Yeni Üyelik
21.
Bölüm

Yıkım Zannedilen Zaferler

@orenda

 

Bir anda ortam değişmişti!

 

O gülen, şakalar yapan insanlar yerlerini gözünü bile kırpmadan adam öldürecek seri katillere bırakmıştı sanki. Tüm o gevşek duruşlar, kahkahalar hiç var olmamış gibi yüzlerinden silinmiş, ürpertici bir katılık sirayet etmişti bedenlerine.

 

Şifa tam olarak neler döndüğünü anlayamasa da ucunun ona dokunduğunu çok belliydi. Alparslandan ona sızan öfke, hırs ve tam olarak adlandıramayacağı yeni bir duygu sadece karnında bir sanrı olarak değil bedeninde bir zırh olarak şekillenmişti.

O kadar yoğundu ki Şifa tadını alabiliyordu. Zorlasa Alparslanın öfkesini soluyabiliyordu.

 

Karşısında bir anda buza dönen adamın çatılmış kaşlarına, alnında atan damara ve kasılmış çenesine baktı. Bu gördüğü adam onun tanıdığı Alparslan'a asla benzemiyordu. Bedenindeki tüm tüyler acı verircesine dikleşti.

 

Alparslan tek bir kelime dahi konuşmadan Barbaros'a doğru yürüdü ve elindeki, izlenimi ve dinlenmesi imkansız olan cihazı aldı. Bir kaç tuşa bastığı, hızlı hareket eden parmaklarından anlaşılıyordu. Kulağına dayayıp beklemeye başlamıştı.

 

Şifa nefes alsa olanları kaçıracakmış gibi adamın her hareketini inceliyor, soluğunu ciğerlerine zincirliyordu. Alparslanın bedenine ağır gelip Şifaya sızan tüm hisler omuzlarını ağrıtmıştı sanki.

 

"Komutanım.... Evet benim....Acil durum! Gece Şahini'nin uçması gerek. Emir Binbaşı'nın pilotluğu lazım Komutanım. Misafiri olacak, ona göre hazırlıklı olmalı ve uyarılmalı Komutanım..."

 

Bir süre karşı tarafı dinleyip bilinçsizce başını sallıyordu. Kaşlarını çattığı için oluşan çizgi oldukça belirginleşmişti.

 

" Görmeyen gözlerle ve duymayan kulakla gelsin yanımıza. Yanında kızını kesseler ağzını açmamalı."

 

Alparslan'ın buz gibi sesi olabildiğine düz ama hissedebildiğince yakıcıydı. Şifa "komutanım" diyerek kiminle konuştuğunu merak etti. Tabiki kör ve sağır olmasını istediği Emir Binbaşı'nın kimliğide merak ettikleri listesindeydi. Bir süre karşı tarafı dinleyen Alparslan tekrar konuşmaya başladı.

 

"Sizin itimaat ettiğinize güvenim sonsuz. Gece Şahin'i bu gece Güneş'in amacını taşıyacak. Misafirinin ağırlığını bilerek ağır silahlı olmalı..."

 

Alparslan derin bir nefes aldı. Bir elini beline dayayıp başını kararmış gökyüzüne kaldırmıştı.

 

"Böyle bir tehdit yok ama tedbirli olmakta fayda var. Yük çok ağır! Göndericeğiniz koordinat da bekliyor olacağız. "

 

Şifa, Hakan ve Veronica'nın bir birine yakınlaştığını fark etti. Veronica kısık tutmaya çalıştığı sesiyle "kiminle konuştu bu kara it, çok vahşileşti ısırır diye soramıyorum da? " diye merakını dindirmeye çalıştı. Hakan gözünü bile kırpmadan Alparslanı izliyordu.

 

" Türk Hava Kuvvetleri Komutanıyla görüştü. Türk Yıldızlarından Emir Binbaşı hayalet uçakla alacak ikisini."

 

Veronica alt dudağını ısırmış, saklamaya çalıştığı bir korkuyla Hakana bakmıştı. Saniyelik Şifayla göz göze gelse de hızla kaçırdı irislerini.

 

"Bir sıkıntı çıkar mı Hakan? Ülke dışındayız..."

 

"Sıkıntı çıkmış belli de boyutunu bilmiyoruz. Ha Umut'a geçişlerinde diyorsan imkansız. O adam yüz tane hattan geçer bir kişi fark etmez. Cuntos da o yüzden Emir Binbaşı'nı istedi ya."

 

Veronica içine serin sular serpen bu sözlerden sonra Şifaya bakıp tebessüm etti. Şifa merakla Alparslanı izliyordu.

 

"Biliyorum... Cuntos yanındayken ona br şey olmaz. Zehir gibi zaten, olmaz kesinlikle."

 

Hakan bu yoruma cevap vermek yerine yandan manidar bir bakış atmıştı. Alparslan'ı masa başında da harp alanında da savaşırken görmüştü ve nutku tutulmuştu. Çok farklı bir karaktere bürünüyor, kimsenin asla düşman olmayı göze alamayacağı bir zalim oluyordu.

 

Şifa Barbaros'la konuşan, bu süreçte de bir kere bile kendisine bakmayan adamdan gözlerini çekemiyordu. Alıştığı, konuştuğu, sarıldığı hatta öpüştüğü adam bu mu bir türlü karar veremiyordu.

 

Alparslan, hırs ve kine boyamıştı tüm bedenini.

