@orion
|
ONDOKUZUNCU BÖLÜM ⏳️ Küçük çocuklar, başka çocukları annesine şikayet eder. Benimde Areli anneme şikayet etme gibi bir isteğim vardı. Annemin beni unutmasına, bana düşman olmasına rağmen Arel’ i şikayet etmek istiyorum.
İmkânsızlıklarla dolu isteklerim oldu her zaman ve ben sadece istemekle kalmayı öğrendim zaten benim isteklerimin sesini bir tek ben duyuyordum. Çünkü başka birinin duymasını sağlayamazdım. Bazen çaba gösterilmez. Çünkü tokat gibi gerçekler karşınızdadırlar ve bu gerçeklerin varlığı sürdürdüğü zamanlar adım atılmazdı. Benim yaptığım gibi. Kalbime dünya kadar istekler ve arzular sıkıştırıp sabah olunca hepsini tek tek, canım acıya acıya hepsini alıp çöpe atıyorum...
Gözümü açtığımda sabah olduğunu odanın aydınlanmasından fark etmiştim. Dün gecenin bütün her şeyi ,zihnimde canlanıyordu. Kendimden bir haber uyuduğum ve sabahına uyandığımda ilk canlanan düşüncelerim bunların olmasına artık katlanamıyordum. Keşke bir şeyler olsaydı da bazı düşüncelerimizin zihnimizde dolanmasını engelleyebilseydik.
Kafamdaki seslerden uzaklaşmaya çalıyorken yorgun bedenimi üstümü örtülmüş olan yerden kalkıp yataktan ayaklarımı sarkıtmış bir pozisyonda oturdum. Feci şekilde yorgun ve hâlsiz hissediyordum. Nefes almaya bile üşenirken yataktan kalkıp banyo yapma kararı aldım. Sıcak suyla doldurduğum küvettin içine gömülüp nefesimi tutamayacağım vakitte başımı çıkartım ve bir gariban gibi başımı küvettin köşesine yerleştirdi. Gariban.
Kendimi nitelendirdiğim adlar gelişiyordu. Zihnimden küvette boğma düşüncesi geçtiğinde alçak bedenimin bana ihanet edip çırpınacağımdan , boğulma gibi düşüncemden vazgeçtim. Tabi bedenimi tamamen bu dünyadan kurtarmakta korkaklıktır bence, kurtulmayı yani ölümü seçmek ; dayanamıyorum, güçsüzüm , acıyın bana veya ben kendime fazlasıyla acıyorum. Demekten başka bir şey değildi. Ve böyle bir yok oluşun gerçekleşmesi durumunda tüm insanlığa ben güçsüzüm demekti. Ne yazık bir durum bu.
Yaşadığın yıllarda dayandığın, göğüs gerdiğin tüm acılara ve gözyaşlara saygısızlık edip yok olmak. İğrenç bir durumlardan biri...
suyun içinde buruş buruş olana kadar beklemiştim, daha fazla beklemek istemediğim zaman küvetten çıktım ve kocaman aynanın karşısına geçtim. Aynadaki kızın bedeni sapa sağlamdı, yüzünde uyuyamadığından oluşan mor halkalardan başka bir şey yoktu tabi sadece bakan için.
Ama gören biri için bakanın aksine mor halkaların oluşma nedenin uykusuzluktan değilde, uyuyamadığından oluştuğunu ve bedenin dimdik ve sapa sağlam olmasını ise tamamen bedenlerin ihanetine bağlayabilirdi. Neyseki insanlar sadece bakıyorlardı, görselerdi kim bilir neler olacaktı. Kendime daha fazla tahammül edemiyordum, kendime Mila Ak düşman kesilmiş gibi hissediyordum.
Bana olan nefrettim her saniye büyüyor gibiydi ancak Mila AK’a ben zarar vermemiştim ki... içimdeki kızlar bağıra çağıra sen izin verdim, senin yüzünden, hepsi senin salaklığın yüzünden aptal... diye seslerini bana duyururken bende onların söylediklerini tekrarlamaya başlamıştım “hepsi benim yüzümden, ben izin verdim, hepsi benim salaklığım yüzünden aptal “ diye aynadaki yansımamın gözlerinin içine baka baka söylemiştim. Kendi canımı yakmaya devam ediyordum.
