Yeni Üyelik
2.
Bölüm

GARİP İÇİN

@orhanvelikanik

Güçlüklere, bir başına da olsa, karşı koyan insan kuvvetli insan olmalı. Ben bunu yalnız kalıp da ümitsizlik içinde olduğumu hissettiğim anlarda daha iyi anladım. Bununla beraber, senelerden beri, o kadar çok zamanlar yalnız kaldım ki bu hale âdeta alışır, hatta –kuvvetli olmanın gururunu duyabilmek için– zaman zaman yalnızlığı arar oldum. Şu anda gurur diye isimlendirdiğim bu his, başlangıçta bir avunma yolu idi. Hayatlarının, benim gibi, ıstırapla dolu olduğunu sananlar, buna benzer bir sürü avunma çareleri bulmuşlardır. Bu çareler, o yalnız kalmış insanların, yalnızlık anlarındaki arkadaşlarıdır. Hayatın karşısında, hatta sırasında ölümün karşısında, ancak bu arkadaşların yardımı ile tutunabiliriz. Benim, yukarıda bahsettiğim gurura benzer, birkaç arkadaşım daha var. Vakit olsa da sizinle, onlar hakkında konuşabilsem. Ne iyi olur! Ama Garip için yazacağım bir yazıda işi dertleşmeye dökersem belki de bana kızarsınız.

Onun için, size şimdilik, bunların yalnız bir tanesinden bahsedeyim:

“Hiçbir yaptığımdan pişman olmayacağım.” diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benim vardır. Çok da faydasını gördüm. Bundan bir hayli zaman evvel böyle bir karar vermemiş olsaydım, üzüntülü günlerimin sayısı muhakkak ki daha fazla olurdu. Bu arada “1941 senesinde Garip adlı bir kitap neşretmişim,” diye dövünür durur, hele onun yeniden basılmasına dünyada razı olamazdım. Garip yeniden basılırken, içimde böylece “yiğitlik bende kalsın” dermişim gibi bir his var. Şiirdeki garip mefhumu üzerinde bugün bir yazı yazmaya kalksam herhalde aynı şeyleri yazmam. Ama bundan dolayı kim beni haksız bulabilir? Onları beş sene evvel yazmıştım. Beş sene sonra da aynı şeyleri söyleyecek olduktan sonra ne diye yaşadım? O günden ölseydim olmaz mıydı? 1941 senesinde söylediklerim, 1616 senesinde 52 yaşında iken ölen Shakespeare’in, 377 yaşında söylemesi lazım gelen sözlerdi. Aynı şekilde, bundan yüz sene sonra yaşayacak bir şairin sözleri de benim yüz otuz bir yaşında düşüneceğim şeyleri anlatmalıdır.

Bir oluş, bir kendimize geliş devrindeyiz. Dilimizin, günden güne bile, ne kadar değiştiğini fark etmiyorsanız benim bir bu yazıma, bir de o zamanlar neşrettiğim Garip’e bakın. Göreceksiniz ki fark çok büyük. Bu farkın bütün günahını sakın benim omuzlarıma yüklemeyin; aynı tecrübeyi, başka muharrirlerin yazıları üzerinde de tekrarlayın; işin, değişen, daha ileriye, daha güzele giden bir cemiyetin işi olduğunu anlarsınız. Bu gidişe ayak uyduramamış insanlarla da karşılaşmanız kabil. Ama her ileriye gidişte bir sürü döküntü bırakmıyor, bir sürü fire vermiyor muyuz? Hatta, çok kere, o döküntüler ayaklarımıza takılıp bizim de yolumuzda yürümemize engel olmuyorlar mı?

Yazdıkça fark ediyorum; Garip’in müdafaasına kalkışmış gibi bir halim var. Garip’i kimseye karşı değil, kendime karşı müdafaa etmek isterim. Bunun, etrafımı hiçe sayışımdan geldiğini de sanmayın. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdafaa etmek isteyişim, ondaki kusurları, başkalarından çok, kendim bildiğim içindir. “Benden başka bilen yoktur” demiş gibi de olmayayım; başkalarından kastım kitabım hakkında söz söylemiş olanlardır. Bunların içinde, üzerinde durulmaya değer, bir tek tenkit yazısı hatırlıyorum. O tenkidi yazan zat, fikirlerine gerçekten inandığım bir dostumdu. Cemiyete bağlı bir sanatın, ferdin ruhi hayatıyla ilgilenemeyeceğini söylüyordu. Ben ferdin ruhi hayatının cemiyetten büsbütün ayrı bir hadise olduğunu ileri sürmemiştim ki. Yoksa o dostum mu işi böyle telakki ediyor? Etmemesi lazım. Çünkü zıt nazariyelerin benim kadar uzlaştırıcı olmayan taraftarları bile, sırasında, kendi fikirlerini karşı tarafın iddiaları ile tamamlıyorlar. Mesela hiçbir Freud’cu yoktur ki şuuraltına itilen temayüllerin oraya cemiyetler tarafından itildiğini, dolayısıyla şuuraltı dediğimiz âlemin meydana gelmesinde cemiyetin pek büyük bir payı olduğunu kabul etmesin. O zaman söylememişsem şimdi söyleyeyim; şuuraltını bir varlık değil, bir “fikrin izahı için ileri sürülmüş bir mefhum” diye kabul ediyorum. Hani birtakım insanların Allah’ı kabul etmeleri gibi.

Bu bahsi derinleştirmek isterdim. Ama söyleyeceğim sözlerin âlimane olmasından korkuyorum. Şiir hakkında âlimane olmadan da söylenebilecek sözler var. Fakat Garip’i yazdığım zaman, daha ziyade, garipliğin nereden geldiğini düşünmüş, şiirin kıymetleri üzerinde o kadar durmamıştım. Gerçi o kıymetleri, o vakitler, pek de bilmiyordum ya. Ama bugün öyle değil. Şiir üzerinde hem tecrübem fazla hem bilgim. Bununla beraber o tecrübeleri, o bilgileri anlatmak bana, şu anda, o günkünden daha güç görünüyor. Daha doğrusu, anlatılmasından ziyade, anlaşılmasının güç olacağını sanıyorum. Hoş, böyle olmasa da söyleyeceğim sözler neye yarayacak bilmem. Fikir tarihi, bir fikir madrabazlığı tarihinden başka bir şey değil. Bugüne gelinceye kadar bir sürü şeyler söylenmiş. Ama gerçek olarak ne söylenmiş? Bir aralık, bir arkadaşım “Sanat bahislerinde aksini ispat edemeyeceğim mesele yoktur,” demişti. “Aksi ispat edilemeyecek mesele yoktur,” demek “İspat edilecek mesele yoktur,” demektir. Mademki ispat edilecek mesele yok ne diye düşünüyor ne diye konuşuyor ne diye yazıyoruz? Sanattan bahsetmek de sanatla uğraşmak gibi, kaçınılmaz, şifa bulmaz bir hastalık mı yoksa?

 

[Orhan Veli, Garip, Ölmez Eserler Yayınevi, İstanbul, 1945.]

Loading...
0%