Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21. BÖLÜM

@orion

YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM

⏳️

Onun gidişinden sonra ilk kez umutla uyandığım bir sabahtı fakat onun geldiği veya geleceği umudu değil. Artık gelse de benim için fark etmez ya . Âh ben kimi kandırıyorum öyle şimdi aşağıya insem ya da bana yabancı gelen bu pencereden dışarı bakıp onu görsem bir maraton koşucusu gibi gidip boynuna atlayıp sandal ağacının ve çam kozalağınındın oluşan odunsu kokusunu ciğerlerim patlarcasına içime çekerdim.

 

Ona öyle bir sarılırdım ki bir zamanlar soğuk tenimi ısıtan sıcak teninden ayrılmaz , gitmesine müsaade etmezdim. Tabi bunların hepsi birer hayal benim içim, ben iliklerime kadar biliyorum ki; giden gelmez, gelirse de artık ölü bir şekilde gelirdi ve belkide benim en büyük korkum budur.

 

Günün birinde geleceğine dair ufacık bir umut ya da hayal kurmazken onun gelmesi. Peki ben o zaman ne yapardım, nasıl davranırdım, en önemlisi de ruhum onu gördüğü zaman dirilir miydi, onca dikişsiz , kanayan yaralara rağmen dirilir miydi benim aciz, yaşlı , yıkık ruhum? Peki kalbim , ona karşı hala sevgi besler miydi ki? Her şeyi geçtim de ona olan inancım yerlebir bir şekildeyken , kendime sorduğum tüm sorularımın cevabı evet olsa bile ona bir daha güvenip inanır mıydım? Galiba kendime sorduğum en zor sorunun cevabı kocaman bir hayır. Ne yazık ki inanç kırıldı mı bir daha tazelenmez ve tekrar da yeşermez.

 

Bu hayatta tek seferlik olan şey inanç .

Evet inanç.

 

Yine kendimle yaptığım mahkeme ve yine canımı acıtan sorular ve ben. Neyseki bu seferki mahkemede ya da gündemimde annemin iyileşmesi umuduyla oluşan heyecanım ağır basmasıyla kurtulmuştum. Annem iyileşiyor gibiydi , bence gibiydi demek bile aptalcaydı ya da ben aptalım. Bilmiyorum ama onun iyileşme ihtimali beni heycandırıyordu ve bu heyecanım tazeyken annemin beni unutup unutmamasını kontrol etmek için kaldığım odadan çıkıp merdivenlerden aşağıya inip seri bir şekilde annemin kaldığı odanın kapısında dikildim ve kapının ,Dün geceden kilitli olduğumu bildiğimi umursamayarak hırslı tutuğum kapının kolunu açmak için yeltendiğimde kapının açılmasıyla ani bir şok yaşamıştım.

 

Gördüklerime inanamıyordum. Gerçek olduğundan şüphe ettiğim anne ve babamın sarılması benim kocaman gerçek bir dudak gerilmeye zorluyordu. Bu sarılışı babamın gizli mabedinde gördüğüm görüntüler gözlerimin önüne getirmekten mahrum etmeyen zihnimden nefret etsemde bir kaç dakika sonra annemin güler yüzü ve babama olan aşkla sarılışı yok olup yerine dehşete düşmüş, cinnet geçirmekte olan annemi getireceğinden adım kadar emin olduğum bu durum annemin babamın boynundan başını kaldırıp bana gülümseyerek “kızım” demesiyle tüm kötü düşünceler ve karanlık geçmişin yerini umut dolu bir hâl almıştı artık ve de yüreğimde canlanan ağaçların tomurcuklanmış meyvelerin oluşması için oluşan çiçekler.

 

Heyecan ve umut dolu olan bedenimi kapının dışından hevesle sürükleyip odanın içerisine sokarak “anne” ardından aynı heyecanla “baba” diyebildim. Babamın bir eli annemin belideyken ve annem hâlâ ona yarı sarılır eşiğinde güçsüz görünen gülümsemesiyle bana bakıp “kızım. Anne hatırlıyor bizi” diyip yüzünde aynı gülümsemeyle anneme baktı ve anlına küçük ama sevgi dolu bir buse kondurup bana baktığında annem açıkta kalan kolunu kucak şeklini verip “Mila. Kızım, gel sende” diyip beni yanına hatta kucağına çağırdığında sevgi ve mutluktan akan gözyaşlarımla ona doğru koştum ve sıkıca sarıldım ona. Ben en son ne zaman sarılmıştım anneme.

 

Annem en son ne zaman sarılmıştı bana. Hatırlamıyordum. Belkide ben bebek sayılacak yaşımdayken. Annem cılız bir kahkaha attıktan sonra saçlarımı okşayarak “Merih, bizim kız sulu göz mü çıktı dersin?” dediğinde babam bir elini yanağıma uzatarak “bizim kız , güçlü olduğundan sulu göz oldu” diyip bana doğru şefkatle gülümsediği zaman yanağımda olan elini tutup anneme bakarak “anne” dedim. Aslında hala beni hatırlıyor mu diye birer kontroldü bu seslenişim.

