@orion
|
ONSEKİZİNCİ BÖLÜM ⏳️ Her gidişin bir dönüşü... her dönüşün bir kaybedişi vardır. Şarkılar, şiirler sustu, renkler kayboldu. Geriye sadece siyah kaldı bu gece. İçine her şeyi hapseden siyah, sadık olan siyah ve gökyüzü. Gökyüzü hep sadıktı bana ve bu gecede bana sadık olmaya devam etmişti. Arel gitmişti artık, o artık yoktu ve bende artık Relictaydım.a Terk edilen. Ben her zaman terk edilendim zaten. Ama bu kelüme öyle bir şeydi ki , Onun vücudunda kazılıydı ama bendim Relicta. “Relicta , anlamı ne?” “terk edilen.” “Bazı insanlar terk edilir kiraz çiçeğim.” “insanlar terk eder Arel.” Zihnimde Arel ile olan konuşmam geziyordu. İnsanlar mı terk ederdi? Yoksa bazı insanlar mı terk edilirdi? Neydi bunun cevabı? Neden hayat her zaman bir soruyla başlar ve de her zaman bir soruyla bitterdi? Aşağılık, iğrenç olan bu dünya da neden sorularımızı yanıtlamak için çabalamıyor? Kanayan ruhumla nefret ettiğim bu hayattan , ölü ruhumla tiksiniyorum.
Güvenmelerim, inançlarım, umutlarım ve onun bana aşıladığı her şeyim tükendi, bitti. Yerine tıpkı benimsediğim rengim gibi siyah duygular geldi. Gök bir kez daha gürlediği zaman artık açılmayan kapının dibinden kalkma zamanım gelmişti. Kara karşımdaydı bana acıyor gibi bakarken ben güçlü olmak için kendimle savaş veriyordum. Savaşlar, kanlar ve ölümler hepsi meğer ruhta oluyormuş.
Kara elini uzattı ve kara olan gözlerine bana acıdığını gördüğüm bakışlarıyla “kalk Mila, Bora gitti.” Kalk Mila , Bora gitti. Anla Mila bak gördün hissettin, yaşadın. O yok, o gitti. Bir mor kağıtta çizdiği bir virgülle hemde. Saygısı yok sana Mila . Sana veda etmeyi bile çok gördü Mila. Kalk. Gerçekler önümdeydi artık kendime üzülmeyi ve de kendime acımayı bırakıp enkaz yerini terk etmeliydim. Kara’ nın uzattığı elini tutup duygularıma dil olan yağmurun ıslattığı bedenimi bana açılmayan kapının dibinden ayağa kaldırdım.
Yağmur artık yağmıyordu, gök sesini duyurmaktan yorulmuştu, belki de ağlasaydım bende bu kadar gözyaşı dökerdim ve daha sonra silerdim gözyaşlarımı acıyla. Ve hep yaptığım gibi hiç bir şey olamamış gibi güler, kahkaha atardım. Nede olsa alışığım ben. Artık üzülmeyi kesmeliydim, artık alçak kalbimin burukluğunu geçirmeliydim. Her zaman olduğu gibi ayağa kalkmalıydım.
Rüyalar gerçekleşirmiş meğerse, önceden görmüştüm bu anı rüyamda. Tanrı beni uyarmıştı ama ben göz ardı ettim, ona inandığım için umursamamıştım. Belkide umursasaydım bu karanlık geceyi yaşamayacaktım ve belkide umursasaydım onunla geçirdiğim güzel anları da yaşamayacaktım. Kara bana bakıp hasar kontrolü yaptıktan sonra, tedirgin bir sesle “hadi, artık gidelim” dedi. Oysa bana hadi Mila terk et burayı , unut onu, unut onunla geçirdiğin ger güzel günü demeliydi.
Bunları deseydi bile ben unutmazdım ki onu, ne onu, ne kokusunu, ne sıcaklığını, ses tonunu, acı kahve gözlerini ve de bu günü ölsem unutmazdım ki, bunu biliyordum. Hala aşağılık kalbim onun için atarken ben onu nasıl unutabilirdim ve ona ait her şeyi asla unutamazdım. Seven sevileni nasıl unutabiliyorsa bende onu anca öyle unuturdum.
