli içinde tekrarladı.
Doktor onu bulmasını, tanımasını, hissetmesini istiyordu. Uğultular güçlenmiş, beyninin içerisine ıslık gibi sesler fısıldıyordu. Bilinçsizce tırnakları kilimdeki ilmekleri tırmaladı. Böyle anlarda 'dayak yesem daha iyi' dedirtecek gibi bir yorgunluk çöküyordu bedenine. Uyuşukluk her yanını sarıyor, nefesinin ağırlığı bile belini büyüyordu.
Beyaza en yakın grilikte bir ipin ilmeklediği yılanın başında öylece kaldı parmak uçları. Kılıca sarılan yılanın gözlerine bırakılmış o iki siyah ilmek onu görüyordu sanki.
"Bir sorun mu var?"
Umayın sesini duyana kadar orda olduğunu bile unutmuştu. Parmakları yılanın başından ateşe değmiş gibi çekildi. İçine, hızına yetişemediği kadar büyük bir panik sirayet etti.
Ne kadar açık vermişti bilmeden acaba? Toparlanmalıydı! Alparslan çok haklıydı bu konuda. Umay'a tamamen güvenmeden içindekileri açamazdı. Buraya getirme nedeni öylesine bir an paylaşma isteği olamazdı. Umay da onu deniyordu. İçinde saklı hazineye ne kadar uzakta görmek için Şifanın önüne kırıntılar bırakıyordu.
Yüzünü dönmeden bu kez kilime dokunmuş kılıçta dolaştı parmakları. Derin derin bir kaç nefes alıp kendini sakinleştirdi. Kilimi incelemeye devam ederken Umaya cevap verdi.
"Hayır sorun yok! Sadece çok muazzam bir işçilik, büyülendim."
Umay ağır adımlarla yanına gelip, o da kilime bakarken konuşmaya devam etti.
"Bu kilimi ne zaman yapmaya başladı annem bilmiyorum ama ne zaman bitirdi biliyorum."
Şifanın dikkatini çeken şey kelimelerden çok Umayın sesinde gizli hüzündü. Başını çevirip öylece kilime bakan kadına dikti yeşillerini.
"Öyle mi? Ne zaman bitti? Gerçi bu işlerden anlamam ama çok uzun bir zamanda ortaya çıkmış olmalı."
"Uzun bir zaman olduğuna eminim. On sekiz bileşen Birliğe teslim edildiği gün işte şurdaki son düğümü koparıp, yaktı."
Parmakları bu sefer kilimin sağ alt köşesinde kalan yanık düğümü okşadı. Yanık kusur gibiydi ama aslında değildi de. Orda olması gerekiyormuş gibi, noktası oymuş gibi bir his oluşturuyordu. Bembeyaz zemindeki minicik bir yanık iziydi sadece.
"Anneni çok merak ediyorum Umay. Nasıl bir kadınmış ki böylesi bir amaç için hayatından vazgeçebilmiş?"
Umay eğlenceden uzak bir gülümsemeyle Şifanın yüzüne yan bir bakış atıp gerisin geri döndü. Adımları ardlarında kalan yatağa doğru ilerledi.
Umay büyük yatağa destursuzca sırt üstü attı kendini. Oldukça yüksek tavan çok dikkat çekiyormuş gibi gözlerini oraya dikmişti.
'Nasıl bir kadındı annesi?'
Bu soruyu yıllardır kendine de sormuyor muydu zaten? Sevgisiz değildi, tamam çok ilgili değildi ama o çok sevdiği şarabını içerken hiç olmadı kadar sevgi dolu olurdu. Umay işte o yüzden annesi içsin isteyecek kadar seviyordu annesini. Saçlarını okşardı o zamanlarda. Hiç susmadan anneannesini, dedesini anlatırdı. Erkenden kaybettiği annesinin özlemiyle bazende içi çıkarcasına ağlardı.
"Anneannem kanserden ölmüş benim. Annem daha on bir yaşındayken. Kanser onu çürütmüş. Ağır ağır mahfetmiş bedenini ve annem her anında yanındaymış. Annem bunu hiç atlatamadı biliyor musun? İşte bu projenin sebebidir annemin acısı, hasreti."
Şifa'nın dikkatini çekmişti bu cümle. O da Umay gibi yatağa uzandı. Anlatsın istiyordu. Annesini, dedesini, kendini yudum yudum içer gibi öğrenmek istiyordu.
"Kimse annesiz kalmasın diye mi?"
"Dedem hastalığını öğrenince delirmiş. Kaybetme korkusu onu gerçekten çıldırma eşiğine taşımış. Elinde çalıştığı bir projesi varmış dedemin o sıralarda. Hastalıklara karşı yüksek bir bağışıklık kazandıracak bir ilaç üretmek istiyormuş. Sürekli deneylerle geliştirme aşamasındaymış. İşte burda Güneş devreye giriyor küçük kız."
Şifa yastığa bıraktığı başını solunda kalan kadına çevirdi. Oldukça kıymetli, tarihi bir mirasta böyle pervasız adımlar yanlış mıydı acaba? Bir yanı bunu sorgulamadan duramıyordu.
"Nasıl?"
Umaydan ilk kez diyebileceği şekilde tatlı bir kıkırdama çıktı.
"Benim tatlı mı tatlı anneannem Güneş tarafından okutulan, yetiştirilen bir mürit olunca oluyor işte küçük kız. Bu gerçek hep aralarında olan ama hiç konuşulmayan bir detaymış."
Şifanın irice açılmış yeşillerine Umay bu kez daha sesli bir kahkahayla karşılık verdi.
"Hadi canım! Bak bunu beklemiyordum. Hiç bir şeye şaşırmamalıyım aslında."
"Henüz yeni başlıyoruz halbuki. Hikayeleri basit aslında. İkisi de hayat kurtarmaya adamış kendini. Evliliklerinin üçüncü yılında dedemin projesi anneannemin dikkatini çekiyor. İzin alarak dedeme bağlı olduğu Birlikten bahsediyor ama dedem bu durumdan hiç hoşlanmıyor. Kavgaları baya güçlü olunca bu mesele tamamen kapanıyor. Hikaye bitti gibi burda. Güneşin adı aralarından kalkıyor."
Umay duraksadı. Geçmişte kalan, unutmamak için her uykuya dalmadan önce kendine kısık sesle anlattığı hikayeyi ilk kez sesli anlatıyordu yanındaki kıza.
Annesinin anlattıkları o kadar ayrıntılı oluyordu ki Umay, görmediği o günleri gözlerinde canlandırabiliyordu bile. Annesinin doğumu, anneannesinin bitmek bilmeyen eğitim süreci derken seneler bir birini kovalarken Birlik ikisi arasında hiç konuşulmayan bir mevzu olarak kalmıştı o zamanlar. Sonra hastalık sinsi bir düşman gibi aralarına girince her şey tepetaklak olmuştu.
İşte orda dedesi, umutsuzca Birlikten yardım istemiş, projesi için kaynak olmaları karşılığında o çok inandıkları sadakat ve itaat sözünü vereceğini söylemişti. İstediği tek şey eşini kurtarmak olan aşık bir adama yakışır gibi davranmıştı.
