Yeni Üyelik
42.
Bölüm

VİSAL & DİLHUN

@orenda


Selam yavru kuşlar, bu bölüme büyük bir coşkuyla girmek isterdim ama ülkemin yaşadığı zor günler belimizi büküyor.

Benim hayalim, emek emek büyüttüğüm, gecemi gündüzümü verdiğim Şifa ve Ziyanın gerçek olduğu bir dünya diliyorum. Zalimlerin hak ettikleri cehennemde kahrolduğu bir dünya.

Teröre lanet olsun! Terörü besleyen her kimseye lanet olsun. Yapılan saldırıda şehit düşen her bir canımız için yüreğimiz yangın yeri ama vatan bağımız baki.

Umarım bu bölüm azıcık da olsa gerçeklikten sizi alır götürür ve iyi şeyler hissettirir.

Bölüm içinde sık sık adı geçen Çelik vatozu bırakıyorum alta. Kendisi hiç bir radara takılmayacak şekilde tasarlanmış suyun olduğu her yerde yeri olan kıymetli bir silahtır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Korhan Ahuyu belinden kavrayıp, ayaklarını yerden kesti. Ağır adımlarla ardındaki ikili koltuğa kadar bu şekilde taşıdı. Ahuyu bir bebeği uyandırmaktan korkar gibi naifçe koltuğa bırakıp, önünde tek dizini kırarak çömeldi.
Ahunun kendi elleriyle berelediği yüzüne, darmadağınık saçlarına baktı. Yaralar kendi teninde açılmış gibi yandı canı. Sol ayağını dizinin üzerine kaldırıp, kesiği kontrol etti. Etrafı kan yüzünden yapışmış kirle kaplıydı. Ama yaranın düşündüğünden derin olduğunu hala kan sızıntısından anlayabiliyordu. Başını ardına çevirip sadece Alparslan’a baktı.

“Bir şey… Ayağı kötü durumda, en azından saracak bir şeyler…”

Korhan başını çevirmeden Ahu dizindeki elini kavradı. Korhan’ın yorgun hareleriyle çarpıştığında gözünü kapatıp geri açtı.

“İyiyim… Endişelenme acımıyor, iyiyim…”

Korhan başını iki yana salladı hüzünle.

“Değilsin… Ama iyi ol diye her şeyi yapacağım. Şimdi yaralarını saralım ahum.”

Ahu buna kendinden çok Korhan’ın ihtiyacı olduğunu bildiği için sadece onaylar gibi başını salladı. Sonrasında Alparslan’ın telefonla birini araması sonucunda on dakika içinde sağlık çalışanı, elinde çantayla odaya girdi. Ahunun yaralarına pansuman yapılması ve ayağının sarılması sürecinde kimseden tek bir ses bile çıkmamıştı.
Korhan acıyı hissetmesini engellemek ister gibi sürekli elini okşamış, alnına öpücükler bırakmıştı ama Ahu zaten hissizmiş gibi hiç tepki vermeden pansumanın bitmesini bekliyordu öylece.

Odadan çıkan adamla Korhan, üzerinden ayrılmayan bakışlara sonunda karşılık verdi. Alparslan’ın kara gözleri dikkatle onu turluyordu.

“Şimdi ne yapıyoruz?”

Nedensiz bir güven vardı Alparslan’a karşı.

Hayır!

Nedensiz değildi belki de. Alparslan’a güvenmeye iten en önemli neden ona kurduğu cümlelerdi. Hayatı hakkında derince bilgi sahibi olmasına gerek yoktu Korhan’ın. Sühan’dan için yaşıyor ya dediği yerde anlamıştı Korhan. Aylarca Alparslan’ın kendine baktığı şekilde bakmıştı dünyaya. Derin, sonsuz bir yas…

Alparslan ise Ahunun diğer yanında öylece onu izleyen karısıyla göz göze geldi. Zihnine doğru Ahuyu götür perim diye fısıldadı.

Şifa sadece gözlerini kapatıp açarak karşılık vermişti. Şu andan itibaren kocasının bir kurda dönüşeceğini, çocukları almak için sınırları epey zorlayacağını bilmek için kelimelere ihtiyacı yoktu.

“Ahu… Hadi canım odana gidelim. Dinlen biraz, Ceyda’yla ben yanında olacağız. Hadi güzelim.”

Ahu bir çocuk kadar savunmasızca bakıyordu. Çok yorgundu, çok canı yanıyordu, çok korkuyordu.
Suhana yaşatılanın daha fazla olma ihtimali öldürüyordu. Ahiye yapılan eziyetin gördükleriyle sınırlı kalmadığını düşünmek, zihnini bıçaklarken nefes alamıyordu. Öyle çaresizdi ki bu odada kaç kişi varsa herkesin ayaklarına kapanabilir, hepsine yalvarabilir ve merhamet etmeleri için hıçkırarak ağlayabilirdi.

“Hadi canım, biz seni dinlendirelim. Abin ve kocan da kardeşlerini sana getirsin.”

Şifa aklını yitirme ve sonsuz bir deliliğin ortasında kaybolma çizgisini bilirdi. Bir zamanlar tam da öyle bir kara delikte çırpınmıştı. Şimdi Ahunun bu halleri bir zamanların Şifasını hatırlatıyordu ona. Acıdan delirmek üzere olan bu kızı daha fazla düşmeden tutmak için ellerine asılıyordu.

Ahu bu kez Alparslan’a baktı.

“Söz verdin bana…”

Kısık çıkan sesi tahriş olmuş boğazı yüzünden inilti gibi geliyordu kulağa.

“Ve abiler sözünü tutar ahu göz. Kalk bakalım, gidip dinlen. Bir şeyler ye. Kardeşlerin geldiğinde onlar için çok güçlü olman lazım.”

Korhan tekrar alnına bir öpücük bırakıp ayağa kalktı. Sonra Ahuya hareket etme fırsatı vermeden kucağına aldı. Kollarındaki hafifliği çenesinin tekrar kasılmasına neden olmuştu. Gün gün yok oluşunu izlemek ne zor imtihandı.

“Başını omzuma yasla kelebek.”

Ahu denileni küçük bir çocuk gibi hemen yaptı. Korhan’ın ağır adımlarıyla, onlar için tahsis edilmiş odaya kadar sessizlik içinde ilerlediler. Ardından odaya giren iki kadına baktı bu kez. Gözleri anlayışla üzerinde gezinen, rengi insan aklını zorlayan gözlere değdi.

“Ben gelene kadar…”

“Başından asla ayrılmayacağım Korhan. Yemek yediğinden de emin olacağım. Şimdi gidip kardeşlerinizi alın. Ben buradayım.”

Şifanın kendinden emin sözlerine başını eğerek onay verdi. Sonra hüzünle yataktaki kelebeğine bakan Ceyda’ya baktı.

“Sen benimle geliyorsun!”

Ceyda alt dudağını kıstırıp iki yana salladı başını. Sesini fısıltı gibi çıkardı.

“Plan kuracak kurt. Ben o odaya giremem Korhan…”

“O plan kurulurken yanımda olman lazım. Alparslan tamam ama diğerlerine güvenemem Ceyda. Nereye gidilecekse bende gideceğim, sen Zahirle ardımı kollayacaksın.”

Ceyda öylece bakakaldı. Diğerlerine güvenemezdi ama Ceyda’ya mı güvenirdi yani? Yanına muhbir diye sokulan kendiyken üstelik.

“Korhan ben…”

“Sen yıllardır emek verdiğin her şeyden vazgeçme pahasına ardımızı kolladın. Senden başkasına güvenemem.”

Ceyda hiçbir şey demeden sadece baktı. Birileri için böylesi değerli bir konumda olmak…

Korhan’ın ardından o da taş binaya doğru yürüdü. Onları bekleyen topluluk bıraktıkları yerdelerdi öylece. Korhan içeri girdiğinde peşinden giren Ceyda ya ilk Timur sert bir bakış attı. Kimse sesini çıkarmadan Korhan dirseğinden tuttuğu kızı zarifçe Zahirin yanına doğru yürütüp oturmasını ister gibi bakmıştı. Herkes için yeterli mesaj olarak kabul etti bu sözsüz uyarıyı. Sonra tek muhatabına döndü yüzünü.

“Ne yapıyoruz şimdi?”

Alparslan elindeki telefondan başını kaldırıp Korhan’a baktı ilk. Sonra ise Gökay Turana çevirdi gözlerini.

“Kerim ve ekibini istiyorum başkan. Onlarla beraber çocukları alıp çıkacağım.”

Gökay Turan gözlerini kısıp Alparslan’ı süzdü.

“Aklındakini söyle!”

“Senin önerdiğin yoldan gideceğim işte. Ya masa başında ya da kanla!”

Duhanın kalkan kaşları ve dört üs liderinin gözlerini birbirine çevirmesiyle Alparslan ürperten bir gülümsemeyle baktı hepsine.

“Sakin olun, gerek kalmayacak muhtemelen kana. Kerim ve ekibini ver gerisi bende.”

“Ülke oldukça karışık durumda kurt. Cumhurbaşkanı taziyesi için fazla fazla ziyaretçisi var Türkiye’nin. Şu an için bir savaşın fitilini ateşlemek istemezsin.”

“Sende çok iyi biliyorsun Bahadır başkan. Tüm Avrupa ülkeleri üçüncü dünya savaşı için ağızları açık bekliyor ama bunun Türkiye önderliğinde olmaması için de verdikleri çaba göz yaşartıcı.”

Bahadır Ataeva ağırca başını salladı.

“Generale bilgi geçmemiz lazım. Çelik vatozun suya ineceğini bilmeli. Birkaç saate ekibi Umut’a yollarlar.”

Tüm bunları Gökay Turana bakarak söylemişti. Ardında kalan Moskova üssünün lideri Bars Omarova, Macaristan üstünün lideri Umay Gjonaj ve Tayland üssünün lideri Said Abdulaziz olası bir savaş için hazırda bekliyorlardı. Diğer dört üs liderinin de silahlandığından hepsi emindi.

“Alparslan!”

Gökay Turanın uyaran sesiyle Alparslan sıkkın bir nefes aldı.

“Merak etmeyin savaş çıkacaksa bile Türkiye’nin attığı kurşunla başlamayacak. Rusya’dan arakladığım nükleerleri kullanacağım. Tabi bu bir tehdit, isterlerse sulh ile de çözebiliriz.”

Duhanın kaşları git gide çatılmaya başladı.

“Çelik vatoz?”

Alparslan’ın kademe kademe artan gülüşüyle Duhan gözlerini bıkkınlıkla kapattı.

“Aynen dayım. Almanya’nın Baltık’ta başlayan sınırı ve biten kısmını nükleer donatacağım. Denize yakın kaç santral vardı? Bakacağız artık, savaş istiyorlar mı yoksa efendi olup yolumdan çekiliyorlar mı?”

“Çok riskli!”

Said Abdülazizin sesiyle bu kez Alparslan ona baktı.

“Kabilde kendi elimle kurduğum mühimmat deposunu yağmalatmak da çok riskliydi ama bak ne oldu? Amerika ülkeye tonla tazminat ödedi. O zaman da karşı gelmiştin başkan.”

“Şu an ki durum bıçak sırtı Alparslan.”

“Aynen öyle. O yüzden de bıçağın iki ağzını keskinleştiriyorum. Nükleerler Rusya’ya ait, gitsin onlar uğraşsın. Her sikin derdini de ben düşünecek değilim!”

Yapılacak çok fazla seçenek olmamasından dolayı kimseden ses çıkmadı. Denildiği gibi birkaç saat geçmeden de Gökay Turanın odasına yedi kişilik bir ekip girmişti.

Hepsi fiziki olarak üst düzey şartlara sahip, kaya gibilerdi. Alparslan oturduğu yerden ayaklanıp sakalları çenesini kapatacak kadar uzamış adama baktı.

“Tipine ne oldu lan senin?”

Kerim bir kez daha devletin bu yüzüne misafir oluyordu. Başının ağrıyacağını bildiği için olabilecek en ağır halleriyle onlardan istenileni dinlemek için ciddiyetini koruma derdindeydi ama şerefsiz her zaman yapardı şerefsizliğini. Ters ters Alparslan’a bakıp gözünü geri karşıya dikti.

Gökay Turan da ayaklanıp Alparslan’a küçük çocuklarını azarlayan baba gibi kınayıcı bir bakış atmıştı.

“Hoş geldiniz. Sizi Umutta tekrar ağırlamak bizim için bir şeref.”

Yedi kişide tek tek gözlerini dolaştırdı Gökay Turan. Hepsini de kendi elinde büyütmüş gibi iyi tanıyordu. Boynuna Türk bayrağını dövme yaptırmış Yavuz yüzbaşını, yaşının gençliğine inat vatan sevgisini ruhunda taşıyan Seymen üsteğmeni, ailesi ülkenin sayılı zenginlerindenken tüm imkanlarını geride bırakıp ülkesine hizmeti seçen Poyraz teğmeni, şehadet aşkıyla yanan kıdemli başçavuş Haydar’ı, keskin nişancılığıyla iki kez ülkeler arası yarışmalarda şampiyonluğu getiren Ali astsubayı ve karısıyla kızı gözü önünde katledilirken suskunluğa sığınan, ülke sırlarını diline kilit vurup yutan Adsız yüzbaşıyı başının üstünde taşırdı Gökay Turan. Onlara ülkenin en kıymetli silahlarından biri olan çelik vatozu emanet edişleri asla boşuna değildi. Girdikleri, vatozu yüzdürdükleri hiçbir yerde onlardan tek bir iz bulamazdınız. Okyanusların dibi onların eviydi. Yüzeye çıktıklarında ülke onlardan ne istediyse yaparlar ve olabilecek en kısa sürede geri karanlık sularda kaybolurlardı. Hepsi özenle seçilmiş ve SAT komandosu olarak hepsi özenle yetiştirilmişti.

“O şeref bize ait başkanım.”