 

Annem yüzünde olan ifadesini sürdürüp “efendim kızım” dediğinde yüzümde ki dudak gerilmesi daha bir büyüdüğüne yemin edebilirim. Annem beni hatırlıyor ve biz; annem, babam sarılıyor bir durumdaydık. Çocukken çok kurmuştum bu fotoğraf karesi gibi düşü. Çok bekledim ben bu anı ve şuan biz fotoğraf karesini andıran bir duruştayken annem bizden ayrılıp kapıya doğru bir, iki adım atarak “aptal Talat. Salak Talat. Kör olancası maymun suratlı” diye Talat’ın önüne dikilip ona saydırmaya başladığında Talat’ın, aslında dayımın suratında gözleri dolu bir şekilde oluşan bir gülümseme varken Kara da babasının arkasında sol eliyle saçlarını karıştırıp anlamadığını belli eden bakışlarının yanında annemin babama saydırmasıyla oluşan gülümsemeyle yerinde dikiliyorken babam kahkaha atarak “hak ediyorsun Talat” diyip kollarını göğsünde bağladı.

 

Talat “Simay ben senin abinim bak ona göre davran” dediğinde annem onun göğüsüne vurmaya devam ederek “biliyorum herhalde. Ben sana demedim mi bekletme beni ha. Maymun suratlı çirkin şey” dediğinde annemin bu hâllerine ilk kez tanık olan bakışlarımla bende tıpkı Kara ve babam gibi gülmeye başladım. Talat gözlerimin içine bakıp benim gibi aynı gülümsemeyle baktığında aslında onunla her karşılaştığımda bana duyduğu sevgi ve sarılışı, gözlerimin önüne geldiği zaman bakışlarımı ondan çekmeden “hak ediyorsun. Dayı” dediğim zaman aynı anda ikimizinde gözlerinden birer damla gözyaşı akmıştı.

 

Öz dayıma uzunca bir süre amca diyordum. Onu sadece arkadaşımın babası sanarken sonra dayım olduğunu öğrendiğimde onun benciliğinden dolayı kaba ve sert davranmıştım , tabi dibine kadar hak ediyordu ve ben bundan asla pişman değilim, tekrar olsa tekrar aynı tepkileri verirdim. Şimdi ise dayı diyordum ona. Ona karşı buz kütlerimin erimesi annemle olduğum bu harika durum sayesindeydi ve herkesin bunun farkında olduğundan emindim. Güzel ve beklenen zamanlarda insanlar birbirini affedermiş.

 

On sekiz yaşımın bana öğrettiği bir şey daha ve de on sekiz yaşımın bana kazandıran en önemli şey ise annem. Düşünmüyor değilim, acaba hayat bazı şeyleri elimizden alıp diğer başka bir şeyimi veriyor?...

 

neyse bu soruyu daha fazla düşünüp bulunduğum güzel tadından doyamayacağım zamandan kendimi mahrum bırakmak istemediğimden kendimi bulduğu ana odaklamaya çalıştım ve tüm kötü, kasvetli düşüncelerimi geldikleri yerlere geri yollayıp babama sarıldığımda babamda bana sarıldıktan sonra annem dayımı pataklamaktan yorulmuş gibi arkasını dönüp bize bakarak “ya size ne demeli. Bakın ya bensiz sarılıyorlar bide” diyip kollarını göğüsünde bağladığında dayım annemin karşısına geçip “çünkü Simay hanımın abisini pataklamaktan sonra sarılması gerektiğini biliyorlar” diyip kollarını sanki bir dünyayı sığdıracak kadar açmıştı. Annem küçük bir gülümsemeyle “hımm, demek öyle” diyip babam ve bana baktığında babamla aynı anda ona evet anlamında kafa saldığımızda annem “ee sarılıyım o zaman bu maymun suratlı şeye” diyip abisine sarıldı ve de benim dayım olan kişiye.

 

Tuhaf geliyordu ona dayı demek ama dayımdı sonuçta. Bir çok ihtimallerin arasından ve bir çok sırların , acılardan sonra böylesine güzel bir anın içinde olduğuma hala inanmayan ben mutluluktan çığlık atmak istiyordum. Böylesi bir mutluluğun yanında hissettiğim yumru gibi iğrenç , çöp kokan duygunun mutluğumun yarım kalacağını gibi bir hissiyat vermesine rağmen umursamadan ilk kez aile gibi olduğumuz durumu seyrediyordum. Benim bu seyredişim bisikletinden düşen küçük bir kız çocuğunun dirseğinde hayatı boyunca taşıyacağı izin yanında dizlerinin kanamasına rağmen hâlâ bisikletine bir şey olmadığının sevinci gibi bakıyordum aileme.