Eşinin tedavi sürecinde her şeyden elini eteğini çekerek sadece karısı ve projesiyle ilgilenmişti. Gözünü kör eden aşkı ve kaybetme korkusu kızını göremeyecek hâle getirmişti dedesini.
Maalesef kaderin önünde duramayacağını bir sabah karısı gözlerini hiç açmamak üzere kapattığında fark etmişti. Düştüğü boşluk, acı onu delirme eşiğine getirmişti üstelik. Birlikten karısının en yakını gelip onu karanlıktan çekip alana kadar bir ölü gibi geçirmişti aylarını. Nilüferin tek arkadaşı, her sırrının ortakçısı Hafsa sağlam bir tokatla 'kendine gelmesini ,kızını, projesini' yüzüne çarpmıştı. Birliğe büyük bir bağla bağlı olan kadın dedesinin Birlikle olan köprüsü olmuştu. Bildiği kadarıyla bir öğretmendi. Birlik için özel kabul edilecek çocukların keşfiyle bilinirdi.
Umay, Hafsa hanım hakkında çok büyük bir bilgi birikimine hakim değildi ama yıllar önce onu son gördüğünde Serdarla konuştuğunu unutmamıştı. Atilla denilen bir adam için güveneceği tek kişi olduğunu dillendirdiğini anımsıyordu. Kadın öylece çıkıp gitmişti bir daha hayatlarından. Ama annesinin proje sürecinde görüştüğünü düşünüyordu.
Ondan sonraki amacı da bu olmuştu dedesinin. Yaşadığı acıyı başka kimsenin yaşamamasına ve kızına adamıştı kendini.
Birlik, ilk onunla ırkın dışında kalan birini kabul etmişti böylece. İlk kez Türk olmayan biri Birliğin yeminli müridi olmuştu. Hare'de babasıyla kaybettiği annesinin acısının altında büyümüş, tıpkı onlar gibi genetik bilimine yönelmişti.
Ne zaman ki sınırları aşıp babasının projesinin raporlarını gizlice incelemişti işte orda her şeyi değiştirecek kişi babası değil de kızı olduğu ortaya çıkmıştı.
Babasının verileri ve kendinin yapabileceklerine olan inancıyla babasından çok daha büyük düşünmesi gerektiğinin farkına varmıştı Hare. Babası hastalıklarla savaşabilmenin, bağışıklığı oldukça yüksek bir konuma taşımanın peşindeyken Hare, insan bedenini hastalık kavramından kurtarmayı hedeflemişti.
Hare çok daha büyük bir şeyi arzulamaya başlamıştı artık. En çok korkulandan insanı kurtarmayı istiyordu artık.
Ölümü insan hayatından uzaklaştırmayı!
Babasını ikna etmek, yapabileceğine inanadırmak oldukça zamanını almıştı ama başarmıştı da. Dünyanın her yerinden farklı ırklara ait DNA larla çalışmalara başlamıştı.
Ama daha büyük sorun bu değildi. Böyle büyük bir amaç için kime güveneceklerini doğru seçmeleri gerekiyordu. Bu sadece iyiye hizmet değildi çünkü, kirli ellerde yıkım demekti. Onlara bu seçimde yol gösteren asla tahmin dahi edemeyecekleri birinin nesline bıraktığı gazete köşe yazıları oldu.
Şifa sessizce tavanı izleyen kadından gözünü ayıramıyordu. Tahmin edilmesi çok zor biriydi Umay. Ama asıl merak ettiği çok daha farklı bir nokta vardı. Yattığı yerden toparlanıp oturur bir pozisyon aldı.
"Umay, sen bir Fransızsın. Ailende öyle, sizin Türkler'e olan bu bağlılığınız nereden geliyor? Anneannen mi sebep, Türk olması mı?"
Kadın kıkırdamaya başladı tekrar. Aklındakileri okumuş gibiydi küçük kız. Ne zaman merak eder diyemeden önüne sunulmuştu o soru.
"Dedemin babasından geliyor küçük kız. Tabiki anneannemde bir etmen ama bu büyük babanın imzasını taşıyan bir güven."
"Kaç kuşaktır Türklerle etkileşim halindesiniz sormaya korkuyorum!"
Umay iç çekip yan çevirdi bedenini. Dirseğini kırıp, başını eline yasladı.
"Çanakkale savaşında büyük baba esir düşmüş Türkler'e. O delice işkenceler, akıl almaz eziyetler başına gelecek sanarken misafir gibi ağırlamış Türk Komutan onu. Büyük baba hiç asker olacak biri değilmiş ama yaşı ve savaş şartları onu Çanakkale'ye göndermiş. Herşeyin bittiğini düşündüğü anda da karşılıklı esir değişimi sayesinde tekrar Fransa'ya gönderilmiş. Ama esir kaldığı yirmi dört gün onu toy bir çocuktan, bir erkeğe dönüştürmüş. Savaş diye nasıl kandırıldıklarını, düşman diye nasıl mert insanlara cephe aldırdıklarını görmüş. Fransızların elindeki Türk esirlerin çektiği acıları ve kendi esareti boyuncaki refahını yazmış yurduna dönünce. Kalemi güçlü bir yazarmış Fransa'da. Sonra da hain damgası yemiş kendi milletinden. Böylece Fransa hayatı bitip bu hediye şatoda devam etmişler yaşamlarına. Ama büyük baba gerçekleri yazıp yayınlamaktan asla vazgeçmemiş. Orda yaşadığı, karşılaştığı vahşeti olduğu gibi aktarmış insanlara."
"Bu da size en güvenilir adres olarak Türkler'i gösterdi öyle mi?"
Kadın derin bir nefes alarak ara verdi uzun konuşmasına. Annesi de dedesi de çok başarılı ve vicdan sahibi insanlardı. Anneannesinin ölümüyle evrilip çok başka bir yola sapmaları onları tamamen kör etmemişti tabiki. Dünya üzerinde onları kanatlarının altına alacak bir millete ihtiyaçları vardı ve bu tarihi kanla, sömürüyle kaplı ırklar olamazdı. Onlara büyük baba kapıyı açmıştı ve dedesiyle annesi o kapıyla koca bir tarihin her satırını ezbere akıllarına işlemişlerdi.
"Tarihinizi senden bile daha iyi bilen iki kişiydi annem ve dedem. Hata yapmamak için sizin adınıza yazılan her şeyi okudular ve araştırdılar. Onları Güneş'e mürit eden buydu. Türkler hiç bir savaşta geriye adam bırakmazmış, ölülerini bile almadan savaş meydanını terk etmezmiş. Türkler tarihin hiç bir anında kendinden aman dileyenin kanını akıtmamış, merhamet onların kılıcıymış. İşte dedemi ve annemi güvenmeye iten iki sebep. Vefa ve merhamet. Sömürge devletlerinde asla olmayan iki kudretli erdem."
Şifa bir Fransız'dan kendi ırkını dinlerken gururlu hissetti. O kendi devletini, kökenlerini bu kadar ince öğrenmemişti ama asil bir kan taşıdığını biliyordu. Kendi milleti için 'vefa ve merhamet' ikilisini hiç yan yana kullanmamıştı, belki de ırkını yüz yılların arasında izlese en iyi tanımlama bu iki kelime olurdu.