Kara sırılsıklam olmuştu tıpkı benim gibi. Gözyaşlarım olan yağmur onuda ıslatmıştı. Ne büyük bir bencilik ama, bulutların taşıyamadığı her damla yağmur benim gözyaşlarımken benden başka kimseyi ıslatmamalıydı. Yine adildi yağmur ve yine aynı çizgisindeydi. Galiba bu iğrenç dünyada gökyüzü ve doğadan başka hiç kimse ve hiç bir şeye inanmamalıydı insanoğlu. İnsanlar aldatır, insanlar terk eder, insanlar yalan söyler, insanlar... ama gökyüzü, doğa sadık , net ve hep aynı. Kış aylarında karını, yaz aylarında güneşini mahrum bırakmaz . Hep olduğu gibi, hep aynı. Keşke diyorum en içten bir keşkeyle ; insanlarda hep göründüğü gibi olsa. Âh ben ne çok şey istiyorum öyle. Delirmiş olmalıyım, insanlar en iyi versiyonunu gösterir, kalbiyle darbe vurur. Arkasına bakmaz mesela gider, terk eder. Hiç bir açıklama , hiç bir neden veya haber vermeden defolup giderler. Madem gidiyorlardı benim hayatımdaki tüm insanlar neden benim onları sevmeme izin verdiler.
Bıraksaydılar beni öylece bir kenara. Onları seveceğimi anladıklarında nefret etmem için çabalasaydılar ya. Neden canımı yakmak için uğraşıyorlar? Bu kadar uğraş niye ? Ben sıradan bir Mila , acınacak bir Mila... dokunmasaydılar. Dokunmasaydı. Sevgi nedir göstermeseydi. Öğrenmeseydim... Arabaya bindiğimizde ne ben tek bir söz dökülüyordum dilimden, nede Kara tek bir harf israf ediyordu. Sadece bakıyordu bana. Başımı ona çevirip baktığımda hâlâ acıyan birer kara göz ve yanında anlamsızlık vardı. Haklıydı tabi bende onun beni sevdiğine inanmıştım. Dışardan bir göz olarak Kara’ nın da öyle bilmesi ve yanında bu anlamıyor bakışları normaldi. İnsanlar sevdiğini gösterirdi ama aslında sevmezdiler. Seven insanlar terk etmez. Bu aciz bedenim kaç terk edilmeye uğradı.
Terk edilmeye alışmış bedenler her zaman terk edilirmiş. Karşısında kim olursa olsun hep terk edilir. Çünkü alışmak birer alışkanlık ve hiç bir alışkanlık kolay kolay bırakılmaz. Beni terk etmeyen birini bulmak birer mucizeyken ben nasıl olurda inanmıştım bu sefer . Âh öyle değil , o ne güzel alıştırmıştı beni. İnsanlar alıştırır ve giderdi nede olsa. Âh giderdi değil o kelime . O kelime, terk ederdi. Kara’ nın bakışlarına daha fazla dayanamayarak, “bir şey yok Kara” gülümsedim. Aslında çok şey var ve yanında hiç bir şey yok . Kara kurduğum cümleyle bakışlarını hâlâ değiştirmedi ve bana aynı ifadeyle bakmaya devam ediyordu. Açıklama mı yapmalıydım şimdi? Ama bana kimse açıklama yapmamıştı ki ben açıklama yapayım. Hem ne diyebilirdim ki ?
O bana hiç bir şey söylemedi Kara. Bende senden öğrendim, âh bir de , sen o gitti dediğinde ona konduramadığım için buraya , bak Kara o gitmedi demek için geldim ama hayatımın gerçeğiyle yüzleştim. Meğerse o gitmiş. Bu da yetmezmiş gibi mor bir kâğıtta virgül çizip gitti Kara . Demem mi lazımdı? Bu cümlelerin hiç birini sarf etmeden acıya bulanmış dudak gerilmemle “Kara, beni evime bırakır mısın? Saat epey geç oldu” dedim. Kara’ nın yüz ifadesi değişmişti, acıma yerine artık şaşırmış olduğu bir ifade suratına takınmıştı. Ne bekliyordu benden? Ağlayıp , yakarmamı mı? Bende çok istiyordum gözyaşı dökmek ama ölü ruhu olan bir beden gözyaşı dökemezdi ki, neyimle gözyaşı dökecektim ben? Kara dayanamayıp sakin bir tonda “ Mila, iyi misin?” diye sordu.