 

Öyle bir varlığın içinde noksanlık görmüştüm ki şimdi gerçektende varlığımın tadına varıyormuşum gibiydim... annem dayımla olan sarılışını bitirdikten sonra üstüne bakıp ve ellerini saçlarına geçirdikten sonra “Merih benim kıyafetlerim var mı burada? “ diyip babama baktıktan sonra “ayrıca duş almam lazım benim. Çok kirliyim “ dediğinde babama uğrayan şok dalgasından sonra “bu-burada tüm ihtiyaçların var” diyip şaşkınlıktan kekelemişti. Annemin duşa girmesi gerektiğini bildiğimizden ben, Kara ve dayım odadan çıktığımızda hemşire denilebilecek kadınlardan hafif kilolu olan kadın elinde bir tepsi ve tepsinin üzerinde bir bardak su ve iki tane hapın olduğu bir tabakla odaya girdiğinde annemin ilaç alma zamanın geldiğini anlamış ve annemin tedaviyi kabul etmesini , hatta zorla içirdikleri ilaçların annemin kendi rızasıyla içtiğini görmek için kapını eşiğinde durup anneme baktığım sırada kısa bir süreliğine annemle göz göze gelmediğimizden annem bana ufak halsiz bir gülümseme atıp hemşirenin komutunu bekletmeden önce hapları tabaktan alıp ağzına atıktan sonra üzerine bir yudum su içip banyo denen yere gittiği zaman bende Kara ve dayıma doğru yürüyüp onlarla beraber salona indiğimde siyah koltuklardan birine yerleşip babamı beklediğim bir kaç dakika sonra yaşlı, kısa boylu ve oldukça zayıf olan doktorlardan biri dayımın yanına gidip “efendim, Simay hanım bu sabah ilaçlarını hemşireleri zorlamadan içmiş” dediğinde dayım keyifle gülümseyip “geceden beri hepimizi tanıyor doktor” dedi,

 

doktor affalanmış suratıyla “nasıl olur, yaklaşık dört ay boyunca zorla tedavi uyguluyoruz ,üstelik ilaçları da ona zorla içirtmeye çalıştığımızda bile yutmadığını zannediyorduk” diyip gözlüklerini çıkarıp dayıma sorgular gibi baktığı sırada babam merdivenlerin başından inerek “demek ki içiyormuş Muharrem bey. Bende çok şaşırdım doğrusu , demek dört aylık tedavi bir günde etkisini gösterebiliyormuş.” Dediğinde hepimizin bakışları babama kaymıştı ama babam hiç birimize bakmadan sadece Muharrem bey denilen doktora bakıp “tedavi etkisini göstermeye başladığından aynı tedaviyi uygulamaya devam edin. Hatta daha iyisi varsa onu uygulayın nede olsa Simay tedaviyi kabul ettiğini bu sabah kendi rızasıyla ilaçlarını içmesiyle gösterdi.” Diye emir verdiğinde Muharrem bey saygıyla “anladım efendim. Elimizden gelenin fazlasını yapacağız” diyip gittikten sonra dışarda bekleyen korumalardan biri içeriye girip bakışlarını benle buluşturup neciyim diye bakmayı sürdürdüğünde

 

babam siyah giyinen, hemen hemen Karayla aynı yaşta bulunan , uzun boylu, kumral olan korumaya “Mila. Kızım” diye tanıttıktan sonra aynı ifadesini sürdürüp “tedbirleri esnetmek yok. Her türlü tehlikeye karşı önce beni haberdar etmenizi istiyorum” diyip adını bilmediğim korumanın yanına gidip birlikte bahçeye çıktığında “babam neden bu kadar sert davranıyor” diye mırıldandım. Kara ciddi bir tonda “öyle olmaktan başka çaresi yok. Şirket karma karışık, her şey bok yolunda ilerliyor zaten, bir iyi giden tek şey halamın iyileşme durumu var” diyince bakışlarımı dayıma çevirip “neler oluyor ? Bunu da benden gizleyemezsiniz .” diye çıkıştığımda dayım müzzderip bir ses tonuyla “Merih sana her şeyi anlatacak Mila. Benim anlatmam doğru olmaz” diyip yanan şöminenin önünde dikildi. Dayım ve Karanın anlatmasını beklediğim bir kaç dakikanın sonuçsuz kaldığından dolayı bahçeye babamın yanına gidip neler olduğunu anlatması için Kara ve dayıma arkama dönüp birer adım bahçeye doğru attığımda “Mila. Nereye kızım?” annemin sesiyle duraksayıp gönlümde yetişmeye yüz tutan kurak olan bahçelerin sevinciyle başımı merdivenlerden aşağıya inmekte olan anneme doğru çevirdim ve sevincimi belli eden ses tonum ve davranışlarımla “hiç bir yere. Hiç bir yere gitmiyorum anne” diyip bahçeye doğru atığım adımı merdivenlerden inen anneme doğru hareket ettirip birer adımı ona doğru dönecek şekilde olduğum yerde dikildiğimde annem yavaş ve sakin adımlarla yanıma gelip tek elimi omuzumun üzerine koyarak iştahlı bir şekilde şöminenin başında duran ve bizi dikkatlice seyreden dayıma bakışlarını çevirip “Talat ya ben acıktım” diyip ona bakmayı sürdürürken o esnada babamın bahçe kapısından içeriye girdiğini görür görmez Karanın anlattıkları kulağımda yankılanmaya başladığına rağmen şuan onun bana bir şeyleri anlatmasının doğru bir zaman olmadığından bir süreliğine bu konuyu ört pas edip babamla yalnız kaldığım zaman ona soru sorup tüm gerçekleri anlatmasını istemeliyim düşüncesiyle annemi destekler bir şekilde “evet ya bende acıktım” diyip iştahsızlığımı umursamadan bir şeyler yeme kararı almıştım.