"Verebilecekleri en doğru karar buymuş Umay. Kendi hırslarına kurban edilemeyecek kadar önemli bir şey için hayatlarını verdi senin ailen. Annene de dedene de hayran olmadan duramıyorum."
Hızla ayaklanıp, esneme hareketleri yapan kadınla afalladı Şifa. Ruh hali ne kadar hızlı değişebiliyordu öyle.
"Yeter bu kadar mazi ve romantik dakikalar. Biraz işlerle ilgilenmeliyim, çıkalım seni otele bırakacağım."
"Sen ne yapacaksın peki?"
Kadın tek kaşını havaya kaldırarak ona bu soruyu hangi hakla sorduğunu beden diliyle göstermiş oldu. Kısa süreliğine araladığı kapılarını Şifa'ya sertçe geri kapattı.
Şifa da tabiki elektrik mavisi gözlerin ne demek istediğini hemen anlamıştı.
"Hadi otele, üzerine vazife olmayan şeyleri sormamalısın."
O andan itibaren, otele kadar hiç konuşmadı ikili. Odasına girip duş alan Şifa, yemeğini de odasında yedi. Akşam olmak üzereyken sessizce odaya giren adamın kokusuyla gözlerini aralamıştı.
"Uyuyorsun sandım."
Alparslan çatık kaşlarla Şifaya baktı. İçinde bir boşluk vardı. Büyük bir hissizlikti sanki. Şifada aradığını bulamadı. Ne aradığına dair hiç bir fikri yoktu üstelik.
"Uyumuyordum, sadece gözlerimi dinlendirip düşünüyordum."
Alparslan üzerindeki ince ceketi çıkarıp gelişi güzel koltuğun üzerine atmış ve ayakkabılarını da çıkarmıştı. Yatağın ucuna oturmasıyla dikkatle Şifayı inceledi. Neler olduğunu merak ediyordu.
"Gününü anlatmayacak mısın?"
Şifa sarıldığı yastıkla beraber yan dönüp, Alparslanı daha rahat görebileceği bir açı oluşturdu.
"Sen anlat, belki anlatırım bende."
Alparslan gözlerini kısarak tekrar inceledi perisini. Keyfi yoktu. Umay'la işlerin kötü gittiğine yordu bu durgunluğunu.
Onu bu ruh halinden kurtaracak şeyi biliyordu. Yüzünde küçük bir gülümsemeyle göz kırptı Şifaya.
"Hadi kalk, üzerini giy ve dışarı çıkalım. Dayın , 'kocan gezdirsin seni' demişti. Adam aşırı haklı. Yürüyelim biraz."
Şifa hiç hazırlanacak yada dışarı çıkacak enerjiyi kendinde bulamasa da adamın parlayan onikslerine de karşı koymak imkansız gibi hissediyordu. Sağ bacağını Alparslanın üzerine atarak kucağına oturdu. Teklifsizce kollarını dolayarak, boynuna burnunu dayadı. Kahve ve çikolatanın o cezbedeci kokusu hissedebileceği en güzel şeydi belkide.
Alparslan'ında aynı saniyede beline dolanan kollarıyla hiç karşılıksız kalmayışına bir kez daha şükür etti.
"Çıkalım Alparslan ama bana bir kaç dakika ver. Çok özledim."
Şifanın fısıltıları uyuşturan, sahte bir cennet bahçesine ruhunu fırlatan efsundu. Şifa tarafından özlenmek. Sadece bir gün için bile olsa özlenmek hayallerinde bile olamayacak kadar muhteşemdi Alparslan için.
Bir saat sonra hazırlanıp otelden çıktılar. Nereye gideceklerine dair bir fikri yoktu Şifa'nın ama parmaklarına dolanan elle her yere gidebileceğini iyi biliyordu. Caddeyi yürüyerek geçtikten sonra Alparslan eliyle işaret ederek arabasını korumaların getirmesini istedi. Siyah range rover bir kaç dakika içinde önlerinde durmuştu. Arabayla şehri aşağıda bırakan bir dağ yolunda bir saat ilerlediklerinde Alparslan arabayı durdurdu.
"Alparslan neredeyiz biz?"
"Gel benimle görüp görebileceğin en güzel manzarayı kaçırmanı istemiyorum. Karanlık çöktükçe çok daha güzelleşecek."
Şifa gülümseyerek başını sallamıştı. Hoşuna gitmişti bu fikir. Normal bir çift olarak zaman geçirmek çok iyi gelecekti ona. Onu zorlayan böyle bir günden sonra gerçek bir ilaç olacaktı.
Arabanın çıkamayacağı patika yolu bir süre daha tırmanıp, uç denebilecek kadar kenara çekildiğinde nefesini tutma ihtiyacı hissetti. Nehir, ışıklar, köprünün ihtişamı, küçük ateş böcekleri gibi görünen evler gerçek bir tabloydu. Doğanın ve insanın beraber oluşturduğu benzersiz bir armoni. Prag gerçekten çok güzeldi.
"Çok güzel. Akan su bile ışık saçıyor resmen."
Alparslan elini tuttuğu kıza biraz daha sokuldu. Sırtını kendine yaslayarak beline kollarını doladı. Burnuyla iki yana araladığı saçların arasında kalan güneş damgasına, sayısız öpücük bıraktı.
Onların arasındaki bağın en somut hali...
"Dünyanın sayamayacağım kadar çok şehirini gördüm peri, ben senin cennet bahçen gibisini görmedim. Ne gözlerinin yeşili var ne de gülüşünün ışıltısı var kainatta."
Sağ elini sarılı olduğu belden ayırarak cebine soktu. Parmaklarının arasında kalan yüzüğü Şifa ne olduğunu anlamadan sol yüzük parmağına geçirmişti bile.
Şifa parmağını yuva kabul edip, sarmalayan yüzükle soluksuz kaldı. Daha önce hiç görmediği bir taşın zarafeti, küçük elmasların ihtişamı altın bir halkaya öylesi güzel oturtulmuştu ki bakmaya doyamayacak gibi hissetti.
"Alparslan..."
Gözleri yüzüğünde, dudağı biraz şaşkın bolca keyifli bir tebessümle adını fısıldadı.
Alparslan ise Şifanın öne doğru uzatıp, yüzüğünün sonunda kavuştuğu evini dudaklarına bastırdı. Şimdi ikisi de öylece ışıl ışıl parlayan yüzüğe bakıyordu.
"Bu... Bu ne? "
"Bu yüzük sarraf ve mücevher ustası olan bir adam tarafından pazarı gezmeye çıkan Mihrimah Sultan için yapılmış. Sarraf, sultanı gördüğünde deli divane aşık olmuş ona. Gecesini, gündüzünü, ayını, güneşini Mihrimah yapmış o günden beri. Ama aptal değilmiş. Bir sultana duyulacak umutsuz aşkın hiç bir yol kat edemeceğini biliyormuş. Ama bir şey... Baktığında hatrına azıcık düşmesini sağlayacak bir şey vermek istemiş sultana. Her zerresine aşkını işleyeceği bir yüzük. Denemiş elindekilerle ama olmamış. Ne zümrüt, ne yakut, ne de safir yetiyormuş onun güzelliğinin karşılığı olarak. Öylesi bir şey olmalıymış ki sultan yüzüğü gördüğünde öylece dönüp gidemesin. Sultan parmağına o yüzüğü taktığında zanaat ustası bu aşığı unutamasın..."