Ama başka bir şey daha çekti bu kadar şeyin içerisinde dikkatini.

 

Barbaros!

 

Şahin yada Hakanla ortak zamanları daha fazlaydı. Ama o her ne konuşuyorsa Barbarosla sorunu çözmeye çalışıyordu!

 

Barbaros'la konuşmasını bitiren adam herkesi gözleriyle turladı. Aklında bir şeyler olduğu kesindi.

 

"Darbe çıkarıp, iç karışıklık oluşturmak kadar ileri gidildiyse projeden haberdarlardı. Ya da bilgi sızdı. Siz planlandığı gibi gideceksiniz yurda. Biz direkt Umut'a geçeceğiz. Oteldekileri organize et Voronica, bizim yerimize onlar dönecek uçakla. Tek bir açık istemiyorum. Şahin sen geride kal. Enna, Napoli! Ne kadar güzergahtan geçtiysek yok etmen gerekecek. Şifa'nın yüzü tek bir kamera kaydında görünmesin. O kadar büyük boyutta bir kriz olduğunu sanmıyorum ama işimizi sağlama alalım. Umut'ta buluşuruz."

 

Herkes adamın sözünü bitirmesini bekliyormuş gibi Alparslan susar susmaz harekete geçtiler. Veronica, Hakan ve Barbaros beraber ayrılırken limandan, Şahin ekipman için gerekli birime doğru harekete geçmişti.

Alparslan, ayarlanan arabayla hiç konuşmadan, hız sınırını zorlayarak nereye gittiklerini bilmediği bir yolda ilerliyordu. Bilinmezlik gerçekten ürkütücüydü ama adamın varlığı tuhaf bir rahatlık veriyordu Şifaya.

 

"Şu an nereye gittiğimizi söylemeyecek misin?"

 

"Gece Şahini'nin inişi için en uygun konuma gidiyoruz. İnsanların yaşamayacağı kadar boş bir yere."

 

Şifa başını onaylar gibi sallayıp, dudaklarını birbirine bastırdı.

 

"Bu gerekli mi sence, yani hayalet uçak biraz fazla değil mi?"

 

Alparslan tuhaf bir kahkaha attı. Dalga geçer gibi, sinirini bu şekilde atar gibi bir kahkaha!

 

İhtimalin bile onu sinir harplerine taşıyacağını anlamıyordu bu aptal peri. Ona zarar gelebilme düşüncesi bile çıldırma eşiğine taşırken, alınan önlemleri fazla buluyordu. Yada zıvanadan çıksın diye onun aklıyla oynuyordu.

 

"Sana söylemediler mi? Sana uzanan her yılanı kılıç olarak keseceğimi bilmiyor musun gerçekten?"

 

Şifa üzerine bir sisin çöktüğünü hissetti. Gözünün önüne kılıca sarılı biri olabildiğine beyaz, diğeri ise katran kadar kara iki yılan canlandı zihninde. Sürekli parmaklarının çizmek için çığlık attığı o alışılmış görüntü.

 

Ceduceus...

 

Ama bu sefer tek fark vardı görüntüyü puslandıran. Alparslan'ın kılıç kadar keskin sözleri...

 

Şifa biliyordu, ne kadar derine saklansalar da içinde çok büyük bir kaos vardı. Yılanların, kılıçların, kurdun çarpıştığı bir savaş meydanıydı zihni. Hiç içinden çıkamayacağı bir bataklıktaymış gibi hissetti kendini. O yüzden sık sık yaptığını tekrarlayıp kaçtı bu karmaşadan.

 

"Umut'a hiç gitmedim, nasıl bir yer."

 

Alparslan da ne yaptığını anladığı için ayak uydurdu. Şu an paniklememiş olması, korkuyla hızlanan kalbinden çok daha iyiydi.

 

"Dışardan bakarsan sıradan, askeri bir üs. Ama içine girersen; güçlü devletlerin politikacıları, iş adamları, bilim adamları için yetiştirilen ajan kampı."

 

Şifa bedenini tamamen Alparslana çevirip, kaşlarını kaldırdı.

 

"Hadi canım, nasıl yani?"

 

Alparslan hızını bir tık düşürüp, yan bir bakış attı Şifaya.

 

"Mesela şöyle düşün. Sırbistan Başbakanı'nın aile doktoru, çocuğunu, kadınını emanet edecek kadar güvendiği o adam aslında TIP eğitimi almış bir Güneş Müridi. Yoksa Umay Komutan bu kadar kolay içeri nasıl sızardı?"

 

Şifa bir süre bunu düşündü. Güneş'i bazen gözünde küçük bir konumda tuttuğuna inanamıyordu. Aslında çok mantıklıydı. Önemli bir bakanın kuaförü, aşçısı, masörü Güneş'e hizmet eden bir müritti. Kimin nerde kullandığı bilinmeyen küçük bir cümle, kaç kapının anahtarı olduğunu akıl bile edemezdi insan.

 

"Umut'ta eğitilip sahaya gönderiliyorlar yani. Peki damga, damgayı ne yapıyorlar, nasıl saklıyorlar?"

 

Alparslan kıza tuhaf, alaycı bir bakış attı. Gerçekten şerefsiz Duhan, Şifa'yı koruyacağım diye en temel bilgilerin bile uzağında tutmuştu. Bu saf kız damgayı her müridin taşıdığını mı sanıyordu gerçekten?