Kerimin sesiyle Gökay Turan bakışlarını sıra sıra dizili olan aslanlarından çekti.

“Dinlendiniz mi Kerim? Yeter mi bu kadar yatmak?”

Bunu biraz da muzip bir sesle sormuştu Gökay Turan. Yaklaşık beş ayı geçkin bir süredir vatana ihanetten hapiste olmalarıyla böyle eğleniliyor olması neredeyse Kerimi de güldürecekti.

“Bu kez çok izin kullandırdınız başkanım. Bir ara bizi unuttunuz sandık.”

Gökay Turan başını iki yana sallayıp gülümsedi.

“Mümkünü var mı evladım?”

Kerim gözünün kenarıyla ona sırıtarak bakan Alparslan’a sağlam bir tekme atmasına izin vermek için Gökay Turana yalvarabilirdi bile. Şurada olabilecek en ciddi tutumda ekibini temsilen dik duruyordu.

“Nerede yüzüyoruz başkanım?”

Gökay Turan direkt görevini öğrenme aşkına yine küçük bir tebessümle baktı. Kerimin Alparslan’dan arta kalan süreçte sık sık Korhan’a göz attığını fark etmişti. Neden çağırıldıklarını sorgulamadan itaat edeceklerini de biliyordu zaten.

“Kurt anlatsın, başını çok ağrıtacak. Bu arada Korhan Yıldırayla tanıştırayım sizi.”

Adı geçer geçmez yedi çift göz bunu beklermiş gibi Korhan’a çevrilmişti. Korhan da hepsini tek tek gözleriyle ölçüp, biçiyordu.

“Kendisini gıyaben tanıyoruz başkanım. Malum son günlerde yüzüne ülke olarak çok aşinayız.”

Gökay Turan başını salladı yine.

“Kendisi ülke için çok kıymetlidir Kerim. Oldukça kıymetli bir mirasın koruyucusu. Şimdi bizden alınanı geri getirmenizi istiyoruz. En sessiz sedasız şekilde!”

Kerim uyarıyı almıştı. Bunu direkt Alparslan’a bakarak söyleyen adamın yüzüne karşı neredeyse gülecekti. Alparslan sadece göz kırptı bu cümleye. Susan adamın yanına iki adım ilerleyip elini sıkmak için uzandı.

“Kondisyonun düşmemiştir inşallah aylardır yatmaktan.”

Kerim dişlerini gıcırdattı ama odada bulunanlar sesini çıkarmasını imkânsız hale dönüştürüyordu.

“Görev! Görevi anlat kurt.”

Alparslan yine sırıttı.

“Baltığa nükleer serpiştiriyoruz dostum. Alman hükümetini tehdit edeceğiz.”

Kerimin anlık gözleri irileşse de kendini sıktı. Mırıltı bir sesle “amına koyum ne diyorsun lan sen?” diye fısıldadı. Alparslan’ın sadistçe bir zevk aldığı konuşma Kerimi daha da çok tedirgin etti. Onunla taşak geçiyor olma ihtimaline bile kızmayacaktı ki gözü yine ardındakilere çevrildiğinde gözlerini sıkıca kapatıp açtı.

“Allah belanı versin, bunun için mi çıkardın lan beni?”

Kerimin tekrar fısıldamasıyla Alparslan içten bir kahkaha attı yine.

“Plan detaylarını toplantı odasında görüşelim. Simülasyonla vatoz en rahat nerelerde yüzer koordinat belirlememiz lazım. Süre yok, hızlı hareket etmek zorundayız. Bu arada Duhan ve Barbaros Alman Dış işleri bakanıyla irtibata geçmiş olmalı. Biz oraya vardığımızda karşılama komitesi isterim.”

Alparslan cümlenin yarısında Gökay Turana bakmasıyla Duhan oturduğu yerden ayaklandı.

Duhan ceketinin önünü ilikleyip ortaya doğru yürüdü. Gökay Turandan emri alıp çıkması gerekiyordu.

“Gayri resmi olacak ama ülke adına gerçekleşecek görüşme Duhan. Generalle irtibatı ben kurarım.”

Duhanın hızla odadan çıkmasıyla kapı kapanmadan Alparslan da eliyle çıkışı işaret etti time. Sıra sıra dizili tüm ekip çıktığında en son odadan ayrılan Korhan’dı. Alparslan’ın yönlendirmesiyle toplantının yapılacağı salona geçildi.
İçeri girdikleri an hepsinin duruşları bozulmuştu. Kerim hızla Alparslan’a baktı.

“Ne oluyor lan burada?”

Alparslan biraz evvel odada eğlenen kendi değilmiş gibi sert bir ifadeye bürünmüştü.

“Ortalık çok karışık, hızlı olmak zorundayız Kerim. Bizden iki kişi var ellerinde."

“Kim?”

“Korhan’ın kardeşleri!”

Kerim az çok medyaya yansıtılan haberlerden Güneş ve Korhan’ın bağını çözmüştü ama piramidin hangi kısmında anlayamamıştı.

“Avukatın Güneşle durumu?”

“Kayıp mirası getirdi bize?”

Kerimin gözleri iri iri açıldı.

“Atilla Saruhanlıyla bağı?”

“Kayınpederi.”

Kerim bu kez direkt Korhan’a bakmıştı. Düşündükçe şekil aldı birçok şey.

“Hay ebesini sikeyim suikast Atilla Saruhanlıyla aynı!”

“Biraz geç bir ödeşme oldu.”

Korhan’ın suskunluğu bununla kırılmıştı işte. Kerim dudağının kenarını kemire kemire Korhan’a baktı.

“Kardeş kusura bakma. Altı aydır yirmi beş metrekarede Yavuzun ayak kokusunu çekiyorum. Bana mala anlatır gibi anlatın şu işi. Biz niye durup dururken Almanlara kendimizi siktirmek için uğraşıyoruz?”

“Henüz görevde değiliz usta, üssüm değilsin sikerim belanı!”

Yavuzun sesiyle iki baş ona dönüp geri birbirine baktı. Korhan saniyelik, sakince konuşan adama bakıp geri Kerime döndü.

“Alparslan’ın dediği gibi kardeşlerim ellerinde, şantaj yapıyorlar. Madeni istiyorlar. Video gönderdiler ve ben kardeşlerimi onların elinde daha fazla tutmayacağım!”

Kerim ağırca başını sallayıp geri simülasyonu hazırlayan Alparslan’a baktı. Masanın ortasında yapay zekâ ile Baltık denizi ve Almanya’nın denize sınır tüm koordinatları üç boyutlu şekilde yansımıştı.

“Nükleer yerleştirmek riskli değil mi?”

Kerim masanın etrafına geçip, görüntüye yön veren kalemi Alparslan’ın elinden almış dokundurduğu bölgeyi genişletmişti.

“Başka çare yok. Ejder bastonlu götle anlaşmışlar, sanayileri için maden çok cezbedici. Yer yerinden oynuyor, suikastın birliğe ait olduğu haberleri yayıldı. Zaten vekil de çıkıp alenen ilan etti. Mirası kullanmada Ahi Saruhanlı çok önemli bir konumda. Bu bilgiye ulaşırlarsa dünyanın çekirdeğini siksek alamayız çocuğu. Adam kaç yıl önceden inanılmaz bir sistemi iki çocuğuna zimmetlemiş. Yunanistan meselesiyle şantaja başlarız, yemiyorsa nükleer koz olması lazım. Güneş de masa başında çözemezsek savaş için hazırlığa başladı bile.”

Kerim bu kez Almanya’nın Baltık denizine kurduğu rüzgar santralini ve deniz derinliğini incelerken bir süre sesi çıkmamıştı.

“İlk buradan başlamak daha mantıklı. Ülkeye uzak ama büyük kayıp. Riske giremezler.”

Santralin alanını saptarken Alparslan da yaklaştı.

“Alman sınırlarının Baltık’ta başladığı ve bittiği yerler olmak zorunda Kerim. Teyit etmek istediklerinde tehdite hızlı ulaşsınlar.”

“Süre çok az.”

“Başka çaremiz yok. “

Kerim başını ağırca sallayıp önündeki üç boyutlu haritadan seçtiği bölgeleri işaretledi.

“Şifa nerde?”

“Kara saçlı bir kız kardeş buldum kendime. Onunla ilgileniyor.”

Kerim görüntüden başını kaldırıp Alparslan’a baktı ama Alparslan onunla ilgilenmiyordu. Kerimin seçtiği bölgeler de en doğru koordinatı hazırlıyordu. Kerimin dikkatli bakışlarına daha fazla karşı koyamadı.

“Kapkara lan… Böyle ufak tefek bir şey. Al kundağa sar, bak o kadar bebek daha. Tanıştırırım seni de. Korhan’ın karısı, Atilla Saruhanlının kızı. Ahi ikizi, aylardır ölü diye mahvettiler ikisini.”

Kerim azıcık bile tepki vermiyordu ama Alparslan’ın laflarıyla yutkunmasını da önleyemedi. Kimin yerine koyduğunu da kara saçlarını niye dillendirdiğini de biliyordu.

"Ha bu arada amca oluyorsun."

Kerimin gözleri iri iri açıldı. Alparslan görüntüyü değiştirip yeni açı oluştururken dudağı sola dopru kıvrılmıştı.

"Hassiktir!"

"Dilini düzelt, Şifa küfür edince kızıyor."

Kerim ciddi mi yoksa dalga mı geçiyor emin olamamıştı. Adam önündeki görüntüden gözlerini ayırmıyordu ki. Sonra yavaş yavaş sırıtmaya başladı.

"Salak kız senin çocuğunu mu taşıyor? Beyniyle çok oynadılar zavallının."

Alparslan eğildiği görüntüden kendini kaldırıp çatık kaşlarla Kerime baktı.

"Yedi sülaleni birden sikerim senin."

Kerim sırıtmasını büyütüp Alparslanın oluşturduğu konumu kendine çevirdi.

"Dilini eğit Şifa ağzına sıçar. Şimdi söyle bakalım bu kardeşlerin durum ne?"

Biraz evvel dik dik bakan adamla tam o anda göz göze geldi. Gözünden kayan kederle derin bir soluk aldı.

“Kardeşler… Biri de senin kardeş tabi?”

“Madeni birliğe getiren kişi babam.”

Kerim yine başını salladı.

“Tarık Yıldıray… Soyaddan anlamak lazımdı da dedim ya uzun süredir kafam tatilde. Kusura bakma kardeş.”

Korhan onaylamak için hiçbir şey yapmadı ama Kerim zaten anlamıştı artık tam olarak kimler neden burada. Kerimin ekibi bahsedilen hiç kimseyi tanımıyordu. Sadece yıllar önce suikasta kurban gitmiş bakan kim ismen hakimlerdi. Soru sormak, derinlemesine görevi bilmek onların üzerine vazife olmadığı için hiçbiri ne oluyor demedi. Kerim liderleri olarak hâkim olsa yeterdi zaten.

“Bombaları vatozla yerleştiririz ama çocukları aldıktan sonra dönüşte vatozu kullanamayız. Bizim geride kalıp nükleeri güvenle geri almamız gerekecek. Anlaşma sağlanırsa tahliyeyi kendimiz yapmalıyız Alparslan. Gerimizde böylesi tehlikeli bir güç bırakamayız.”

Alparslan Kerimin seçtiği konumun etrafında dönerken bölgeye uzaklığının sayısal verisini hesaplıyordu.

“Bizimle beraber dört f16 giriş yapacak Almanya’ya. Güneşe ait bir jet hazırda olacak. Vatozu ekibin halleder, biz jetle dönüş yaparız.”

“Sınırdan geçer geçmez indirirler f16’ları.”

“Duhan ve Barbaros boşuna gitmedi. Onlar seslerini kesmelerini, bir sürelik sınır ihlaline göz yummalarını sağlar. Biz dua edelim zor yoldan vermesinler çocukları.”

Kerim üçüncü bombanın yerleştirileceği koordinatı da sisteme girdiği an başını simülasyondan kaldırdı. Ters ters Alparslan’a baktı.

“Sikik sikik konuştun yine, zor yol dediğin dünyanın yarısını yok edecek bir patlama. Tozumuz kalmayacak!”

Alparslan sırıtıp, Kerimin simülasyon verilerini vatozun sistemine aktarmasını izledi.

“Bu ayrıntıyı onlar da dikkate alır umarım. İnşallah ölmekten korkuyorlardır.”

Kerim tüm ayarlamaları tekrar gözden geçirip vatozun beynini aktive etmek için sisteme kendi girişini altı ay sonra yapmış oldu.

“Seni tanıdığım günün amına koyayım ben!”

Birkaç saatlerini Çar Bombası da dedikleri hidrojen bombasının yerleştirileceği bölgeleri vatozun sistemine işleyip, simülasyonun bir örneğini vatoza kodlamaya harcadılar. Bu süreçte Kerimin yönetmesiyle Vatoz ege denizine indirilmişti bile.

Hepsi birliğin sağladığı ekipmanlarla kuşanana kadar Korhan birkaç dakikalığına Ahunun yanına uğradı. Odaya girdiğinde Şifa tekli bir koltukta oturmuş onu izlerken Ahu kıvrılmış, küçücük kalmış bir halde uyuyordu.

Şifa Korhan’ı gördüğünde ayaklandı.

 

“Gidiyor musunuz?”

 

Cümlesi bitmeden Alparslan başını odaya doğru uzattı.

 

“Müsaade var mı?”

 

Fısıltıyla çıkan sesine karşılık Korhan başını sallayarak onayladı. Alparslan yatakta ince bir pikeyle üstü örtülmüş, küçük bir çocuk boyutlarında kıvrılıp uyuyan kıza birkaç saniye baktı.

 

“Çok yorgundu… Yatıştırsın diye hafif bir sakinleştirici verdim Korhan.”

 

Şifanın dinlendiren sesiyle gözlerini yumup geri açtı.