Alparslan karanlıkta çok detayı seçilmese de parıltısı eksilmeyen yüzüğün elmasında işaret parmağını gezdirdi.
"O yüzden ilk olarak Botsvana da bir madene gitmiş. Bu bir elmas ama diğerlerinden farklı. Bukalemun da deniyor. Işığa, girdiğin yere, ısıya göre renklerinde değişkenlik gösteriyor. Mihrimaha tek bir rengin yakışmayacağı kanısındaymış. Sonra hiç haram, acı değmesin diye beyaz elması için Angola'ya gitmiş. Kendi elleriyle çıkardığı elması işlemekmiş emeli. Zihnindeki yüzüğü oluşturan tüm parçaları kendi elleriyle toplamış. Ben yaptım demek istiyormuş. Sizin için her şeyiyle ben yaptım."
Bir süre soluklandı Alparslan. Burnu yine ensesine işlenmiş güneşten güzel bir koku çaldı. Şifa öylece yüzüğüne bakıyor, neredeyse nefes bile almadığını düşündürecek kadar hareketsiz hikayenin devamını bekliyordu.
" Uzunca bir süreden sonra ülkeye dönünce bu büyük parçayı, elması, altını elleriyle işleyerek şekillendirmiş. Kesimi için gözünün nurunu akıtmış. Sultan ormana girerse yüzüğünde yeşiller dans edecekmiş. Sultanın canı deniz isterse maviler hemen gelip konacakmış. Olur da sultan gece vakti yıldızları izlemek isterse en çok parmağındaki yüzük parlayacakmış. Sultana kendini unutturmayacak bir yüzüktü işte sarrafın tek düşüncesi. Öyle çok vereceği hediyeye odaklanmış ki geçen ömrü, akan yılları hiç fark etmemiş nerdeyse. Mihrimah Sultan beğensin diye ömrünü yüzüğe akıtmış. Sonunda bitip de hediyeyi sultana sunma vakti gelince çıkmış girdiği kabuktan. Saray kapısına dayandığında ve hediyesini sultana vermek istediğini anlattığında sultanın üç yıl önce öldüğünü öğrenmiş. Kendini aşkına ve yaptığı yüzüğe öyle adamış ki aradan geçen on beş yılı nerdeyse hiç fark etmemiş."
Şifa parmağındaki yüzüğün şu an yıldızları saklamış bir gökyüzünü andırdığını düşündü. Ona göre çok acı bir hatıraydı bu. Aşkına kavuşamayan, hediyesini bile veremeyen bir adamın acıları vardı bu yüzükte. Boğazında bir düğümle beraber yüzük de sıktı parmağını.
"Verilen emeğe, akıp giden senelere, yaşanmamış aşka çok üzüldüm. Bu yüzük çok güzel ama çok büyük bir acı var her zerresinde Alparslan."
Alparslan bu kez burnunu Şifanın sağ yanağına sürterek gezdirdi. En son şakağına dudağını bastırdı.
"Sabırsız karım benim. Hikayenin devamını merak ediyor musun?"
Şifa başını Alparslana doğru çevirdiğinde dudakları birbirine sürtünecek şekilde değdi. Şifanın parıl parıl parlayan yeşilleri, Alparslanın zift karası gözlerinde öylece kaldı.
Alparslan öpmedi ama dudaklarını Şifanın dudaklarını okşar gibi sürttü.
"Bir devamı var mı? Kadın ölmüş, adam bitmiş..."
Geri çekilmedi Alparslan. Konuşmasına devam ederken de Şifanın sıcacık dudaklarına değdi ağzından çıkan her kelime.
"Kadın ölmüş doğru ama adam çok daha farklı bir şeyi fark etmiş."
Şifa yutkundu. Alparslanı öpmek istiyordu. Şu an düşündüğü her şeyi unutturacak kadar güçlüydü arzusu. Ve bunu Alparslanın da hissediyor olması onu utandırmaktan çok daha tutku hissetmesine neden oluyordu.
"Neyi?"
Alparslan Şifadan ona akın akın yayılan şehveti özümsemek ister gibi gözlerini kapattı . Hâlâ başı Şifaya doğru eğili ve dudaklarından uzaklaşmamış bir haldeydi. Karnını saran kolu sıkılaştı.
"Aldığı haberle yıkılmış bir süre sarraf. Yüzüğe bakamamış kederinden. Ama sonra on beş yıl boyunca nasıl hevesle, beklentiyle, aşkla geçtiğini anımsamış. Mihrimah yokmuş ama her anında da onunlaymış aynı zamanda. Elması biçimlendirirken ,parçaları keserken, altını döverken her anını anlatmış sultana. O Mihrimah Sultanı ruhuyla sevmiş, hiç bedenine ihtiyaç hissetmemiş. Kalan ömrünü de yine buna adamış. Mihrimah için yapılan ama hiç verilemeyen mücevherlere. Her bir noktası aşkla işlenen bir birinden değerli eserler çıkarmış ortaya. "
Alparslan duraksadı. Teninden yayılan bebek kokusunu tekrar içine derince çekti.
"Ben seni sen yokkende seviyordum peri. Seninle konuşuyor, acımı da sevincimi de seninle paylaşıyordum. O on beş yıl ben sekiz... Ben ilk seni ruhumla sevmeye başladım. İki satırdan duyduğum sesine, ağlamaktan kıpkırmızı gözlerin arasında parlayan yeşiline tek bir an da hapis oldum. Bu yüzük beni bulduğunda seninde son bileşeni almam için haberin geldi. Bağı oluşturacak, sana mühürleyecek on sekizinci bileşen için hazırlan denmişti. Kahire de bir müzayede için zaman dolduruyordum. Aradığım biri vardı. Sonra bu yüzük çıktı adamı gözlediğim o anda. Bir cümle beni yüzüğe tutsak etti."
Şifayı saran elleri gevşedi. Sağ elinin tersiyle ürperen yanağında gezindi parmakları. Boynunu kavradı sonra. Avcunda delirmiş gibi atan nabzı hissetti.
"Doktor senin için evreni içinde taşıyan tüm renkler onun yazmış bize bıraktığı notların sonuncusu olarak. Münadin yüzüğü anlatırken kainatın tüm renkleri onun kalbinde dedi. Tüm renkler sensin Şifa. Mihrimah Sultan için yapılan ama asıl sahibi yaşam pınarı olan bir kızın, parmaklarına kavuşmak için uzunca bir süredir bekliyor."
Şifa kolları arasında dönerek bir anda dudaklarıyla kavradı Alparslanın dudaklarını. Alparslan'ın kalbinde, ruhunda olan yeri öylesi büyüktü ki 'yetişemiyorum' dedi içinden. Öpmeyi bıraksa nefessizlikten ölecekmiş gibiydi. Azıcık Alparslanın uzağına itilse kalbi atmayı bırakacaktı.
