44. Bölüm

Zehire Yuva Olan Koruyucu

ORENDA
orenda

Selam millet, güzel bir bölüm oldu diyorum ben. Siz ne diyorsunuz?

 

Keyifli okumalar hepinize😙

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gece kollarına aldı ikimizi de. Benim şarkım defalarca kendini tekrarladı o ise derin bir uykuya daldı. Dizlerimdeki başını okşadı parmaklarım. Saçlarını sevdim dakikalar akarken. Nefesini dinledim sürekli. Her aldığı solukta bir şükür saldım semaya. Kirpiklerin de dolaştım.

 

İrisleri, örtülmüş göz kapaklarının altında o kadar hareketliydi ki kalbim korkuyla çırpındı. Sonra nabzının atışları çekti dikkatimi. Belli bir sayıya kadar hızlanıp o sayıya ulaşır ulaşmaz yavaşlamasını defalarca saydım. Benden istediği, onu bir uykuya değil de sakladıklarını bulmak için tekrar trans sürecine sokmuştu. Aldığı nefesi saymaya başladığımda emin oldum. On beş nefes hızlı, on beş nefes olabildiğine yavaş. Tıpkı kalp ritmi gibi nefesi de senkronizeydi.

 

Bana veda ettiği on beşinci sayıda başlayıp geri bitiriyordu her atış devinimini.

 

Kaybolduğu yerden kendini bulması için sabırla bekledim. Gece en zifiri karanlığını üstümüzde parlatırken de ışıyan günle karanlıktan sıyrılırken de bir bebeği sever gibi onu sevdim. Gözlerimi zerre kapatamadım.

 

Her göz kırpışımda hatrıma düşen anlarla bir göz yaşı dalgasına takıldım. Canının her yandığı an sanki zihnime kazınmıştı, unutamazdım...

 

Ben ona yapılan bu zulmü ölsem hafızamdan kazıyamazdım!

 

Zihnini kontrol edemeyeceğini anladığında gözlerinden dökülen yaşlar göğsümde lav olmuştu. Beni korumak için benden vazgeçerken çektiği acıyı hâlâ tenimin içinde hissediyordum. Dudaklarından dökülen 'hoşçakal' da öyle bir umutsuzluk vardı ki ihtimal vermiyordu aslında şu anki hâlimize. Sadece umuttu kelimeleri. Olmayacak olan o duaya amin derken ki buruk sızı vardı. Orada öleceğine o kadar inandırmıştı ki kendini vedası bile en mutlu olduğu anda saklıydı.

 

Onu dizlerimde uyuttuğum, yersiz yurtsuz hisseden bir göçebeyken evindeymiş gibi rüyaya daldığı ânımıza saklamıştı bizi.

 

Sızlayan burnumla beraber kuruyan gözlerim yine yaşlarla doldu. Benim canımın canına neler yapılmıştı? Benim için kaç farklı cehennemde yanmıştı? İçim de öyle bir ateş vardı ki dizlerimde yatıyor olmasa çırılçıplak kışın ayazı demeden marmaranın sularına bırakacaktım kendimi. Öyle bir yanardağın ortasındaydı ki ruhum, figânı ağzımı açsam evreni kuşatacaktı sanki.

 

Bütün gece biraz bile kıpırdamadı. Gözlerini kapattığı ilk hâl nasılsa o hâlden bir an olsun ayrılmadı. Kaç zamandır rahat bir döşekte uyku yüzü görmeyen vücudu dizlerimden şifa dilenircesine öylece olduğu hâlde kalmıştı.

 

O kayıp dokuz yılını bulmaya, bense gözümde canlanan her acısına ağlamaya devam ettik.

 

Saatin yediye yaklaştığı sularda bir inilti koptu dudaklarından. Dokuz saat geçmişti gözleri kapanalı. Sonra o inilti daha şiddetlendi. Gözleri kapalıydı ama elleri saçlarını yolarcasına başına saplandı. Tüm gece kımıldamayan vücudu içe doğru bükülüp kıvranmaya başladı. Kendimi bir anda yataktan atıp ne olduğunu anlamaya çalıştım ama bana cevap vermedi.

 

"Alparslan!"

 

Vücudu sesimle darbe yemiş gibi tekrar büküldü. İniltisi arttı.

 

"Alparslan neyin var? Bir şey söyle ne oldu? Korkuyorum Alparslan ne oldu?"

 

Ben ona yaklaşıp dokunmaya çalışırken "konuşma" diye haykırmasıyla öylece kaldım.

 

"Delireceğim, konuşma!!!"

 

Yataktan fırlayıp çıktım hemen. Gece elimin ulaştığı tek şey tişörtüydü ve onu rahatsız etmeden giyebileceğim tek şey olduğu için üstüme geçirebilmiştim. Panik her yerimi sardığında hızla hareket ettim.

 

Montumun cebindeki telefonu alıp Duhan'ı aradım. Aklıma gelen şeyleri parça parça söyleyebiliyordum. Onu böyle kıvranır hâlde gördüğüm andan beri konuşma yetim beni terk etmiş gibiydi.

 

Durumu anlatıp acil yardım etmelerini isteyebildim. Alparslan parmakları kafa tasını parçalamak ister gibi sıkıyor, bilinçsizce yatak başlığına vuruyordu.

 

"Alparslan dur! Ne olur dur gelecekler."

 

Gözümden akan yaş ve ellerimin titremesiyle telefon öylece düştü parmaklarımın arasından. Ona doğru uzanıp başı ve yatak başlığı arasına bedenimi soktum. Bilinçsizce elleriyle kavradığı başını vuruyordu sadece. Köprücük kemiğime çarptıkça acı her yerime yayıldı.

 

"Sustur şu sesi!!! SUSTURUN!!!"

 

Hıçkırıklarım arttı. Onu tutmak çok zordu. Ellerimi başına sarıp, vurmasını engellemek çok zordu. Canının yanıyor oluşunu izlemek çok zordu.

 

"Gelecekler... Şimdi gelecekler... Özür dilerim... Yapmamalıydık özür dilerim..."

 

Çaresizlik bir insanı gerçekten mahvedebiliyormuş. Göz damarlarında kılcal damar çatlamaları büyüdü. Sol gözünü kaplayan kanlı görüntüyle istemsiz bir çığlık yükseldi boğazımdan yukarı.

 

"Geçecek. Allahım yardım et. Alparslan..."

 

"SUSUNNNNNN!!!!"

 

Feryadı etimi deşiyordu. Tırnakları etine zarar vermiş, kan damlalarının kafasından aşağı kaymasına neden olmuştu. Uzaklaşmaya çalışan bedenini kontrol etmek için daha çok sıktım kollarımı. Benden uzaklaşsa kafasını vura vura parçalayacak kadar şuurunu yitirmişti. Canımı yakışını gözüm görecek hâlde değildim hiç, canı yanmasa yeterdi benim için. Başı tekrar şiddetle omzuma çarptığında kontrol edemediğim bir iniltide benden döküldü.

 

"Alparslan geliyorlar. Allahım..."

 

Başı tekrar omzuma sertçe çarptı. Canının bu denli yanıyor oluşu kahretti kalbimi. Beni bile görmeyecek kadar ne olmuştu ona?

 

"Delireceğim..."

 

İniltiyle çıkan sesini duyduğumda dudaklarım başının üstüne örtülmüştü. Sadece Allaha dua etmek, ondaki acıyı bana vermesi için yalvarmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. Pişmanlıkla kavrulan ruhum, onun acısıyla dağlanan tenim vardı sadece.

 

Ben bundan korkuyordum işte. Bilmeden ona zarar vermekten çok korkuyordum. Benim de kaderim böyleydi. Neyden kaçarsam ilk ona yakalanıyordum.

 

Sesler geldi ilk, sonra koşturmalar doldurdu kulaklarımı. Adımı bağıranlar, bize uzananlar vardı. Ben sadece onun kıvranan vücuduna sarılmak, geçecek diye teselli etmek ve ağlamak dışında hiç bir şeyi algılayamıyordum. Kollarımdan aldılar onu. Duhan bana sıkı sıkı sarılırken koluna bir iğnenin girdiğini gördüm. Sonra yavaş yavaş durulan bedenini, iki yana düşen ellerini izleyebildim. Duhan beni tutmasa yığılıp kalacaktım.

 

"Tamam miniğim... Yok bir şey. Hadi yaslan, geçti."

 

"Dayanamıyorum..."

 

İnler gibi çıktı tek kelime dudaklarımdan. Dayanamıyorum artık onun acısını izlemeye. Dayanamıyorum çektiği azabın seyircisi olmaya. Benim yüzümden düştüğü ezaya katlanamıyorum. Ölüm gibi geçen kaç ayın ardından avuçlarımda can çekişir gibi kıvranan hâline tahammül edemiyordum.