İyi miydim ben? Âh Kara ben harabe gibiyim. Sanki bir deprem olmuşta ben beton yığınların altındaydım. Ya da kıyamet koptu ama ölen bir tek benim ruhum olmuş gibiyim. Ne dediğimi bilmiyordum. Hatta artık bu sorudan bile nefret ediyorum. Gür bir kahkaha atarak “iyim Kara” dedim. Gülümsemeler, kahkahalar hepsi acıdan , hepsi akmayan gözyaşlarındandı. Bazen gözden yaş akmaz, dudaklar gerilir, ağıt yakılmaz gür bir kahkaha atılır. İki farklı duygu ama birbirini tamamlayan duygulardır bunlar. Kara elimi tutarak “Mila” dedi , delirmişim gibi bakıyordu bana. Delirmiştim zaten, bende bilmiyordum ki ne hâldeydim, hangi sıfatı kendime yakıştıracağımı bile bilmiyordum.
Kara bir kez daha korka korka “ Mila” dedi , gergin dudaklarla Kara’ nın omuzuna dokunup “ Kara beni evime götür lütfen” dedim, yalancılaşıyordum, rol yapmayı öğreniyordum ya da öğretiyorlardı. Kara başını tamam anlamında sallayıp önüne döndü ve enkaz yerini terk etmemi sağlamıştı. Evime doğru seyir ediyorken onunla geçirdiğim her bir saat gözlerimin önündeydi ve sesi hâlâ kulaklarımda. Kiraz çiçeğim diyordu bana. Yalancı düzen baz, sakuramsın demişti bana , ölümle yaşam arasındaki ince çizgim, salaktım ben , aptaldım iki güzel söze kanan koca bir aptal. Sevgi görmediğim için onun yalanlarına kanmıştım.
Ailem bana sevgi gösterseydiler öylemi olurdu? İnsanlar görürdü , hissederdi sevgiyi ve insanlar öğrenirdi sevgiyi ailelerinden. Benim bir ailem vardı ama aslında yoktu. O yüzden bilmedim ben sevgiyi. Benim bildiğim tek şey vardı ; terkedilmek ve yalnız bırakılmak. Âh bir de acı çekmeyi öğretiler bana. Belkide en çok bana acı çekmeyi öğretiler...
acı çekmiş bir ruhta derin , dikiş tutmaz yaralar oluşur, terk edilen ruhlarda ölür. Bu böyleymiş, yeni bir şeydi bu öğrendiğim. Sevdiklerimiz yaralar, en sevdiklerimiz öldürür. Ve sapa sağlam bir bedenle kahkaha atardı insan...
Kara bana dönüp “ geldik “ dedi, sesi fısıltı gibi çıkmıştı. Tekrar sahte birer gülümsemeyle “teşekkür ederim, görüşürüz” dedim sesim nasıl çıkmıştı bilmiyordum ama söylediğim her bir kelime boğazımda düğümleniyordu. Arabadan indiğim sıra da Kara da benle birlikte arabadan inmişti. Karaya baktım ve iyiyim imajıyla “hadi sen artık git , bende eve geçiyorum zaten” dedim. Kara bana biraz daha yaklaştı ve bir abi şefkatiyle bana sarıldı. Ne çok isterdim çocukken bir abla , bir abi ve bir kardeş. Yoktular işte, yalnızdım ben ta çocuk olan yalımda.
Belki de doğduğum andan itibaren yalnızımdır. Karanın şefkat barındıran sarılışına kısada olsa karşılık verdim ve elime sırtına iki kez vurup “ iyiyim ben, merak etme” yalan , iyi değilim ben. Kara gözlerimin içine bakıp “ sen çok güçlüsün kuzen” dedi , hayat öyleydi her zaman birini kazanırsınız ve de birini kaybedersiniz. Dünya her zaman zıt, tıpkı yaratılışı gibi; gece ve gündüz, ay ve güneş, yeryüzü ve gökyüzü... hem zıt hemde birbirlerine bağımlılar.