Ne kadar sürdü kendime etiğim hakaretler bilmeden banyodan çıkıp siyak iç çamaşırlarımı, siyah pantolonlarımı ve siyah sweatimi alıp yatağın üstüne koydum ve el çabukluğuyla çıkarttığım giysileri giydim ve saçlarımın nemini havluyla alıp açık bir şekilde bıraktım. Odamdan çıktığım zaman Adonisin sesini duyduğum sırada adımlarımı hızlandırıp salona geçtiğimde Adonis beni fark eder etmez üç ayağına basa basa bana doğru koştu ve bende olduğum yerde diz çöküp kucak açtım. Adonis kısa bir sürede kucağıma geldi ve onuda alıp mutfağa mama kaplarını doldurmaya koyuldum. Babam ortalıklarda yoktu. Kim bilir neredeydi...
Adonisin mama kaplarını doldurup onunla biraz oynadıktan sonra kapının açılma sesinin geldiğini duyumsadığımdan bakışlarımı kapıya çevirdim. Gelen babamdı nereye gitmişti ya da saat kaçtı? Babam bana gülümser bir şekilde bakıyordu ama benim babamın gülümsemesine karşılık verecek gülümsemem olmadığından ona boş bir ifadeyle bakmayı sürdürmüştüm. Babam elinde poşetlerle bana doğru yaklaştığında telefonumun zil sesini umursamayıp telefonu kapattım ve yanıma oturmaya yeltenen babama tekrar baktım. Çok saçma bir şekilde hâlâ gülümsüyordu.
Neden gülümsüyordu, biz dün gece yüzleşmiştik ve o bu sabah gülümsüyordu. Boş bakan bakışlarımı değiştirip ifadesinin anlamsızlığını anlatmaya çalışan bakışlar attığımda babam yüzünde olan aynı ifadeyle “nice yaşlara kızım” diyip bir poşetten çıkarttığı pastayı hazırlayıp mumları yakmaya çalışıyordu. Bugün benim doğum günümmüş, on sekizinci yaş günüm .
Bana bir o kadarda anlamsız, değersiz bir yaş. Özgürlüğümün reşitliğimin bilmem daha bir çok şeyimin yaşı ama ben ne heyecanlanıyordum nede sevinç içimdeydim. Bu yaşıma karşılık olarak ben bom boştum. Babam benim aksine heyecanlı bir şekilde “üfle kızım, unuttun mu doğum gününü?” unuttum, hatırlamadım, heyecanlanmadım... hatırlamam fırsat kalmadı. Ben terk edildim, gerçeklerle yüzleştim ve en önemlisi ruhumu öldürdü baba. Söylemek istediklerimin hiçbirini söylemedim.
Babama umursamaz bir ifadeyle “zahmet etmişin” dedim, evet zahmet etmişti, gerek yoktu, çünkü benim için gereksizdi. Babam “olur mu kızım öyle, bu senin on sekizinci yaşın. Büyük bir kutlama yapmak isterdim ama –“ sözünü yarıda kesip “gerek yoktu” dedim, babamın yüzündeki gülümsemesinin yanında küçük bir burukluk ifadesi yerleştirip, tiz bir sesle “gerek vardı” dedi , ona umursamazlık bakışlarla ona bakmama rağmen babam şen bir sesle “hadi üfle “ dedi.
Çocukken dadılarımla üflediğim pastalarımda hep bir dilek tutup öylece üflerdim. Tıpkı yıldız kaydığında dilediğim dilekler gibi ve her zaman aynı dileği dilerdim “annem bizimle yaşasın, biz aile olalım” diye. Oysa hiç bir dilek gerçekleşmezmiş... içimde ufacık bir heves kırıntısı olmadan mumları istemeye istemeye üfleyip babama bakıp ruhsuz bir sesle “oldu mu?” dedim . Elinde tutmuş olduğu hediye kutusunu bana verip “bugün seni annene götüreceğim. Ben , sen , Talat ve Kara bugün anneni görmeye gideceğiz kızım” dediğinde bir yanım sevinse de bir yanım tepkisizdi ve ben tepkisiz olan yanımla davranıp zorda olsa gülümseyerek “minnettarım babacım, beni annemle görüştürmek için doğum günümü beklediğin için . Ya da bu günü seçtiğin için “ sözlerimle gülümsemesi yok olmuştu, canımı acımıştı ,benimde canım yanıyordu, ben hasrettim beni hatırlamayan ve üstelik bana düşman olan anneme hasrettim. Kim canı çok acıyordu? Ya da bencil miydim. Bilmiyordum. Tek bildiğim şey artık eski Milayı görememeleri olacaktı.