 

Duhanın beni daha sıkı bedenine yaslamasıyla ayaklarım yerden kesildi. Yada ben artık onları bile hissedemeyecek kadar yitirmiştim kendimi.

 

********

 

Kısa sürede hastaneye ulaştık, onu yine bizim giremediğimiz bir alana aldılar. Duhan, Barbaros sürekli konuşuyorlardı ama ben girdiği kapıya mıhlanmış gibiydim. Onu tekrar iyi görene kadar kendime gelemeyeceğim bir şokun içerisine çekilmiştim.

 

Saatler geçti, gün yine beni öylece terk etti. Akşam karanlığı çöküp hastanenin tüm ışıkları yanınca girdikleri yerden çıktılar. Hepsinin yüzünde aynı yorgunluk vardı.

Hemen ayaklanıp karşılarına dikildim.

 

"İyi ... İyi değil mi?"

 

"Bulgular trigeminal nevralji gibi dursa da yapılan tetkikler bunun bir yanılsama olduğunu gösterdi bize. Problem hipokampüsle alakalı."

 

Ne demekti bunlar? Cevap onlardaymış gibi ilk Duhana sonra Barbarosa baktım.

 

"Ne demek istiyorsunuz anlamıyorum. Bana anlayacağım şekilde açıklayın lütfen."

 

"Yani kendini zorunlu soktuğu hafıza kaybına bağlı bir semptom diyebiliriz. Trans sürecini doğru tamamlayamadığı için beyin dalgaları normal değildi. Henüz bu sorunu atlatmadan hafıza dönüşünü yönetmeye çalışmış. Hipokampüs beynin hafıza merkezini etkiler. Uzun bir anı kaybı, kısa bir süreyle tekrar beyne akın etmesi sonucu sinir uçları tepkimeye girerek şiddetli ağrı atağı olarak dışa vurmuş sorununu. Askerlerimizin trans sonrası geri dönüşü rüyalar, kısa hisler, parçalı görüler şeklinde olurken Alparslan Bey için durum çok daha hızlı gelişmiş. Üstelik çok uzun bir süreç söz konusu. Hafızasına akın eden bilgiler, anılar yani geçmişi onu çok yormuş. Zorunlu girdiği hipnoz nedeniyle ağrı atakları yaşıyordu. Henüz onu aşamadan kayıp belleği eski haline dönmek isteyerek beyinle şiddetli bir çarpışma yaşamış. Normal süreci takip etmiş olsa bu denli şiddetli olmazdı. Şuan için durumu stabil. Sabaha kadar kontrol altında tutacağız. Sabah kendini daha iyi hissederek uyanacak."

 

"İyi olacak?"

 

Doktor başını ağır ağır salladı.

 

"Trans sonrası beyin sarsıntısını andıran etkiler gözlemleriz. Hafızada yok edilen anı yoğunluğu ve uzunluğu yan etki olarak ağrı yapar. Çok uzun bir geçmişi yöneten ilk kişi. Bunu bekliyorduk açıkcası. Şiddetini tahmin edemiyorduk, tabi bir anda böyle büyük bir transı yönetmeye çalışacağı da yoktu planlar içinde!"

 

Doktor ters bir bakış attı ardıma. Sesinde bariz bir hesap sorma vardı ama cesareti sadece bu kadarla kaldı. Sözlerinden anladıklarım ise ağzımın şaşkınlıkla aralanmasına neden olmuştu.

 

"Nasıl? Biliyor musunuz böyle olacağını? Yani trans sonrası... Ben hiç bir şey anlamıyorum ki."

 

"Tabiki biliyoruz. O çocuk asla söz dinlemiyor!!!"

 

Barbarosun sert çıkışıyla başım ona doğru çevrildi.

 

"Ona anahtarını bulduğunda bir ekip gözetiminde trans sürecini başlatacağımızı söyledim! Duhan bu çocuğu tut! Ne yap et tut yoksa elimde kalacak!"

 

Şaşkın şaşkın öylece bakıyordum ikisine.

 

"Kolaysa sen tut! Kafasından dokuz yılı sildiğinde bile emirlere itaat etmiyor! Kim bilir ne düşündü de tek başına halletmeye çalıştı!"

 

Barbaros dili ve dişi arasında küfür edip ardını döndüp, çıkışa doğru ilerledi. Duhan ise benim öylece bakışlarımla denk düşünce omuzlarını düşürüp bana doğru yürüdü. Sol kolu beni kendine çekip sarılmıştı.

 

"Korkma... Trans sonraları böyledir. Ne kadar süre fazlaysa ağrı atağı da o şiddette olur. Dalgalanma durup, her şey yerli yerine oturduğu zaman normale dönmüş olacak."

 

"Ama... Ama bana bişey demedi... Ben..."

 

"Muhtemelen karşı çıkarsın yada korkarsın diye söylememiştir. Zaten hafızası saklanmış olanı istediği için uyarı ağrıları gönderiyordu ona. Kalın kafalının teki, bir şey olmaz ona."

 

Yalancı... Ben korkmuştum ve o bana iyi olacağını söylemişti. Böyle olacağını bilsem... Böyle canının yanacağını bilmiş olsam asla yapmazdım. Yalancı pislik...

 

Yüreğim ağzımda yaşatacaktı bu hayatı bana. Sürekli ona bir şey olacak korkusuyla kafayı yiyecektim ben. Bile bile zihnine girmeme izin vermişti. Bile bile onu transa sokacak sırrını bulup, çıkarttırmıştı bana.

 

Sabaha kadar kapısında bekledim. Duhan ve Barbaros sürekli beni sorguladı. Onun aklını neye sakladığını öğrenmek istediler ve ben kaliteli yalan bulamayacak bir psikolojide olduğum için özel olduğunu imâ ettim. Sırf yakamdan düşsünler diye seviştiğimiz için bu hâle geldiğini düşünmelerini sağladım. Çok ezikçe bir davranıştı ama çok yorgundum, aklım ondaydı ve düşünemiyordum.

 

Beynine girdim sonra anılarını gördüm, yıkıldım, parçalandım ama onun hafızasını geri getirecek anahtarını buldum diyemedim. Sadece Voronica gözleri çakmak çakmak bana baktı ve hiç bir şey söylemedi. Anladı...

 

Bense ne yaptığımı anladığını anladım...

 

Sabah kontrolleri sırasında kuru bir simiti kemirmekle meşguldüm. Veronica bir saat, açlıktan ölüp gideceğimi ve tüm projeyi bok edip Birliği şoka sokacağımı söyleyip durmuştu. Sırf o sussun diye bir simit yemek çok da zor değildi, işime geldi.

 

Sonra kapı açıldı ve doktor yanına girebileceğimi söyledi. Adamın lafını ağzına tıkayıp odaya daldım. Yatakta boylu boyunca yatıyordu ve gözleri damarına bağlı serumun kablosundaydı. Ben paldır küldür girince kara gözleri bana çevrildi. Yüzünde yorgun, kırık bir tebessüm belirdi.

 

"Seni mahvedeceğim!"

 

"Beni yine buldun peri..."

 

Dudaklarımdan hıçkırık koptu, gülümsemem de tüm yüzümü kapladı. Gözlerimden yaşlar fışkırıyordu aslında ama kalbim çok mutluydu şu anda. Öfkeli ama çok mutlu. Peri demişti! Ben yine onun perisi olarak anılıyordum.

 

"Alparslan..."

 

"Gelip sarılsana peri. Çok uzun bir yoldan geldim. Çok uzun zamandır sensizim, bir sonsuzluk kadar sarılıp alsan ya bendeki tüm ağrıları."

 

Tüm bedenimi üstüne fırlatır gibi atmak istiyordum ama canı yanar diye de çok telaşlıydı kalbim. Usul adımlarla yanına vardım ve bana uzattığı kolunun altına kıvrılıp kokusunda soluklandım.

 

"Çok kızgınım sana! Çok öfkeliyim, bana nasıl söylemezsin?"

 

"Çok güzelsin, insan kıyamıyor."

 

Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Sol gözündeki kan tamamen dağılmıştı. Devâm şifa olmuştu. Uzanıp gözüne bir öpücük bırakacak oldum, nerden duyduğumu bile hatırlamadığım bir hisle geri çekildim. Göze kondurulan öpücükler ayrılık getirir diyen bir ses dudaklarımın yönünü kaşının bitim noktasına doğru çevirdi. Öylesine bir söylentinin hissettireceği ayrılık şüphesine bile tahammülüm yoktu.

 

"Aklımı kaçıracaktım. Seni öyle gördüm ya. Niye söylemedin, bilsem..."

 

"Bilsen kıyamazsın. Gözümü açtığım andan beri, iki göz kırpışında bile özlemle bakıyorsun bana. Bilsen seni unutmamı kabul eder, beni kayıp yıllarımdan bile sakınırsın."

 

"Canın yanacağına silinirim hafızandan."