Keskin derecede bir soğuk olmasaydı sıcaklığın değeri, gece olmadan gündüzün değerini anlayamazdık sonuçta. Her şey birbirinin zıttıyla imtihan olunurdu. Karaya buruk bir gülümsemeyle “kuzen “ dedim, gerçek kuzenim, kolunu sıvazlayıp “ ben iyiyim kuzen” dedim , Kara bana inanmıyorum gibi bakarak “Arya’ yı aramamı ister misin?” dedi. Benim bir şeyleri isteme gücüm kalmadı ki, “ hayır, sende evine git. İyi geceler” dedim. Kara uzun bir of verip istemeye istemeye “ iyi geceler Mila” dedi. Oysa artık hiç bir gece iyi olmayacak, bunu biliyordum. Benim için artık tüm geceler ızdırap. Kara arabasına binim gittikten sonra evime dönüp uzunca bir zaman uzaktan baktım. Benim evim, bana bırakılan kocaman ev. Gerek var mıydı ki bu büyüklükte bir eve, nede olsa ben tek yaşıyordum bu evde.
Kapının önüne geldiğimde hep yaptığım gibi zile bastım. Bir, iki, üç. Kapı açıldı bana. Bugün bir kapı açılmamıştı bana ve bu evin kapısında benden başka kimse açmazdı. Hele ki bana açılmazdı hiç bir kapı. Kapıyı açan babamdı. Gelmişti. “kızım?” yüzünde takındığı ifade telaştandı. Saatin geç olmasından kaynaklanıyor olmalıydı bu ifade. En sahte gülümsemeyle “ hoş geldin baba” dedim ama onun bana hoş geldin demesi gerekiyordu. Kapı çalınır gelene hoş geldin denir gelende hoş bulduk demeliydi. “iyimisin kızım? “diye sordu, sormasın kimse bana bu soruyu üstelik iyi olmadığımı bildiğim bu süreçte kimse bana sormasın artık bu soruyu, nefret ediyorum bu sorudan bana yalan söylettiriyor bu soru. Sorular yalan söyletir.
Yine gözyaşlarımla bulanması gereken dudaklarım mutluğu simgeleyen bir gülüşle “iyim, kötümü görünüyorum?” diye sordum, vereceği tüm doğru cevapları inkâr etmeye hazır bekliyordum. Babam başımı okşayıp “ iyi olmadığını söylediler bana” diyip beni içeriye, kendi evine ama sadece benim yaşadığım eve , cadının Rapunzel’ i hapsettiği kule gibi ya da hapishane demeliydim. Salona gittiğimde koltuğa oturduğum zaman Adonis karşımdaki kanepede oturduğunu fark ettim.
Benim biricik Adonisim. Babam karşımda dikildiğinde bakışlarımı kaldırdım ve babamın gri olan gözlerine sabitledim ve biraz önce bana verdiği cevabını sormak için sertçe yutkundum “ Kara mı benim iyi olmadığını söyledi sana?” diye soruverdim. Önümde diz çöküp ellerimi tutarak “adını söylemeyen bir arkadaşın, beni dün gece arayıp senin kötü durumda olduğunu söyledi.” Hangi arkadaşım acaba, benim iki arkadaşımdan başka bir arkadaşım mı varmış? Aklıma ilk gelen ismi eledim hemen onun beni terk etmesine rağmen babamı arayıp benim iyi olmadığımı falan söyleyemezdi ayrıca ben dün gece gayet iyiydim yani bu hâlime göre demeliydim.
Arya ve Karanında babamı arayacak durumları da yoktu. Gri olan gözlere bir kez daha bakıp “arayan kişinin numarasına bakabilir miyim ?”diye sordum babama. Babam imkansız der gibi bakıp “gizli numaradan arandım “ dedi, bende üstünde daha fazla durmadım. ***
Acılara kan bulaşır, gözyaşlarına gülümsemeler ile bulanır. Gerçekler su yüzüne çıkar. En derin gülümsemeler en derin yaralardan oluşur. Okyanusa atılmadan önce yüzüyorum diyemesin. Acılara kan bulaşır ve gözler gözyaşlarını saklar hapseder bir yerlere ki tuzlu denizler dolmasın diye. Belkide gözler kan ağlar ve her yer kan gölüne döner... Kahkahalar bazen birer hıçkırık oluveriyordu, açık olan günlüklere gözüm takıldığında benim attığım gür kahkaha gibi , aslında bu kahkaham birer hıçkırıktı. Bu hayattaki yenilgimin kahkahasıydı, her şeyden, herkesten ve her yerden birer yenilginin kahkahasıydı benim kahkaham.