 

Babam, anneme ve bana bakıp “birazdan hazır olur” dediği zaman annem istek kokan sesiyle “Merih bahçede mi yapsak kahvaltıyı? Hem bana da değişiklik olur” dediği zaman sanki babam yıllar önce bu anı bekleyen bakışlarla “tabi , olur. Yalnız hava soğuk” diye uyarısında bulunduğu sırada yanımıza yaklaşan siyahhi bir çalışana “rica etsem birer tane “ diyip duraksadıktan sonra bakışları bana çevirdikten bir kaç dakika sonra duraksadı ve aynı ifadeyi yüzünde bulundurarak “iki tane şal alabilir miyiz” diye ricada bulunduğu zaman bakışların refleksmen Karaya yöneldiği an da Karanında bakışları bendeydi ve suratında keyifli gülümsemenin beraberinde bana göz kırptığında üstüme alındığım şeyin herkesçe aynı anlamda olduğunu fak ettim.

 

Gerçektende bazı şeylere inanmak güç olabiliyordu bu hayatta . Annem beni bir zamanlar öldürmek isterken şimdi ise benim için şal istemişti. Sırf ben üşümiyeyim için. O belki bilmiyor ama bu isteği benim için ne kadar kıymetli olduğunu kelimelere dökebilecek bir durum olmadığını ben biliyorum. Babam bize yaklaşıp annemin tarafına dikildiğinde annem omzumdaki elini çekip babamın koluna girip onu kendisiyle beraber iki kişilik olan kanepeye oturdu ve parmaklarını babamın parmakların arasından geçirip tutuğunda babamın muhtemelen kalbi yerinden fırlayacak gibi atığını, hatta sevdiği kadının ona bu derece yakın ve sevgisini gösteren davranışları göstermesinden sevinç nidaları atma gibi isteği olduğuna yemin edebilir.

 

Çünkü bundan bir kaç gün önce bende öyleydim. Acaba bu hep böylemi olacak her çift gördüğümde. Birbirini sevenleri gördüğüm zamanlar şimdi olduğu gibi özlemim artacak mı? Ben neden ondan vazgeçemiyorum? Beni terk eden biri sonuçta. Hemde bir mor kağıda virgül çizerek... belki bana deseydi “Mila, seni sevmiyorum, ayrılmak istiyorum” ne bileyim ya da “ben senle oyunlar oynadım, bitti sıkıcı oldu artık bu oyun...” deseydi en azından ona karşı olan sevgim tamamen bitebilirdi .

 

Mesajında, kâğıtta. Bu virgül bir umut mu, saygısızlık mı? hala çözmüş değilken bile onu hala seviyor olmam benim zavallıca bir durumumdan başka bir şey değil. Ne demişti bana “herkese Bora , sana Arel” ama o , herkese Arel bana Bora olmuştu. Kimseye Arel dedirtmese bile. Nasıl olurda Arel dedirdiği birine Bora oluveriyordu öyle.

 

Asıl soru bu değil, asıl soru nasıl oluyor da beni sevdiğine nasıl bu kadar çok inandırdı . En önemlisi de nasıl oluyor da onun beni hiç bırakmayacağına kendi benliğimi unutacak kadar inanmıştım. Öyle bir inanmıştım ki hep içten içe günün birinde ben gitsem bile o bırakmaz derdim.