 

Avcu yüzüme uzanıp, yanağımı okşadı.

 

"Ben de hiç hatırlamadığım hâlde bir kaç günle beni kendine aşık eden bu kadına dair ne varsa geri istedim ama. Bir kaç günde bile kölesi edecek kadar beni kendine bağladıysa, dokuz yılımda neler gizlidir diye kavuşmak istedim."

 

Burnumu seslice çektim. Tatlı diliyle kandırmaya çalışıyordu. Ona kızmayım diye ruhumu okşayarak, öfkemi ehlileştiriyordu.

 

"Döndün mü bana geri?"

 

"Ben dönemedim ki! Sen çekip çıkardın suyun dibinden beni."

 

Ağlamamak için direniyordum ama hiç başaramıyordum zaten. Dudaklarım titredi, o bana kıyamaz gibi baktı. Sonra eli omzuma, köprücük kemiğime uzandı. Onun uyuduğu saatlerde kızartılar silinip gitmişti. Sancı içindeyken bilinsizce yaptığının özrüymüş gibi okşadı. Dile dökmedi ama uzanıp, minik bir öpücük bıraktı.

 

"Çok acıttım mı perim? Ben bilmeden..."

 

Burnumun kemiği sızladı o öyle deyince. Ağrıyla delirdiği bir anda verdiği azıcık acıyı yük ediyordu birde kendine. Benim için çektiklerini yok sayıp, bir de bu kadarcık için üzülüyordu.

 

"Çok canımı yakmışlar Alparslan..."

 

Hıçkırığım sesli çıkınca yüzümdeki eli baş parmağıyla gözümün altını sildi. Sonra da boynumda tutup beni kendine çekti. Onu sanki yeni bulmuşum gibi sıkı sıkı sarıldım. Elimden alacaklarmış gibi parmaklarım derisine saplandı.

 

"Canımı parça parça etmişler..."

 

İniltiyle dökülen sözcüklerin her biri için başımın üstüne bir öpücük bırakıyordu.

 

"Ama seni alamadılar benden. Gördün, seni kimselere vermedim."

 

Daha sıkı dolandı kollarım ona. Bu nasıl bir histi. Kollarımın arasındaydı ama özleminden ölecektim. Geçmiyordu. Yetmiyordu asla. Nasıl kalbimi varlığına, bana döndüğüne, iyi olduğuna ikna edecektim.

 

"O kadar canını yakacaklarına söyleseydin keşke Alparslan. Keşke bilselerdi beni de sen orada o zulmü görmeseydin. Ben öperken kıyamıyorum onlar sana..."

 

"Hişşşşttt yok öyle konuşma! Şurada kafamdaki illet ağrıdan kurtulmuşum, kokunda dinleniyorum illa boz sinirlerimi. Delirt beni peri! Bilselermiş! Sikerim onların belasını nereye biliyorlarmış?"

 

Dudaklarımdan küçük bir kahkaha fırladı.'Peri' dedikçe kanım çekiliyordu resmen. Böyle benim Alparslanım gibi küfür edince içim bayram yerine dönüyordu. Ağlamalarımın içinde bozulan sinirlerimle birden gülmeye başladım. Kendi için değil de benim için beslediği hüznü içinden almak istedim. Az sataşıp, hâlâ köprücük kemiğime kayan bakışlarının gökgesinden kaçmaya çalıştım.

 

"Beni unuttun, kimsin sen dedin bana."

 

Bu onu güldürdü işte. Saklanır gibi başını iyice boynuma gömdü. Sarmalağım omuzları hareket etmese saklamaya çalışıyordu güldüğünü.

 

"Yavrum aklım yerinde miydi acaba? Ama gördün değil mi kocanı? Bir hafta da olmayan aklıyla yine yatağa attı seni."

 

Geri çekilip yüzümdeki gülümsemeyle, yanaklarımı kuruladım. Tüm vücudum pelte gibiydi. Kendimi sıktığım için herhalde kıpırdayacak mecalim kalmamıştı.

 

"Yatağa atmak kısmı bana ait ama hevesin kırılmasın diye demeyeceğim bir şey."

 

Tiz bir ıslık çaldı benim cesaretle kurduğum cümleye. Alt dudağını ısırıp ağzımda dolaştırdı gözlerini.

 

"Ama ne atmak... Sen beni canın çektiği her an yatağa atsana peri. Yok böyle birşey, ruhumu teslim ediyordum. Offff bak aklıma geldi."

 

Gözünü kapatıp birde başını iki yana sallamıyormu içime sığmıyordu ona aşkım. Karnımı saran şu mutluluk hissi, bana duyduğu aşkın heyecanı benim duygularımla birleştikçe kalp atışımı daha da coşturuyordu. Kahkaham kaydı dudaklarımdan. Benim ona hissettiklerim yetmezmiş gibi onunkiler tüm coşkusuyla musallat olmuştu üstüme. Kontrol edemiyordum.

 

Sonra özlemim yine ağır başınca göğsüne sokuldum. Yüzüm sinesinde bir süre dinlendim. Uyku beni çekiyordu kollarına ama onu kaybetme korkusuyla cebelleşen yanım gözlerimi kapatmama izin vermiyordu.

 

"Peri..."

 

Bir bağımlının yoksunluk krizi anına denktim. Burnum tenine saklanmış kokusunu derin derin soluyordu.

 

"Hmm..."

 

"Şu gözlerine sağlam kafamla bir kere daha bakayım mı?"

 

"Ne?"

 

"Gözlerin diyorum. Doğru düzgün bir kez daha bakayım."

 

Geriye çekilip, sıkıca tuttuğu ellerimizden ayıramadım bakışlarımı.

 

"Yeşil değil artık."

 

"Kaldır bi başını, hadi."

 

Gözlerimi, ellerimi sıkan ellerinden ayırıp, zift karası harelerine doladım. İçli içli baktı. Uzun uzun seyretti yüzümün her santimini. Onu bulalı bir haftadan fazla olmuştu. Yanından ayrılmamış, gözümü üzerinden hiç ayırmamıştım. O da ilk ayıldığı gün dışında bana uzak davranmamıştı. Dilediğimce dokunmuştum. Öpmüş, kokusunu solumuştum. Ama böyle baktığında verdiği şu his var ya...

 

Değerini ölçecek kelime yoktu. Onun nazarında cennet benim yeşil gözlerimde saklıydı. Hiç bir renk gözlerinin karasının hakkını veremezdi halbuki.

 

İç çekti önce. Hiç gözlerimden kopmadan sıkıca tuttuğu elimi dudaklarına yaklaştırdı, parmaklarımı açıp avuç içimi ortaya çıkardı. İlk derince kokladı sonra ise köz ateşiyle ısıtan bir öpücük bıraktı. O gözler bunları yaparken bir an bile ayrılmadı bakışlarımdan.

 

"Allah biliyor, el kadar kızken aklımı çelen yeşil gözlerindi. Ben böyle bir yeşili görmedim hiç bir yerde. Sonra senden gelen bir bandanaya takılıp kalmış bebek kokunla tanıştım. Of dedim kendime, ayvayı yedin oğlum. Ödül bekleyen itlere döndüm. Sonra bir videon geçti elime. Ah çektim, bu ne? Lan Alparslan bu nasıl kız diye diye milyon kez izlemişimdir. Sonra dedim ki tamam artık. Kokusu, gözleri, yüzü, minik beni, eli, ayağı, salınışı, bakışı... Aşık olacak bir şeyi kalmadı, buradan sonrası yok. Dahasının imkanı yok. Sonra ne oldu peri?"

 

Biraz nazlı biraz cilveli, çokça keyifli sesimle 'ne oldu?' diye mırıldandım.

 

"Benim hatunu bi bıraktım. Bi gittim geldim sonra ne gördüm? 'Bir yeşile tav oldun Alparslan, al sana evrendeki en nadide renkleri bir göze sakladım. Şimdi rahat rahat aşkımdan kafayı ye' der gibi gözüne yeşili, maviyi, kahveyi işlemişsin. 'Dur daha Allah belanı tam vermedi' der gibi bir avuç yıldızı da serpmişsin her rengin üzerine. Yeşil değil artık diye içleniyorsun birde."

 

Soluklanır gibi duraksadı. Dudaklarına yakın beklettiği avuç içimi tekrar öptü. Karnımın içinde sıçrayışı andıran bir heyecan koptu sanki. Devamın tüm vücudumu dolaşacağı, kabına sığmayıp her hücremde koşacağı bir heyecandı hemde. Canıma kastı bitmedi ama. Konuşup, korkularımı benden söküp alırken, gönlümü bahar çiçekleriyle donatmaya devam etti.

 

" Bu gözleri benden başkası görecek diye nasıl rahat uyuyacağım ben peri? Beğenmem diye birde plastik şeyler takıp geldin yanıma. Güzelliğin insan aklına zarar, nasıl gözümü çekeceğim üzerinden?"