 

“Teşekkür ederim…”

 

“Endişen olmasın lütfen. Siz gelene kadar yanından ayrılmayacağım. Uyandığında bir şeyler yemesi için de gerekirse zorlayacağım. Aklın burada kalmasın lütfen.”

 

Korhan küçük adımlarla yatağa doğru yürüyüp, yastığa dağılmış siyah saçlarına iki parmağının ucuyla dokundu.

 

“Gücü kalmadı artık… Çok dermansız.”

“Ama iyileşecek.”

 

Şifanın inançla çıkan sesi oldukça ikna ediciydi. Alparslan yaklaşıp karısının beline kolunu doladı ve kendi bedenine yasladı.

 

“Kardeşlerin de karın da iyileşecek Korhan. Ama ben hala onun yanında kalman taraftarıyım. Bana güven, alıp geleceğim onları.”

 

Korhan Ahunun saçlarını narince aldığı yere bırakıp, kendi tırnaklarıyla açtığı izin üst kısmına dudağının ucuyla dokundu. Geri Alparslan’a baktığında başını iki yana salladı.

 

“Duramam öylece burada. Çok korkar. Bir anda hepinizi gördüğünde o videodakinden bile…”

 

Cümlesini bitiremeden boğazına bir yumru saplandı. Karşısında bir sürü adamı gördüğünde, onları çıkarmak istediklerinde Suhanın tekrar kapılacağı dehşeti düşünmek bile istemiyordu. Onu ne halde bulacağını bilemezken yeni bir korkuyla küçük kalbinin çatlamasına müsaade edemezdi.

 

Alparslan kabullenmişlikle bir şey demedi. Şifanın alnına dudaklarını bastırdı.

 

“Kısa sürede yanındayım peri. Özleyin beni.”

 

Şifa da kirli sakallarının kapladığı çenesine minik bir öpücük bıraktı.

 

“Bize beklediğimizi getir Alparslan. Kız kardeşin yolunu gözleyecek. Tabi kızın ve bende.”

 

Alplarsan gülümseyip odadan çıkmak için hareketlendiğinde Korhan son kez saçlarının arasına dudaklarını bastırıp Alparslan’ın peşinden ilerledi.

 

Kısa sürede hazırlanıp onları Seferihisar yakınlarında bekleyen vatoza ulaştıracak helikoptere yerleştiler. Askeri helikopterde gözlerini gezdirirken önüne bir silah uzatılmıştı. Alparslan’ın uzattığı silahı sorgulamadan aldı.

 

“Lazım olmaz diye umuyorum ama dursun yanında. Kullanabilir misin lan?”

 

Korhan küçümseyen bir bakış atıp elindeki silahı inceledi.

 

“Glock G17c değil mi bu?”

 

Şarjörünü çıkarıp kontrol etti. Sonunda onu eğlenerek izleyen adama tekrar küçümseyen bir bakış attı.

 

“Benim kapıma senin şu ana kadar sıktığından daha fazla mermi bırakıldı kurt.”

 

Alparslan sırıtıp geriye yaslandı.

 

“Sana da şaka yapılmıyor be avukat. Ne agresif adamsın. Zavallı ahu göz, çekilmez de senin kahrın.”

 

Korhan ağzını açmadan Kerim girdi bu kez lafa.

 

“Diyene bak!”

 

Elindeki Springfield Armory tabancasını kontrol edip karşısında oturan Yavuza fırlattı.

 

“Oğlum böyle lafları bari benim yanımda konuşma lan. Mahvoldu senin uğruna o kız. Karını unuttun lan sen piç!”

 

Alparslan ters ters baktı ama ağzını açamadı bu söylenilene karşı.

 

“Siz nerden tanışıyorsunuz?”

 

Korhan’ın sorusuyla Kerim, Alparslan’a dik dik bakmayı bırakıp Korhan’a çevirdi başını.

 

“Sahi abi biz gıyaben Ortadoğu’nun kurdunu çok duyduk da sizin bu derin muhabbet nerden geliyor.”

 

Ekipten Seymen’in konuya dahil olmasına adsız gözünün kenarıyla ters bir bakış atsa da elindeki bıçağını açıp kapatmaya devam etti.

Kerim cevap vermeden Alparslan sırıtarak baktı Seymen’e.

 

“Sor abine koçum sor. Nerden tanıyor beni dökülsün? Yirmi iki yaşına gelmesine rağmen hala çakralarını açamayan abin, on altı yaşında ortalığın amına koyan kurdu anlatsın size.”

 

Bu muhabbetin gittiği yerle hiçbiriyle ilgilenmeyen Haydar, Yavuz, Ali ve Poyraz da bakışlarını Kerime çevirmişti. Hatta adsız bile neredeyse insani bir tepki verip tek kaşını kaldırmıştı bıçağına bakarken.

 

“Ne şerefsiz adamsın lan!”

 

“Lan anlatsana! Zoruna mı gitti pezevenk?”

 

Kerim tükürür gibi bir mimik yapmış merakla ona bakan Seymen’e dönmüştü.

 

“Askeri eğitimdeyken beynin hafıza merkezini kontrol için bir süre ağzımıza sıçtılar. Bu iti de orda tanıdım işte. İki yılda ulaşacağı seviyeye dokuz ayda ulaşınca yanıma verdiler çırak olarak.”

 

“Siktir lan oradan! Bak koçum bu dallama iki yılda sadece on dakika hafıza silişleri anca yapıp ham kalınca dediler Alparslan al bunu yanına. Pişmiş hale gelene kadar bak, besle, büyüt. Yoksa biz bunun ecdadını sikeceğiz. Bende büyüktür ayıp olmasın diye ikili ekip isteğini kabul ettim.”

 

“İt!”

Kerimin hakaret edip ama itiraz etmeyişiyle en tepkisiz adsızın bile bakışları yüzüne saplandı. Hepsi de konuşsun diye kalkık kaşlarla bekliyordu.

 

“Abi yamyam eğitinde bıyıkları çıkmamış çocukla mı badi oldun?”

 

Poyrazın neredeyse kahkaha atacakmış gibi sorduğu soruda Kerimin öfkesi daha da alevlendi.

 

“Bıyıklarım vardı oğlum, erken geliştim ben. Fırça gibiydi maşallah.”

 

Poyraz ve Alparslan yaşıt olsa da konum itibariyle Alparslan’a yaklaşımı büyüğü gibiydi. Kerimin sinirden kararmış yüzüne sırıta sırıta baktı Alparslan.

 

“Şu iş bitsin senin de belanı ayrı sikeceğim kodaman puşt!”

 

Poyraz durup dururken tüm ihale niye ona kaldı anlamamıştı. Yavuza baktığında adamın kendine eğlenerek diktiği gözleri hiç de yardımcı olmayacağına kanıttı zaten.

 

“Kerim abi…”

 

“Vatozu kırklama görevi senin koçum, bakımsız kalmıştır bebeğim. Tüm sistemi elinden geçireceksin!”

 

Poyraz onu kurtarsın diye tekrar “Yavuz abi” diye inledi.

 

“Oğlum bu tür yavşaklıkları ne güzel Seymen yapıyordu sen niye bulaşıyorsun bu adama? Yapacak bişey yok calvin klein donlarla ısıttığın götüne kuvvet yavrum.”

 

Onlar kendi arasında konuşurken Korhan sadece sessizce söylenilenleri dinlemişti. En son bakışları Alparslan’da kaldı. Dikkatle ona bakan adama Alparslan ne istiyorsun der gibi göz kırpmıştı.

 

“Hafızanı kontrol edebiliyor musun?”

 

“Yaparken ağzıma sıçılsa da öyle.”

 

Korhan taktir eden bir bakış attı ama bir şey demedi. Bu eğitimin içeriğine çok hâkim olmasa da duymuştu. Üst sınıf bir eğitim şekli olduğunun ve delirtme eşiğinde sınırlarda gezildiğinin bilgisine hakimdi. Alparslan’ın kırık tahtalarının sebebi pelteye çevrilmiş beyni mi yoksa doğuştan mı böyle emin olamadı ama.

Kısa sürede helikopter, Seferihisar’da denize yakın bir konumda iniş yaptığında kıyıda bir sürat teknesi onları bekliyordu.

 

Sırayla tekneye bindiklerinde kıyıdan oldukça uzaklaşınca denizdeki dalgalanma başladı. Yavaş yavaş yüzeye çıkan vatozun üst kapağı açıldığında onu getiren teğmenler sırayla vatozun üstüne çıkmıştı. Kerim tekneden kanadına doğru atlayıp kenardaki çıkıntıdan tutundu. Onun peşi sıra tüm ekip de aynı şeyi yapmış ve kapağın açık kısmından içeri doğru süzülmeye başlamışlardı. Korhan da atladıktan sonra en son Alparslan geçti. Kerim vatozu onlara getiren dört teğmenin elini sıkıp tekneye binmeleri için açıkta bekledi. Sonunda kendi içeri girdiğinde çelik kapak ağır ağır örtülüp kapandı.

 

O emir vermeden herkes eski pozisyonlarında yerlerine geçmişti bile. Korhan suyun altında kalan kısmının ne kadar büyük bir yer kapladığını içeri girdiğinde fark etti. Oldukça donanımlı, üst düzey teknoloji ve güvenlikle donatılmış çelik vatoz gerçekten gizliliği korunması gereken önemli bir silahtı.

Egenin derinliklerinde ilerleyip ilk önce Moskova istikametine doğru süzüldü vatoz.

 

Onlardan önce ülkeden çıkış yapmış olan Moskova üssünün lideri Bars Omarova önderliğinde hidrojen bombalarını vatozun kanatlarında bulunan silah depolama için tasarlanmış kısma yerleştirdiler. Biri rüzgâr santrali için ayrılan, ikisi ise Almayanın Baltık sınırlarına büyük tahribat verebilecek konumlarına yerleştirilecek üç nükleer silah transfer sonrası vatozla beraber yeni yerlerine ulaşmak için dalışa geçti.

 

Dünyanın batısında güneş kaybolmuş, karanlığa karışmış bir halde insanlar uykuya daldıkları bir vakitte milyonlarca insanı birkaç saniyede öldürebilecek bir güç Baltık denizinin en derin, ulaşılması en güç noktalarına yerleştirildi.

 

Alparslan’ın Ahuya verdiği sözü tutması için üç buçuk saati kalmıştı sadece. Muhtemelen yetişemeyecekti ama Ahunun yumuşak kalbi bu hatasını yüzüne vurmadı galiba.

 

Birliğin önderliğinde hidrojen bombalarının izlenimi an an yapılıyordu. Ceyda’nın da dahil olduğu bir ekip, dünya yüzeyine yerleştirilmiş her kamerayı aktif etmiş, Alparslan ve ekibinin suyun yüzeyine çıkacakları anı bekliyorlardı.

 

Alman hükümetiyle gerçekleştirilen görüşme sonrasında oldukça gerilmiş ipler durumu nereye taşıyacak elçi olarak giden Duhan ve Barbaros emin değildi. Sonunda bakanla olan görüşme tamamlandığında Türk devleti tarafından tehdit edilmeleri hiç hoş karşılanmamıştı. Bakanın devlet sırlarını Yunanistan’a satması da büyük olay olacaktı.

 

Duhanın uzlaşma talebiyle onları ziyaret etmek isteyen Ortadoğu’nun kurdundan bir mesajları olduğunu belirttiler. Kiel de görüşme talebi kısa sürede onayla cevap buldu.

 

Bahsedilen iki kişinin Almanya’da olmadığına dair inkarlar, Barbaros’un elçi kimliğiyle orda olması sonucu bir zamandan sonra sessizliğe gömüldü. Kısa sürede oluşturulan ve önderliğini Alman kara kuvvetleri komutanının üstlendiği heyet, talep edilen bölgeye hızla intikal etti.

 

Alparslan ve Korhan’ın önde bulunduğu, artlarında sadece yedi kişinin yer aldığı ekip karşısında komutanın düşünceleri karıştı. Bir süre önce boşaltılmış limanın görüşme yeri için seçilmiş olma sebebini de anlamamıştı. En azından sivil yerleşimiyle aralarında oldukça büyük bir farkın olması durumu lehlerine kılıyordu.

 

Zırhlı birliklerden oluşan konvoydan indiğinde öylece kendisini bekleyen dokuz kişide gözlerini gezdirdi. Ardında neredeyse iki yüz elli üst düzey askerin bulunduğu küçük bir orduyla gelmişti halbuki kendisi.

 

Oldukça iyi tanıdığı adamdan gözlerini çekmeden ileri doğru yürüdü.

 

(konuşmalar dikkat dağınıklığına neden olmaması için Türkçe devam edecek. )

 

“Ortadoğu’nun kurdunu Alman topraklarında ağırlama şerefini neye borçluyuz?”

 

Uzattığı el, ardında ellerini birleştirip bekleyen Alparslan tarafından görmezden gelindi.

 

“Bize ait iki kişiyi almışsınız, misafirlik bitti! Geri alamaya geldim.”

 

Komutanın gözü sık sık yanında dikilen ve ona olabilecek en öfkeli bakışları atan Korhan da duraksadı.

 

“Yanlış bilgilendirme olmuş galiba. Benim böyle bir durumdan haberim yok!”

 

“O zaman koruduğunu iddia ettiğin topraklarda fahişeler cirit atıyor kumandan. Bize ait olanı verin yoksa…”

 

Komutan tek kaşını kaldırıp tıpkı Alparslan gibi ellerini belinde birleştirdi.

 

“Yoksa ne olur kurt?”

 

Alparslan yavaş yavaş yüzünü kaplayan ürkütücü gülümsemeyle komutanın ardında, elleri silahlarında hazır bekleyen küçük orduya baktı.

 

“Devlet sırlarınız yatak muhabbeti… Sınırlarınızı koruyamıyorsunuz… Bütün gece size ait ne kadar bölge varsa gezdim. Milyar dolarların yatırıldığı rüzgar santralini ziyaret ettim. Yetinmedim…”

 

Cümlesinde duraksayıp onu kaşları çatık izleyen adama büyükçe bir sırıtmayla baktı.