 

Âh zavallı ben, kendi kendimi kandırıyordum. Birinin ufacık sevgisini neler sanmışım öyle. Ailesinden görmeyen sevgiyi bir başkasından gördüğümden herhalde bu oldu. Sevgiyi ilk aileden hisseder inanlar, sonra başkasının sevgisine bağlanmamak için. Ama onun bana öğrettiklerinin yanında benim kendi kendime öğrendiğim ve de felsefe olarak benimsediğim bir şey varsa o da ; artık hiçbir sevgiye veya şefkate muhtaç kalmamalı, kendi kendime yetinmenin yolarını aramalı insan. Aksi taktir de kendi elindeki silahın namlusunu şakağında bulursun ve bir başkasının emriyle çekersin tetiği. Her gidiş bir şey benimsetiyor insana benim bu hâlime bakılınca ve de bazı şeyleri öğrenmek çokça acı veriyor insana tıpkı benim çektiği acı gibi ...

            ***

Karmaşık ve bana sıkça acı veren düşüncelerimden telefonumun zil sesiyle sıyrılıp ortamdan uzaklaşarak beni arayan Aryaya elimde olmayan ses tonumla “efendim” diye açtığım zaman Arya beni tanıdığından dolayı tedirginlik kokan sesiyle “Mila iyimisin?” dediği sıra artık daha fazla yalan söylemeyi kaldıramayan yüreğimle “değilim. İyi değilim Arya. Bir yanım annem beni hatırlıyor ve benimsemediği için mutluyken, diğer tarafımda onun gidişinden dolayı buruk, kırgın ve acıyla dolu Arya. Ben onu çok özlüyorum Arya. Onu özlediğim kadarda unutmak istiyorum, ancak onu kalbimden söküp atamıyorum işte, ne yaparsam yapayım atamıyorum.”

 

Diyip merdivenlerin birinde oturduğum zaman Aryanın hiç bir şey bilmediğini gösteren şaşkınlığıyla duraksayıp ve daha sonra düz bir sesle “Mila be-ben hiç bir şey bilmiyorum. Ne oldu baştan anlat” dediğinde taşıdığım koca yüklü çuvalı sırtımdan aşağıya indirir gibi her şeyi en baştan Aryaya anlattığımda Arya sinirle “Oruspu çocuğu piç, alçak köpek, cibilliyetsiz hayvan...” diye saydırdığında bile Aryanın kullandığı hakaretler ve küfürleri ona saydırmamasını isterken sustuğumu asla unutmayacağımı adım kadar iyi biliyordum. “Mila” diye annemin seslenmesiyle Aryaya “Arya benim kapatmam gerek. Adonise iyi bak olur mu. Zaten bir kaç gün sonra onu yanıma alacam ya da biz geliriz “ dediğimde Arya “olmadı ben gelirim” dedikten bir kaç dakika sonra telefon konuşmamızı bitirip aşağıya indiğimde salonda muhtemelen beni bekleyen Karaya güçte olsa gülümseyip yanına gittiğimde Kara siyah gözlerini gözlerime dikip “acı çektiğin zaman sırıtmak zorunda değilsin.

 

Bu işkenceyi kendine yapma” diyerek Areli kastetmişti. Karaya göz devirip “her şey geçici Kara. Aşk , sevgi, üzüntü... ve bir çok şey. Yani anlayacağın sahte belki ama sırf istediğim için geriyorum dudaklarımı.” Diye Karaya iyinmişim imajı verdikten sonra arkamı dönüp bir adım atığımda kocaman elleriyle kolumu tutup beni durduran Karaya bakıp ne anlamında bakışlar atığım sırada Kara “bugün Bora ile konuştum. Seni soruyordu” diyip gözlerimin en derinine baktığında ben ağlamak istediğim zaman aralığındayken, salonu inletecek gür bir kahkaha atıp “ee nasılmış gittiği yerler?” diye umursamazca sorduğum soruyu canımı nasıl acıttığını tarif edemiyor hale gelmiştim.

 

“Mila , Bora seni soruyordu”

“Hımm”

“senin nasıl olduğunu soruyor?”

“Annesi iyileşiyor, mükemmel , süper deseydin Kara”

dediğimde inanmıyor bakışlarla karşılaştığımda “Kara bak! Beni terk eden birini düşünecek kadar aptal değilim. Evet ağrıma gitti ama unutulmayacak biri değil benim için” yalan , ben dibine kadar aptalım ve o benim için unutulmayacak biri, o benim için... “dört yıl bu kadar çabuk mu unutuluyor?” unutulmuyor demek isteyen kalbimin sesini dindirip

 

“eşsiz renkte bir çiçek düşün, o çiçeğe sahip olmak isteyen bir çok insan vardır ve sen ,bir çok insana rağmen öne geçip çiçeğe sahip olmuşsun. Sonra bir vakit geçmiş ve sen çiçeği aslında herkes hayrandı, herkes istiyordu diye istediğini anlamışsın ve elindeki çiçeğin rengi solduğundan vazgeçmişin artık o çiçekten” Kara anlamayan bakışlarla bakıp “yani” dediğinde canımı yakan cümlelerden birini kurmadan önce yutkunup

 

“işte Kara, Arel benim için o çiçek. Rengi soldu, hayranlığım bitti. Demeki her şey onu elde ettikten sonra bitmiş çoktan ve ben yeni anlamışım” diye bilmem kaçıncı yalanımı söyledim. Oysa ben en küçük hücreme kadar biliyordum ki ne onu herkes istiyor diye istiyordum , ne de ona hayrandım. Zavallı ben sadece onu seviyordum, sevmekle kalmayıp tapıyordum bile ama o. O , Karaya beni soruyordu.