 

Beni kendine doğru çektiğinde dudakları alnıma yaslanmıştı. Elim çıplak tenine sürtünerek vücuduna dolandı.

 

"Sen gelene kadar hep taktım ben lensleri. Hem beni sadece sen gör, daha çok beğen istedim hem de ölesiye korktum. Aklım düşmanlık edip değiştin dedikçe kalbim o seni sevmeyi ölse bırakmaz diye avuttu. Bazen kafamın içinde, yaşayacağın şoku düşünüp gülüyordum hâline. Gerçi asıl şoku ben yedim. Kimsin dedin bana. Bu kadın böyle bakacak mı bana diye tersledin."

 

"Yavrum bu sorunu aşmıştık hani. Hem sen böyle geçseydin karşıma ben sana aşık olurken diyemezdim kimsin falan. Bağlanırdı dilim. Streteji zekanı geliştirmemiz lazım senin."

 

"Bu yüzden hâlâ koynunda yatıyorum Alparslan. Hele bir 'şu kızı benden uzak tutun, benim karım falan yok' hallerine girseydin gösterirdim sana ben."

 

'Çok şansım varmış gibi' diye mırıldanışını duydum ama demedim bir şey. Uykum çoktu. Bütün gece gözümü kırpmamıştım. Sonra düştüğü hâli görüp dayak yemişten beter olmuştum. Bir gece daha yolunu gözlerken uykuyu düşünecek akıl bırakmamıştı bende. Göğsü sıcacıktı. Eli kolumu okşayıp duruyordu. Dudakları sık sık saçlarımı öpüyordu. Bende direnemedim. Uyudum, sonsuzluk gibi gelen çok huzurlu bir uykuda ne kadar zaman olduğunu bilmeden uyudum.

 

***********************

 

Uyanıp hastaneden çıktıktan sonra yuvaya geçtik. Duhan ve Barbaros konuşmak için özellikle yuva demişlerdi. Duhan'ın çalışma odasına çıktığımızda Veronica ve Şahin'in içeri alınmaması kaşlarımı çatmama neden oldu.

 

"Ne oluyor?"

 

"Siz anlatacaksınız ne olduğunu. Yeterince zaman verdik size."

 

Alparslan'la anlık bir bakışma geçti aramızda. Önden bir konuşsak iyi olacaktı aslında, böyle çok hazırlıksız yakalandık.

 

"Hayırdır Duhan! Başımıza dünya şey gelmiş, neyin sorgusu bu?"

 

"Sen önce bir sus Alparslan! Şifa konuşacak ilk olarak. Seni bulmamız için yeterli olan o madalyon ile başlayacak lafa."

 

Zihin bağından bahsetmiyoruz, ben halledeceğim...

 

Alparslanın sesi beynimin derinliklerinde yankılandığında hızlı bir nefes aldım.

İçim kaynar kazanlarda harlansa da yüzümdeki her mimiği dondurdum. Bunun başımıza geleceğini zaten biliyordum ben. Alparslanın dediğine uydum bende.

 

"Bunu bana Birliğin bir numaralı adamlarından biri olarak mı soruyorsun, dayım olarak mı?"

 

Duhan da tıpkı ben gibi ela- yeşil arası gözlerini buza çevirdi.

 

"Bu soru geldiğine göre Birliğin bilmemesi gereken bir şeyler dönüyor. Ben şu saate kadar geldiysem önünü ardını düşünmediğin bir hatayla heba etmem hiç bir şeyi. Ne çeviriyorsan bir bir anlatacaksın bana. Sonra makul olanları Birliğime aktarırım, ha olmayacak işlere kalkışıp umut diye bizi bekleyenleri hüsrana uğratacaksan baştan bileyim."

 

"Ben kimseyi hüsrana uğratma peşinde değilim ama sizin gönülden bağlı olduğunuz o Birliğe gerçekten itimat etmeli miyim bilemiyorum!"

 

Ağzım tekrar konuşmak için açıldığında Alparslanın sesi tekrar zihnimi sarmaladı.

 

Sakinleş. Duhanla aranı bozma.

 

İstemsiz kaşlarım çatılmıştı. Barbaros? diye karşılık verdim.

 

Dikkat edeceğimiz kişi o.

 

Bu söylediği bir an Barbarosa bakmama neden oldu. Tekrar Alparslanın sesi yankılandı.

 

Yüzünü düzelt. Elçiye dikkat edelim yeter.

 

Anlık Barbarosa değen gözlerim tekrar Duhana çevrildi. Aklım Alparslanın söylediğinde takılı kalmıştı ama kendimi toparlamam uzun sürmedi. Bu kez yalancı bir kızgınlıkla çattım kaşlarımı dayıma karşı.

 

"Şifa, önce sakinleş" diyen Barbaros, Duhan'da ki bakışlarımı kendi üzerine çekti. Şimdi rahatça onu tartar gibi izleme fırsatı doğmuştu. Alparslan Barbaros dememişti. Elçiye dikkat edilecek neyi olduğunu görebilecekmişim gibi yüzünden ayırmadım gözlerimi.

 

"Şu an gereksiz bir üstünlük yarışına giriyorsunuz. Birlik, hiç bir zaman senin üzerine basıp, kullanma amacı gütmedi. Neden böyle bir kanıya vardın bilmiyoruz ama tepkilisin. Bizi olan her şeyden uzak tutuyorsun. Dünkü Kerim'in bile uyanıştan sonra yaşadığın değişimden daha çok haberi var gibi. Seni rahatsız edeni söyle önce bize."

 

Barbaros saf bir güvenle bakıyordu bana. Onu görmemi ister gibi bile isteye çekmiyordu gözünü gözümden. Tedirgin hislerimi ehlileştirmek için bir kaç derin nefes aldım. Öfkenin bizi hiç bir yere taşımayacağının pekâlâ farkındaydım.

 

"Barbaros istedikleri şekilde yaşam mucizesini bedenimde hissediyorum. Gidip günlükleri de bitireceğim, muhtemelen zehiri de bulacağım. Ya sonra! Sonra ne olacak? Beni bir yere kapatıp, yapacakları anlaşmalar için kullanacakları deney faresi olmayacağımın kim veriyor sözünü?"

 

Aslında böyle bir düşünce kalmamıştı içimde. İçten içe beni bir zincirle kendilerine mahkum edeceklerini zerre kadar düşünmüyordum. Sadece böyle bir korkum olduğuna inanırlarsa dikkatleri başka yöne kayar umuduyla bir kuşku bırakıyordum ortaya. Bana eksik dozu tamamlama sebebimi, madalyonu ve en önemlisi neden gizli kapaklı yaptığımı sormamaları için başka sorular doğmalıydı.

 

"Sen böyle bir şeyi nasıl düşünürsün?" diyen Duhan'ın kükreyişi odayı doldurmasa hızımı alamayıp devam edecektim. Sözlerim Duhanı öfkelendirse de Barbaros da zerre rüzgar estirmemişti. Bana çok tuhaf bakıyordu. Sanki... Sanki ne diyorum, ne hissediyorum en iyi o anlıyormuş gibi içtendi bana bakış şekli. Niye bilmiyorum ama afalladım. Tıpkı Duhan gibi onun da öfkesini beklemiştim aslında. Duhanın hırslı nefesiyle, gözlerimi zorla Barbarostan ayırabildim. Şimdi yüzüm Duhana çevriliydi ama aklım Barbarosun bana bakış şeklinde takılı kalmıştı.

 

"Niye Duhan? Ben niye güveneyim onlara?"

 

Duhan öfkeliydi ama şaşkındı da. Güvensizliğim onu gerçekten büyük şaşkınlığa uğratmıştı.

 

"Onlar dediğin ırkın bekâsını korumak için kaç can yitirdi biliyor musun? Kimlerle, nerelerde adsız kaç savaşa giriyorlar haberin var mı? Ölüyorlar, mezarı olmuyor bir çoğunun. Sırf kanlarına duydukları aşk için. Vatan, bayrak bütünlüğü için kaç kişinin parçasını topladım ben. Bunları nasıl söylersin? Seni kullanacağımızı nasıl ima edersin? Kaç zaman oldu devayı hissedeli. Bir kişi senden talepte bulundu mu? Dokuz üssün liderinden her hangi biri kendi için istedi mi?"

 

Hırsını alamayışı, akmasa da dolan gözlerinden belliydi. Duhan hep çok sadıktı bayrağına, ırkına, görevine. Son sözleriyle Birliğine de bağı tokat gibi çarptı suratıma.

 

Kendimi yokladım. Ben bu saydıklarımdan yoksun muydum?Ülkeme, milletime, bayrağıma gönlüm benimde aşıktı. Ama Duhan bambaşka bir seviyedeydi artık. Her şeyini bu uğurda kaybettiği için o kadar kaybın bir neticesini görmek istiyordu. Bunu anlamıyor, hak vermiyor değildim zaten bende. Sadece temkinli olmak zorundaydım. Şu an tam olarak anlatamasam da tedbiri elden bırakamazdım.