 

“Dibine hidrojen bombası yerleştirecek kadar zaman harcadım ama sizin götünüzde pireler uçuşuyordu o sırada.”

 

Son söyledikleriyle komutanın mavi gözleri yuvasından çıkacak gibi ayrıldı.

 

“Blöf…”

 

“Ben mi? Yapma kumandan, beni en iyi tanıyanlardan biri sensin. Tam da bu yüzden karşılama komitesi olarak seni göndermediler mi? Kendi mühimmatımı yağmalatıp, üstüne tazminat alırken izlemiştin beni. Ne dersin, kumar oynama havanda mısın?”

 

Alparslan’ın cümlesi bittiğinde Korhan elinde tuttuğu tableti Alparslan’a doğru uzattı. Bu hareketle ardında bekleyen askerler hızla silahlarına davranmıştı. Korhan’la göz göze geldiklerinde ikisi de ürpertici bir ciddiyetle sırıttı.

 

“Korkmayın çocuklar… En azından şimdilik bir şey yapma niyetinde değiliz.”

Alparslan hiçbir şey demeden onu dikkatle izleyen komutana tableti uzattı. Komutan elindekine baktığında ülkenin oldukça büyük bir yatırım olarak kalkıştığı rüzgar santralinin dibinde büyük bir uyarı görünüyordu.

 

Peenemünde ve Damp da aynı uyarıları veriyordu. Bölgede oldukça yüksek tehdit uyarısı veren tablete bakarken hiçbir şey demeden eli cebindeki telefona gitti ve hızla ardını dönüp telefonla görüşmesine döndü. Komutanın görüşme sırasında Alman istihbaratında da büyük bir karmaşa yaşanıyordu. Bir anda sistemleri bloklanmış ve şu an komutanın elinde bakıp kaldığı uyarı tüm sistemlerine sızmıştı. Dakikalar içerisinde ayağa kalkan birimler saldırının şiddetini saptama çalışmasındaydı. Komutan nasıl böylesi büyük bir tehdidi bu kadar geç fark edebildiklerini anlayamamıştı. Nasıl olur da denizlerinin dibine öylece hidrojen bombası yerleştirilirken onlar bunu fark edemezdi? Telefonla yapılan iki dakikalık görüşmeyi sonlandırdığında ardını dönüp, duruşunu dikleştirmeye çalıştı.

 

“Türkiye üçüncü dünya savaşını başlatacak böyle bir hamleyi yapmaya kalkamaz! Tüm NATO Türkiye’yi bu davranışından sonra bitirme kararı alacak!”

 

Alparslan başını iki yana salladı ve sıkkın bir nefes bıraktı.

 

“Türkiye adına burada olduğumuzu kim söyledi?”

 

Komutan anlamamış bir ifadeyle kaşlarını çattı.

 

“Çar bombası patlarda tabi siz birilerine kafa tutma gücü bulursanız bir zahmet Rusya’ya neden sizi bir gecede yerle bir ettiklerini sorarsınız. Anlaşma sağlanır ve bombalar patlamazsa, Rusya’ya tekrar kendilerine ait bombayla neden Almanya’yı tehdit ettiğini yine sorarsınız? Kanıt yoksa suç da yok komutan. Benim sizin denizlerinize nükleer silah yerleştirdiğime dair bir kanıtınız olmadığı sürece NATO yu boş iftiralarınızla meşgul edemezsiniz. Sonuçta Ortadoğu’daki savaşın büyümesini, dünyaya yayılmasını en çok sizin istediğinizi biliyorlar! Yeterince açık isteklerimizi ilettik.”

 

Alparslan susunca bu kez Korhan’ın sesiyle komutanın bakışları ona döndü.

 

“Şimdi bize ait olanı getiriyor musunuz getirmiyor musunuz?”

 

Komutan dişlerini sıktı. Nasıl bir karar vereceğinden emin olamıyordu. Alenen tehdit ediliyordu ama düşmanı bir konuda haklıydı! Ülkesinin dibine böyle büyük bir silahı yerleştirirken ruhları duymamışken, bahsedilen silah türü başka bir ülkenin gizliliğindeyken NATO ülkeleri Türkiye’ye karşı Almanya’nın yanında yer almazdı. Üstelik bu silahları kolaylıkla kullanabildiklerine göre Rusya gizli destekçisi de olmalıydı. Şu an yapacağı herhangi bir şey üçüncü dünya savaşında Almanya’yı yapayalnız kalmaya iterdi. Böylesi büyük bir kararı kendi başına alması mümkün değildi. Nefretle bakan gözleri Korhan’dan ayrılmadan bakıyordu.

 

“Bir avukata göre oldukça tehditkarsınız! Gerçi siz barbar Türkler her dönemde aynısınız! Yalnız bizi tehdit ettiğiniz durumdan sizin de canlı çıkamayacağınız gerçeğini görmezden gelişiniz aptallıktan mı karar veremiyorum!”

 

Alparslan’ın kısık kahkahasıyla ters bakışları ona yöneldi.

 

“Yerinde olsam karşında kim var bilmeden sesimi bu kadar yüksek çıkarmam kumandan! Günü geldiğinde devletin bu adamın götünde gezecek. Ayrıca biz barbar Türkler çıktığımız savaşları geri dönersek diye yönetmeyiz. Ölürken kaç tanesini peşimizde götürürüz onun derdinde oluruz. Yeter bu kadar zaman kaybettiğimiz sözümü yutturacaksın bana!”

 

Alparslan’ın sözleri Korhan’ın kısık, anlamak ister gibi irdeleyen bakışlarını üzerine çekti. Alparslan hızlı bir bakış atsa da yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Komutan da aynı durumdaydı. Ne demek istediğini sorgular gibi ikiliye dikkatle bakıyordu.

Korhan bunu daha sonra düşünecekti ama şu an çok daha büyük öncelikleri vardı.

 

“Bir avukat olarak şimdi sana başka bir emir daha veriyorum komutan! Bana gönderdiğiniz o video var ya…”

 

Korhan dişlerini sıkıp öne doğru iki adım attı. Parmağı tehdit eder gibi komutana doğru yükselmişti.

 

“Bana bir video daha göndereceksiniz! O video da kim varsa saniye saniye parçalanışını kayda aldığınız, oldukça uzun bir video! Anlıyor musun beni?”

 

Komutan gözünü bile kırpmadan Korhan’a bakıyordu ama hiçbir tepki vermiyordu. Bu durumda Alparslan girdi devreye.

 

“Sana söylenileni dikkate al komutan. Deniz dibindekileri giderken götürelim, başınızı belaya sokmayalım istiyorsanız buradan ayrıldıktan sonra o video avukata ulaşmış olsun. Hepsinin yüzünü göreceğim, harcanması kolaylardan birkaçının leşini önümüze atıp, kurtulmayı aklınızdan bile geçirmeyin! Sen akıllı adamsın, videodan saatler sonra kim bizimle oyun oynama cüreti göstermiş bulduysak yüzlerini saklama çalışmalarınızın bir sike yaramadığını anlamış olmalısın.”

 

Buraya gelene kadar zihnini asıl meşgul eden konu bu olmuştu aslında komutanın. Nasıl olur da videodan saatler sonra elçiye ulaşmış, onu kendi lehlerinde çalışmaya ikna etmiş ve bir anda hükümetin tepesine binmişlerdi aklı almıyordu. Maden, elçinin bile tarafsızlığını kıracak şekilde kullanıma açıldıysa bunun dünya dengesini yerle bir edeceğinden emindi komutan. Madenin gücünü düşündükçe ülkesinin Türkiye’yle karşı saflarda savaşma ihtimali bir kıyım demekti. Yine de dik duruşunu bozamaz, zayıflık gösteremezdi.

 

“Bu çok büyük sıkıntılara neden olacak kurt! Yaptığınızın yanınıza kalmayacağını biliyorsunuz! NATO…”

 

Alparslan öfkeli gözlerini komutana çevirdi.

 

“NATO sırlarını çalmak için Yunanistan’ı kullandığınızı öğrenecek kumandan! NATO üçüncü dünya savaşında safları belirlemek için Asya ülkeleriyle gizli saklı yaptığınız ittifaktan haberdar olacak! Rusya üçüncü dünya savaşında hedef göstermek için çaldığınız nükleer silahlarının hesabını sormak için harekete geçecek! Siz kendi hesaplaşmanız için hazırlıklı olun, biz madeni işlemeye başlamışken karşımızda durmak isteyecek bir güç tanımıyoruz! Çocuklar kumandan! Çocukları istiyorum!”

 

Komutanın sarı benzi kıpkırmızı olmuştu. Alnında bir damar atıyor, boynu kasılmaktan sızlıyordu. Şu aşamada Rusya’nın kendilerine karşı durması büyük sıkıntıydı. Ve göründüğü üzere Türkiye sonunda maden bilgilerine ulaşmış, hatta kullanılır hale getirmek için çalışmalara başlamışlardı bile. NATO böyle bir gücün karşısında Almanya’yı asla desteklemezdi.

 

“İki kişi! Sadece iki kişi için ülkeler arası böyle bir kaosa lüzum var mıydı? Bu kadar kıymetli mi?”

 

“Siz geride adam bırakmaya çok alışmışsınız. Tarihi bir kez daha yokla komutan, biz naaşlarımızı bile bırakmıyoruz, nefes alanımızı elinizde bırakır mıyız? Ha o götünüzü yasladığınız ejderha bastonluya selamımı yolla. Götüne sokacağım o bastonu!”

 

Komutan geri geri ilerleyip, zırhlı aracına bindi. Yapması gereken görüşmeler vardı. Öylece ayakta bekleyen kişilerden bakışlarını ayırmıyordu. Önde duran iki adamın aksine ardındakiler yüzleri maskeli ve dimdikti. Aklı almıyordu bir gecede nasıl böylesi büyük bir tehdidi hayata geçirdiklerine. Buraya nasıl girdikleri bile muammaydı. Sınırlarının bu kadar güvenliksiz olmadığına emindi. Uçarak girmeleri bile mümkün değilken şu an duydukları…

 

Almanya hükümet binası ve askeri tüm kollarda kırmızı kodla verilen güvenlik ihlali yüzünden gecenin bir vakti ülke yöneticileri teyakkuzdaydı. Komutan görüşmesini bitirdikten sonra bir süre araçtan çıkamadı. Emek emek verdikleri çaba öylece ellerinden alınıyordu. Yeni dünya düzeninde Alman sanayisini uzay çağına taşıyacak madenin ellerinden kayıp gittiği fikri aldığı tüm askeri disiplini bitirip, saldırıya geçirecek kadar öfkelendirmişti onu. Şu an tüm sağ duyusunu yitirip dokuz kişiyi kurşuna dizdirme eşiğindeydi ama gelen emir netti. Hırsla elindeki telefonu sıkarken telefondan gelen çıtırtıyla gözlerini açtı.

Araçtan çıktığında duruşları milimlik bile değişmemiş küçük orduya baktı. Bu kadar kolay pes ediyor olmalarını hazmedemiyordu.

 

Karşılarına dikildiğinde hiçbir şey demedi. Alparslan da küçümseyici bir bakış atmanın ötesine geçmemişti. Öylece beklenilerek geçen kırk dakikanın ardından oldukça büyük zırhlı bir aracın bölgeye yaklaştığı haberi birlik tarafından Kerime bildirildi.

 

Aynı anda hava sahasına da Türk f16’larının ve Güneşe ait bir jetin giriş bilgisi ulaşmıştı. Kerim adım adım yaklaşıp Korhan’ın ardında durdu. Kulağına doğru “geliyorlar” diye mırıldanıp geri geri çekilerek önceki yerine döndü. O sırada gökyüzünü saran sesle başları yukarı doğru kalktı.

 

Komutanın çenesi kaskatıydı. Alman gökyüzünde Türklere ait savaş uçaklarının böyle fütursuzca uçabilmesi ömrünü verdiği ordusuna nefret beslemesine neden oluyordu. Böyle bir aşağılanmaya seslerini çıkarmayışları kendi kanından utandıracak kadar küçük düşürücüydü. Bir akbaba gibi dört f16 üstlerinde dönerken özel bir jet iniş için limanın açıklığına doğru alçalışa geçti.

 

Korhan’ın yüzünde tek bir kas bile kıpırdamazken kalbi çatlayacak kadar şiddetli atıyordu. Zerre kadar etkilemiyordu onu gökyüzünü yaran bu ses, o beklediği ışığı görmek için yanıp tutuşuyordu. Gözü etrafta dolaşıp karanlığı kıracak olan o ışığı beklemeye başladı. Sonunda zırhlı bir minibüsün yaklaşmasıyla bilinçsizce öne doğru adımladı ama Alparslan’ın kolunu tutan eliyle adımı havada kaldı.

 

“Bekle…”

 

Kısık sesiyle Alparslan da minibüsten gözlerini ayırmamıştı. Komutan minibüsün durmasıyla araca doğru ilerleyecekken Korhan kolundaki elden kurtuldu.

 

“Dur!”

Komutana karşı sert sesiyle uyarıda bulunda. Aracın kapısı kayarak açıldığında Korhan’ın peşinden Alparslan da ilerledi. İçeriyi görebilecek duruma geldiğinde kalbi atmayı bıraktı. Kalbi genç bir oğlanın kollarında kaybolmuş, kafasını gizlemek için iyice gömülmüş kız kardeşini gördüğünde gerçekten atmayı bıraktı. Ellerinin titremesini durduramıyordu. Dudakları fısıltıyla Suhan diyebildi sadece. Ahinin korumak ister gibi iyice sarıp sarmaladığı bedeninden gözlerini çekip kendine bakan siyah gözlere karşılık verdi.