 

Çok mu zordu beni araması, bir kaç yalan söyleyip gitmesi gerektiği hakkında bahaneler üretmesi çok mu zordu? Ya da ne bileyim beni arayıp dönencem. Dönmeyeceğine rağmen beni kandırıp dönencem demesi çok mu zordu? Arasaydı beni söyleseydi tüm bu yalanları, bana haksızlık ve bir o kadar bana saygısızlık olan bu cümlelerden birini söyleseydi ben onu son nefesime kadar bekler geleceğine inanırdım. Ah aptalım ben, gerçekten koca bir aptalım.

 

Ben zaten onu bekliyorum ki, sadece onun geleceğine dair inancım yok. Kırık, doğrusu paramparça , toz duman olan kalbime neler neler düşünüyordum öyle. Keşke insanların hayatımıza girmeden önce vereceği hasarları önceden bilseydik de daha sonrasında üzülmeseydik. Kara koluma girip “yalancılaşmak gibisi yok dimi ?” diyerek beni bahçeye açılan kapıya doğru yürüttüğünde gerçeklerin yüzüme çarpmasıyla bir an affalansam bile dudak gerilmemden taviz vermeyerek “yalandan nefret ederim. Yalan söylemektende!” diye cevapladım onu. Ben bu konunun kapanmasını beklerken Kara “insan en çokta nefret ettiği şeyleri yapıyor kuzen” diyip masalardan birine oturduktan sonra bana göz kırpıp tabağına bir kaç yiyecek dolduruyorken ben ise onun sözlerinin. Gerçek sözlerinin altına ezilip un ufak olacak şekilde olduğum yerde dikilmeyi kesip Karanın yanındaki sandalyeyi çekip yerimi alladığımda zihnimin ağır bastığı hisle artık beni terk eden , hatta kandıran birini düşünmeyi kesip ilk kez aile masası gören gözlerimle bu anın tadını çıkaran keyiflimle tabağıma iştahsız olama rağmen yiyecek doldurmaya devam ettim.

 

Aile masası, ben ilk kez bana ait olan bir aile masasına oturuyordum. Kim bilir insanların her gün yaptığı bu eylemi ben bir bayram kutlaması gibi görüyordum. Evde yalnız kalırken hep bunu düşlerdim , bir gün anne ve babamın bir arada , yüzlerine gülümseme olan bir şekilde aynı masada ailecek bir şeyler yemek. İşte insanlar mahrum kaldığı bir çok şey varken en basitine tutulur. Evet belki bu en basitiydi ama ben Mila Ak’ ın düşü. Çünkü mahrumdum. Varlık içinde noksanlığın dibini sıyırıyordum.

 

Ve ben bu gün anladım ki insanlar sadece denizde boğulmazmış.

 

Bazen yokluktan yani noksanlığı görmekten ve bazen de her şeye sahip olmaktan boğulurmuş ve bunların yanında ; insanın en çokta birine sarılmak , öpmek ne bileyim adını anmak isteyipte anmamaktan bu isteklerini yerine getiremediğinden, özlemden , çok özlemekten boğulurmuş ve ben bu gün sanki bir çok kez boğuluyormuşum gibi hissediyordum.

 

Hani derler ya bedenler tek bir kurşunla yok olabilirmiş aslında öyle bir şey yok beden denen yalancı , düzenbaz asla tek bir kurşunla ölmez. Asıl olan kalp ve ruh tek bir eylem ve tek bir sözle ölürmüş ve insanlar ölü ruhlarına rağmen sırıtabilir, hoş sohbetlere katılabilirmiş. Tıpkı benim gibi.

             ****

Ailecek ettiğimiz kahvaltıda dayım ve annemin sataşmaların yanında babamın sevincini gören gözlerim, kalbimin meskensiz bir serçenin kalp atışı gibi atmaya başlarken ben ise suskun bir şekilde ve bir o kadar özlemle ailemi izliyordum. “Hey, siz ikiniz. Sınavınız yok mu sizin neden çalışmıyorsunuz hiç” diyen dayıma kendi paçamı kurtarmak için “askında ben okul birincisiyim ve hemen hemen tüm konulara hâkimim. Bu aralar boşladım ama tekrar baştan alıp tekrar edecem” diye doğruları söylerken Kara bana gıcıkmışım gibi bakıp “bende ebenin. Tövbe tövbe” diye fısıltıyla söylediği cümleyle ayağına sert bir şekilde vurup büyük bir sinirle “terbiyesiz ergen” diye fısıltıyla tersledim.