Beni onlar tüketti ve onlar yok etti... kimse benden eski Mila olmamı bekleyemez artık. Beklemesinler...
babam sertçe yutkunup, bir an aşağıya süzülen dudaklarını düzelttikten sonra “senin iyiliğin içindi kızım, her şey senin iyiliğin için” her şey benim iyiliğim içindi, meğerse benim iyiliğim için yalnız kalmam, kimsesiz olamam lazımdı . Âh bir de yalanların ortasında aptal olmam lazımdı...
alaycı bir gülümsemeyle “baba her şey benim iyiliğim içimdi “ diyip uzattığı hediye kutusuna baktığımda babam bakışlarımı fark ettiği zaman kutuyu bana daha fazla yaklaştırıp “bu senin kızım” elime verdiği kutuyu kucağıma yerleştirdi. “açmıyacakmısın?” diye sordu hevesle , “açayım bakalım, babam benim iyiliğim için ne almış” diye mırıldanıp küçük kare kutuyu açtığımda araba anahtarı olduğunu gördüm. Sözünü tutmuştu. “Baba on sekizinci yaşımda bana istediğim arabayı alarmısın?” “on sekizinde araba mı istiyor benim güzel kızım?” “evet, araba istiyorum” “ya sürmeyi öğrenemesen?” “sen öğretirsin ya, bende sen öğreteceğin için hemen öğrenirim” Anılar can yakar, sözler tutulmaz oysa. Babam neden sözünü tutmuştu ki .
Hem bende artık o arabayı isteme hevesi kalmamıştı en çokta o arabanın bir modeli onda olduğu için. Arel Bora’nın arabası gibi...
artık onu hatırlatan hiç bir şeyi istemiyordum hayatımda. O benim mutluğumken şimdi ise kocaman mutsuzluğum. Yine bir ikilemde kalmıştım. Arabayı kabul etmek ve etmemek arasında. Kabul edersem babam sevinecekti ve ben o arabaya her bindiğimde veyahut o arabaya her baktığımda onu hatırlayacaktım. Bir yanım onu hatırlamamak için red etmek istesem de bir yanımda onu hiç bir zaman unutmayacağımdan ve kendime daha çok ızdırap çekmek için kabul etmek için can atıyorken. Ben can yakıcı, ızdırablar içinde olmayı seçip arabayı kabul etmek için bir adım atıp.
Babama “teşekkür ederim” dedim duygusuzca. Oysa bir çok duygu barındırıyordum. Arel’in bana öğrettiği en büyük ve en gerekli şey tepkisiz olabilmekti , cayır cayır yanarken tepkisiz olmak. İnsanlar hep bir şeyler öğretir. Tıpkı terk edişinde asla kimseye güvenmemem gerektiğini öğrettiği gibi. “çok istiyordun, hatırladın mı?” dediğinde, babamın gözlerindeki parıltı ve umut saçan ışığa yenilip küçük bir tebbesüm edip “çok istiyordum” dedim. Gülümsemesi daha çok büyüdü , gri olan gözlerindeki ifadeyi koruyarak “sürmeyi de ben öğretecem ve sende hemen öğreneceksin” dedi ama baba bende araba sürmeyi öğrenme hevesi kalmadı ki , diyemedim , demeyeceğimde .