Dilinin söylemeye gücü yetmeyince zihnine sızdı cümleleri. Onları birbirine ait kılan bağa yasladı sırtını. Sakınmaksızın akıttı içindeki sözcükleri...
'Canımı verecek kadar aşığım ama yine de yetişemiyorum senin aşkına.'
Alparslanın zihninde şekillenen kelimelerle Şifanın öptüğü dudakları kıvrıldı. İlk andan itibaren sadece Şifanın öpüşlerinin tadını çıkarırken ağzı açıldı büyük bir ihtiyaçla Şifanın dudaklarını örselemeye başladı. Dili ağzında dolaşırken zihninde yankılanan tek şey Şifanın ona fısıldadığı aşkıydı.
Yetişemezdi asla ne yaparsa yapsın. Alparslan'da var olan Şifa'yı tam olarak anlayamazdı. Yanan ciğerlerine merhamet edip son kez ısırdığı dudağını çekiştirip bıraktı. Hâlâ birbirilerine dokunacak kadar yakınlardı ama.
"Hiç çıkarma parmağından. Baktıkça benim olduğunu, senin olduğumu bileyim. Gelmez sandığım günlerin geldiğini, sana kavuştuğumu gözlerim görerek inansın. Renklerime kavuştum."
Şifa hızla başını salladı. O kadar şiddetli nefes alıp veriyordu ki ciğerlerindeki yanma geçmek yerine artıyordu sanki.
"Asla çıkarmam. Ruhumun kabul ettiğine kalbim hâlâ şaşırıyor. Kollarımdaki adamın benim olduğunu, onun olduğumu her baktığımda kanıtlasın. Çünkü ben hala gözümü açtığım ilk an her şeyinle hayalsin sanıyo..."
Şifa tamamlayamadı cümlesini ama gerekte yoktu zaten. Dudaklarına kapanmaktan başka hiç bir ihtimal kalmamıştı Alparslan için. Her seferinde ilk kez öpüyormuş gibi bir sarsıntıyla çarpışıyordu benliği. Tadına, nefesine olan bağımlılığı en büyük aciziyetiydi ve bir o kadar da yıkılmaz gücü.
Nefes almadan saatlerce dayanabilse keşke insan diye düşündürüyordu her öpüşü adamın. Üst dudağını emerek, küçük küçük ısırarak sataşıyor aklını çeliyordu. Ağzının içerisinde ıslaklığını yayan dile aynı şehvetle karşılık vermeden duramıyordu. Hiç ayrılmak istemiyordu ondan. Parmakları saçlarının arasına dalarak daha da çok çekiyordu kendine. Sanki uzaklaşmasına engel olacakmış gibi. Halbuki Alparslan'ın tutkuyu ve şefkati sarmaladığı öpücüğü bıraksa sabaha kadar sürecek istekteydi. Alt dudağını öpüp çenesine doğru yol alan ıslaklıkla başı geriye düşmüştü bile. Bir an açtığı gözleri görüp görebileceği en parlak yıldızlarla ödüllendirdi o anı. Boynunda gezinen dudaklarla aklını kaybetme çizgisinde durmuş bekliyordu. Tek bir hamle sonra o çizgiyi geçeceğini ve bunu zevkle kabulleneceğini bilerek sabırla bekliyordu. Bu kadar yoğun hissetmesine neden olan Alparslandan ona akan hislerin kendiyle birleşip sığamayışımı aklı almıyordu.
Göğüs oluğunda duraklayan burun, derin derin soludu teninden akan miski.
"Biran önce odamıza gitmemiz lazım peri. Ben niyeti bozdum, biran önce gitmezsek ya taşların üstünde ya arabada başına hiç iyi şeyler gelmeyecek."
Kendi arzusu ve Alparslanın şehveti bedeninde yılan gibi gezdikçe durumu hiç de iyi bir yere gitmiyordu ki zaten. Bacaklarının arasındaki ıslaklık, kasıklarına baskı yapan sertlik bu kadar netken hiç bir şey imkansız değildi.
"Arabayla bir sorunum yok..."
Alparslanın boynunun derisini kıstırdığı dudakları duraksadı. Geriye çekilip Şifanın ona şarhoşça bakan yeşillerini yakaladı. Alt dudağına hırsla saplanan dişi Şifanın pembeleşmiş yüzünde birde gerilerinde kalmış arabada dolaştı.
"Yeterince karanlık?"
Şifa onaylar gibi başını salladı.
"Oldukça ıssız da..."
Alparslanın kararan bakışları, çelik gibi sertleşen yüz hatları sonrasında sol elini hızla kalçasına dolayıp kendini kaldırmasıyla Şifa güçlü bir çığlık attı. Ardında kalan yolun kenarında yuva bulmuş tek tük ağaçlardan bir kaç hışırtı gelmesine neden olmuştu çığlığı.
"Bacaklarını dola belime!"
Hırslı kelimeleri sonunda tek koluyla kavradığı vücudunu biraz daha yükseltmişti. Şifa emrine itaat edip bacaklarını beline kenetledi. Kalçasını kavrayan el canını yakacak kadar sertti.
Şifa kucağına çıkmanın avantajıyla boylarını eşitlemişti. Elleri kara saçlarının içerisine saplandı. Alparslanın çene hattında, dilini ve dişlerini kullanmaktan çekinmeyerek tadını hissediyordu.
Alparslanın ağırlığı yokmuş gibi bir rahatlıkla onu taşıdığı süreçte Şifa dudağının değmediği yer bırakmadı yüzünde. En son saçlarındaki elleri asılıp başını geriye doğru yatırmıştı. Dudakları boynuna aşağı inip, adem elmasına sataşır gibi bir ısırık bıraktı.
"Uslu dur!"
Alparslanın hırlamayı andıran boğuk sesiyle yaptığı uyarıya kıkırdamayla cevap verdi sadece. Ama yaptığı şeyin seyrini artırdı. Onun erkeksi hatlarını çok beğeniyordu ama en çok bu çıkıntı tahrik ediyordu Şifayı. İz bırakacak hamlelerle adem elmasında dilini ve dudaklarını gezdirmeye devam etti.
Bir anda kendini buz gibi metalin üstünde bulduğunda sıçrayarak çıktı kapıldığı girdaptan. Gözlerini aralığında Alparslanın yüzündeki ifade bacaklarının arasını sızlatacak kadar keskindi. Yutkunmasına mani olamadı.
Beline sarılı bacaklarını iki eliyle kavrayıp kendinden ayırmasını hipnoz olmuş gibi seyredebildi sadece.
"Ayır bacaklarını..."
Bir efsunun ortasında, iradesi dışı bir hareketle denileni yaptı. Üzerine kalçalarını kapatacak uzunlukta bir swet giymişti. Altında ise ince bir tayt vardı sadece. Alparslanın eli öne uzanmış taytın üzerinden kadınlığını okşar gibi iki parnağının sırtını gezdirmişti. Duyuları can yakacak kadar hassaslaşan Şifanın başı bu hareketle geriye düştü. Elleri destek olmak ister gibi arabanın kaportasına yaslandı. O anda karnından içeri kayan eli hissetti ve hızla başını geri düzeltip Alparlana baktı.
Yanıyordu!