 

"Güneş damgasını her müride vurmaz, üst sınıf olması lazım. Damga bir kamuflaj aslında. İçine yerleştirilen ve dokuz üssün anahtarı olan çipin muhafazasını sağlıyor."

 

Şifa yeşil gözlerini biraz daha ayırdı.

 

"Bazen gerçekten aklımı kaçırdığımı ve sanrılarla yaşadığımı düşünüyorum. Ne demek istediği hakkında tek bir fikrim yok Alparslan ve bu beni aşırı sinirli birine dönüştürüyor!"

 

"Dönünce Duhan'dan bunun hırsını almak istersen seni desteklerim peri."

 

"Zevzeklik etme Alparslan, ne demek istediğini açıkla bir iyilik yapmak istiyorsan."

 

Alparslan kısık ve kısa bir kahkaha attı. Öfkeliyken de güzeldi perisi.

 

"Ben alırdım bu gerginliği senden de neyse."

 

Şifa ters bir bakış atmakla yetindi. Amacını bilmese, Şifa'yı şu kasvetli ruhaniyetten uzaklaştırmaya çalıştığını görmese o imayı onun bir tarafına monte ederdi ya Allah'tan sağ duyulu ve anlayışlı bir kızdı. Adam da onu daha fazla kızdırmayı göze alamayarak asıl meseleye dönme kararı almıştı anlaşılan.

 

"Güneş'i sadece ikimiz ensemizde taşıyoruz peri. Sebepte çok açık. Akıl olarak bizi birbirimize bağlayan 18. Bileşenin merkez dokusu ensemizde. Bileşenin dışarı vurumunu engellemek için yakılarak dokuda tahribat açılması gerekiyordu. Duhan'ların ise bileklerine, iki önemli damarın arasına yerleştirildi. Çipin tesbiti yine dağlanarak engellendi. Tabi bu çip herkese verilmeyecek kadar önemli, sınırlı sayıda Birliğe yeminli kişilerde var. Dünyanın dokuz bölgesine konuşlanan üslere girişleri, gerektiğinde orayla irtibatı ve imkanlarından yararlanmayı kolaylaştırıyor. Yetkilerini üst düzeye taşıyorlar."

 

"Dokuz üs" diye düşündü Şifa. Bunu biliyordu Veronica sayesinde. Dokuzuncu ve en önemli üs Türkiye'de olsada Dünya'nın gücüyle parmak ısıran ülkelerinde de sekiz üs örümcek ağı gibi sarmıştı onları. Güçleriyle istedikleri yerde savaş çıkaracak kadar zalim o ülke yöneticileri, aslında yavaş yavaş bir ağa dolandıklarını bilseler ne düşünürlerdi acaba?

 

Etrafın sakinliği, yaşam emaresi olmayışı ulaşmak istedikleri noktaya yaklaştıklarını gösteriyordu. Yaklaşık yarım saat daha ilerleyince Alparslan arabayı boş bir arazinin kuytu bir kısmına park etti. Konuşma gereksinimi bile duymadan ikisi de araçtan inmişti. Cebindeki cihazı kontrol eden Alparslan "Birazdan burada olacak" dedi.

Dediği gibi beş dakika sonra ses her yanı sarmıştı.

 

 

Şifa rüzgarının etkisiyle gözlerini kapatıp, sırtını döndüğü meşhur Şahini görmek için sabırsızlanıyordu. Bu gece onu Umut'a taşıyacak kısa süreli bir dosttu Gece Şahini. Motorların hızını düşürmesi ve rüzgarın şiddetinin azalmasıyla kolundan çekildi. Hızlı adımlarla yürüyorlardı.

 

Şifa en fazla dört misafir ağırlayacak uçağı incelerken yanlarına kırklı yaşlarında oldukça dinç duran bir adam geldi.

 

"Demek tanışmak bu güne kısmetmiş Orta Doğunun Kurdu."

 

Alparslan ona uzanan adamın kolunu eliyle kavramıştı. Aynı hareketi binbaşı da Alparslanın kol kısmına parmaklarını dolayarak karşıladı.

 

"Ricamızı kırmayıp geldiniz Binbaşım, teşekkür ederiz."

 

Alparslanla diyalog kuran adam sanki Şifa orada hiç yokmuş gibi asla ona bakmıyor, yönünü bile çevirmiyordu. Tamda Alparslan'ın dediği gibi görmeyen ve duymayan uzuvlarla gelmişti onları almaya.

Adam dudaklarına hafif bir tebessüm kondurdu sert mizacını kırıp geçiren.

 

"Konu vatan ve millet evlat. Körde oluruz sağırda. Kadınımızı da kızımızı da kesseler önce vatan gelir bizde."

 

Şifa Duhan'da gördüğü teslimiyeti bu adamda da gördü o an. İnandıkları uğruna kendilerindeki her şeyi feda edebilecek kadar bağlılardı bu adamlar topraklarına. Emir Binbaşı yerine geçtiğinde, Alparslan'da onu karşılıklı iki koltuktan birine yönlendirip oturttu. Bir bebekmiş gibi kemerini bağlayıp, yanaklarında parmaklarının sırtını dolaştırıyordu. Hafif nemlenmiş alnını kendi alnına yasladığında, kuş gibi bir hafiflik oluştu içinde. Farkında olmadan kendini sıktığını Alparslanı en yakınında hissedince fark etmişti Şifa. Tenine dokunan parmaklar her sıkıntının düğümünü birer birer açarak ona kuş kanatları armağan etmişti şimdi de.