Yalandan gerilmiş dudaklarla “evet, sen öğretirsin ve bende sen öğreteceğin için hemen öğrenirim” dedim. Cümleler her zaman aynı anlamları taşırdı fakat hiç bir zaman aynı hisleri taşıyamazdı... bir zamanlar heves ve r çok duyguyla aynı anlama gelen sözleri dilimden sökerken şimdi ise aynı anlamda ve duygu barındırmayan sözcükler sarf ediyordum. Yalancılaşıyordum. Ancak yalandan nefret edenler yalancılaşırdı , benim gibi...
babam sözlerimle daha fazla hatta haddinden fazla heyecanlanmıştı. Ellerini birbirine sürtüp “kahvaltımızı ettikten sonra hazırlanılıp annene gidelim. Daha sonra da araba sürmeyi öğretirim sana” dediğinde ne hissedeceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyordum. Keşke otomatik olarak devreye girse bu hareketlerde ben hiç yorulmasaydım. “aç değilim, odamdan çantamı alıp gidelim” dedim . Daha fazla bekleyemezdim. Babam olur anlamada başını salladıktan sonra “tamam kızım “ dediği zaman telefonumu aldım ve Aryayı aradım.
Merdivenlerden çıkarken telefon kulağımdaydı , üçüncü çalışımda Arya telefonu açmıştı “iyiki doğdun kız kulesi, iyiki doğdun senn” diye haykırdığında Karanın ona hiç bir şeyi anlatmadığını fark etmiştim. “teşekkür ederim” ardından “Arya biz bugün babamla annemin yanına gideceğiz ,Adonisi sana bıraksam olur mu?” dedim. Annemin yanına gittiğimde beni ne bekliyor bilmediğim için Adonisin Aryada kalması daha sağlıklı olacaktı. Arya şaşırarak “baban geldi mi? Ne zaman geldi?” babamın geldiğine şaşırdığı kadar Arel’in gitmesinede şaşıracak mıydı? “Arya sana daha sonra her şeyi anlatacam tamam mı? Ama şimdi olmaz bizim çıkmamız gerekiyor ve ben Adonisi sana getireceğim” tek nefeste söylemiştim. Arya “tamam“ dediğinde kısa bir vedalaşmayla telefonu kapatıp çantamı hazırlayıp odamdan çıktım. *** Hiç bir şey anlatmadan Adonisi Aryaya bırakıp annemin kaldığı yere doğru giderken bir saatten fazla yolda olduğumuz fark ettim. Bu durum beni sinirlendirmişti, babam annemi kaç saat ve kaç kilometre uzaklara götürmüştü. Sana inanmıyorum sesimle “annemi şehir dışına mı götürdün baba” diye sorduğumda o sadece kısa bir bakış atım önüne döndü. İnsanlar cani, insanlar iğrenç.
Babam dediğim adam bile bana her şeyi çok görürken başka bir adamın bana sevgi vaad etmesi oldukça tuhaf olurdu. Ailem bana karşı böyleyken bir yabancının onların iki mislinin yapmasına hakkı vardı. Düşüncelerim ve yüreğimde gerçekleştiğim doğrular beni öfkelendirmeye yetiyordu. Bu öfkem kendime, anneme , babama ve en çokta ona. Kalbimin kan gölünü umursamayarak babama tiksiniyor gibi bakıp “baba sana masal anlatıyım mı, kısacık bir masal. İstermisin?” onun bana hiç anlatmadığı Masalı bir evlat olarak ben ona anlatmak istiyordum. Yüzüme bakmadan “anlatmak istiyorsan anlat kızım” nefret ediyorum böyle cümlelerden. İstiyorsan yap veya sen bilirsin...
ya ben bilmiyorsam , niye bencil bir aileye sahibim ben. Öyle bencilerdi ki kızlarının ne halde olduğunu bile umursamıyorlar. Gerçek bir baba olan kızının gözaltı morluklarına dikkatlice bakardı ama benim babam, bugün ben kendimi harabe gibi hissediyorken , o aler ade bir doğum günü kutlaması yapmaya çalışmıştı ve bu da yetmezmiş gibi hasretinden öldüğüm annemin yanına gideceği günü seçip haber vermişti. Benim onu görüp ya da görmeyeceğime karşın hislerimi ve düşüncelerimi merak bile etmiyordu. Ve biz şimdi yüreğimde kocaman bir taşla annemin yanına gidiyorduk.