Tenime sanki bıçaklar saplanıyormuş gibi hissediyordum ama benim bedenimde ufacık bir hasar yoktu. Derince bir acı çekiyordum ama kahkahalar atıp gülüyordum, çünkü bedenlerle yalan söyler insan. Babam ban öyle bir bakıyordu ki onun gri olan bakışlarında hangi duygu barındırdığını cümlelere , kelimelere dökemiyordum. Babama bakıp “ okudum” dedim ruhsuz bir tonda. Sessizlik, hiç bir şey söylemedi . Belki de bir şeyler söylemeye layık görmemiştir. Görseydi Kara’nın öğrenmesiyle bende öğrenirdim tüm gerçekleri. Ah önemsiz insanlar, değersiz insanların bir şeyleri öğrenmeye ve de bilmeye hakkı yoktu ki. Çenemi dikleştirip bir kez daha “ okudum” dedim, derin bir sessizlik devam etti kocaman olan salonda. Babamın bu sessizliği beni sinirlendirmişti.
En azından annemin babam hakkında yazdıklarının aslının öyle olmadığını, annem için nasıl çabaladığını anlatsın, annemin yazdıklarının tamamen bir hayal ürünü olduğunu kendi dünyasından alıp yazdığı gerçeğini bir kez bile olsun ondan duymak istiyordum. Ama o konuşmamaya devam ediyordu. Babam susuyordu ama ben bu gece asla susmayacaktım. Bu gece her şey gün yüzüne çıkmalıydı. “Neden bir şey demiyorsun baba?” diye gürledim. Babam bana aynı ifadeyle bakmaya devam ediyordu.
Günlükten çıkan Talat Şahoğlu’nun , ah Kemal amcanın fotoğrafını alıp havaya kaldırarak “ bak baba Talat Şahoğlu, namı değer Kemal amca. Tanırsın sen dimi? “ yine sessizlik, sadece bakışları vardı ve bakışlarında hiç bir ifade yoktu. “ bu gece hesap sormak için nereye gittim sence? Bu saate ben nereden döndüm” diye bağırdım, ardından saçlarımı geriye itip “Âh öyle değil ben bu gece kimden hesap sormak için gittim ve kim bana gerçekleri anlattı?” ağızımdan çıkan her bir kelime canımı acıtmasına rağmen susmadım , devam ettim. “Neyseki , Kara” anlıma bir şaplat atıp “aptal kafam, Kara demem gerekiyor dimi baba? Nede olsa o benim kuzenim” sertçe yutkunup “ benim bilmediğim gerçekleri bilen kuzenim , benim bilmeye hakkım olmasına rağmen kuzenimin ailem hakkındaki tüm gerçekleri bilen biri. Önemli bir insan çünkü ,önemli insanlara her şeyi bilirler. Ancak değersiz ve önemsizlerden gizlenir her şey, tüm gerçekler dimi baba?” diye haykırdığımda babam yanıma geldi.
Bu sefer grilerinde pişmanlık vardı. Pişman olması gerekiyordu da, kızından sakladığı gerçeklerin pişmanlığı ondan ayrılmamalıydı. Babam derin bir nefes alıp “üzgünüm kızım” dedi . Kan beynime sıçramıştı.
Sadece üzgünüm demişti. Acı ve sinire bulanmış hâlimle saçlarımı çekiştirdim ve işaret parmağımı kendime yönelterek “ senin üzgünüm dediğin şey benim koca bir hayatımı etkiledi baba, anlıyor musun beni? Benim hayattım boktan gidiyor.” Dedim çatallaşmış sesimle. Kendime doğrulttuğum işaret parmağımı bu sefer babama yöneltip “sen benim ne yaşadığımı biliyor musun? Yalnız kaldığım zaman nasıl korktuğumu biliyor musun baba? “dedim ve canımı biraz daha yakarak “ baba sen her şeyi olan bir kimsesizi gördün mü. Her şeyi var olan ama yalnızlığa bulanmış küçük bir kızı gördün mü?” diye sordum, babam cevap vermedi bana , sustu.