 

"Merak etme sorun yok. Bunlar sadece tedbir perim."

 

Şifa alnına yaslı alna sürtünüp, başını salladı

 

"Biliyorum Alparslan, sende endişelenme artık. Korkmuyorum ben, iyiyim."

 

Alparslan bir anda Şifanın dudaklarına sert ve ses getiren bir öpücük bıraktı. Kalp titreten, beklenmeyen ve muhteşem bir öpücük. "İşte benim perim..." diye fısıldadı Şifanın kulağına ve aynı hızla geri çekilip tam karşısına yerleşerek kemerini bağladı.Başının üzerinde yer alan tuşlardan birine basmıştı ve aynı anda motorlar tekrar çalışmaya başladı.

 

Şifa böyle bir deneyim yaşamasa asla hayal edemezdi şu anki hissettiklerini. Şahin adının hakkını gerçekten veriyordu. Olabildiğine yüksekten ama öyle derinden süzülüyordu ki utanmasa  ellerini zırhında dolaştırarak sevecekti.

 

Alparslan, Şifanın her bir ayrıntıyı inceleyen, hoşuna giden detayları daha bir özenle gözleyip  beynine çizen halini yarım bir gülüşle izledi.

 

"Tahminen bana ne zaman böyle bakarsın peri?"

 

Daldığı kuyudan Alparslanın sesiyle çıkan kız, ne demek istediğini anlamamıştı aslında. Soru soran bakışlarla da açıklamasını sözsüz bir şekilde beklemişti.

 

"Şahini gözlerinle yedin kızım, nikah kıyacaksın artık. Bana ne zaman beni yemek ister gibi bakarsın diye merak ettim."

 

Şifa kaşlarını kaldırıp gerçekten bunu sordu mu bir kaç saniye düşündü.

Arsız her yerde arsızdı. İfşaymış, darbeymiş, köy yanıyormuş umurunda bile değildi görüldüğü üzere. Ama Şifa bu sefer adamın oyununa eşlik etmekten yana kullandı oyunu. Bu hergele saf salak görüyordu heralde onu. Utandırıp, kızartmaya iyi alışmıştı.

 

"Senin de tenini Gece Şahini'ni kapladıkları zırhla kaplasınlar, ağzımı üstünden çekmem Alparslan."

 

Öne doğru eğilirken Alparslan da bilinçsizce ona eşlik etmişti. Şifanın sesini puslandırıp kurduğu cümleden sonra sanki çok normal bir şey demiş gibi sırıtarak geri çekilmesine verdiği ill tepki derince bir yutkunma oldu.

 

"Siktir" diye ıslığı andıran bir ses fırladı  ağzından. Kapkara oniksleri dipsiz bir delik kıvamındaydı artık. Ne diyeceğini bilemedi önce. Şifaya sataşırken hiç böyle göt olacağını da düşünmemişti.

 

Ama dediği şey....

 

Hayal etse aklını o hayale bırakırdı muhtemelen. Biraz düşünse kafayı yerdi. Gözlerinde oynaşan parıltılar, içinde yanan ateşi hissettiğini ve bununla ne kadar eğlendiğini yüzüne vurdu Alparslanın. Dudağı sola doğru kıvrıldı.

 

"Bu lafını zamanını gelince sana hatırlatmayan Alparslanı köprü altında beleşe okutsunlar. O ağzın! Verdiği sözü unutmasın peri. Ben ölsem unutmuyacağım ziraa!"

 

Renk vermemek için adamın bakışlarından gözlerini çekmemişti Şifa ama Alparslanın yemin eder hali de yabana atılacak gibi değildi. Sırf laf altında kalmamak için nelerin altında kalacağı düştü aklına. İçinde sıçrama gibi bir his peydah oldu. Hemen silkelenerek çıktı o kuyruklu yılan kılıklı hayalden.

 

Alparslan aslında  mermer kadar duru ve sert yüzün umursamazlığına inanırdı. Eğer zapt etmek için ecel terleri döktüğü duyguları olmasa. Yapmaktan en çok keyif aldığı şeyi yaptı. Ilık bir esintiyle beynine sızdı.

 

"O gün gelecek" diye fısıldadı zihni inandığı kelimeleri.

 

Zihninde şekillenen sese biat etmemesi mümkün bile değildi. Ama kalbi de o sesi destekler gibi fısıldadı Şifanın beynine.

 

"O gün gelecek..."

 

☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️

 

Konya ve Eskişehir'in en kırsal biraz dağlık arazisine koca bir şehir gibi konuşlanan askeri üs kamuflajlı Umut, artık görüş açısına girmişti. Helikopter ve uçakların iniş ve kalkışı için hazırlanan alana iniş yaptıklarında Şifa kalbinin ağzından fırlayacağını düşündü.

 

"Ulan benden başka bir şey için heyecanlanan kalbine sövecem artık!"

 

Adamın dili ve dişleri arasında söylediği serzenişe gülebilirdi Şifa, önlerinde onlara yol gösteren bir Binbaşı olmasaydı. Ama bir tuhaflık vardı. Bu kadar büyük bir yapılandırmanın bu kadar boş olması imkansızdı. Adı eğitim kampıydı ama tek bir yaşayana rastlamamışlardı. Önlerinde yürüyen adam bir anda durdu.

Sırtını bile gerisin geri dönmeden konuşmaya başladı.

 

"Benim görevim buraya kadar Kurt. Allah inandığınız yoldan döndürmesin, muzaffer oluşunuzu da ben ölmeden bana göstersin."