 

Dayım ve babam bana gururla baktığını görüp tebbesüm etiğimde Kara kulağıma yaklaşarak “Boranın seni sorduğunu söylemede yapman gerek mimiği şimdimi yapıyorsun kuzen” oysa Karanın bana dediği şeyle ben bırak tebbesüm etmeyi, hüngür hüngür ağlamak istemiştim. Ne yani beni terk eden adamın sormasından dolayı gülümsememi ve sevinmememi mi bekliyordu. O, beni terk etmişti hatta bir bahane üretmeden terk etmişti. Onun bu eyleminden dolayı ben, onun bana yalan bile söylemesini istiyorken o beni öylece terk etmişti.

 

İnsan bazen gerçeğini bildiği yalanları duymak ister ya işte benim durumumda öyle. “Kara ben senin kitap ağzı açtığını görmedim.” Diyen dayımın söyledikleriyle Kara Yayılır pozisyonunu ve bana Arel hakkında takılmasının verdiği keyfi bozulmuş bir şekilde “baba bende okulun ikincisiyim. Mila kadar olmasa da bende tüm derslerimi bitirip konulara hakimim” diye yalan söyleyen Karaya şaşırır ve ekşimiş bir surat şekilde baktıktan sonra

 

“şöyleyim mi Relicta diye bir mekandan çıkmadığını. Hatta okulun değil ikincisi sonuncusu bile olmadığını tembel şey” diye keyifle tehditler savurdum. “gözünü seveyim yapma Mila. Arabam ve bir çok şeye el konulur” dediğinde sinsice gülümseyerek “öyle mi? Ee daha iyi değilmi aklın başına gelir belki” diyip sırıtmama son gaz devam ettiğimde Kara muhtaç bir şekilde “yapma kuzen” ardından bacağıma vurduktan sonra “lan kızım sen nasıl kuzensin hayin” dediğinde ona tehditkar bir şekilde bakmayı sürdürdüm.

 

“doğrumu Mila. Karadan beklenmedik bir durum. Üstelik okulun iklimcisiymiş” dediğinde son bir kez Karanın yapma der gibi bakmasından keyif aldıktan sonra “doğru dayı. Nasıl oldu bende bilmiyorum ama okulun ikincisi, hatta sevgilisi, ayrıca benim en yakın arkadaşımda ondan bir virgül eksik puanla okulun üçüncüsü” oysa Aryada en az onun kadar tembeldi. Üstelik Aryaya özel ders bile vermeme rağmen düşük not alıyordu. “eyvallah” diyen Karaya “hadi neyse acıdım sana” diyip onun teşekkür ettiğinden pişman ettiğimden Kara bıkkın bir sesle “Bora doğru karar vermiş gitmekle, kim çekerdi ki seni, gıcığın tekisin” dediğinde kalbimde bin bir sancı hissetmiştim ama buna rağmen gırtlağımda oluşan acı düğümle ketumluğumu koruyarak ağızıma koca bir dilim peyniri alıp atım ki hıçkırmak zorunda kaldığımda bile kimse acıdan değil, boğazımda kalan yiyecekten sansın.

 

“kusura bakma Mila. Ben öyle demek istemedim” ama öyle dedin diyemeden “boş ver. Ben takmıyorum ki. Yalnız gıcık dememeliydin. Özür dile benden” Kara omuzuma tek elini koyarak “sen hiç rüyanda Avatar gördün mü?” diye saçma sapan bir soru sorduğunda dürüstlükle “hayır” diye cevapladım onu. “hah işte anca rüyanda görürsün benim senden özür dilememi” dediğinde omuz silkip umursamıyorum diye suratına baktığımda o gevşek dudaklarıyla daha fazla sırıtıp bana üstünlük tavırlarıyla bakarken ben önüme dönüp midemi doldurmaya başladım.

 

İnsan nasılda dışını doldurabiliyor. Midemi doldurduğum gibi kalbimi doldurabilseydim şuan bu durum da mı olurdum. Oysa her şeyden önce benim kalbimi doldurmam gerekiyordu ama ben biliyordum ki benim taşıdığım et parçası asla bana ait olmayacaktı ve benim onu doldurmam için Arel Bora Eris’e ihtiyacım olacaktı. Bana o lazım ki kalbim dolmalıydı. Acaba onun kalbide aç mıdır bana? Tüm acizliğimle onun bana aç olmasını ne kadar çok istediğimi değil kelimeler , hiç bir şey anlatamaz, tarif edilmez bu duygumu, çünkü bazı anlar gibi bazı hislerin tarifi de çok zor oluyordu. Ve ben onu unutmaya çalışırken, o kendini öyle hatırlatınca, aslında daha çok özlememi sağlarken ben onu bir türlü ne kalbimden ne de aklımdan çıkaramaz duruma geliyorum. Kafamın içinde geçirdiğimiz zamanlar, dokunuşları, öpüşleri, sesi, kokusu... ve ona, bize dair bir çok duyu varken ve ben o duyuların yanında ona verdiğim sözlerin tutmak için kendi kendime tanrıya ettiğim yeminlerim varken unutmak benim için imkansız bir durum olmaktan öteye gitmiyor.