Kelimenin tam anlamıyla alev alacak bir şiddetle yanıyordu. Kendi arzusu ve Alparslanın kaynayan kanı sayesinde dokunduğu an boşalacakmış gibi bir doluluk vardı kasıklarında.
"Alparslan..."
İnleyişi Alparslanın parmaklarını kuytularında hissedince duraksadı. Elinin serinliği, kaynayan kadınlığında deprem etkisi yaratmıştı. İçine sabırsızca kayan iki parmağıyla tekrar bir çığlık duyuldu genzinin derinliklerinde.
"Bugün sesini esirgemiyorsun benden."
Alparslan parmaklarını ağır hareketlerle itip çekerken tehlikeli bir gülümsemeyle Şifaya baktı. Şifa ellerini yasladığı kapartoya doğru biraz daha geri yatmıştı. Boynu açığa çıktığında boynunda hızlı bir ıslaklıkla kadınlığı biraz daha kasıldı. Alparslanın boydan boya dilini boynuna sürtmesi omurgasında karıncalanmalara neden olmuştu. Çenesine dişlerini geçirdiğinde esirgenmeyen ses tekrar çığlıkla duyuldu.
Şifa sol elini boynuna dolayıp kendini düzeltmeye çalıştı. Tekrar nefeslerini tenlerinde hissedecek kadar yakınlaşmışlardı.
"Isırıyorsun!"
Hırıltıyla karışık, soluk soluğa çıktı sesi.
"Serde kurtluk var neticede."
Alparslan tekrar dişlerini boynunum ince derisine geçirip, küçük küçük çekiştirdi.
"Ne yapsam yetmiyor... Bu şey! Siktiğimin iradesi hep daha fazlasını istiyor."
Geriye çekilip Şifanın sağ ayağındaki spor ayakkabıyı hızla çıkardı. Aynısını diğer ayağına da yaptı.
"Elbise giyemez miydin?"
Olabilecek en aksi şekilde sorulmuştu bu soru. Daha da fenası cevap istiyor gibi bakıyordu.
Şifa bedeninde uzaklaşan parmaklar yüzünden zaten sersemlemişken birde bu terslemeyle uğraşamazdı. Tırnaklarını çenesine geçirip kendine doğru çekti.
"İki parçayı çıkarmak zoruna mı gidiyor?"
"Dağ başında beni soydun diye söylenmezsin umarım!"
Alparslan lafı biter bitmez tekrar kalçalarından kavrayıp Şifayı kucağına almıştı. Yönü bu kez arabanın arka kapısı oldu. Kapı aralanıp Şifa içeri fırlatılır gibi bırakıldığında bağırmak için kendini kaldırmaya çalıştı ama hiç beklemediği bir hızla taytı ve çamaşırı kalçalarından geçilirilip bacaklarından sıyrılmıştı bile.
"Sen beni çuval gibi öylece ahhhh!!!"
Bacaklarının arasına giren baş ve bir anda kadınlığına yapılan saldırıyla dermansızca gerisin geri düştü.
Hiç merhameti yoktu! Azıcık bile insaf etmiyordu Alparpsan. Dili kırbaç gibi sert darbelerle katmanlarında geziyor, dişleri zevk veren acılar için tenini kıstırıyordu.
"Aman Allahım Alparslan!"
İçine baskı yapan parmaklarının hissiyle sesi tekrar çığlık gibi yükseldi.
"Kapatma bacaklarını!"
Şifayı sertçe uyarıyordu ama elleri zaten bunun için diz kapaklarından onu yakalamış, bacaklarını istediği aralıkta açmıştı bile. Dil darbeleri şiddetlendikçe karnını kasıp kavuran yangın büyüdü. Şifanın ise sol eli saçlarını çekiştirirken sağ eli can simiti gibi kapı üstündeki askılığa yapışmıştı.
Titreme bedenini sarmışken, bacaklarının arasındaki lav akmak için son darbeleri beklerken bir anda Alparslan bacaklarının arasından çıktı. Şifa kapalı gözlerini bir anda irice açıp, şaşkınlıkla baktı.
"Ne? Neden durdun???"
Öfkeli sesine Alparpsan sinsi bir gülümsemeyle karşılık verdi.
"Pantolonun içine sığacak durumda değil sikim. Şimdi çık üstüme, beni içine al ve zıpla! Aynı anda boşalana kadar da durma."
Alparlsanın kirli kelimeleriyle gözleri iri iri açıldı. Alparslan arabaya girip kapıyı sertçe kapayana kadar öylece donmuş gibi kaldı. Sonra gözleri pantolonun içine sığmadığı iddia edilen o şeye doğru kurulmuş gibi indi.
"Peri bakıp duracak mısın? Çünkü hayalarım da dahil gerçekten acı çekiyor."
Şifa hızla başını sallayıp hemen ellerini pantolonunun önüne atmıştı. Gerçekten yanan canı için bir çaba veriyor gibiydi aceleci halleri. Bu Alparslanın kahkaha atmasına neden oldu. Şifa kemerini çözüp, düğmesini açtığı pantolonun fermuarını indirmeye çalışırken duyduğu kahkahayla başını kaldırdı. Alparlsan onu eğlenen gözlerle izliyor ve gerçekten sesli gülecek kadar halinden keyif alıyordu.
"Sen ... Ne?"
"Ona bu kadar kıyamayışın beni duygulandırdı."
Şifanın yeşilleri hırsla koyulup, keskinleşirken fermuarı indirmiş elini çamaşırının içine sokmuştu bile. Parmakları öfkeyle sıcak sertliğini kavradığında "yavasşşş..." diye bir tıslama duyuldu Alparslandan. Çenesi kaskatı kesilmişti. Denilenin aksine Şifa biraz daha sıkıp elini aşağı yukarı hareket ettirdi.
"Eğlendiriyor muyum seni?"
Yutkunmasıyla hareket eden adem elmasına baktı Şifa. Bu kez diğer eli çamaşırını çekiştirip avcundaki penisini ortaya çıkarmada yardım etti. Şifa elindekini bırakmadan bacağını üzerinden aşırıp diz kapaklarına doğru kalçalarını yerleştirmişti. Tavan lambasının aydınlattığı loşlukta Alparlsana doğru yüzünü yaklaştırdı.
"Damarların elimin içinde can çekişiyor gibi kurt."
"Onunla biraz daha oynarsan ne olacağını biliyorsun değil mi?"
Sesi öfkeli gibi çıkıyordu ama bu öfke Şifaya değildi. Tahrik olmuşluğu, dahası Şifanın bedeninde yaktığı şehvet yüzünden baş etmesi gereken çift haz dayanma gücünü azaltıyordu.
Şifa bir kez daha aşağı yukarı hareket ettirdi elini. Ucundan sızan bir damla sıvıyı diğer elinin işaret parmağıyla etrafına yaydı. Göğsünden gelen hırıltıyla başını kaldırıp Alparslanı o anda boşaltacak bir bakış attı. Sanki bunu hep yapıyormuş gibi işaret parmağını dudaklarının arasına kaydırıp yaladığı an iki sert el saçlarına asılıp onu kendine çekti. Ağzı baş edemeyeceği bir istilayla kuşanmıştı. Bir kurdun hırçınlığıyla dişleri merhametsizce saldırıyordu Şifaya.