 

Sözlerini bitirip, sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Alparslan da Şifa da aynı anda "amin" demişlerdi.

 

Alparslan elini tuttuğu Şifayı, yönlendirerek eğitim yapıldığı her halinden belli olan geniş alandan geçirdi. Karşılarına çıkan heybetli bina ve dalgalanan koskoca bayrak öyle görkemliydi ki insanın uzun saatlerini hiç bir şey yapmadan izlemeye ayırası geliyordu.

 

Kendi adım seslerine karşıdan gelen tok adımlar eklenmişti. Şifa gözlerini açarak kendilerine yaklaşan jilet gibi takım elbisenin içindeki adamı inceledi. Ellili yaşlarını devirmiş, kırları karalarını geçmiş saçları olan ama dimdik uzun boylu adamın kim olabileceğini düşündü.

 

"Umut'a hoşgeldin Güneş'in amacı. Hoşgeldin evine Serdar'ımın kızı."

 

Şifanın dudakları aralandı.

Teklifsizde yaklaşan ellerin yüzünü kafeslemesini ve alnına konulan buseyi ne yapması gerektiğini bilemedi. Kimdi bu adam bilemedi. Babası için eklediği sahiplik eki içini cız ettirmişti.

 

"Şükür kavuşturana Şifa, ben Gökay Turan. Güneşin Türkiye yöneticisi ve Serdar'ın silahını emanet ettiği tek kişi."

 

Onu ilk görenin yaptığını bu adam da yapmıştı. Yüzünün her zerresini santim santim incelemiş. Varlığı imkansız bir şeyle karşılaşmış gibi hayran bakışlarını yüzünden çekmemişti.

 

Ağlayacaktı...

 

Allah kahretsin dövüne dövüne ağlayacaktı şimdi. Boğazındaki yumruya, gözünde hazır bekleyen damlaya küfür etse neye yarar şimdi yeri göğü inleten bir hıçkırık kopacaktı dudaklarından. Asla ihtimalini bile düşünmediği adam karşısındaydı ve babasının silah arkadaşıydı. Bunu kimse Şifaya söylememişti. Belki de günü geldiğinde bizzat kendi söylemek istediği için silah arkadaşının Türkiye üssüne başkanlık ettiği dillendirilmemişti hiç.

 

Onun babasının! Hiç sarılamadığı, öpüp, koklayamadığı ama delice aşık olduğu babasının silahını bırakacak kadar güvendiği birisi vardı karşısında.

 

"Hoşbuldum" diyebilmek için yüreğinde kaç düğüm attı Alparslan hariç kimse asla anlayamazdı. Adam ona hasretini çektiği birine bakar gibi bakıyordu.

 

Hayır ona değil babasından yadigar gözlerine...

 

"Sözüm var babana" diye tekrar yaklaştı adam. Üç güçlü buse daha bıraktı alnına. Dayanmak için çırpınan ruhuna bir darbe daha almıştı Şifa. İradesi dışında sol gözünden kopup, yanağından sızan damla ispat etti buz kaplamış yüzünün ardındaki cehennem sıcağını.

 

Turanların nimet kabul ettiğine bırakılan üç busesi alnını sızlattı.

 

Yüzündeki o sertliğe inat duran babacan tebessüm anlıyordu Şifayı. Gözü, onu emanet etmekten asla şüphe duymadığı, genç yaşında zalime kıyamet olan adama kaydı.

 

"Sende hoş geldin it. Takip et bizi, o bir tarafıma benzeyen gözlerini de kızımdan çek! Gözüme çok battın İtalyada! Baktığını görmeyeyim."

 

Alparslan sınırlı sayıda kişinin cesaret edeceği bir şey yapıp Gökay Turana ters bir bakış attı.

 

Bu Alparslan'a yapılan tam bir şerefsizlikti. Ama adamın rütbesi en üst sınıftı, ağzını açamıyordu. Bu işte Puşt Duhan'ın parmağı yoksa Alparslan'ın da suratına köpekler işeyebilirdi.

 

Şifa'yı tek kolunun altına alıp ilerleyen adam bir miktar gerilerinde kalan gencin sinirinden besleniyordu resmen.

 

"Büyük keyif alıyorum bu iti kudurtmaktan. Salsalar parçalayacak ama bir şey yapamıyor ya daha bir şerbetleniyorum."

 

Şifa istemsizce kıkırdadı. Evet ona çok aykırı bir şey yaparak Alparslan'ın düştüğü durumu görüp kıkırdadı. Yuva dışında kimseye göstermediği bu yüzü saniyeler içinde, ona kollarını dolayan adama karşı da açığa çıkmıştı.  Ama gerçekten kara adamı çok sevilesiydi azar yerken.

 

Çok sevilesi...Sadece Şifa tarafından çok sevilesi ama...

 

Gökay Turan onları geniş ve oldukça ağır döşenmiş bir odaya soktu. Çalışma odası olduğu belliydi. Derinin kokusu, kitapların kokusuyla harmanlanmıştı ama kötü değildi asla. Adam geçip yerine oturdu. Şifanın etrafı izlemesine olanak sağladı. Beklediği şeyi görmesi için kendini de hazırlıyordu bir yandan.