 

Zayıf, bitkin yüz hatları, itişme yaşandığını belli eden gözünün altındaki kızarıklık ve dudağındaki kan izi buraya getirilirken zorlandığını gösteriyordu. Daha yirmi üçünde, yüzünün az bir kısmını kaplayan sakalları ile siyah gözlerini dikmiş dehşetle ona bakıyordu. Ahunun çaresiz anlarının bakışı gizliydi bu gözlerde. Aynı beyaz ten, aynı simsiyah gözler, zayıf bir yüz, darmadağınık ve kirli saçlar…

 

“Ahi…”

 

Sesi bu kez daha güçlüydü. Suhanın ellerini kulaklarına bastırıp, Ahinin kolunun altına saklanmış, kendini fark edemeyecek kadar korkmuş bedeniyle sol gözünden aşağı bir damla kaydı.

 

“Suhan…”

 

Suhanın hafif sarsılan omuzları bu kelimelerle duraksadı. Ahinin onu sarmalamış kolları gevşedi, yaşadığı şok halinden çıkıp sesini çıkaramıyordu. Onları bir anda kavrayıp bulundukları odadan çıkardıkları zaman aylar önce yaşanılanın tekrarlanacağı korkusuyla aklını oynatacak hale gelmişti. Suhana uzanan adama saldırdığında yediği yumrukların sızısı hala çok şiddetliydi. Suhanın buraya gelene kadar kendine sığınması, titremesi, ağlaması ve bunlara karşı hiçbir şey yapamıyor oluşu mahvetmişti Ahiyi. Asla karşısında duran adamı beklemiyordu. Onları öldürmeye götürdükleri bile gelmişti aklına ama kurtuluş…

 

İmkansızdı!

 

“Kor- Korhan abi…”

 

Ahinin de sesini duyduğunda Suhan başını kolunun altında çevirip gözleri görünecek kadar yüzünü döndü.

 

“A- abi… Abiiii!!!”

 

Korhan kilitlenip kaldığı yerden Suhanın sesiyle çıktı. İki eli titreyerek uzandı Suhana. Ondan bile korkabileceği ihtimali nefes aldırmıyordu.

 

Babasının annesine her zaman seslendiği gibi “badem çiçeğim” diye fısıldadı.

 

Küçücükken babası annesine ne zaman badem çiçeğim dese peşinde dolaşırdı kendisine de demesi için. Babası ölüp gittiğinde söylediği sevgi kelimelerini devam ettirmek Korhan’ın vazifesi olmuştu. Bir zamanlar babasının su damlam dediği kardeşi babası soğuk toprağa bırakıldığı andan itibaren Korhan’ındı.

 

“Geldim bebeğim… Geldim abiciğim…”

 

Korhan sol ayağını minibüsün içerisine bastırıp, Suhan tutsun diye elini uzattı.

 

“Geçti…”

 

Suhanın badem gözleri hızla yaşlarla doldu. Titreyen çenesi idrak edemeyişinden kaynaklı açılıp, konuşamıyordu.

 

“Evimize gidiyoruz badem çiçeğim.”

 

Suhanın Ahiye sığınmış bedeni azıcık doğrulduğunda Korhan bu kez diğer elini de uzattı. İncinecek korkusuyla pamuk dokunuşları kardeşine doğru uzandı. Yeni bir yaş gözünden aşağı kayarken Suhanın hıçkırıkları arttı. Korhan’ın yangını büyüdü, ateş göğsünü kavurdu, acı katlanılmayacak kadar çoktu. Suhanın sarsılan omuzlarını kavrayıp kendine çektiğinde boğazından bir aslanın can çekişirken çıkaracağı kadar yaralı bir inilti çıktı.

 

“Geldim kardeşim…”

 

Suhan Korhan’ın gömleğine parmaklarını saplayıp, bir daha asla sığınamayacağım dediği göğsüne başını yasladı. Aylarca tetikte, korkuyla, acıyla sınanmış kalbi ağabeyinin kokusunu aldığı anda gelen rahatlamayla kendinden geçer gibi bir hissizliğe bıraktı bedenini. Parmak uçlarına kadar bir uyuşma esir aldı sanki. Bilincini kaybetmedi ama elini kaldırmaya yetecek kadar bile güç yoktu canında.

Küçücük kalmış kız kardeşini kendine doğru çektiğinde onlara öylece bakan çocukla tekrar göz göze geldi.

 

“Seni ablana götüreceğim Ahi.”

 

Ahinin titreyen irisleri Korhan’ınkiler gibi dolu doluydu.

 

“Abi ben…”

 

“Çok özledi, mecali kalmadı.”

 

Ahi başını iki yana salladı, omuzları sarsılmaya başladı.

 

“Abi ben istemeden… Abi ihanet ettim ahuma… O…”

 

“İyi! Sizi bekliyor ama iyi. Yanına gittiğimizde daha iyi olacak. Hadi aslanım. Evimize gidelim artık.”

 

Korhan, Suhanı saran sol kolunu sıkılaştırıp sağ koluyla Ahinin ensesinden kavramış ve kendine doğru çekip dudağını başının üstüne bastırmıştı.

 

Ahinin kafasını bıraktığında Suhanın bedenini kolaylıkla kucağına aldı. Geriye çekildiğinde Alparslan bir adım ardındaydı. Göz göze geldiler. Eli belindeki silahında sırtını kolluyordu. Minnet taşan gözleri Alparslan’ın zift karası gözlerine binlerce teşekkürü akıtıyordu sanki. Suhanla geri çekildiğinde Alparslan Ahiye doğru elini uzattı.

 

“Gel bakalım yiğit oğlan, kara saçlı bir kız kardeş yolunu gözlüyor.”

 

Ahiyi dirseğinden kavrayıp, kolunu omzuna sardı. Bedeninin ağırlığını omzuna verip ağır aksak adımlarla Ahiyi de çıkardı minibüsten. Alparslan sol ayağının aksadığını gördüğünde dişlerini sıktı. Getirilirken çocuğu mahvetmişlerdi.

 

Korhan kucağında Suhanla, Alparslan’ın Ahiyi iyice kendine yaslamasını, ayağını kontrol etmesini öfkeyle izledi. Minibüsün ön kısmında bekleyen iki kişiye değdi gözleri. Saçları sıfıra vurulmuş dimdik karşıya bakan adamın yüzündeki ifade nefretini katmerledi. Kucağında kardeşi yokmuş gibi ilerlemeye başladı. Yanından geçeceği an duraksadı. Suhanın başını iyice göğsüne bastırıp, sıkıştırdı. Sağ ayağı askerin diz kapağına oldukça şiddetli bir tekmeyle buluştuğunda havayı dolduran uçakların sesini bile yırtacak şiddette bir çatırtı ve güçlü bir kükreme duyuldu. Biraz önce saniyeler içerisinde bir adamın diz kapağını parçalamamış gibi bir rahatlıkla jetin bulunduğu bölgeye doğru ilerlemeye başladı. Suhan bağırtıdan korkup iyice saklamıştı başını kolunun altına doğru. Sanki sesleri duymasın ister gibi Korhan da kulaklarını sıkıştırdı. Jetin açılmış, hazır bekleyen kapısından geçerken bir kez daha Alparslan ve Ahiyi kontrol etti.

 

Alparslan kendine yasladığı çocukla komutana bakmış sonra iki parmağını selam verir gibi bir jest yapmıştı. Dudakları videoyu bekliyorum diye kıpırdadı. Sonra kıyıda sıra sıra bekleyen Kerim ve ekibine başını onaylar gibi eğerek bir işaret yaptı. Bununla beraber ilk Seymen, ardından Poyraz ve sırayla Ali, Haydar, adsız, Yavuz komutanın şaşkınlıkla açılmış gözleri eşiğinde denize atladı. Son olarak Alparslan’a selam verir gibi Kerim de kapkara sulara doğru dalış için atladı. Komutan ve ardındaki bütün askerler anlamsız bakışlarını çekemiyorlardı.

 

Alparslan son kez küçümseyen bir bakışla komutana bakıp jete Ahiyle beraber bindi.

 

Kerim ve ekibi vatoza ulaşacakları derinliğe doğru yüzerken, jet de Türkiye semalarına varmak için kalkışa geçti.

Jetin içerisinde kalkış sırasında bile Korhan kardeşini kucağından indirmemişti.

 

Alparslan Ahiyi kontrol etmek için jette görevli teğmenlerden birine pansuman malzemeleri getirmelerini söyledi. Yıpranmış, kirli pantolonunu dizine kadar kesip darbenin şiddetini kontrol etti. Kırık olmasa da çatlak olduğundan emin olduğu kaval kemiğini bulunan imkanlarla sarıp, ağrı kesici verdi.

 

Korhan’ın kucağında Suhanın saçlarını okşayışı, kollarını sıkı sıkı sarmalayışı uçuş sürecinde devam etti. Ara ara uykuya dalar gibi gözleri kapanan, sonra hıçkırarak uyanan kardeşine kavuşmuştu. Karşısında kendinden gözlerini ayırmayan oğlana baktı. Kelebeğinin acısı dinecekti. Kırağı vurmuş dalları çiçeklenecek, eksik gülüşleri Ahusuna geri dönecekti.

Korhan’ın başı geriye yaslanıp, gözleri kapandı. “Çok şükür Allah’ım…” diye bir mırıltı döküldü dudaklarından. Kızının yollarını gözleyen annesine sonunda kızını götürecekti.

 

 

🦋🦋🦋🦋🦋🦋

 

Haber Umut’a yıldırım gibi düştü. Ceyda, Ahunun odasına doğru koşarken iki kez tökezledi. Kapıyı açıp içeri girdiğinde Ahu pencerenin kenarında aydınlanmaya başlayan gökyüzüne bakıyordu.

 

“Ahu!!!”

 

Ceyda’nın bağıran sesiyle koltukta kısa bir uykuya dalmış Şifa da sıçrayarak uyandı. Ceyda yüzünde kocaman bir gülümseme ve yüzüne aşağı sıralı yaşlarla Ahuya bakıyordu. Ahu Nar oturduğu pencere pervazından ağırca yere indi. Elleri titriyordu. Ceyda’nın yüzündeki gülümsemeyle gözleri saniyeler içinde doldu.

 

“Geliyorlar Ahu! Kardeşlerin geliyor!”

 

“Ceyda…”

 

“Alman hava sahasından çıktılar, geliyorlar.”

 

Ahu iki adım atacaktı ama bacaklarının titremesi izin vermedi. Hissizmiş gibi olduğu yere çöktü. İki eli çıldırmış gibi çarpan göğsüne yaslandı. Bakışları Ceyda’dan ayrılamıyordu. Rüyada mı gerçekte mi emin de değildi. Uyumuştu gecenin bir vakti ama uyanmış mıydı sonra? Hatırlayamadı. O zaman yataktaydı ama biraz evvel gökyüzüne bakıyordu. İyi ama pencerenin kenarına gitmemişti ki. Birimi götürmüştü yoksa onu? Bunu da hatırlayamadı. Sevinçle çarpan göğsüne bıçak kesiği gibi bir acıyla korku oturdu. Yine mi rüya görüyordu? Aklını gerçekten yitiriyor muydu?

 

“Ceyda…”

 

Medet dilenir gibi bir yardım çığlığıydı. Koltuktan kalkmış, yanına varmış Şifa titreyen ellerine uzandı.

 

“Hadi güzelim, bak geliyorlar.”

 

Ahu Şifanın bileklerinden sıkıca tutmasıyla destek alarak ayağa kalkmaya çalıştı yine. Ama bu kez de ayağının altında keskin bir acı hissetti. Yüzü ayağına doğru eğildi. Acı çok güçlüydü. Birden ağırlığını verdiği için yarayı zorlamış, sargının kanlanmasını sağlamıştı. Yüzünde kademe kademe bir gülümseme büyüdü. Acı hala yakıcıydı. Yüzüne aşağı akan yaşlar da omuzlarının sarsıntısı da arttı ama kahkaha ve hıçkırık arası bir sesle ayağına bakıyordu. Yere kan bulaşacak kadar kanamış yarasına, canını çok yakan acısına gülümsüyordu.

 

Ayağı çok acıyordu…

 

Ayağı o kadar acıyordu ki hiç kimse rüyada böyle bir acı hissedemezdi. Şifanın omuzlarını tutup kendine yaslamasıyla sıkıca dolandı Şifaya.

 

“Geliyorlar… Uyumuyorum, geliyorlar!”

 

“Geliyorlar canım… Bitti Ahu.”

 

Şifa geriye çekildiğinde Ahu eğilip dudaklarını karnına bastırdı. Gece bir an Şifa kızıyla konuşurken Ahuyu da ortak etmişti sohbetine. Birkaç kelime kurmuştu ilk kez minik kıza. Annesinin her derde devadır benim kızım dediği zaman minicik bir candan medet dilenmişti. Bebeklerin müjdelerle geldiğini fısıldamıştı karnına. Bana kardeşlerimi getir müjde olarak küçük deva diye karnına sarılıp ağlamıştı.

 

“Teşekkür ederim küçük deva.”

 

Dudaklarını bir kez daha karnına dokundurdu Şifanın. Sonra acıyan ayağına dikkat ederek geriye çekildi. Ceyda’ya doğru aksayan adımlarla ilerledi. Ceyda’nın açılmış kollarının arasına girdi.

 

“Ceyda…”

“Bitti ahu göz. İki saat olmadan burada olacaklar. Bitti matemin.”

 

Eli Ahunun saçlarını okşaya okşaya teselli etti. Karşısında ikisini güzel bir gülümsemeyle izleyen kadına bakıp o da tebessüm etti.

 

Ahu geriye çekildi. Sönmüş yıldızları parlamaya başlamıştı tekrar.

 

“Gidelim… Hadi nereye inecek uçak, oraya gidelim Ceyda.”

 

“İki saat sürer Ahu.”

 

Ahu başını iki yana salladı.

 

“Olsun! Olsun ben beklerim hadi gidelim. Duramam ki ben içerde.”

 

“Ayağını tekrar saralım en azından bak kanamış. Vampir parçalar beni. Hadi canım.”