"Kaldır kendini ve beni içine al!"
Bir buyruk kadar sertti sesi. Ne denli zorlandığı alnında atan damardan belliydi. Elinin pekte artık kavrama gücü gösteremediği erkekliğine doğru kalçalarını kaydırdığında Alparslanın sabırsızlığı tekrar idareyi ele aldı. Şifayı kalçalarından kavrayıp penisinin üstüne oturttuğunda çok daha tiz bir çığlıkla başı geriye doğru düştü.
İşte buydu!
Onu sıkıştıran, tüm sancılarını uyuşturan bu ıslak kuytuydu aradığı. Hâlâ gözleri kapalı, Şifanın kalçalarında iz bırakacak bir sıkıştırmayla kendine biraz daha çekti. Bu kez gelen inilti saf zevktendi. Kendini tamamen içine yerleştirmiş ve tüm sinir uçlarına iğne batması gibi yayılan bu hazzın tadını bir kaç saniye öylece durarak çıkarmıştı. Sonunda biraz kendini toparlayıp başını geri kaldırdı. Şifanın ona büyülenmiş gibi bakan yeşillerinden ayrılmadan parmakları kalçalarını birazcık kaldırıp tekrar üzerine düşmesini sağladı.
"Ah..."
"Beni yönlendir."
Sesi boğuk, pusluydu. Kendini tutmak istiyordu. Eğer tutamazsa canının acıyabileceği ihtimalini atlayacak ve belinden kavrayıp onu sert bir devinimle erkekliğinin üzerinde kaldırıp indirecekti.
Şifa omzundan destek alıp kendini azıcık kaldırıp indirdi. Sonra bunu bir kaç kez daha yaptı.
"Canın yanıyor mu?"
Şifa itirazla başını iki yana salladı.
"Hızlanmak istiyorum."
"Yardım et o zaman!"
Şifamın verdiği aksi karşılıkla dudakları tekrar tehlikeyle kıvrıldı. Ve bir eli kalçasını diğer eli belini kavrayacak şekilde konumlandı. Tam da istediği gibi hızla üstünde oturup kalkması için yardım etti.
Sadece bir an yavaşlayıp elleri üzerinden çekilmişti. Şifa neden durduğunu soramadan üzerindeki swet bir anda çıkarıldı. Altında beyaz dantelli bir sütyen vardı. Onu çıkarmayla uğraşmadan Alparlsan sol göğsünü açığa çıkarıp dişlerini pembe ucuna geçirdi. Şifanın zevkle kapanan gözleri ve yay gibi gerilen beliyle kolları vücuduna dolandı. Dudakları göğsüyle ilgilenirken, penisi kadınlığını talan etmeye devam ediyordu.
Sıklaşan solukları, kasılıp sularını erkekliğine akıtan kadınlığı, onu sağar gibi içine çeken rahmi dayanma eşiğini tüketti.
"Alparslan ben... Ahhh..."
Şifanın kasılıp, sıkışan bacakları ve şiddetle çarpan kalbi sonrasında bedeni tükenişe geçtiğinde Alparslan da kendini bıraktı. İçine fışkırır gibi boşalmaya başladığında Şifanın halsiz bedenini üzerinde indirip kaldırmaya devam etti. Tamamen bitip tükenene kadar içine girip çıkmayı kesmedi.
Sonunda üzerine yığılan karısıyla onunda başı geriye düşmüş ve bir süre yasladığı başıyla soluğunu düzene sokmaya çalışmıştı. Kendini azıcık toparladığında başını kaldırdı. Ona büyük bir aşkla bakan Şifanın gözlerinden ayırmadı gözlerini.
"Büyük araba getiren korumaya ikramiye vereceğim, unutturma..."
BAKÜ (AYNI SAAT ARALIĞI)
Verilen resepsiyonun ihtişamı Veronica'yı çarpmıştı resmen. Sözü geçen güçlü ülkelerden temsilcileri ağırlayan davet, küresel ısınma ve dünyanın izleyeceği politika için düzenlenmiş bir konferansa ev sahipliği yapmıştı ilk. Şimdi de kokteyl için yer alıyorlardı yanında ki adamla.
Altın hareleri tek tek hafızasına kazımak ister gibi yüzlerde dolaşırken kısık bir ses üretmesine neden oldu.
"Bu kadar güzel görünmen haksızlık Midilemist. Dikkatimi toplayamıyorum ve ben dikkati dağınık bir adam değilimdir."
Barbaros ona bakmıyordu. Tıpkı kendi gibi etraftaki herkesi tek tek süzüyordu ama kelimeleri tenine değmiş gibi bir his uyandırıyordu Veronicada.
"Eğer senin de benim kadar güzel bir sırtın varsa sen de böyle giymelisin Barbaros. Etrafta dolaşan ve gözleriyle senin ırzına geçen şu kadınların benimle boy ölçüşemeyeceklerini anlamaları gerekiyor."
Barbaros bir kaç gözü üzerine çekecek kadar güçlü bir kahkaha atmıştı. Böylesi bir ezilmeyi ve aynı tutkuyla sahiplenilmeyi asla beklemiyordu yuvaya dönerken. Veronica onunla bir saat geçiren herkesi kendine bağlayacak kadar özel bir kadındı. Ürkekliğinden eser kalmamış, bir yakutun ışıltısını tenine nakışlamıştı geçen yıllarda.
"Sana yakıştığı kadar bende hoş durmayacaktır kızıl. O yüzden yanımdan uzaklaşmadan gözlerinle tara etrafı ve bana yakaladıklarını söyle."
Veronica iç çekip tekrar gözlerini bir bölgeye dikti.
"Ortam yanıyor Barbaros. Elf gözlerim beni yanıltmıyorsa ülkeler arası yasak aşkta bomba etkisi durumlar var."
Barbaros onun lakabını sonuna kadar hak ettiğini biliyordu zaten. Başkanın boşuna Veronikayı yanında götürmesi emrini vermesine şaşırmamıştı.
"Beni yanıltmamana sevindim. Kimler?"
"Alman Dışişleri Bakanı ve Yunanistan sıcak temasta."
"Burdan bir şey çıkacağını biliyordum. Benle görüşme talebi boşa değildi."
Barbarosun kendi kendine mırıldandıklarıyla Veronica kaşlarını çatıp ona baktı. Söylediklerinin manasını çözememişti.
"Seninle neden görüşme istesin ki bir ülkenin başbakanı?"
Barbaros toprak rengi gözlerini saniyelik Veronicaya değdirse de hızla çekti. Cevap vermediğinde Veronica bu kez bedenini ona çevirerek baktı.
"Üstelik bu resepsiyonda liderler var Barbaros. Biz tam olarak kimi temsilen buradayız? Niye ben ayrıca?"
Barbaros keskin bakışlarını Veronicaya çevirdi.
"Soru sormadığın için başkan özellikle seni istedi!"
Bu net bir uyarıydı. Kim olarak katıldıklarını ya da temsil ettikleri şeyi deşmemesi gerektiği hatırlatılmıştı Veronicaya. Ama o kendinin burda bulunmasından ziyade Barbarosun nasıl bu kadar rahat böylesi bir yerde olmasına takılmıştı.