Doğurmakla anne , spermlerini vermekle baba olunmuyor... yüzüme bakmayan babama acı dolu bir gülümsemeyle “anlatıyorum. İyi dinle tamam mı?” cevapsız kalmamı umursamayarak, anlatacağım masalı anlatmak için yutkundum ve gözpınarlarımda biriken yaşlarımı nerden geldiyse oraya geri göndererek derin bir nefes aldım “bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur zaman içinde. Ülkenin birinde bir kral ve kraliçe yaşarmış. Birbirine aşık olan kral ve kraliçenin bir türlü çocukları olmuyormuş. Günlerden bir gün bir peri saraya gelir ve kral ve kraliçeye birer dilek hakkı sunmuş. Bunu duyan kral ve kraliçe mutluktan ışıldayan gözlerle birbirine bakıp aynı anda periye bir bebeğimiz olsun istiyoruz der. Peri elini şaplattıktan sonra kral ve kraliçeye üstünlük bakışlarıyla ; istediğiniz bebeği çok istediğinizden , o bebeği bu gece karnınızda bulacaksınız kraliçem diyip ortadan kaybolduğunda mutluktan dört köşe olan kral ve kraliçe bütün ülkeye bu gece için ziyafet ettirmiş, eğlenceler düzenlemiştir. Gece olduğunda kraliçenin rahmine düşen bebeği hissettiğinde koşa koşa kralın yanına gidip haberi vermiş. Kraliçe bebeği doğurduktan sonra kral ve kraliçe bebekle ilgilenmez , onu bakıcılara teslim edip seferlere gidiyorlardı. Prenses dört yaşına varınca , kral ve kraliçe esrarengiz bir şekilde ortadan yok olmuş ve sarayda çalışan hizmetkarlar ve görevliler işlerini bırakıp prensesi sarayda tek başına kalırken muhafızlardan biri prensesi yalnızlıktan ve kimsesizlikten kurtarmak için onunla bir vakte kaldıktan sonra o da sıkılmış olmalıydı ki , prensesi terk edip gitmişti.
Prenses yüreğindeki terk edişlere dayanamayıp sarayın en yüksek mecrasında kendini atı ve son nefesi kendi elleriyle vermişti.”
Babam üstündeki bakışlarımı hissettiğinden “kötü olmuş prensese” dediğinde “kötümü olmuş baba?” çenemi dikleştirip dürüstçe “belkide kral ve kraliçe , prensesin iğliği için terk etmiştir onu. Tıpkı benim gibi babacım” her bir kelimemi bastıra bastıra söylemiştim. Anlattığım o masal benim hikayemdi çünkü. Küçük bir çocuğun terk edişlerini anlattığım masala babam kötü olmuş diyordu ama kızının yaşadığına , senin iğliğin için demesi kadar acıydı yaşadıklarım. Benim sevdiklerim nasıl da herkese gül bana diken olabiliyorlar öyle. Sevgiye layık olmadığım içindir belkide bu durumları aksi taktirde sevgiye layık olanlara son zerresine kadar sevgi gösterilirdi. Ha bir de her şeyi varken kimsesizliği öğretmezdiler sevenler.
Babam suratıma bakmadı, söylediklerime karşı sadece sustu. Onun suskunluğu benim zerzelem oluyordu. Nefeslerimi tutmak için çabalasamda bir türlü nefessiz kalamıyordum. Tekrar nefes almaya devam ediyordum nefes almaya. İnsanın kendinden nefret etmesinin tek sebebi insanlarmış meğer. Kendime olan nefretim büyüdükçe büyüyordu sanki , kendi varlığımdan, nefes alışlarımdan rahatsız oluyordum ve ben bu rahatsızlığa rağmen nefeslerimin yok olması için sadece kısa sürede tutuğum nefeslerimle kalıyordum.
Ölümün bu kadar kolay olmayacağın farkına varıyordum artık. Ölmeler kurtuluş ve birer kaçış ancak ben kaçmaya çabalarken bile kaçmamayı seçiyordum sanki. Kendimi yok etme çabalarım sonuçsuz bulurken arabanın durmasıyla bakışlarımı önce pencereden etrafa sonra babama çevirip “neden burada durduk” durduğumuz tesisi ima etmiştim . Babam bana bakmadan “kahvaltı etmedik. Kahvaltı edip gideriz” babam arabadan indikten sonra bende arabadan inip yanına yanaştım “ne kadar bir yolumuz var daha ?” diye sordum .