 

Tam o anda beni anlasın istedim. Tartışarak, zorla değil kalbimi görüp benim korkumu hissetsin diye masaya olabildiğine yaklaştım.

 

"Duhan mesele vatansa o taşın altına elimi koymam sadece, bedenimi de iterim. Ben şehit anne babanın evladıyım. Annem başka çocuklar büyüyemeyecekleri dünyaya doğmasın diye her şeyinden vazgeçmedi mi? Ben de bir kadınım Duhan, bir anne başka insanların selameti için kendi çocuğundan nasıl vazgeçer? Bunu yapan annenin imanını, inancını düşünecek güçte değilim hâlâ. Babamdan bahsederken hepinizin sesi titriyor. Ben görmediğim babamın gururunu göğsümde madalya gibi taşıyorum. Herkesi, her şeyi geçsem sadece anne ve babam inandı diye gözüm kapalı Birliğe sadakatle bağlanırım.

Mesele bu değil. Mesele yirmi üç yıl önce annemi, babamı ve bir çok kişiyi öldürenler hâlâ içinizdeyse ve ben kendi elimle onlara devâyı teslim edersem ne olacak? Bahsederken sesinin titrediği o kayıplarımız ne olacak Duhan?"

 

Duhanın kaşları çatıldı. Gözü Alparslan ve benim aramda dolaştı.

 

"Bir ihtimal diyorduk ama siz ikiniz eminsiniz! Birlikten değilse bile ihanetten..."

 

"Alparslan'ı nasıl alabildiler Duhan?"

 

Bir an durdu. Bunu düşünmeyecek, sorgulamayacak aptallıkta bir adam değildi Duhan. Alparslan'ın cümleleri de beni tastikledi.

 

"Duhan ben hep beni bulduğunuz yerde değildim. Bir kaç kere yerimin değiştiğini düşünüyorum. Bilincim genelde yerinde olmadığı için net bir şey diyemem ama kokular farklıydı. Uyanık olduğum kısımlarda bir iki kere fark ettim. Havanın kokusu farklıydı. Genelde soğuktu ısıtıcılara rağmen ama bir kere uyandığım depo yağış ısısındaydı. Kaldığım depoların şekli, boyutu hep aynı olduğu için tam bir çıkarım yapamayacak durumdaydım."

 

Neler yaşadığımızı anlattığım gece özellikle bu durumu konuşmuştuk. Güneş, onu bulamayacak güçsüzlükte değilken nasıl olurda ölecek hâle gelirken bulabilmiştik? Ama bizi asıl arafta bırakan Kerimin bir kaç saniyelik aralıkta Alparslana fısıldadığı cümleler olmuştu. Alparslan bunu bana söylediğinde öylece kalakalmıştım.

 

Alparslan ona bakan iki adamdan ayırmadı gözünü.

"Burdan ayrılırken bir hain olduğuna emin olarak çıktım. İz sürmek için bir planım vardı. Bize ait, sadece en üstün bileceği bilgilerden haberdarlar. Ama Şifanın kimliğiyle ilgili hiç bir şey yok ellerinde! Benim hakkımda Birlik ne biliyorsa onlarda biliyorken Şifa sofır noktasında. Öğrenemedikleri için mi yoksa muhbirleri özellikle Şifayı sakladığından mı?"

 

Alparslan kaşlarını olabildiğine çatmıştı. Son söylediğiyle benimde kaşlarım çatıldı. Henüz özel olarak konuşmamıştık. Ne düşünüyor bilmiyordum.

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

Barbarosun tek düze sesiyle gözlerini bile kırpmadı.

 

"Bir şey var! Bu bir ihanet değil. Beni adadan nasıl bu kadar kolay çıkardınız?"

 

Barbaros ne gözünü kırpıyor, ne de bir saniye bile Alparslandan bakışını çekiyordu.

 

"Kolay çıkmadın ordan! Çelik Vatozu riske sokarak aldı Kerim seni. Ülkenin en güçlü, gizli silahı ifşa oluyordu."

 

"Ada boşmuş Barbaros!"

 

"O adalar yıllardır boş. Eğitimli askerlerle doldurulsa dikkat çekerdi. Mantıklı davranmışlar."

 

"Sen nerdeydin?"

 

"Elçi olarak verilen başka bir vazifeyi yerine getiriyordum. "

 

"Projenin CUNTOS'u alınmışken mi?"

 

"Birliğin tek projesi siz değilsiniz."

 

Seri bir şekilde Alparslan sorular soruyor, Barbaros bir an bile düşünmeden cevap veriyordu. Söylediği her şeyde çok haklıydı. Duhanın bahsettiği maden projesi ne durumda bilmiyorduk mesela. Benim gibi Alparslan da bu noktada kalakaldı.

 

"Avukat? Orda durum ne, madeni saklayan bilgiye erişildi mi?"

 

"Henüz değil ama çok yaklaştı."

 

"Sen ne durumdasın?"

 

"Arıyorum..."

 

Alparslan kurumuş dudağını yalayıp geriye doğru yaslandı.

 

"Elinde hiç mi bir şey yok?"

 

"Var..."

 

Neden bahsettikleri hakkında hiç bir fikrim yoktu. Sadece sûkutla bitirmelerini bekliyordum.

 

"Ne buldun?"

 

"Senin yetkin dahilinde olmayan bir kaç şey!"

 

Bu keskin uyarıyla Alparslan başını ağır ağır salladı. Sonra olabilecek en sakin şekilde Duhana çevirdi gözlerini.

 

"Avukat hakkında elinizde olan her şeyi istiyorum. Dediğin gibi o artık benim sorumluluğumda. Atilla Saruhanlı ve Tarık Yıldıraydan ne kaldıysa elimde olacak. Zehir meselesini çözer çözmez maden için harekete geçiyoruz."

 

 

Bir süre daha bu konu üzerine tartıştılar. Maden ve projenin paralel yürütülmesi konusunda hepsi aynı fikirdeydi. Kerimlerin durumu hakkında sorduğum sorularsa askıda bırakıldı.

 

 

Ben bir an önce bu odadan çıkmanın derdindeyken Duhanın keskin bakışları yine bana çevrilmişti.

 

"Veronica ile yaptığını anlat! Eğip bükmeden yap bunu. Günlüklerin içine saklanmış eksik dozu buldun, tamam. Bir delilik anında kendine enjekte ettin bunu da kabul ettik. Sonrasını, etkisini geçiştiriyorsun. Söyle!"

 

Bunun cevabını almadan yakamdan düşmeyeceğine emin olduğum için daha fazla direnemedim. Sözcükler öylece çıktı dudaklarımın arasından.

 

"Ben uyanıştan sonra Alparslan'a ait bağı çok daha güçlü hissediyorum. O da öyle."

 

"Nasıl bir güç bu?"

 

" Kalp atışlarını hissedebiliyorum."

 

"O madalyonu nasıl çizebildin? "

 

Yutkunmak zorunda kaldım. Allah'ım buna cevap veremiyordum işte. Versem başka bin tane daha soru gelecekti peşinden. Alparslan'a çevirdim bakışlarımı. Kurtarması gerekiyordu beni. Bana hiç bakmadan benim yarım bıraktığım cümlenin devamı gibi konulmamızın arasına girdi.

 

"Bilinç altımız birleşti."

 

"Dopru düzgün açıkla Alparslan!"

 

"Aynı rüyaları görüyoruz, birbirimizin hislerini hissediyoruz. Birbirimizin kalp atışını duyabiliyoruz."

 

Birine bir yalan söyleyecekseniz gerçeğe en yakın olanını seçeceksiniz. Yoksa çok açık verirsiniz. Alparslan'ın açılan ağzıyla dehşete düşen kalbim ne yaptığını anlamam üzerine rahatladı. Rüyalarımız, hislerimiz, nabzımız ortaktı. Bunu söylerken hiç bir tereddütü yoktu ama eksikti. Zihnimizin ortaklığı bu cümlelerin içinde sır olarak kaldı.

 

"Ben uyurken gördüm o madalyonu. Biliyorsunuz Şahin, Veronica'da vardı. Alparslan sürekli gördüğü için hissel olarak bilinç altım bir anlık rüya olarak zihnimde canlandırmış olabilir. O ara zaten ne dense ip ucu sayacak kafada olduğumdan o ihtimale tutundum, boş da çıkmadı."

 

Gözleri hala şüpheli baksada inandıkları belliydi. Üstelik yalan da değildi söylediklerimiz sadece eksikti.