 

Ahu biraz evvel canını yaktığı için sevinç gözyaşları döktüğü yaraya baktı. Sanki şimdi hiç hissetmiyordu acıyı. Göğsünü döven sevinç acıyı hissizleştiriyordu.

 

“Kızar tabi değil mi? Ahi de görüp, endişelenmesin. Ama çabuk olsak, ben onları beklemek istiyorum.”

 

“Tamam hemen sargıyı değiştireceğim. Hadi otur yatağa.”

 

Ahu küçük bir çocuk gibi söz dinleyerek ayağını dışa doğru bastırdı. İçerde kalan yarayı kendince böyle koruyordu. Ağır ağır yatağına geçti. Ceyda pansumanını yenilerken hiç sesi çıkmadı. Sonunda ayağına yumuşak bir terlik giydirdiğinde ayaklandı. Koluna giren Ceyda’yla beraber Şifa da elini sırtına yasladı. Ağır ağır merdivenleri indiler. Koşmak isteyen adımlarına zorla söz geçirip küçük küçük jetin ineceği alana doğru ilerlediler.

 

Gökay Turanın, Zahirin, ve babasının çoktan alana çıktıklarını başını yerden kaldırdığında gördü. Onlar da mı duvarların içinde duramamıştı?

 

Zaman durur mu duruyordu işte. Dakikalar sanki asır gibi bir sürede tükeniyordu. Minicik bir ses, azıcık bir görüntü için Ahu bakışlarını gökyüzünden indirmiyordu. Nerden geleceklerini bile bilmeyen aklı kendi etrafında dolaşıyor, güneşin yaktığı yüzünü zerre umursamıyordu.

 

Biz zaman sonra gökyüzündeki uğultu arttı. Uğultu güçlü bir sese dönüştü. Ahu olduğu yerde dolanmayı bıraktı. Sesin geldiği yönde saplı kaldı. Elleri göğsünün üstünde, birbirini sıkıca tutuyordu. Kurumuş gözleri tekrar yaşarmaya başladı. Ses şiddetlendi, Ahunun yüreği göğüs kafesine sığmamışçasına çarptı.

 

Gök yüzünü kaplayan uçaklardan biri yaklaştıkça kulakları uğuldadı. Rüzgarı, yüzüne çöp parçaları çarptı, gözlerini bile kırpamadı. İnişin tamamlanacağı alanı soluğunu tutmuş bir halde izledi.

 

Zahir elini Ceyda’nın beline dolayıp kendine doğru çekene kadar Ceyda da nefes almayı unutmuştu sanki. Yüzlerinde dingin bir tebessüm vardı ikisinin de. Uçağın kapıları yukarı doğru açılmaya başladığında Ahu Ceyda’ya verdiği tüm sözleri unutmuş gibi hızla koşmaya başladı. Ceyda başını iki yana salladı.

 

“Ayağını mahvetti. Korhan öldürecek beni.”

 

Esefle konuşmasına Zahir kısa bir kahkaha atmış, dudaklarını başının üstüne bastırmıştı.

 

Ahu son yaşam şansına varmak ister gibi büyük bir hızla koşuyordu. Ayağını sızlatan acıyı da soluğunu alamadığı için yanan ciğerlerini de umursamayacak haldeydi. Aradaki mesafe kapanıp da kollarında Suhanla Korhan’ın merdivenlerden inen görüntüsünü gördüğü an kilitlenmiş gibi kaldı.

 

Çığlık atmak isteyen azına ellerini bastırarak hâkim oldu. Yüzünü kaplayan gülümsemeyle beraber inci yaşlar dökülmeye başladı. Merdivenden inerken kendine düğümlenmiş amber gözlerden kopamadı.

 

Ayakları sonunda yürüme mecali bulduğunda Korhan’a doğru ilerledi. Titreyen elleri Korhan’ın göğsünde uyuyup kalmış Suhana uzandı. Dağılmış saçlarına parmaklarının ucuyla dokundu sonra ağzından kaçmak isteyen hıçkırığı tek eliyle kapattı. Uyanır korkusuyla elleri istediği gibi dokunamıyordu. Titreyen çenesini elinin baskısıyla kontrol etmeye çalıştı. Tekrar Korhan’a baktı. Konuşacak halde değildi ama neden kıpırdamıyor sormaktan korkuyordu.

 

“Çok yorgun… Uyuyor…”

 

Korhan’ın fısıltısıyla hızla başını salladı. Sonra merdivenlerden Alparslan’ın desteğiyle inmeye çalışan kardeşini gördü. Can çekişen bir iniltiyle Ahi diye fısıldadı.

 

Yavaş yavaş inen Ahiye doğru ayaklarını yere sürterek ilerledi. Elleri çığlık çığlığa bağırmak isteyen ağzından ayrılmıyordu.

 

Merdiven başında durakladı. Ahinin yaşlarla dolu siyah gözlerine baktı. Titreyen elleri ağından uzaklaşıp Ahinin yüzüne doğru uzandı. Buz gibiydi parmakları. Uzamış zayıf sakallarına dokundu ilk. Ahinin gözünden kayan sıcak damla, işaret parmağını okşadı. Sonra soğuk parmaklar gözünün kenarlarını, kızarmış elmacık kemiğini sevdi. Nefes alamıyordu.

 

“Ahi…” diye fısıldadı. Onu son gördüğüne oranla uzamış saçları, kirliydi. Üstü başı perişandı. Zayıflamış, omuzları çökmüştü. Zaten hep zayıf yanakları içine gömülmüştü.

 

“AHİİİ!!!”

 

Kendinden çıktığının bile farkında olmadığı bir çığlıkla atılıp boynuna sarıldı. Tüm bedenini esir alan sarsıntılarla hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Biri gelip alacak korkusuyla kolları olabilecek en büyük kuvvetle sarmalıyordu.

 

“Ahimmmmm…”

 

Ahinin beline can simiti gibi sarılması, başını boynuna gömüp kokusunu derince içine çekmesi o anda gerçekleşti.

 

“Ölüyordum… Sensiz ölüyordum.”

 

Ahu boynunun değebildiği yerlerine dudaklarını bastırıp, tenine sinmiş kesif kokunun ardından kardeşinin kokusunu aramaya başladı.

 

“Allahımmmm…”

 

Ahinin hiç sesi çıkmadan sessiz sessiz ağlayarak sarılması, Ahunun kokusundan şifa araması dakikalar sürdü. Ahu birazcık sakinleşip, ağlaması yavaşladığında geriye çekilmiş, Ahinin bereler dolu yüzüne bir sürü buse bırakmaya başlamıştı.

 

“Öldü dediler biliyor musun?”

 

Elmacık kemiğindeki kızartıya bir kez daha dudaklarını bastırdı.

 

“Ahi beni bırakmaz dedim inanmadılar.”

 

Bir kez daha bastırdı dudağını aynı kızartıya.

 

“Ahum…”

 

İlk o an aylar sonra sesini duydu kardeşinin.

 

“Can yarım…”

 

“Aklımı kaçıracaktım Ahi. Beni bıraktın sandım delirtecektim.”

 

Belindeki kollar daha sıkı sarıldı.

 

“Çok özledim seni Ahu.”

 

Yorgunlukları tüm kemiklerini sancıyla örtüyordu ama dinlenmek için de yine birbirlerine muhtaçlardı. Doğdukları andan beri hiç ayrılmayan, azıcık uzak kalamayan aylar sonra eksildikleri yerden tamamlanıyorlardı. Ahi, çaresizlik içinde Ahunun adını fısıldadı diye aylardır vicdan azabıyla kıvranırken, Ahu öldü sandığı kardeşinin yokluğunda kaybolmuştu. Korhan el uzatmasa Ahiye gidecek yolları çıplak ayakla koşacak kadar delirmişti.

Ama şimdi…

 

“Burdasın… Allah’ım şükürler olsun burdasın Ahi.”

 

Geriye çekilip daha net bakışlarla bir kez daha süzdü kardeşini. Bacağındaki açıklığı da sargıyı da o zaman fark edebildi. Gözleri tekrar korkuyla gölgelendi.

 

“Ne oldu? Bacağına ne yaptılar? Acıyor mu? Yaslan! Dur ağırlığını verme üstüne yaslan bana.”

 

Hemen kendini kolunun altına sokup sanki taşıyabilecekmiş gibi Ahinin bedenini kendine doğru çekmeye çalıştı. Ahi ellerini sıkıca kavrayınca duraksadı. Ahinin de gözleri tıpkı kendi gibi sol ayağından yaralanmış, sargıyı kanla kaplamış ayağındaydı.

 

“Kanıyorsun Ahu.”

 

Ahu hızla iki yana salladı başını.

 

“Bir şey yok! Çizik sadece, acımıyor. Hadi verme ağırlığını üstüne, kırık mı Ahi? Hadi hemen baksınlar.”

 

Ahi dudağını Ahunun alnına bastırıp öylece durdu bir süre. Kıpırdayacak da tek adım atacak da mecali yoktu. Biraz dinlenmeye, ne yaşıyorlar idrak etmeye ve en önemlisi Ahuya sarılıyor olmaya ihtiyacı vardı. Kaç gecesini Ahuya veda ederek geçirmiş, gözleri kapanmadan önce bir daha uyanamazsa diye Ahu duymasa bile ondan özür dilemişti. Bir daha görme umutlarının tükendiği zamanda geçmişlerini düşünmekten başka hiçbir şey gelmemişti elinden.

Bazı zamanlar da ise Suhanın isteğiyle çocukluklarını anlatırdı. Saçlarını kesti diye küstüğü zamanları hatırlar, bir daha saçlarına dokunamayacağım diye Suhana sıkı sıkı sarılır ve ağlardı. Hiç ihtimalin olmadığı bir şeyi yaşarken kendini toparlayıp, güçlü duramıyordu.

Ahunun onu sarmalayan kollarını hissettiği andan beri, kendinden on dakika büyük ablasına sığınan küçük bir çocuk yapıyordu Ahiyi yaşadıkları.

Alparslan’ın eli sırtına değdiğinde Ahu başını kaldırdı.

 

“Hadi küçük kız kardeş, doktorların ikisini de görmesi lazım. “

 

Ahu Alparslan’a minnetle, ömür boyu sürecek bir sevgiyle baktı.

 

“Çok teşekkür ederim. Çok teşekkürler… Çok teşekkürler… Bana yaptığın bu şey için ömür boyu minnettar olacağım sana.”

 

Alparslan gülümseyip, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş burnunun ucuna dokundu.

 

“Hiişşştt! Abiler bu günler içindir, hadi toparla kendini. Bak kardeşinin sana şimdi daha çok ihtiyacı var. ”

 

Ahu hemen başını salladı. Doğru söylüyordu. Ağlayıp duramazdı artık. Ahinin de Suhanın da şu anda ona her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı.

 

Alparslan, Ahiyi tekrar kendine yasladığında Ahu, Ahinin serçe ve yüzük parmağını avcunun içine kıstırmış onların peşinden ilerlemeye başlamıştı. Onlar hareket ettiğinde kucağında Suhanla bekleyen Korhan, Ahunun soluna geçip yürümeye başladı. Ahu kime bakacağını şaşırmıştı. Umutta sağlık hizmetleri veren binaya doğru ilerlediler. Sedye ile karşılamaya çalışılsa da Korhan Suhanı bırakmamıştı. Ahi daha fazla ayağına yük bindirmesin diye onu yatırdılar. Ahu tuttuğu iki parmağını bırakmadan sedyenin peşinden ilerlemeye başladı.

 

Doktorlar Suhanı rahatsız etmeden ilk muayenesini gerçekleştirirken Ahi de ayağının durumu netleşsin diye röntgene alınmıştı. Bu süreçte kan tahlilleri, travmatik yara izlenimleri sürüyordu. Ahinin kaval kemiğindeki çatlak büyüktü. Bunun için bir süre alçıya alınmasına karar verildi.

 

Güçsüz kalmış bedenine, takviye için serum desteği sağlanınca rahatlamış vücudu kısa sürede uykuya daldı. Bu süreçte Ceyda’nın ısrarıyla Ahu ayağını tekrar sardırmıştı.

 

Suhan ise uyanıp kendine geldiği zamanda yine ilk çok paniklemiş ama Korhan sayesinde kısa sürede sakinleşmişti. Korhan bir an bile yanından ayrılmıyor, kardeşini kollarında tutarak, onu çok incitmeden muayene etmelerini sağlıyordu. Suhanda bedensel bir hasar görünmediği için kanı alındıktan sonra dinlenmesine uygun bir odaya götürülmesinde sakınca olmadığı söylenmişti. Şifanın yardımıyla daha önce Korhan ve Ahunun kaldığı odanın yanındaki oda Suhan için hazırlandı. Korhan’ın aklı Ahudaydı ama kardeşini de bırakamıyordu.

 

“Abi…”

 

Korhan yatağına yatırdığı kardeşinin yanında oturup saçlarını okşarken kendine seslenen kardeşine baktı.

 

“Ahi nerde abi?”

 

Badem gözlerindeki bu titremeleri nasıl iyileştirecekti Korhan? Parmakları göz kenarlarını sevdi.

 

“Muayene ediliyor su damlam. Merak etme, herkes en iyi şekilde ilgileniyor.”

 

“Abi ne olur gidip baksana.”

 

“Suhan ben…”

 

“Abi ne olur? O adam beni tutmasın diye çok kötü vurdu ona. Yine beni korumaya çalışırken canını yaktılar. Ayağı… Ne olur bak abi?”

 

Suhanın badem gözlerinden damla damla yaşlar akınca Korhan uzanıp yanağına bastırdı dudaklarını.

 

“Seni nasıl bırakayım bebeğim?”

 

“Abi bir kez bak. Ben beklerim seni burada. Çıkmam hiçbir yere ben zaten.”

 

Korhan ne yapacağını bilemez halde öylece bocalamıştı. Kardeşinin yalvaran sesine kayıtsız kalamıyordu ama onu bırakmaya da gücü yoktu.