Onun susması canımı daha çok acıtmasıyla beraber beni paramparçaya bölmüştü. Hatta yok etmeye başlıyordu onun sessizliği. Bana bir adım attığında çenemi dikleştirdim ve gözlerinin en derine sert bir şekilde bakarak “gördün mü baba? 6 yaşında yalnızlığa bırakılmış kızını gördün mü baba? “ sözlerimle yerinde sabitlendi. Şimdimi fark ediyordu yalnızlığımı? Boğazında düğüm varmış gibi zorlukla yutkunup “kızım” dedi .
Cümlesini tamamlamasına izim vermeyip bağırarak “ evet kızın, o küçük çocuk kızındı, kızınızdı. O küçük kız çocuğu her şeyi olan birer kimsesiz” dedim. Gerçeklerle yüzleşiyordu ve ben bir kez daha sert bir tokat gibi olan gerçeklerimle acı çekiyordum. Kaşıyordum kabuk bağlamayan tüm yaralarımı, kaşımamla ellerim; kirleniyor, kana bulanıyordu, leş kokar mıydı ellerim ? Kendi kanıma bulanmış ellerim kirli, pis ,iğrenç artık.
Babama doğrulttuğum parmağı aşağıya indirip “baba aile öyle mi olunur? Baba bana aile nedir anlatsana? Böyle , bizim gibi aile olunuyorsa, diğer insanların ailesi nasıl bizden farklı olunuyor baba. Baba anlatsana hadi bana aile nasıl olunur. Ben bilmiyorum, hiç yaşamadım sadece izlemiştim uzaktan.” Yakındım, muhtaç oldum. En çokta canımı yaktım. Aldım tüm bıçakları elime sapladım birer birer kalbime , yüreğime. Kanattım kendimi kendi içimde. Ölmem gerekirdi kan kaybımdan ama ben sarsılmadım bile ,sadece kanadım, acı çektim, harabe oldum. Ayyaşların bile uğramayacağı bir harabe. Oysa ayyaşların mekanı değil miydi ucra, yıkık dökük yerler... kanın keskin , iğrenç , baş döndürücü kokusundan uğramazdı kimse. Unutmuştum bunu , keşke başka şeyleri de unutsaydım.
Güçlü hafızaya sahip olmam benim en büyük cezamdı, unutmak zayıf zihinlerde bulunan hafızalarda gizliydi. O zihinlere ne büyük bir ödül ama... “baba” dedim çaresizce, ayaklarım artık beni ayakta tutamıyordu. Ağırdım ayaklarıma, ağırdım, yüktüm ben herkese. Bende herkes gibi kendimi taşıyamayıp diz üstü çöktüm. Bir milim bile gücüm kalmadığını hissediyordum.
Öleceğim zaman şu an olmalıydı ama ben ölmüyordum, lanet olsun ki nefes almaya devam ediyordum. Ne utanmazdım öyle. Ölmem gerekirdi benim hemde şuanda hemen burada yığılıp ölmeliydim. Babam benim gibi karşımda dizleri üstünde oturduğunda acınacak bir hâlde “ o arama yapılmasaydı gelmezdin dimi?” diye sordum.
Cevabını biliyordum ama kendi kendime doğrularla yüzleşmekten yoruldum. Bu sefer babam yüzleştirsin beni acı olan doğrularla. Tuz basın kanayan her bir yaraya. Öyle bir acıtsın ki kabuklanmaya niyetlendiği zaman bile, artık hiç bir zaman kabuk bağlayamasın, hep acısın hatta öldürsün istiyordum.
Babam kısık kısık olan sesiyle “bir hafta sonra gelecektim zaten” dedi , iyileşmiş ama izi kalmış tırnak izlerine bakıp “ bunlar tam iyileşince mi baba gelecektin?” dedim ardından annemin , babamın yüzünde oluşturduğu derin çiziklere dokundum “ izledim ben bu çizikler nasıl oldu , sana sarıldığında bir an “ derin bir nefes aldım “bir an iyileşiyor sandım baba, o kısa sürede ben nasılda yüreğime umut filizleri ektim biliyor musun baba? Ben o filizleri ektikten sonra annem sana saldırdığında yüreğimde o filizlerle birlikte tüm her şey kurudu, çöle döndü baba “ babam gözyaşı döküyordu. Boğazımda kaç düğüm yerleştiğinden habersiz yanaklarımın ıslandığını hissetim.