Bir şeyi fark ettim biz konuşurken. Barbaros gerçekten görünenden öte bir adamdı. Duhan'ın düşünmediği yada şu an için ertelediği kısım gözüne çok batıyordu. Sürekli "neden uyanışla beraber bağın gücünün de genişlediğini" sorup, kendince çıkarımlar yapmaya çalışıyordu.

Ve kalbime indiren cümleleri oldu.

 

"Herkes sorgusuz doktora güveniyor ama belki de ilk onu sorgulamalıydık. CUNTOS plansız intiharıyla karanlık tarafta kaldı. Ama bir sadece CUNTOS konusında değil bağın genişleyecek gücünden de habersiz bırakıldık. Neden?"

 

Buna kimsenin verecek bir cevabı yoktu. Barbaros da cevap beklemiyordu galiba. Zira bıçak keskinliğindeki sorusundan sonra bir süre susmuş ama planlama hakkında konuşmaya devam etmişti.

 

Uzun süre o odada nedenleri, sonuçları tartışıp durduk. Beni ve Alparslan'ı sorgulamayı bıraktıktan sonra Barbaros'un üzerindeki baskıdan bahsedildi. Papa'ya giden yol olarak kullandıkları kardinal üyesi her türlü anlaşmaya hazır haber bekliyordu ve Barbaros bu karmaşada yeni bir görüşme ayarlayamamıştı. Papa'nın sağlık durumu da artık oldukça kötüye gitmeye başlamıştı. Duhan Umut'a gidip biran önce günlükleri tamamen deşifre etmemizi ve işe yarayacak en küçük bilgide haberdar olmaları gerektiği üzerine nutuklar çekip durdu.

 

Bu kadar yaklaşmışken, ellerine bu kadar düşmüşken böyle bir fırsatı kaçıramazlardı. Ama amacı dünyayı kendi asasının altında toplamak olan bir inanışı da başı boş bırakamazdık. Bize sundukları sınırsız çek devâya ulaştıkları an bitecekti.

 

Duhan uzun uzun içimdeki tereddütleri yok edecek bilgiler verdi Birlikle ilgili. Hiç bir zaman kullanılma amacı güdülmediği üzerine konuştu. Duhan yılların tecrübesiyle emindi bağlı olduğu Güneş'e. Hiç bir zaman birilerini maşa yaparak, amaçları için ellerini kirletmemişlerdi. Hiç bir müridini ölü yada diri geride bırakmamış, ırkın korunuşu ve yükselişi için asla kendi kanına ihanet etmemişti. Ama tarih yalancılarla doluydu ve Güneş'te yirmi üç yıl önce ihanetten nasibini almıştı. Şimdi çok daha tedbirli, çok daha sağlam adımlarla ilerlerken bizi dibe çekecek her ihtimalin üzerinden geçilmesi en mantıklı olanıydı.

 

Duhan'ın gözlerinde gördüm, o bir daha düşmeyecekti o çukura. Eğer bir açık varsa kan nereden sızıyor bulacak ve yakarak yarayı dağlayacaktı.

 

Alparslan ile ertesi gün Güneş'e ait bir helikopterle Umut'a geçmeye ve uzun süre orada kalmaya karar verdik. Ama kısıtlı olan şu zamanımızda evimizde olmak istiyordum.

 

Birbirimizle geçirilecek zamana çok ihtiyacımız olduğunu biliyorduk fakat zaman daraldığı için böyle bir lüksiyata giremedik. Tüm geceyi evin muhtelif yerlerinde sarılarak, öpüşerek, konuşarak geçirdik. Aklıma gelebilen her detayı anlattım en baştan. Doktor gibi düşünmek için kafa kafaya verdik sürekli. Barbarosun sorusunu defalarca tekrarladık. Alparslan bir hainin varlığından bu kadar eminken neden düşünceleri değişti uzunca anlattı bana. Söylediği her şey o kadar mantıklıydı ki tesadüf diyemiyordum. Bunları da sıraya sokmamız gerekti. Listenin en üstünde zehir vardı şu an için.

 

Ne olursa olsun devayı güvende tutacak o zehiri bulmak zorundaydım. Ve tıpkı eksik dozun saklanışı gibi zehiri günlüklerde aramamız gerektiğine adımın Şifa olduğu kadar emindim.

 

Sabahın ilk ışıklarıyla da Umut'a geçtik.

 

Tüm hayatı Güneş olan adam, aynı özenli haliyle karşıladı bizi. Ama beni asıl şaşırtan Alparslan'a da sıkı sıkı sarılması oldu. Genel olarak çok resmi, sayılı anlar dışında oldukça otoriter biriydi babamın silah arkadaşı. Ama Alparslanın sırtını okşayarak sarılan adam bir evlada sarılır gibi içtendi. Duhanın bahsettiği sadakati gördüm gözlerinde. Birliğine olduğu gibi o birlikte befes alan herkese csnı gibi bağlıydı Gökay Turan. Ve bambaşka bir soru daha canlandı zihnimde. Birliği mükemmel bir şekilde idare ediyordu şu an için ama zaman onun için de işliyordu. Böyle bir düzeni bozmamak için neden devâmdan bir parça talep etmemişti? İstikrarın bozulmamasını öne sürerek böyle bir talebi olsa kimse kötü karşılamazdı. Gerçekten Birlik liderlerinin hepsi kendi nefislerini sonsuz yaşam ihtimaline karşı bile mi eğitmişlerdi?

 

 

************

 

 

 

Gökay Turan ile odasında uzun uzun konuştuk. Tüm ülke liderlerinin katılacağı bir toplantı ayarlandı. Özellikle benimle tanışmak için hepsi çok sabırsızmış. Oldukça makul isteğine karşı çıkılmadı.

 

Umut'a geliş amacımızı gerçekleştirmek için Zuhur'un eşliğinde günlüklerin yanına girdik. Zaman kıymetliydi. Çünkü şu an en çok ihtiyacımız olan tek şey zamandı. Papa ölmeden yarışmamız gereken zaman...

 

 

Alparslan, onun için önceden hiç bir şey ifade etmeyen dokumalara artık çok farklı bir gözle bakıyordu. Sürekli günlüklerin dilini nasıl çözdüğümü aklı almıyordu. Dudakları aynı cümleyi tekrarlayıp durdu 'Hangi akıl renklerden ve ilmek sayılarından yeni bir alfabe oluştururdu ki?' 18.Bileşenin eksik dozunu yıllarca saklayan hamsa dokumasından ayrılamadı bir süre.

 

Benimle olan bağı bir gözün içerisindeki küçücük bileşenle mümkün kılınabiliyorsa zehir çok da uzakta olamazdı. Doktorla aramda kalan tek bağ günlüklerken zehir de buraya gizlenmiş bizi bekliyor olmalıydı.

 

Altı gün başka hiç bir şey düşünmeden, birbirimiz hariç kimseyle iletişim kurmadan sürekli günlükleri inceledik. Elimizdeki yedi elif dokumasını defalarca yapılan tekrarlarla bitirdim. Beklediğim gibi beni şaşırtmadı doktor. Her cümle yine sırlıydı.

 

Şifa zehire muhtaç, zehir şifaya tutsak...

 

Üç yerde geçen ortak cümle durup durup beni kendine çekiyordu. Alparslan sayesinde ceduceus, hamsa üzerine olan tüm efsaneleri, söylentileri, mitleri araştırdık. Sürekli bir şeyler okumaktan artık algı mekanizmam çökmek üzereydi. Beynimizle beraber vücudumuz da çok yorulmuştu. Sürekli günlüklerin bulunduğu kısıma uyum sağlamamız için oksijen tüpü ve koruma kıyafetleri bedenimize zarar vermeye başlamıştı.

 

"Bu günlük yetmez mi peri? Gözlerim yanıyor. Gidip uyuyalım."

 

Elimdeki kitap 1884'e ait ansiklopedi haline getirilmiş bir günlüktü aslında. Ceduceus ve yılanları için almıştım ama o zamanın şifacısı olarak yaşamış bir adamın kendi için aldığı notlardı.

 

"Neye bakıyorsun öyle?"

 

Elimdeki kitabı kaldırdım.

 

"İlginç bir şey. Dikkatimi çekti."

 

Gelip yanıma otırduğunda kapağını inceledi ilk. Sonra ise elimin auraç görevini gördüğü sayfayı araladı.

 

"Dikkatini çeken ne?"

 

"Bir şifacı. Anıları düzenlenip, kştap haline getirilmiş."