 

“Abi sırtına da vurdular. İyi mi bir kez sen baksan ya da beni götürsen…”

 

Korhan kabullenmişlikle başını eğdi.

 

“Kalkma sen yatağından güzelim. Ben hemen bakıp geleceğim tamam mı? Sakın korkma, burada kimse sana zarar veremez.”

 

Suhan başını hızlı hızlı salladı ama ellerindeki o küçük titreme hali hâlâ devam ediyordu. Yan dönmüş, yatakta kıvrılıp küçücük kalacak kadar büzülmüştü. Korhan odadan çıkana kadar gözünü ayıramadı onu izleyen kardeşinden.

 

Hızlı adımlarla kliniğe doğru ilerlerken gözü etrafta gezmeye başladı. Alparslan olanları aktarmak için taş binada olmalıydı. Kliniğe girdiğinde yerlerini çalışan birinden öğrendi. Koşar adımlarla Ahinin odasına doğru ilerledi.

 

Ahuyu uyuyan Ahinin başında bulunca sessizce sürgülü kapıyı açıp içeri adımladı. Ahunun kendine dönen bakışlarıyla derin bir nefes aldı.

Ahu ağırca ayağa kalkıp Korhan’a doğru yürümeye başladı. Korhan’ın açılmış kollarının arasına girdi hemen. Korhan yorgunluktan sızlayan bedenindeki ağrıları ilk o anda hissetmeye başladı. Ahunun koynunda, kokusunda onu zayıflatan bir şey vardı. Kendini bırakmaya itiyordu o his.

 

“Kelebeğim…”

 

“Geldiler Korhan…”

 

“Geldiler güzel ateşim.”

 

Korhan başını Ahunun boynuna sokup derin derin soluklarla birkaç dakika öylece kaldı. Geriye çekildiğinde kolları hala Ahuyu kavrıyordu.

 

“Ahi iyi mi? Muayenesi yapıldı değil mi?”

 

Ahunun gözleri titredi.

 

“Bedeninde darp izleri var. Eskimiş bir sürü morluklarla dolu Korhan. Ayağındaki çatlak derin, alçıya aldılar. Şimdi ağrıları geçsin diye ağrı kesici yaptılar. Uyudu kaldı. Suhan…”

 

Ahu bir anda aklına gelen kızla gözleri irice açıldı.

 

“Suhan nerde Korhan? Onu yalnız mı bıraktın?”

 

“Ahiyi çok merak etti. Çok ağladı. Ahiye bakmak için…”

 

Ahu gerisinde uyuyan kardeşine bakıp geri Korhan’a baktı.

 

“Sen burada kalsan… Suhanı hiç göremedim ben. Gideyim azıcık yanına.”

 

Korhan başını sallayarak onayladı. Ahu uzanıp dudağını Korhan’ın çenesine bastırdı.

 

“Ama çıkma burdan tamam mı? Ben… Suhana bakayım, Ahi de uyanınca serumu bitmiş olur hem. Onu da odaya götürürüz. Başından ayrılma Korhan.”

 

“Tamam kelebeğim, ben halledeceğim. Endişelenme, onlara burada kimse yaklaşamaz.”

 

“Olsun… Sen yine de ayrılma yanından. Uyanınca, beni göremezse endişelenir.”

 

Korhan kaşının üstüne dudağını bastırıp, başını salladı bir kez daha. Ahu odadan çıkana kadar sık sık Ahiye bakmıştı. Ayağına dikkat etmeye çalışarak odalarının olduğu binaya doğru ilerledi.

 

Suhanın da uyuyabileceği ihtimaliyle kapısını olabilecek en sessiz şekilde açtığında Suhanın ayakta, paniklemiş bir halde bir adım ileri atıp geri çektiğini gördüğünde Ahu da korktu.

 

“Suhan!”

 

Suhan Ahunun sesini duyar duymaz başını kapıya çevirdi. Saniyeler içinde açık kahverengi gözleri yaşlarla doldu.

Ahu tam o anda Suhanın üzerindeki ıslaklığı fark etti. Getirildiğinde uyku halinde olduğu için bedeni kapsamlı bir taramaya sokulmamıştı. Üerindekiler hâlâ aynı, kirli kıyafetlerdi. Pijama gibi görünen gri eşofmanın bacaklarından aşağı ıslaklığını gördüğünde boğazı düğümlendi.

 

“Ahu ben…”

 

Ahu ürkütmekten korkar gibi elinin birini kaldırıp öne doğru ilerledi. Kapıyı da yine aynı sessizlikle ardından kapattı.

 

“Tamam canım, burdayım. Yok bir şey.”

 

Utançtan, korkudan yüzü kıpkırmızı olmuş kız gözlerine bakamıyordu. Ellerini önünde birleştirip, omuzlarını iyice içeri bükmüştü.

 

“Ben birden…”

 

“Yok bir şey güzelim. Suhan…”

 

Suhan, Ahunun seslenmesiyle saniyelik ona baksa da başını geri utançla ayaklarının dibindeki ıslaklığa indirdi. Sonra omuzları sarsılmaya, içine içine sessizce ağlamaya başladı.

Ahu ağladığını fark ettiği an hızla öne atılıp küçük bedenini kolları arasına aldı.

 

“Ben… Ben lavobaya gidecektim… Ahu birden…”

 

“ŞŞŞiiiittt… Yok bir şey canımın içi. Geçti Suhan… Burdayız…”

 

"Üstün kirlenicek Ahu, ben tutamadım kendimi."

 

Ahu daha sıkı sardı kollarını. Kendinden bir kaç santim kısaydı Suhan ama bir annenin bebeğini kucaklaması gibi bir kucaklamayla sırtını okşamaya başladı.

 

Kollarını daha sıkı doladığında Suhan kirlenmiş üstünü düşündüğü için karşılık veremiyordu.

 

“Çok özür dilerim, birden…”

 

Ahu söylediklerini duymamış gibi kirli saçlarına bir sürü öpücük bıraktı.

 

“Çok özledim Suhan… Öyle çok özledim ki…”

 

Kollarında titreyen kıza sarıldıkça sarılası geliyordu. Alnına, yanağına dudaklarını bastırdı defalarca.

 

“Ahu üstün…”

 

“Bir şey olmaz canım. Sarılsana bana Suhan.”

 

Suhanın önünde birleştirip, parmaklarını sızlatacak kadar sıktığı elleri sanki bunu beklermiş gibi gevşeyip Ahunun sırtına dolandı.

 

“Çok pisim Ahu… Her yerim çok kirli… Her yerimi çok kirlettiler Ahu…”

 

Ahunun Suhana sarmalanmış kolları kaskatı kesildi. Hafızasından silip atmak istediği o video gözlerinin önünde cehennem ateşi yaktı yine. Omzuna bastırdığı dudakları ağlamamak için orda kısılı kaldı. Sonra derin bir nefes aldı.

 

“Yıkarım seni canımın içi. Tek bir kir damlası kalmaz. Her yerini tertemiz yaparım ben. Olur mu?”

 

Ahu azıcık geriye çekilip Suhanın kalp şeklindeki suratını avuçlarının içine aldı. Gözlerinden yaş aksa da dudağına zorla bir tebessüm kondurmuştu.

 

“Ablan yıkasın mı seni bebeğim?”

 

Suhan Ahunun sözlerinden sonra sessiz iç çekişlerini büyük hıçkırıklara bırakıp Ahuya bu kez kendi isteğiyle sıkıca sarıldı. Aylar öncesinde kalmış, aralarında eğlence meselesine dönüşmüş bir kelimeydi bu. Ahu, Ahi ve kendine evle temizliğiyle ilgili görev verir birde salondaki koltuğun tepesine çıkar “ben bu evin ablasıyım saksı değilim ben” diye naralar atardı. Suhanı her seferinde kahkaha krizine sokan, Ahunun ablacılık oyunu şimdi zırıl zırıl ağlatıyordu. O zamanların Suhanı Ahunun bu tavırlarıyla nasıl dalga geçerdi. Abla olma hevesiyle eğlenirler, Ahuyu delirtecek sıfatlarla seslenirlerdi.

Şimdi eğlendikleri kelimeye sıkı sıkı tutunmaya o kadar muhtaçtı ki.

 

“Ahu…”

 

“Gel güzelim. Bak burda banyo var. "

 

Ahu, Suhanı bedeninden ayırmadan odanın içindeki banyoya doğru yürüttü. Küçük bir küvetin olduğu banyoda Suhanı klozetin üzerine oturtup hemen suyu açtı.

 

Suhanın kaybolmuş, küçük bir kız çocuğu gibi oturuşu ağlama isteğini katmerliyordu. Ama şu an güçlü durmalı ve Suhanı iyi hissettirmeliydi. Su ılımaya başlayınca yanına doğru adımladı.

 

“Çıkarayım mı üzerini canımın içi?”

 

Suhan titreyen bakışlarını kaldırıp, başını salladı. Yüzünde hiç tiksinme emaresi yoktu, bu azıcık da olsa Suhanı rahatlatıyordu.

 

Ahu üzerindeki kirli, uzun kollu badiyi çıkardı ilk. Bileklerindeki izler soluğunu tutmasına neden olmuştu. Sıkıca kavranma sonrası oluşacak olan parmak izleri dişlerini sızlatmaya başladı. Altında siyah bir atlet vardı sadece.

 

Elleri titreye titreye ona da uzandı. Teninde görebileceği herhangi bir iz Ahuyu delirtirdi. Korku boğazına pençesini sapladı. Atleti bedeninden sıyırdığında kürek kemiğinin üzerindeki büyük morlukla titrek bir nefes bıraktı. Suhanın başı iyice öne eğilmiş, Ahuyu görmüyordu ama Ahu kendini azıcık bıraksa yeni bir krizin eşiğindeydi.

 

Ahu önüne diz çöküp, ıslanmış eşofmanı çıkarmak için parmaklarını lastiğine geçirdi. Suhanın bakışları Ahuya o zaman değdi. Tırnaklarını avuç içlerine sapladığı eli havalanıp işaret parmağının ucuyla Ahunun yüzündeki en derin tırnak izine dokunacakmış gibi yaklaştı ama eli havada asılı kaldı. Ahu başını iki yana salladı.

 

“Yok bir şey canım. Küçük bir kaza ama acımıyor.”

 

Suhanın gözleri bu kez çenesinden boynuna doğru kaymış tırnak izinde dolaştı. Gözünden minik bir damla daha kaydı. Ahunun kendini sıkmak için dişleriyle kıstırıp durduğu dudaklarına baktı bir süre de.

 

“Omzuma elini yasla Suhan. Hadi bunu da çıkaralım.”

 

Suhan söz dinleyen bir çocuk gibi başını sallayıp Ahunun omzundan destek alarak ayağa kalktı. Titreyen dizlerinden kayarak çıkarılan eşefmanı görmemek için gözlerini sıkı sıkı kapatmıştı. Diz kapaklarında kabuk bağlamış yaralar vardı. Sol dizinin üst kısmında, kalçasına yakın bir yerde rengi sararmış büyük bir morluk…

 

Ahunun eli bilinçsizce morluğa dokunduğunda Suhan irkildi. Ahu başını kaldırıp dolu dolu bakan siyah incilerle Suhanda asılı kaldı.

 

Sana benim gördüğümden daha kötüsünü yaptılar mı diye soracak güç yoktu onda. Duyduğunu kaldıracak hâl kalmamıştı bedeninde.

 

Ayağa kalkıp Suhanı küçük küvete oturttu. Hafif sıcak suyu bedeninde tutmaya başladığında Suhanın büzüşerek kollarını bacaklarına sarmasını, dertop oluşunu yanağının içini ısıra ısıra izledi. Ödü kopuyordu elinin dokunduğu yer canını acıtırsa diye.

 

Saçlarını köpürtürken, narince bedenini liflerken yeni doğmuş bir bebeğe gösterilen özeni gösteriyordu. Suhan sessiz sedasız Ahunun onu temizlemesini bekledi. Saçlarını duruladığında dizine yasladığı başını Ahuya doğru çevirdi.

 

“Saçlarımı keser misin Ahu?”

 

Ahunun eli köpüğünü akıttığı saçta asılı kaldı.

 

“Çok kirli… Keser misin?”

 

Ahu uzanıp kendi elleriyle temizlediği saçlara dudaklarını güçlü bir şekilde bastırdı.

 

“Tertemiz… Mis gibi bebek gibi. Hiç kirli değil…”

 

“Onlara dokundular Ahu… Saçlarımı yoldular, kirlendi.”

 

“Suhan…”

 

“Ne olur? İstemiyorum ben onları. Gitsinler!”

 

Ahu ne kadar kendini tutmaya çalışsa da boğazından kayan hıçkırığı tutamadı. Ayağa kalkıp banyodaki lavobu dolabının çekmecelerini kurcalamaya başladı. Küçük bir makas bulduğunda Suhana doğru yaklaştı.

 

“Şimdi biraz keselim o zaman ama sonra seninle beraber benim saç bakım maskemi yapacağız her hafta. Benim saçlarım da dökülüyor, çok cansızlaştı. Beraber iyileştireceğiz, güzelce uzatacağız saçlarımızı.”

 

Suhan hüzünlü bir tebessümle başını salladı. Ahu tutam tutam özenle kestane rengi saçlarını omuz hizasında kesmeye başladı. Her tutamı lavabonun kenarına bırakıyordu. Her bir tel çok kıymetliydi. Çöpe atılamayacak kadar değerliydi.

 

Suhan öylece saçlarının kesilmesini bekledi. Azıcık bile kıpırdamadı. Ahu parmağının ucunu gözünü alamadığı morluğa değdirdi. Suhan irkilmişti.

 

“Acıttım mı güzelim? Özür dilerim ama merhem sürmemiz lazım buraya.”

 

Suhan onaylar gibi başını salladı yine.

 

“Dört gün önce yemek getiren adam beni itince düştüm. Yatak vardı odada, küçük. Onun kenarına çarptım. Birde kalçam çok sızlamıştı, orası da morarmış mı Ahu?”