Bu gözyaşlarım annem, babam ve ailem için akıttığım gözyaşlarımdı. Babam , suratımı iki avucuna alıp gözyaşlarımı sildi ve beni göğüsüne çekip “annen iyileşecek kızım, bizde herkes gibi bir aile olacağız. O gün geldiğinde sana aile olmak nedir anlatmayacağım kızım ama yaşatacağım. O gün geldiğinde ikimizinde eksik tarafı tamamlanacak. Simay aramızda olduğunda hepimiz çok mutlu olacağız kızım” sesinde inanç vardı, babam o günün geleceğine inanıyordu ve benim inanmamı istiyordu. Ama ben artık hiç bir şeye ve hiç kimseye inanmıyordum ki.
Benim tüm inançlarım bir kişi tarafından kırıldı, yok oldu. Babam saçlarımı okşarken “her şey düzelecek bir tanem” dedi, “düzelsin her şey baba” dedim . Babamın göğsünden başımı kaldırdığımda babam suratımı bir kez daha avuç içine alıp “düzelecek “ dedi basa basa söylemişti. Babama suskunlukla cevap vermiştim. Çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum.
Umut insan için en büyük silah ve yine umut insanı alt etmeye yarayan en büyük güç. Kalbin hep kör noktalarında yer alıp uzaktan uzağa seyreder. Acılarını, karanlıklarını ve muhtaçlıklarını. Tam boyun eğmeye ramak kala uzatır cennet bahçelerini anımsatan ellerini, tutmak istemesen bile o zarla tutar ellerini ve ayağa kaldırır. Ayakta dimdik olurken bile bir yanın hep karanlıkta kalmaya devam eder. Çünkü rengin bulanmış ve kirlenmişsindir. Kirlenenler rengini koruyamazlardı. Her zaman bir yanın karanlık ve her zaman bir yanında aydınlık. Tıpkı babamın olduğu gibi ; hem umut dolu ve inançlı, hemde çaresiz.
Bir zamanlar bende babam gibiydim. En karanlıkta birer ışık görürdüm ve öylece devam ederdim bir umutla iğrenç olan hayatıma. Ama şimdi karanlığa bürünmüş ve siyah renkte olan ben ne bir umut kırıntısı barındırıyorum, ne de güzel günlerin olacağına inancım vardı. Umutlar bin kez doğradı ve bir kez ölürdü. Öldüğünde de dirilmesi imkansız derecede olacak kadar güçtü. Her zaman yıkım daha Kolay olurdu bu dünyada. Yık ve altüst et. Belki de dünya yıkılışların dünyasıydı...
Babam annemin günlüklerini de alıp odasına çıktığından bir süre sonra oturduğum yerden kalkıp bende odam gidip kendimi yatağıma attım. Ve sırt üstü uzandım. Uykum yoktu, huzursuzdum, felaket bir durumdaydım. Çünkü ben bir kıyametin ortasından ölü bir ruhla çıkmıştım. Yitirdiğim ruhumu bir yerlere gömmem gerekirken ben cansız bir ruhu yanımda taşıyordum. Ölü ruhumun dirilmesi için mi taşıyordum. Benim ruhumun dirilmesi için incir ağaçların çiçek açması lazımdı ya da kiraz çiçeklerin , çiçeklerini dökmeden meyvelenmesi lazımdı benim ölü ruhumun canlanması için. Belki kalp masajı veya elektro şok uygulasaydım canlanırdı ruhum ama ben canlanmasını isteyipte canlanmasına yardım etmeyen bir bedendim işte ve bedenler her zaman ruha ihanet ederler, tıpkı insanlar gibi. Tıpkı dünya gibi dünya insanlara, insanlar ruhlarına ve hatta insanlar insanlara ihanet ederler. Bizler ihanetlerimizin arasından nefesler alıp veriyoruz en acizliğimizle bunu yapıyorduk.
OYLAMAYI UNUTMAYALIM ARKADAŞLAR KEYİFLİ OKUMALAR 🎀
|
0% |