Barbaros kafasının içinde dönen çarkları duyuyordu. Dikkatini odaklandığı noktadan uzaklaştırmak için kaçırdığı gözlerini Veronicaya oldukça ciddi bir bakışla dikti.
"Emin olmanı sağlayan detaylar?"
Veronica ne yapmak istediğini anlamıştı ama şu an bunun peşine düşecekleri zamanda değillerdi. İçine derin bir soluk alıp geri yüzünü izlediği ikiliye çevirdi.
"Bakanın boynunda ten renginden bir tık koyu kapatıcı var. Ne hikmetse Başbakan masalarına selam için geldiğinde boynunun kaşınası tuttu. Parmaklarının gezindiği bölge, masadaki altı kişiden sadece ikisini güldürecek bir espiri saklıyor."
"Yatıyorlar..."
"Biri karısını diğeri ülkesini aldatıyor."
Barbaros Yunanistanın Avrupada ki haylaz bir çocuk olarak yer almayı bırakıp neden Almanyanın dış işleri bakanına musallat olduğunu düşündü. Bir şey yakalamış olmalıydı ve o bilgiyi çalmak için kirli oynuyordu.
Biran önce dönmesi ve oldukça farklı bir kimlikle bunun peşine düşmesi gerekiyordu.
"Çok bereketli bir gece oldu Veronica. Biran önce çıkalım burdan."
Veronica ağırca başını sallayıp, biraz evvelki konunun ğzerine giden cümleler kurdu.
"Çıkalım! Sen de bana eksiksiz, burda olmamızın amacını anlat. Kim olarak burdayız sormayacağım ama neden burdayız söyleyeceksin Barbaros!"
Hızla kokteyl salonunu terk etmişti ikili. Birliğe özel üretilen telefonla Duhan ve Gökay Turan aranmıştı. Limuzinin refahında otellerine giderken, kısa bir bilgilendirme konuşması yaptı Barbaros.
Odaya girdikleri anda Veronica kollarını bağlayarak ve gözlerini adama dikerek ne kadar sabırsız olduğunu anlamasını istedi.
Barbaros boynundaki papyonu söküp attıktan sonra gömleğinden üç düğme açmış ve hemen üzerindeki ceketi de gelişi güzel fırlatmıştı.
"Konuş artık! Ne işimiz var bizim burada?"
"Birlik böyle olmasını istedi."
"Barbaros beni sinirlendirmek istemezsin. Sabırla o yavşakların 'dünya için ne yapabiliriz' yalanlarını dinledim. Salyası akan adamlarla muhatap olmak zorunda kaldım. Neyin peşindesin?"
Barbaros başını iki yana sallayıp yüzünü sıvazladı.
"Küresel ısınma sıkıntı Veronica ama Dünya'nın başına gelecekler için değil."
Veronica sinirlenecekti ve muhtemelen o siniri tek başına püskürtmesi gerekecekti.
"Ada ülkelerinin beş yılda çok büyük bir yüzölçümü, suyun altına kaldı. Çok da uzak olmayacak bir gelecekte tamamen suya gömülecekler, şimdiden saha arayışına geçtiler. Taşınmaları gerekiyor!"
Veronica'nın boynuna giden eli titriyordu."Nere için plan yapıyorlar?" diyebildi sessizce.
"Dünyanın en verimli ve geniş toprakları için. O yüzden müttefik topluyorlar büyük masa üyeleri. Bir virüs üzerine çalıştıklarını duyduk."
Zaten dünya bir pandemi süreci atlatmıştı. Tekrar yeni bir süreç için çalışmalarım bu kadar kısa zamanda başlamasıyla kanı dondu Veronicanın.
"Kahretsin! Nasıl bir şey?"
"Hızla yaşlanıp doğal bir ölüm süsü verecek kadar güçlü bir virüs. Ayaklanma başlayıp, insanlar duruma uyanana kadar kendi işe yaramayacak yaşlılarından kurtulmuş olacaklar. Sonra virüs mutasyona uğrayarak B gurubu kana saldıracak. Siyahi ırktan kurtulacaklar."
Veronica hissediyordu! Bu gece burda öylesine bir sebepten bulunmadıklarını daha ilk adımını attığı andan beri hissediyorsu.
"Biz bu gece ne için oradaydık Barbaros!"
Bağırtısı odanın duvarlarına çarpmıştı kızıl kadının. İçten içe korkunç bir şeyin yaklaştığını biliyordu daha en başından.
"Koz topluyoruz Veronica. Biliyorsun sorup durma!"
Altın hareleri dehşetle aralandı. Eli göğsünün üstüne korkuyla kondu.
"Hayır! Çok erken..."
Barbaros kadına yaklaştı. Elleriyle yüzünü kavrayıp sağ şakağına sayısız öpücük bırakmaya başladı. Onun için zor olduğunu biliyordu. Paniğini ruhunda hissediyordu.
"Midilemist insanlara acımayacaklar. Büyük masada Türkiye'nin yer alması lazım. Katolikleri elimize esir etmeliyiz."
Veronica sadece başını sağa sola sallayarak hıçkırmaya başladı. Bir gün geleceğini biliyordu bu günün ama korkusu hiç böyle yakıcı olmamıştı. Başını iki yana salladı yine de.
"Kilit kırılmadı, kontrol edemiyor!"
"Zaman yok Veronica. İkna sürecinde Şifa elini çabuk tutmalı. Kilidi, kontrol sıkıntısını biz biliyoruz onlar bilmiyor. Zaman kazanmak için şart."
"İfşa edilecek!"
"Kulaklarına fısıldanacak. Papa ölmeden bir umut doğmuş olacak. Duhan'ın raporlanmış dosyası verilecek sadece. Gerçek olduğunu bilince almak için delirecekler."
"Ya zamanında başaramazsa. Ya o kilidi hiç kıramazsa?"
Barbaros bu kez başını iki yana aksi bir şekilde salladı.
"Onu gördüm midilemist, onu görüyorsun. Alparslan'ı bile kaç sene erken buldu. Kat ettiği yol zaten çok büyük."
"Elimde değil, korkuyorum! O benim her şeyim Barbaros. Duadan bana kalan tek şey."
Veronicayı göğsüne doğru çekip, sırtını okşamaya başladı elinin içiyle.
"Biliyorum bebeğim. Ama biz bunun için varız, onun yoluna çıkacak her pürüzü yok etmek için sağında solunda her tarafında olacağız."
"Onun için ölürüm, zerre umurumda olmaz. Ama iyi olacak mı? Ne yapabiliriz başka?"
"Alparslan doğu ülkeleri için toplayabileceği her kozu topladı. Bu gece kimleri elimize alırız saha araştırmasına çıktık. En kısa zamanda Meksika'daki üsse geçeceğim. Papa'ya giden yolu açacak adamı Birliğe ben getireceğim."
Veronica son duyduklarıyla geriye doğru çekildi. Kaşları çatılmış, anlamak isteyen bakışları kısılmıştı. Böyle bir görevi üstlenecek konum Barbarosun muydu yani?
"Sen... Sen kimsin Barbaros?"
|
0% |