Babam elini omzuma attıktan sonra “iki saat “ diyip gülümsedi. Yüzünde hayran kalınacak bir heyecan ve sabırsızlık vardı. Bu heyecanı annemin yanına gidecek olmamızdı biliyordum. Birlikte masaların birine geçip oturduğumdan bir kaç dakika sonra garson yanımıza geldiğinde babam “serpme kahvaltı lütfen” diye siparişte bulunmuştu. Babamın böyle mekanlarda yemek yiyecek olacağı için şaşırmama sebep oluyordu.
Lüks restoranlardan sonra , küçük ahşaptan oluşan bir tesiste kahvaltı onun tarzı değildi. “böyle yerlerde yemek yemen tuhaf” düşüncelerimle boğuşmamak için söylemiştim. Aksi taktirde sessizlik kendimle boğuşmama neden olurdu. “tuhaf olan her şey normal aslında. Sadece etrafa dikkatlice bakmak lazım” diye cevapladı beni “lüks restoranlardan sonra böyle bir yerde yemek yemen tuhaf “ diye tekrarladım çünkü verdiği cevap beni tatmin etmemişti “tuhaf değil kızım, sadece artık ruhu olan yerlerde beslenmem gerektiğini düşünüyorum” bir önceki cevabındansa bu cevabı daha tatmin ediciydi. “baba sence benim ruhum varmıdır?” bu soruyu nasıl sorduğumu bilmiyordum. Ruh deyince galiba sordum.
Masanın üstündeki ellerimi tutup “var tabi kızım. Ancak yaralı ve yorgun. Günün birinde ruhunu canlandırıp yaralarını sardıktan sonra kainat üzerinde hiç bir varlık seni düşüremeyecek” dediğinde acıyla gülümseyip “peki ben nasıl canlandıracağım baba, en önemlisinde ben yaralarımı nasıl sarıp iyileştireceğim? Dikiş tutmayan, kanayan derin yaralar sarılıp iyileşiyor mu baba?” babam sertçe yutkunup “yakında üniversite sınavın var çalışmalar nasıl gidiyor?” kaçmak insan oğlunun yaptığı en mükemmel eylem galiba.
“Çalışmam için sağlıklı bir ortam olunca çalışılmalıyım her halde. Sende görüyorsun ki ders çalışmak için kafamı toplamam gerekiyor” diye dürüstçe ama bir o kadar eksik cevapladım onu.
Garson kahvaltı getirdiğinde sahan tavada menemeni görünce boğazım düğümledi , nefesim kesildi sanki. Onu hatırlatan bu yemekten nefret ettiğimi hissetim. Menemen kırmızı çizgimizdir. Deyişi kulaklarımı çınlatırken saçlarımı geriye itip “menemeni geri götürür müsünüz lütfen?” babam ve garson bana kocaman şaşkın ve anlamadıklarını beli eden bakışlar eşliğinde bana bakarken ben söylediklerimi bir kez daha tekrarlayıp “lütfen menemeni geri götürür müsünüz?” diye ricada bulunurken aslında , o menemen üç gün önce beni asla bırakmayacağını söyleyen adamın sevdiği yemek ve ben menemeni görünce acım tazeleniyor ve acıyan canım daha fazla acıyor demek isterdim.
Ne yazık ki her şeyi söyleyemiyorduk, bazı cümleler kalbimizde yerini koruyabilirdi ancak ve hatta zihnimizdeki düşüncelerle kalabiliyorduk. Garson menemen dışında getirdiklerini masaya yerleştirdikten sonra menemenle beraber geri gittiğinden dakikalar sonra babam bana aynı ifadeyle bakmayı sürdürerek “kızım menemen sevmiyor musun?” daha benim neyi sevip sevmediğimi bile bilmiyorsun baba. Bilmiyorsan sorma bana böyle soruları.
“bilmem. Sadece görmek istemedim” diye kaçamak cevap verdim. Artık beni tanımayan ve tanımak için çaba sarf etmeyen insanlara kendimi saatlerce anlatmayacaktım. Çünkü babamın bana sorduğu kanlı tadı olan sorusundan dolayı geçmişime doğru bir gezinti yapmıştım. Ne kadar salaktım ben , aylarca yanımda olan insanlara kendimi nasılda anlatıyordum.