 

Okuduğum kısımlar içerisinden şifacı hakkında öğrendiklerimi paylaştım. Ölümüyle yanında eğitmek için aldığı kimsesiz bir çocuk notları derleyip kitaplaştırmıştı. Zaman içerisinde de farklı dillere çevrilerek dünyanın farklı yerlerine dağılmış bu muazzam esere dönüşmüştü. Ama benim ilgimi çeken kısım burası değildi. Beni içine çeken kısım yılan sokulması sonucu ona getirilen bir genç kızın tedavi sürecini anlatışıydı. Ailesi ölümünü kabullenip bırakıp gitmişti çünkü kapkara bir yılan tarafından sokulmuştu ve ısırılan bölge bir kaç dakika içerisinde kangren olur gibi kararmaya başlamıştı. Zaman ilerledikçe karartı genişliyordu. Şifacı kızın güzel yüzünün ölümle solmasını istemediğinden panzehir arayışına girmişti. İnsanlardan kızın sokulduğu bölgeyi öğrenip o yılanı yakalamak için köyden genç erkeklere beslediği hayvanlardan birini vermeyi teklif etmişti. Kısa sürede kalın keçe çuvalda siyah yılan evine getirilmişti. İnsanlar için hazırladığı afyon ruhu benzeri bir uyuşturucuyla yılanın bilincini kaybetmesini ama ölmemesini sağlamıştı. Zaman ilerledikçe kızın kanlı kusmaları, nefes almakta zorlanması artmıştı. Şifacı umudunu yılana bağlamıştı. Dişlerinin içinde gizlediği zehiri cam bir şişeye koymuş sonrada bıçağıyla yılanın sert pullu derisinde bir yarık açmıştı. Yarıktan sızan kanı zehire karıştırmış ve kızın kanından bir kaç damlayı yılanın zehirli kanında bekletmişti. Yılanın kanı ve zehir birleştiğinde ortaya çıkan simsiyah sıvı kızın kanı karıştığında durulmuş, rengini yavaş yavaş kaybetmeye başlamış ve beklediği süre dolduğunda ortada ne zehrin siyahı ne de kanın kızılı kalmıştı. Panzehir su kadar berrak ve temizdi. Durumu git gide kötüleşen kızın ağzına damla damla kırk gün verdiği panzehir sayesinde öldü diye bırakılan kız cana gelmiş ve gökyüzü kadar mavi gözlerini açmıştı. Şifacı tuttuğu notlarda 'ona bir ısırıkta cehennemi veren yılandı. Kırk gün ölüm çukurunda savaşan mavi, yine o yılanın zehri ve kanıyla gökyüzüne bakabildi.' demişti.

 

"Güzel bir hikaye. Keyif verici bir yanı var."

 

"Öyle..."

 

 

Bir hikaye olarak anlatılması, dinlenilmesi çok keyifliydi gerçekten. Ben bir hikaye olarak görebilsem tıpkı Alparslan gibi düşünürdüm okuduklarımı. Bir hikaye deyip geçebilirdim beşki de.

 

Ama doktor bana "kara yılanın koynundaki sırrı çıkar" demeseydi. Eliflerini tek tek sıraya bunun için dizmeseydi. Zihnimin içerisinde çınlayan ses, eliflerin bana söylemek istediği sır ve kap kara bir yılana bakarken düşündüğüm adam okuduklarımı bir hikaye olarak algılamama izin vermiyordu. Öylece gözlerim Alparslanın zift karası gözlerinde asılı kaldı.

 

"Dinlenmelisin. Çok yorgunsun perim."

 

Fısıltısı tenimi okşadı. Ben hâlâ onun kara gözlerinden kopamamıştım. Bir delilik ihtimalinde koşan aklım, gerçekten çok mu yorulmuştu yoksa.

 

"Dinlenmeliyim..."

 

Yemeğimizi yediğimiz de ve uyumak için odamıza çekildiğimiz de bile aklım çıldırmış gibi çalışıyordu. Yaşadığımız her şeyi tekrar gözlerimde gezdirdim. Prag da Umay'ın anlattıklarını, annemi, babamı, uyanışımı, devâmı her şeyi film izler gibi düşündüm. Her şey gözümüzün önündeymiş. Biz o kadar körmüşüz ki bunca yıl zehir yanı başımızdaymış.

 

Tüm gece gözlerime uyku girmedi. Doktorun sesi zihnimde çınlamaktan bir an bile vazgeçmedi. O da yetmezmiş gibi Alparslan'a yapılan zulüm beni bir an bile bırakmıyordu. Ne zaman sorumluluklarımdan uzaklaşacak olsam, ne zaman Alparslana uzun uzun bakacak olsam yaşadıkları tekrar çarpıyordu suratıma.

 

İçim kor alevlerle yanıyordu intikam diye. O bir an bile olmadığı zamana dair tek kelime etmiyordu bana. Ama ben zihninden çekip aldığım anılarda boğulmadan nefes alamıyordum. Çıldırtacaktı bu his beni.

 

Gün aydığında ve zifir karası gözler açılıp onu izleyen gözlerime daldığında sesi çıkmadı bir süre. O geceden beri bunu o kadar sık yapıyordum ki alışmıştı. Ben onu seyrediyordum o sûkutla bana izin veriyordu.

 

Nefesi düzenliydi, gözleri açık olmasa uyuyor diyebilirdik. Ama öyle berrak bir bakışı vardı ki bana ölüyordu her hücrem o diye. Zaten kabına sığmadan atan kalbim, varlığıyla iyice zıvanadan çıkıyordu.

 

"Yapma..."

 

Boğuklaşmış sesi uykudan arınmamıştı hâlâ. Cevap vermedim.

 

"Bunu kendine yapma, bana yapma. Unut! İçini irinli bir acıyla dolduruyorsun, çık o sudan artık."

 

Dudağımda eğreti bir gülümseme filizlendi. Bunu istemediğimi mi düşünüyordu acaba? Belki de haklıydı.

 

"Olmuyor..."

 

"İstersen olur."

 

Elim çıplak göğsünde, sol kaburgasının altında bir zamanlar bakamayacağım kadar kötü olan yaraya gitti. Şimdi o izden esame kalmamıştı ama ben onda açılan her yarayı küflü bir bıçakla zihnime kazımıştım.

 

"Unutamam, unutmam Alparslan! Senin de unutamadığın gibi. Ama en çok gözünden süzülen o yaşı unutmayacağım. Zihninde silinirken, o denizin dibinde çektiğim acı unutturmaz hiç bir şeyi bana."

 

"Böyle mi yaşayacaksın yani? Uyuduğun kısıtlı zamanda bile elimi sıkı sıkı tutuyorsun Şifa, sürekli uykunda sıçrıyorsun, elin yatakta boş bir yere çarpsa tüm uykun çekilip gidiyor. Paniğin, korkun beni bile uyanadıracak kadar güçlü. Nefesimi sayıyorsun. Üstündeki baskı çok güçlü, böyle için rahat edecekse sesimi çıkarmayım diyırum ama bu mu kendine reva gördüğün?"

 

"Yaşadığının, yaşadığımızın acısını onlardan almadan olmaz!"

 

Yatakta doğrulup beni de kucağına çekti. Kolları belimi acıtacak kadar sıkıyordu beni. Gerçi bu bana safi zevk veren bir eylemdi.

 

"Ne yapılacaksa beraber yapacağız. Ama bu süre de kendine verdiğin eziyeti keseceksin. Sana ne oluyorsa bana da o oluyor unutma. Canımı yakıp durma!"

 

Sözleri tokat yemişim gibi hissettirdi. Aldığım nefes bile düğüm oldu ciğerlerime. Ona zarar mı veriyordum ben? Yapmazdım ki! Canımdan öte sevdiğim adama kıyamazdım. Boynuna sarılı kollarım gevşedi, kalkıp elimi yüzümü yıkamak, biraz kendime gelmek için çaba harcaman lazımdı.

 

Kucağından kalkmak için hamle yaptığımda daha da sıkı kavradı kolları beni. Başı boynumda nefeslendi. Bana biraz zaman veremez miydi? Ağlamak istemiyordum ama tutamayacaktım da kendimi. Bıraksa beni, biraz yalnız kalsam toparlanırdım işte. Niye bırakmıyordu?

 

"Ben bir sana yanarım, bir senin için yakılırım derken laf olsun diye demedim peri. O kollarını geri dola boynuma. İçini sızlatan, beni kavuran kırgınlığı sil at. Sen üzülme, sana bir şey olmasın diye seni bile parçalarım ben. Benim perimin canını sen bile yakamazsın."

 

Hıçkırığım genzimi parçalayıp çıktı ama kollarım da sözlerine itaat edip boynuna dolandı. Şımarıklık mıydı bu bilmiyorum ama ondan gelen hafif bir söz, bir kaş çatış bile ölüm gibiydi benim için. Kimseye yapamadığım çocukluğu, nazlanmaları hayattaki tüm yıllarım boyunca onun için saklamış gibiydim. Aşk gerçekten insanı çok aptallaştırıyordu.

 

Tenime dokunan dudakları masum öpücüklerini bırakıp daha tutkulu hâle bürününce karnımın içinde kıvranan devâm sancılı bir zevk veriyordu bana. Alparslan öpücüklerini ıslak diliyle değiştirdiğinde eli de karnıma gitti.