 

Ahu dişinin kestiği dudağından kanın tadını alabiliyordu. Ardından uzanıp Suhanın omzuna dudağını bastırdı.

 

“Oraya da sürerim çiçeğim. Ağrısı hiç kalmaz.”

 

Ahu aklını kaybetmeden Suhanın ne kadar hasar aldığını öğrenmek zorundaydı. Hiç kimsenin muayene için bile olsa Suhana yaklaşmasına izin vermezdi ama bilmek zorundaydı. Derin bir nefes aldı. Tüm kasları sancılanıyordu sanki kendini sıkmaktan.

 

“Suhan… Onlar…”

 

Suhan omzunun üzerinden diz kapağına yasladığı başını çevirdi. Ahunun gözleriyle badem gözleri birbirine değdiğinde Ahunun bir damlası kaydı. Sonra soracağı sorunun ağırlığıyla ezildi, yok oldu. Dudakları titredi. Gözünün yaşı arttı.

 

“Onlar sana dokundu mu Suhan?”

 

Suhanın ıslak yüzü yaşlarını saklıyordu. Ahunun sorarken çektiği ızdırabı yaşayarak o da tatmıştı. Ahunun titreyen eline doğru uzanıp biraz evvel kestiği saçlarının dibine doğru dokundurdu.

 

“Saçlarımı çektiler…”

 

Okulda zorbalanmış, eve gelmiş de ablasına yaşadıklarını anlatan, ona bunu yapanları cezalandırsın diye göz yaşı akıtan küçük bir çocuk vardı sanki karşısında.

 

“Sonra burama pis dudaklarını dokundurdu.”

 

Ahunun işaret parmağını boynuna doğru sürttü. Ahu hıçkırığını diğer eliyle ağzını kapatarak durdurdu.

 

“Göğsümü sıktı, canım çok acıdı Ahu.”

 

Ahu atılıp ıslak bedenini göğsüne doğru sarmaladı. Sanki biri alacakmış gibi sinesine bastırdı.

 

“Ahinin gözünün önünde taciz etti. Benim… Benim bacaklarımın arasına dokundu. Çok korktum Ahu.”

 

Ahunun sarsılan omuzlarının aksine Suhan hissizmiş gibi öylece konuşmaya devam ediyordu.

 

“Çok yalvardım ben… Ahiye kurtar beni dedim ama onlar çok güçlüydü.”

 

Biri boğazından aşağı kızgın bir çubuk soksa böylesi canı yanmazdı Ahunun.

 

“Sonraki hergün açılan kapıyla ölecek gibi oldum. Beni almaya geldiler sandım hep.”

 

Duraksadı. Ahunun güvenli koynunda gözlerini kapatıp o anların zihninden uzaklaşması için Ahunun sıcaklığına sığındı.

 

“Ama korkma Ahu. Tecavüz etmediler. Sadece bir kere… Niye yaptılar bilmiyorum ama bir kere öyle çok korkuttular ki ondan sonraki bütün günlerim bu korkuyla geçti.”

 

Suhanın aksine Ahu biliyordu. Bir kere canlarını öyle bir yakmışlardı ki ömür boyu unutması imkansız bir hâl almıştı. Korhanı dize getirmek için öyle bir korku yaşatma maksadı güdüyordu Suhanın çığlıkları. Ama ölümü görünce insan sıtmaya gerçekten şükrediyordu galiba. Suhanın acımasızca tartaklanan bedeni daha fazlasıyla harabeye dönüştürülmedi diye şükredecek hâle getiriyordu insanı.

 

"Geçecek hepsi çiçeğim. Biz iyi edeceğiz sizi. Hepsini unutacaksın. Geldiniz ya... Sonunda kavuştuk ya..."

 

Ahunun ıslak olsa da gülümsemeye çalışan yüzüne baktı Suhan.

 

"Abime bakamıyorum ben Ahu."

 

Ahu duyduğuyla istemsiz kaşlarını çatmıştı.

 

"Ahi dedi ki... Onlar videoya almışlar. Şantaj yapacaklar dedi. Bir şey istemek için bizi kullanacaklar ama sonunda kurtulacağız dedi."

 

Suhan çıplak dizlerine düşürdüğü gözlerini sıkıca yumdu. Ahu eğilmiş yüzünü, çenesini tutarak kaldırdığında gözlerini araladı.

 

"Abime mi gösterdiler Ahu? Bana dokun..."

 

Ahunun çenesindeki eli yavaşça dudaklarına değip, susturdu Suhanı.

 

"Siz gidince canım çok yandı Suhan."

 

Dudağındaki eli bu kez yüzünü sevmek için yanağına kaydı.

 

"Öyle çok yandı ki aklımı kaybediyordum. Ama sonra Korhan geldi. Yandığım ateşin içine elini uzatıp çekti beni."

 

Suhan onu öylece dinlese de Ahunun yüzünde kırık bir tebessüm vardı.

 

"Abin seni bulmak için dünyanın altını üstüne getirdi. O... Senin için her şeyi yapar. Sana yapılanın acısını misliyle çıkarır. Ama ona bakamayan gözlerini görürse acıdan ölür Suhan."

 

Ahu avuçlarının içine aldığı yüze minik minik göz altlarına öpücük bırakacak kadar kendine çekip, ellerini serbest bıraktı.

 

"Seni bana anlatırken hep evimizin bebeği dedi. Şimdi bebeğinin ondan saklandığını görürse... O kadar çok ihtiyacı var ki ona sarılmana. Abi demene. Yanında olduğunu senden duymaya. Siz gittiniz biz mahvolduk Suhan."

 

"Çok utanıyorum ben Ahu... Abim..."

 

"Sen değil bebeğim. Senin utanacağın hiç bir şey yok. Tertemizsin. Doğduğun gün ki kadar üstelik."

 

Suhanın ürperen tenini fark edince elini omzuna sürttü.

 

"Hadi üşüyeceksin canım, çıkaralım seni. "

 

Suhan yine başını salladı. Ahunun vücuduna doladığı havlunun altından çıkarmadığı iç çamaşırını çıkarmasına yine Ahu yardım etti. Odasına götürüp yatağına oturttuğunda ne derse yapacak bir uysallık vardı.

 

Ahu koşarak banyoya girmiş, elinde ıslak bir havluyla çıkıp yerde hâlâ duran ıslaklığı silmeye başlamıştı. Bu çok utandırdı ama ağabeyi gelmeden ve onun altına işeyecek kadar acizleştiğini görmeden Ahunun bunu saklamasına minnettardı. Ahu hiç yaptığı şeyi umursamadan geri banyoya dönmüştü.

 

Odada bulunan dolapta paketli, ihtiyaç duyacağı her şey vardı. Küçük ecza dolabından doku zedelenmeleri için bir ilaç buldu, tenindeki her morluğa parmak uçlarıyla sürttü. Üzerini giydirdi.

 

En son ıslak saçlarını kurutmak için banyodan makinayı alıp yatağında onu bekleyen Suhana yaklaştı. Saçları kurudukça dalgalanmaya başlamıştı. Dudakları tebessüm etti. Çok üzülmüştü Suhanın kesilen saçlarına ama o kadar da yakışmıştı ki küçük yüzüne bu dalgalı kestaneler.

 

"Çok güzel oldun canımın içi."

 

Suhan tebessüm etmeye zorladı kendini.

 

"Ahu..."

 

"Efendim çiçeğim."

 

"Beni Ahiye götürür müsün?"

 

"Serumu bitsin, uyansın onu da getireceğiz güzelim. Sana yemek getireyim mi? Acıktın dimi?"

 

Suhan başını iki yana salladı.

 

"Beni Ahiye götür lütfen. Uyumak istiyorum ama o olmadan uyuyamam."

 

"Ama..."

 

"Ne olur Ahu? Canını yaktılar, ayağı kötüydü. Onu görmem lazım."

 

Ahu üzüldüğü an zaten dediği her şeyi yapacak duruma gelmişti. Başını salladı. Ayağa kalktığında Suhana da uzanıp, elini tutmasını istedi. Eli yüzüne düşmüş saçı kulağının ardına yasladığında kısalığı bir an irkitti onu.

 

"Saçımı kestim diye bana da kızar mı?"

 

Ahu tekrar yüzüne düşen saçı bu kez kendi itti kulağının ardına.

 

"Güzelliğini görünce hiç bir şey demez. O bana yakışmadı, çirkin oldum diye kızmıştı. Hadi gel götüreyim seni."

 

Ağır adımlarla konaklama binasından çıkıp kliniğe doğru adımlamaya başladılar. Şifa kısacık bir an yanına uğrayıp ilgilenilmesi gereken prosedürler için bir süre meşgul olacağını söylemişti. Muhtemelen Ceyda da aynı durumdaydı. Çünkü şu ana kadar gördüğü en hareketli zamanlarını geçiriyordu Umut. İnip kalkan jetlerin sesi azalmıyordu.

 

Kliniğe geldiğinde Suhanın kolunu tutan eli beline doğru kıvrılıp, sarıldı. Korhanın içerde beklediğini bildiği için odaya sessizce girdi.

 

Düşündüğü gibi Korhan, Ahinin yatağının kenarındaki sandalyede gözlerini bile kırpmadan onu izliyordu. Açılan kapıyla direkt Ahuyla göz göze geldi. Sonra Suhana kayan bakışları öylece duraksadı.

Ahu fısıltıyla "çok ihtiyacı var" diye kulağına mırıldandı. Korhanı kastetmişti ama Suhanın da çekincesizce ağabeyine sığınmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyordu.

 

"Su damlam?"

 

Suhanın kısalmış saçlarına baktı ilk sonra Ahuya değdi gözleri. Suhanın öne çıkmış bedenine doğru kollarını uzatıp hemen sarıldı. Aynı hızla Suhanın beline dolanan, sımsıkı sarmalayan kollarını hissetti. Suhanın saçlarından gelen şampuan kokusuyla gözleri kapanıp, bir süre soludu. Sonra ardında onları tebessümle izleyen Ahuya baktı bu kez.

 

Aşkı, amber irislerinden akıp Ahunun kalbini ısıttı. Sonra geri çekilip tıpkı Ahunun sık sık yaptığı gibi Suhanın küçük yüzünü avuçlarının içine aldı. Aklı yanında olduğunu kabullenmişti ama kalbi hâlâ korkuyla kasılıyordu. İki kaşının arasına dudaklarını bastırdı.

 

"Çok güzel olmuş saçların badem çiçeğim."

 

İlkokulda kısaydı en son saçları. Sonra arkadaşlarından heveslenip hep uzatmıştı. Şimdi yine küçücük kalmış, eski Suhanını kollarına bırakmıştı.

 

Ardında bir hareketlilik olduğunda Ahinin yatağında kıpırdadığını hissettiler. Ahu hemen yatağa yaklaşıp, serumunu kontrol etti. Bitmiş serumu çıkardı. Onu izleyen Ahiye de gülümseyip, yatağa kalçasını yasladı.

 

"Ağrın var mı? Ayağın..."

 

Eli yüzüne gittiğinde Ahi yakalayıp, avuç içini öpmüştü hemen.

 

"Ağrım yok, endişelenme."

 

Ahu yine elmacık kemiğindeki kızartıya parmağının uzuyla dokundu. Ahi de bundan güç alıp Ahunun yüzündeki tırnak izlerine baktı. Milim milim gezdi bakışları beyaz tende kızıl izler bırakmış yaralara.

 

"Ahum?"

 

"Yok bir şeyim. Endişelenme."

 

"Sen mi yaptın?"

 

Ahu öylece Ahinin bitkin siyahlarına baktı. Seni öyle görünce aklımı kaybettim diyemedi. Suhanın canını yaktılar benim canım söküldü diye ağlayacak lüksü yoktu.

 

"Geçti..."

 

Uzanıp, biraz evvel okşadığı kızarıklığa dudağını değdirdi bu kez. Geriye çekilip ağabeyinin kollarında onları izleyen Suhanı görsün diye önünü boşalttı.

 

Ahinin gözleri ona tedirgince bakan badem gözlerdeydi. Ahi temizlenmiş üstünde, kısalmış saçlarında dolaştırdı başını. Sonra hiç bir şey demeden kolunu açtı. Suhan da bunu beklermiş gibi hemen Ahinin açtığı boşluğa doğru kıvrıldı. Bir an ağabeyini ve Ahuyu unutup, Ahinin kollarında gözlerini kapattı.

 

Ahinin huzurla uyusun diye nöbet tuttuğu anlardan kalma alışkanlıklarıydı. Suhan uyumak istediğinde kolunun altına kıvrılır, Ahi o uyanana kadar demir kapıyı gözlerdi.

 

"Saçlarıma kızdın mı?"

 

Cenin pozisyonunda, göğsüne kafasını gömdüğü için sesi boğuk gelmişti. Ahi de bedenini iyice yan çevirip, kendince bir koza oluşturdu. Suhanı sakladığı bir koza...

 

"Yakıştığı için kızmayacağım..."

 

Ahinin dudakları saçlarına sokunup orda kaldı. Gözleri de kapanıp, kıpırdamadı. Odada olan iki kişinin varlığını unutmuş gibilerdi.

 

Korhan öylece karşısında gördüklerine saplanıp kalmıştı. Eline dolanan parmaklarla baktığı yerden çekebildi bakışlarını. Ahu kendine doğru asılıp onu odanın dışına doğru çekiştirdi.

 

Sürgülü kapıyı kapattıklarında ikisi de sırtlarını yan tarafta kalan duvara verdiler ve aynı anda sürtünerek yere çöktüler.

 

Ahunun başı Korhanın omzuna yaslandı hemen. Korhan ise öylece karşıya bakıyordu.

 

"Annemize götür bizi Korhan."

 

Ahunun sesiyle duvardaki gözleri çekilip omzundaki başa çevrildi. Ahu da o an başını kaldırıp Korhana baktı.

 

"Annemize götür, bizi iyileştirsin..."

 

 

 

 

 

Loading...
0%