Onların beni tanıyıp bilmesi gerekirken ben onlara neyi sevip sevmediğimi anlatıyordum. Bir tek ona anlatmamıştım, o da zaten hiç sormamadan biliyordu. Bir yılığına her şeyimi bilen birinin terk edişiydi bizim hikayemiz galiba. Bizim hikayemizdi o kısacık zamanlar. Şimdi çıksın ortaya hikayemi yazan yazar , yazsın bir yerlere terk edişler enkaz bırakır, ruh öldürür, nefesleri haram kılar diye. Bir yazsın bize kısa bile olsa bir mutlu son. Yine istekler ve yine imkansızlıklar.
Her giden gelir ama her terk eden dönmez bu böyleydi her zaman. Buna rağmen ben terk edenin dönmesini çok istiyordum. Affetmemiş olsam bile istiyordum, çünkü sevgime yenik düşüyordum, belkide ona...
Babamla suskunluklar içerisinde kahvaltı yaptıktan sonra tekrar annemin kaldığı yere gitmek için arabaya bindiğimizde babam arabanın radyosundan Cem Karacadan bir parça açtığı gibi hırsla radyoyu kaptım ve pencereme yaslanıp yola bakarken babam terbiyesizim bakışlarını atıp “neden kapatın? Üstelik kapatman için izinde aldığını hatırlamıyorum Mila” babamı yanıtsız bırakıp umursamazca omuz silktiğimde babam tekrar aynı tonda “bu yaptığın büyük bir terbiyesizlik Mila “ verseydiniz bana en şahından bir terbiye demek istesem de bu sözleri kullanmadan “Müzikten nefret ediyorum ve bu nefretimden dolayı herhangi bir melodi sesini duyduğumda öfkeleniyorum” evet doğruydu bu . Onun gidişinden sonra sadece müzikten değil ayrıca şiirler ve bir çok şeyden nefret ettiğimi hissediyordum.
Babam dilimden dökülenlerden sonra tek kaşını havaya kaldırdıktan sonra önüne baktı ve arabayı sürmeye devam ettiğinde ben sakince çişleysen yağmuru seyredip küçükken odamın penceresinde bir gün babam anemide alıp gelme umuduyla buğulanmış cama aile ve bir ev çiziyordum. Camda çizdiğim portrede güneş en tepede ve güler bir yüzle parlarken şimdi ise buğulanmış cama üzgün bir bulut çiziyordum.
Dünya ne acımasız bir yer , çocukken hiç bir şey anlamadan mutluğun portresini bize çizdiriyorken büyüdüğümüzde ise kendi hayatımızın cinayet portresindeki duyguları çizdiren dili oluyordu. Ve kalbimi bunla beraber kıran hatta ağrıma giden şey ise bu hayatta hiç bir şeye layık olmadığımı sindiremiyordum. Herkes mutlu; kâh ailesiyle , kâh sevdiğiyle ...
sindiremiyordum çocuk yaşımdan bu yaşıma kadar olan yalnızlığımı, kimsesizliğimi ve terk edilişlerimi. Sindiremiyordum. Ben bu kahrolası duygular içinde yaşamaya çalışıyorken insanların mutluluk dahi neler hakkettiğini gördüğümde ve o güzel duyguların bana uğramasını hissettiğim zaman gönlüme kar yağdığını hissediyordum.
Evet gönlüme kar yağıyordu mahrum olduğum duygular. Öyle lapa lapa yağıyordu ki gönlüm donuyordu. Tüm bunlara rağmen kötü biri olmadığıma da eminim oysa . Tanrının bana böylesi bir mutluğu çok gördüğü düşüncesi artık zihnimi bulandırıyordu.
Güzel bölümdü finala sayılı bölümler kaldı diyebilirim ve bu maratonda bana destek vermeniz beni motive ediyor , oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım arkadaşlar. Keyifli okumalar Şarkı : Emre Aydın, bir pazar kahvaltısı... 🎀🎀🦋🫂
|
0% |