 

"Sana dokunmama belki de senden fazla deliriyor. Bu nasıl bir şey peri?"

 

"Bilmem ona sormalıyız, belki de bana daha fazla dokunmalısın. Onu mutlu etmeyi seviyorum."

 

Bir anda yer değiştirip sırtım yatakla bütünleştiğinde elleri üzerimdeki askılıya gitti.

 

" Bazı şeyler temel ihtiyaçtır peri. Şimdi izninle hem onu hem de ikimizi mutlu edeceğim... "

 

 

*****************

 

 

Saatler sonra odamızdan çıkıp günlüklerin bulunduğu kısma geçtiğimiz de düşünceli gözlerle ceduceusu izleyen Alparslan'a baktım. Elimdeki zehirle ilgili çıkardığım kelimeleri ve şifacının kitabında ilgimi çeken kısım için aldığım notu yan yana koydum. Tüm gecemi Alparslanı, ona yapılanları, bana duyduğu aşkı düşünerek geçirmiştim. Ama sadece bununla kalmamıştı düşüncelerim. Sabahki zayıf ruh halimi besleyen çok daha büyük bir his, bir ihtimal beni alaşağı ediyordu. Kaçamayacağım, saklanamayacağım ve en önemlisi yok sayamayacağım o ihtimalin gerçekliğinden emin olmak için tüm cesaretimi topladım.

 

Alparslan bakışlarını bana kilitlediğinde ne yaptığıma dikkatle bakıyordu. Kağıtlar camın üstünde yan yana beklerken ceduceusun yanına yürüyüp cam kapağı ileri doğru ittim. Kamerların etkisiz hâle getirilmesi yada Zuhur önemli değildi. Zehiri kimseden saklama planımız yoktu zaten. Üstelik zehire ulaşmak bizi aşan bir işlem gerektiriyordu.

 

Alparslan kısılı gözleriyle beni incelerken yanımda getirdiğim ince uçlu cımbıza benzeyen aparatla siyah yılandaki düğümleri tek tek incelemeye başladım.

 

"Ne yapıyorsun?"

 

Ona bakmadan ilmekleri incelemeye devam ettim.

 

"O iki kağıda dikkatli bak."

 

Beni ikiletmedi yada başka bir soru sormadı. İlk şifacının yaşadığı tecrübeyi okudu. Sonra da defalarca okuduğumuz doktorun zehir tarifesini mırıldandı. Kafası kağıtlardan kalkıp bana baktığında yüzündeki koruma kaskı yüzünden tam ifadesini göremedim. Ama zift karası irislerdeki parlama milyonlarca uzaklıktan bile belli oluyordu. İncelediğim için bedenim eğimliydi. Birbirimizi net görebilmek için ona yaklaştım. Dudaklarım kıpırdamadı ama zihnim ona ulaştı.

 

Şifa zehire muhtaç, zehir şifaya tutsak...

 

Alparslan zihnine fısıldadığımı tıpkı benim gibi zihnimin gizinde mırıldandı.

 

Şifa zehire muhtaç, zehir şifaya tutsak...

 

Onaylar gibi ağır ağır başımı salladım.

 

"Elindekini sesli okusana Alparslan..."

 

Dün günlüklerden çözüp sıraladığım son kelimeleri bir kağıda yazmıştım. Alparslanın okumasına hazır olmadığım, kendime bile sesli söyleyemediğim cümleler saklıydı.

 

"İçine bir şifa gizledim ama zehiri siz şekillendireceksiniz. On sekiz bileşenle şifana seni hazırlarken zehirin yuvasını da oluşturdunuz.

Size kara bir yılanın koynunda zehiri bırakırken o zehire bir de koruyucu bırakıyorum. Şifa içinde, zehir içinde."

 

Mırıltı şeklinde okuduğu satırlar bende olduğu gibi onda da yerine ulaştı. elindeki kağıtta asılı kalmıştı bakışları. Konuşmasını beklemeden arayışıma devam ettim ve sonunda aradığım ip ucunu buldum. Kara yılanın dişlerinin tam ortasında ilmeklerin arasına saklanmış ipin ucunu çekmeye başladığımda bir örgünün sökülen ilmekleri gibi dokumadan ayrılmaya başladı ip. Yılanın dişleri, dili, başı ve kılıca sarılı ilmekler söküldükçe kılıcın hakimi beyaz yılan oldu. Kara yılan ise hiç orada var olmamış gibi sökülüp bir ip yığınına dönüştü.

 

Doktorun dokumalar için kullandığı ipi ve zemini en başından beri hep merak ettim. Lifli bir kumaş ve ip olamayacak kadar sertleşmiş ve kalın bir yapısı vardı. Küçük birer örnek alıp Veronica aracılığıyla laboratuvar incelemesine gittiğinde zemin için kullanılan ve elifleri oluşturan maddenin ceylan derisi olduğunu öğrenmiştim. Sadece ceduceus farklıydı. Kılıç da dahil beyaz ve siyah yılanların derisi ip inceliğine getirilip dokunarak şekillenmişti. Kara yılan ise üzerine düşeni yapmış ve kalın pullarının altında zehiri harekete geçirecek molekülleri saklamıştı. Donmuş moleküller yirmi üç yıldır çözülüp amaçlarına hizmet etmeyi bekliyorlardı.

 

Alparslan camın yüzeyine dağılan, bizim ip sandığımız ama aslında yılan derisinden oluşturulmuş zehir moleküllerine baktı.

 

"Gökay Turan'a haber verelim Alparslan. Tüm Birliği ve zehiri ortaya çıkaracak Prag ekibini toplasın."

 

Neler olduğunu artık biliyordu CUNTOS. O hiç bir zaman benim kan bankam olmamıştı. O hiç bir zaman devâm için alınıp eğitilmemiş, DNA'ları şekillenmemişti. Sır gibi saklanan hiç bir zaman şifa olmamıştı. Doktorun ölümüyle karanlıkta kalan zehir sonunda aydınlığa ulaşmıştı.

 

Kara yılanın koynundan çekip aldığım zehir moleküllerine ulaşmıştık. Şifayı güvende tutacak, onu kötü amaçlar için kullanmak isteyenlere pranga vuracak koruyucu sonunda ortaya çıkmıştı.

 

Kanıyla molekülleri harekete geçirecek zehri var etmek için yıllardır uyuyan bir ben değildim.

 

Devâma karışacak olan zehirin bekçisi CUNTOS'tu...

 

Bölüm : 03.05.2025 01:43 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
ORENDA / ŞİFA / Zehire Yuva Olan Koruyucu
ORENDA
ŞİFA

51.03k Okunma

6.36k Oy

0 Takip
47
Bölümlü Kitap
Feda Edilmiş Hayatların MucizesiÇaresiz Bir Acıyla Sınanmış KoruyucuUmut İçin Serpilen KüllerHarabeler ve HazinelerKatrana Bulanan KabuslarSır Sarmalın Boğulan YaralarKalbe Çarpan Sözsüz KelimelerKanatlara Vurulan PrangalarDudaklara Hapsedilen DualarCerehatı Boşaltılmamış AnılarAvuçları Kan Kokan KadınDurgun Sulara Atılan Minik TaşlarGayya Kuyusunda Kısılan RuhlarÇınarın Sakladığı Balta İzleriSaç Tellerinden Parmak Uçlarına Akan ÖzlemKilidini Arayan SandıklarBuza Teslim Olan KorDişlerinden Damlayan Kanın KıyametiGökkuşağının Renklerine Kuşanan TenKurumuş Dallarda Açan Kiraz ÇiçekleriYıkım Zannedilen ZaferlerIşığın Lütfuyla Zırhlanan BedenlerAf Diye Kıvranan GünahlarKöz Kızılıyla Perçinlenen HasretA-bı Hayat ile Taçlanan VuslatÇığlıkların Ardından Gelen FısıltılarDışardan Vurulan Kilitİlmek İlmek İşlenen GeçmişSabırla Dövülen Umutla Bekleyen EmanetZamanın İçinde Kaybolmuş AşkOluk Oluk Kanayan NinniUmulmayan Taşların Açtığı YaralarKara Yılanın Koynundaki SırArafta Sürüklenen ZevahirVolkanın Doğurduğu Ateş ÇiçeğiGaflet Uykusunun Son DemiKaburgasından Sökülerek Alınan Nabza YeminKırık Kanadıyla Umuda Uçan KuşÇare Diye Figan Eden AğıtZulmün Kıyısındaki ArayışSancılı Bir Bekleyişin KöleleriKalbin Önünde Diz Çöken AkılZifiri Ummanda Saklı Kanlı HazineZehire Yuva Olan Koruyucuİntikam İçin Zaman Sayan CesetlerKırağı Vurmuş Aklın SakladıklarıÇığdan Önceki Dingin Huzur
Hikayeyi Paylaş
Loading...