 

Şifa gözlerini çevirdiği odada cam bir korumalığın içerisine alınmış askeri üniformayı görünce soluğunu tuttu. Adımları onu yavaş yavaş oraya götürüyordu. Cam hazne ve üniforma haricindeki her şey fluydu artık. İyice yaklaştığında iri plastik bir mankene giydirilmiş üniformaya, sağ omzuna bir toplu iğneyle tutturulmuş flara baktı. Kırmızı renkli, bir eşini dayısının verdiği fların kenarları iğne oyasıyla işlenmişti. Ünüformanın yakasında yazan SEÇKiN soyadında kaldı bakışları. Eli yavaşça kalkıp cama konmuştu. Parmakları sanki kumaşa dokunuyormuş gibi hafif hafif camı seviyordu.

 

Bugün nasibinde yine geçmişinden çıkıp gelmiş bir hatıra bekçisi vardı belliki. Gökay Turan, babasının silahını emanet edeceği kadar güvendiği tek adam...

 

"Ünüforma?"

 

Fısıltısı odada duyuldu. Neyi sorduğunu anladılar. Alparslan sessiz kalarak cavabı Gökay Turan'a bıraktı.

 

"Serdar Güneş'in Turanıydı ama aynı zamanda TSK için özel görevlerde yer alan bir yüzbaşıydı da. Beraber..."

 

Şifa kırık bir tebessümle baktı. Nasıl da hiç bir şeylerini bilmiyordu? Bu birazdan daha fazla acıttı canını.

 

Alparslan sıkıntılı bir soluk çekti ciğerlerine. Şifanın durumu ve neyle karşılaşacaklarını bilemeyişi canını sıkıyordu. Üstelik günlerdir Şifa arınmaya girmemişti. Burdaki işleri biter bitmez bir geceleri arınma odasında geçmeliydi. Şifa fanusunda uyurken, Alparslan da başını bekleyecekti.

 

Bir an önce de asıl gündemlerine dönmek ve Şifa'yı boğan bu kasfeti dağıtmak istedi. Çünkü salise salise Şifaya yayılan hüzün Alparslanın en korkulu yanıydı.

 

"Sorun nedir Başkan? Sırbistan'ı yakmayı gerektirecek kadar ne oldu?"

 

Gökay Turan, Şifada olan bakışlarını karşısındaki Alparslana çevirdi. Şifa da adım adım kendilerine yaklaştı.

 

"Umay şu an sorguda. O anlatacak bize neler olduğunu. Ama Sırbistan Başbakanı'nın elinde yirmi üç yıl önce sızdırılan bir takım belgeler olduğunu biliyoruz. Daha fazlası için sorgunun bitmesini beklemeliyiz. Başbakan öldürüldü, ne kadar projeye dair bilgi vardı Umaydan başkası cevap veremez."

 

"Darbe üslerin bilgisi dışında gerçekleşmiş, anlık bir karar!"

 

"Buna da geleceğiz ama önce bu işin Türkiye'ye sıçramadan kapatılması gerekiyor. Dünya'nın gözü Sırbistanda. Bu başkaldırıyı üstlenecek biri olmalı."

 

Alparslan bir süre düşündü. Ara ara Şifa'yla göz göze gelselerde yüzündeki sıkkın ifade hiç rahatlamadı. Çalınan kapıyla başları o yöne dönmüştü. Duhan, Barbaros ve Veronica'nın odaya girişini izledi Şifa. Hepsinin suratı olabildiğine sertti. Bir ara göz göze geldiği Barbaros ona göz kırpmasaydı çok daha kötü şeyler olduğunu düşünebilirdi.

 

Duhan durumu sorduğunda kendilerine anlatılanın aynısını onlara da söylemişti Gökay Turan. Duhan sık sık Şifaya baksa da direkt olarak konuşmaya başlamadı. Burda dayısı kimliğiyle bulunmadığını sanki Şifaya bu şekilde anlatmaya çalışıyordu.

 

Bir süre dinlenmesi için Veronica onu ferah döşenmiş bir odaya götürdü. Şifa bu durumdan memnun değildi ama Veronica'nın ikazı sonucu sessiz kalması gerektiğini düşündü.

 

Uyuyamasa da iki saat uzanmış, gelen yemekten bir kaç lokma almıştı. Artık burada daha fazla durmak istemiyordu. Bu sırada içini okumuş gibi Veronica tekrar gelmişti yanına.

 

"Kalk bakalım minnak sırtlanım. Kurtçuğuna gönderdiğin sıkıntılı hisler onu da sıktı belli ki.'Al getir şuraya ebemi sikti kasveti' dedi. Ay çok bayılıyorum şu sizin aranızdaki bağa. Bende olsa Barbaros'un rahat nefes alamaması için depresyondan depresyona koşardım."

 

Şifa anında ayaklanıp çıkardığı ayakkabıları giymişti bile. Veronicanın moral olarak düzelmiş olması rahatlattı.

 

"Allah işte kızıl, kulunu biliyor ona göre nimetini sunuyor."

 

Veronica topladığı saçlarını tokadan kurtarıp öne doğru tüm tutamları dökmüş ve parmaklarıyla karıştırıp olabildiğine havalandırmıştı. Şimdi çok daha Veronica hissediyordu kendini.

 

"Bana ince mesaj mı verdin sen şimdi küçük sırtlan? Yolardım saçını başını da Gökay'cığımın karşısında ki kalitemi korumam lazım. Saygı değer beyefendiciğim ben varım diye ne Alparslan'a ne Duhan'a sövdü. İradesini sevdiğim ya. İtalya da uzayan ziyaretin hesabı için kendini tutuşu çok centilmence değil mi?"

 

Şifa kadının tatlılığını, her durumda olan enerjisini çok seviyordu. Ama biliyordu ki kendi için problemli bir durum yoktu. Veronica sadece Şifa söz konusu olduğunda soğuk bir katile dönüşüyordu. Ziraa zamanında Şifa iyi olsun diye dişleriyle bir adamın şah damarını parçalamış kadındı kendisi.

 

İki saat önce çıktığı odaya tekrar girdi. Konuşmalar durup, başlar ona çevrilmişti. Şifa kendisine küçük muamelesi yapılmasına tam şu anda nefretini kusarak cevap vermek istiyordu. Ama onun yerine yüzünü ifadesizleştirdi. Geçip Alparslan'nın tam karşısındaki koltuğa oturdu.

 

"Susmanız, sürekli beni konu dışı tutmanız sinirlerimi bozmaya başladı artık! Şu saat itibariyle odak noktasını benim taşıdığım hiç bir olayda yok sayılmayı kabul etmiyorum. Bu odadaki herkes Güneş'in yeminli müritlerinden, bir kişi hariç. Ben!!! "

 

Şifa sus pus olup onu izleyen herkes de gözlerini gezdirdi. Sürekli yok sayılmak gerçekten aşırı can sıkıcıydı. Utanmadan yarın, öbür gün bu adamlar hadi içindekini bize ver diyeceklerdi değil mi ona? Gözleri Gökay Turanda sabit kaldı.

 

"Ben kimseye ne söz verdim nede yemin ettim. Beni biraz daha salak bir fanusta saklamaya devam ederseniz hiç acımadan yıllarınızı verdiğiniz emeğinizi çöp ederim. Peki siz bunun için beni suçlayabilir misiniz?"

 

Gökay Turan çatık kaşlarla bir süre kızı izledi. Beden dili tamamen söyledikleriyle uyuşuyordu. Kelimelerinde zerre blöf hissetmedi adam. Kız dediğini yapacak bir yüreklilikteydi. Gözü karalığı konusunda bir sürü rapor vardı elinde.

 

"Ala ala babanın hırs damarını mı aldın? Ananın güzelim meziyetleri dururken!"

 

Şifa adamın bakışlarından bir azar gelecek yada tehtit edilecek izlenimine kapılmıştı ama beklediği bu değildi. Gülse mi ağlasa mı bilemedi?

Adamın da bir cevap bekler hali yoktu.

 

"Sırp Hükümeti bunun arkasında Türklerin olduğunu biliyor. Delille, ıspatla NATO'ya bağlı devletleri yanına çekip, ülkenin üstüne salmak isteyecekler. Bu durumdan nasıl çıkarız onu düşünüyoruz Serdar'ın kızı var mı bir önerin?"

 

Şifa bir süre kendine bakan adama aynı bakışlarla karşılık verdi. Ülkenin üstünden bakışları çekmeleri gerekiyordu ilk adım. Sonra ise karışan Sırbistan daha da karıştırılmalıydı ki kendi derdinden Türkiye'ye el atamasın.

 

"O zaman ilk önce dünyaya bunu kendilerinin yaptığını itiraf ettirecek bir kurban bulun."

 

Adam bir süre kıza baktı, bu fikir onun da aklına gelmişti ama çok ucu açıktı nasıl yönetileceğini, kontrolün nasıl sağlanacağını bilemiyordu. O anda Alparslan sert bir ıslık çaldı.

 

"Hay amına koyayım, kurbandan bol ne var lan? Ağzını yerim kızım senin."

 

Gökay Turan ve Duhanın öfkeli bakışları yüzüne saplandığında zerre umursamaz ifadesi sarsılmadı. Şu zamana kadar kaideler konusunda ilerleme göstermeyişine artık alışmaları lazımdı. Alparslan bunu da düşünecek değildi ya!

 

"Doğru konuş  it! Kadınlar var odada. Yedi sülalene sayamıyorum sabahtan beri mahsene çektirtme kendini. Hem sen kimin ağzını yiyorsun? Sana öyle şeyler yaparım ki altı ay pipetle beslenirsin!"

 

Gökay Turan'ın odayı dolduran tok sinirli sesiyle Veronica da Şifa da ürkmüştü aslında. Duhan'ın bıyık altı gülüşü de cabasıydı. Ayarsızlıkları yüzünden hep uyarılar Duhana yönelirdi. Defalarca emre itaatsizliği için hesap veren kişi olmuştu. Daha o "dayıcım" diyen ağzını kıracaktı Duhan. Bugünlük Gökay Turanın azarıyla yetindi.

 

"Şimdi neyse söyle, ağzını ayarlayarak sal cümleleri!"

 

"Emredersiniz Başkanım."

 

Alparslan ne kırılmış ne de kızmıştı. Hatta tipine bakan durumdan zevk aldığına yemin edebilirdi. Üstelik serseri doğası alt üst ilişkisini bir rayına oturtamıyordu bazen. Bakışları Barbarosa dokunup gözünü açıp kapattı. Sonra yüzü Duhana çevrildi.

 

"Duhan, siyah sarıklı itler üstlenecek darbeyi. İletişimi sağlamamız lazım."

 

Duhan çenesine iki parmağını yaslayıp, bu fikri süzgeçledi bir kaç saniye.

 

"Nasıl ikna olacak Işıd buna?"

 

"İletişimi ayarlayın, frekansları ben hallederim. Özlemiştir beni, uğraşamıyorum uzun zamandır bana da iyi gelecek."

 

Şifa bir Alparslan'a bir Duhan'a bakmaktan ve ne konuştuklarını anlamamaktan fenalık geçirecekti. Kimin üstüne yıkacaklardı anlamadı.

Gökay Turan sesini temizleyerek planın ana hatlarını aktardı odada ki herkese. Bilhassa biraz önce onlara ayar vermeye çalışan kıza.

 

" O zaman darbenin ardındaki yüz Işıd. Alparslan bu işi ne yap et bugün toparla. Bende bağlantıları kullanıp Sırbistan'ın Işıd silahlandırmasının görünmeyen yüzü olduğunu ama silah gönderimini kesmeleri sonucu ikaz atışında bulunduklarını masalara yayacağım. Üç başlı yılan kendi bilgisi dışında Orta Doğuya silah teminatını duyunca, acısını almadan bırakmaz. Sırbistan kendi derdine koşmaktan Türkiye ile uğraşamayacaktır. İç karışıklığa çok müsaitler zaten keserler seslerini. Buraya kadar anlaşılmayan bir şey var mı Serdar'ın inat kızı?"

 

Şifa dik dik yüzüne bakan adamdan kaçırmadı gözlerini. Soğuk bakışları bile isteye daha uzun üzerinde durdu.

 

"Anlatıldığında çok iyi kavrayabiliyorum başkan! Zihnimdeki kilit buna engel değil merak etmeyin. Neyin ne olduğunun farkındayım, sizinde fark etmiş olmanız mutlu etti beni!"

 

Duhan ve Barbaros biraz tedirgin baksalarda ikiliye Alparslan gayet keyifle izliyordu manzarayı. Gökay Turan yüzündeki sertliği eksiltmedi ama Şifa gözünden kayan o gurur ışıltısını yakalamıştı.

 

Herkes biran önce ayaklanmayı ve Türkiyeye sıçramaması üzerine fikir beyan etti. O sırada kapı üç kez sertçe tıklatıldı. Adamın biraz önce ona takılan yüz ifadesi ürkütücü bir sertliğe boyanmıştı. Gökay Turan'ın gir komutuyla iki iri yarı simsiyah giyinmiş adamın ortasında uzun boylu, kapkara saçlı, iri ve sert hatlara sahip bir kadın girdi. Kadının en belirgin özelliği elektrik mavisi gözleriydi büyük ihtimalle. Şifa  bu forma ulaşmak için kaç farklı dövüş sporuyla ilgilendiğini merak etti.

 

Kadın oldukça dinçti. Ama uzun süre uyumadığını gözünün altını kaplayan karalıklardan herkes anlayabilirdi.

Gökay Turan oturduğu yerden kalkarak ortaya doğru ilerledi.

 

"Erken bitirmişsin hesap verme işini, geç otur tır çarpmış gibisin."

 

Şifa o an karşılarında duran kadının bahsedilen komutan olduğunu anladı. Maceristan'ı komuta eden Başkan Umay...

 

"Bana bir şey olmaz Başkan, en iyi sen bilirsin" diyerek geçip rahatça deri koltuklara yerleşti. Tek tek herkesi gözleriyle inceledi. En son Şifanın üzerinde durmuştu bakışları. Öyle sert öyle tuhaf bir renktiki gözleri, insanın tenini ısırıyordu resmen.

 

Gökay Turan'ın "tanıştırayım" diye başladığı cümle kadının elini kaldırmasıyla yarım kaldı. Yayıldığı yerden çevik bir hareketle kalkan kadın gözleriyle tekrar bir tarama yaparak yine kıza sabitledi bakışlarını.

 

" Bu odada ki herkesi tanıyorum Başkan, bir kişi hariç. Müsade varsa da onunla ben tanışacağım."

 

Cümlesi biten kadın Şifanın önünde durdu. Bakışları oldukça rahatsız ediciydi.

 

"Demek ırkın umudu, Güneşin amacı sensin küçük kız."

 

Şifa buram buram ukalalık kokan kadından hiç hoşlanmamıştı. Bu belki önyargıydı ama buna sebebiyet veren de kadının kendisiydi. Karşısında suskun kalmak onun tabiatına aykırıydı zaten.

 

"Bunu kim soruyor, bu bilgiyi dillendireceğim kadar önemli biri mi?"

 

Umayın kaşları kalktı. Yüzünde ürpertici bir tebessüm yeşerdi. Kim olduğunu, en azından Macaristan üstüne başkanlık ettiğini bildiğine emindi. Yine de kendi tavrına eşlik edişi kaşlarını kaldırmasına neden oldu. İtiraf etmesi gerekirse asla böyle bir cevap beklemiyordu küçük kızdan. Hoşuna da gitti aksi gibi.

 

Dişliydi Güneş'in amacı, bu iyiydi işte.

 

"Haklısın! Afedersin önce kendimi sana taktim etmeliydim. Ben Macaristan üssünü komuta eden dokuz üs liderinden Umay GJonaj. Ama bu bilgi seni kesmez büyük ihtimalle. Senin dikkatini çekecek tarafımı söyleyeyim en iyisi. Ben seni Dua'nın rahmine yerleştiren doktorun kızı ve annemin emaneti olan günlükleri Birlik bana ulaşana kadar muhafaza eden bekçinin ta kendisiyim..."

 

 

Loading...
0%