 

Ama ben onu unutmak için her şeyimi verecek durumdayım. Şimdi bana deselerdi ki, Mila unutturacam onu, ben hem büyük bir istekle haykıra haykıra evet derken hem de evrenin tamamını dolduracak kadar hayır diyip bu acının kızışmasına dayanabilirdim ama ben böylesi bir durumun ikileminde kalmamalıydım. Kendime çokça haksızlık ve saygısızlık yapıyordum bu durumum beni kahrediyordu .insanlar öyledir işte hep ikilemde, hep ince , güçsüz bir ipin üzerinde cambazlık oynamaya çalışıyordu.

 

Oysa düşeceğinden bi haber kendince çılgınlara dönene bedenini kıvratıyordu. Ne acı ama sonunda kazayla bile olsa bir yerlerini kırması. Tıpkı benim gibi. Kah kazara, kah bile bile , hissede hissede. Hissetmiştim. Hissetmişti. Görmüştüm, o da tabi görmüştü.

İnanmazdım.

 

Hislerin gerçekleşmesini ve asla inanmazdım rüyalarının birer rehber olduğuna. Tanrı uyarmıştı oysa beni ve ben onun dokunuşlarına , öpüşlerine , sözlerine... inanıp göz ardı etmiştim o rehber olan rüyamı. O derinden hissettiğim duyguyu. Ne demişti bana “seni asla bırakmam. Sen bıraksan da ben bırakmam. Beni sakın bırakma”... diye bir çok sözlerine kandım oysa bilmeliydim ki en çok söz verenlerin, ve en çok söz verdiklerin terk ettiğini. Keşke gitmiş olsaydı ama o beni terk etmişti işte. Onun beni terk edişi zihnimin Mert’in gidişini gözlerimin önüne düşürüp ona ne büyük haksızlık ettiğimi suratıma birer tokat gibi çarparken bile kalbimin hala onun için çarpası ve onun için büzüştüğünü asla göz ardı edemiyordum. Ah ben kocaman bir aptalım. Ve arlanmaz biriyim.

 

Gündüzüme karışan karanlık gecedeki düşüncelerimin beni tamamen esir alamsından korka korka ayrıldığı zihnim ve yalancılık akan suratımla oturduğum masadan huysuzca kıpırdandığım zaman Kara dalamalarımı ve huysuzluğumu fark ederek etmez bana sormadan “biz Mila ile kahvaltımızı yaptık. Müsaadenizle biz bahçede yürüyeceğiz” diyip yüzüme hadi anlamında baktığı sırada itaatkar bacaklarımla oturduğum sandalyemden kalkıp Karayla beraber orman gibi olan ağaçlık bir bölümde ağırdan ağırdan, temiz havayı ciğerlerime çeke çeke yürüyorken lafı dolandırmayı sevmeyen Kara “Bora , benim yolumla sana bir mesaj yolladı” diyince Kara aracılığıyla yolladığı mesajı haberiyle yüzümü buruşturarak bakıp “söyleme. Dinlemek, bilmek istemiyorum Kara” dediğimde bile Kara yolumu kesip baskın bir edayla “ben seni terk etmedim kiraz çiçeğim. Günü gelince beni anlarsın. Hem beni en çok sen anlarsın. Seni hissediyorum. Bu gün , yarın, ve sonsuz olan günlerde de seni her zaman hissedecem kiraz çiçeğim bunu sakın unutma . Ve beni hissetmekten hiç bir zaman vazgeçme kiraz çiçeğim” diyen Karanın sesi olsa bile ,sanki o karşımdaymış gibi hissetmiştim.

 

Kara bana dikkatlice bakarken ben ıslanmış gözlerle birer kahkaha atarak “vay be” derin bir nefes aldıktan sonra yüzümü inanamıyorum diyen bir şekle sokup “madem ezberin o kadar kuvvetliydi neden derslerinde uygulamıyorsun bu özelliğini? “ diyip önüme olan Karaya daha da umursamaz ve alaycı bir şekilde kahkaha atmaya devam ettiğim de Kara sadık bir arkadaş, dost gibi davranarak “Mila, Bora seni seviyor. Duydun mu beni. Sen onun biricik kiraz çiçeğisin ve o sana gitmesine rağmen birer mesaj yolladı” evet bana mesaj yolladı. Peki herhangi birini aracı etmektense bana yazabilirdi ve hatta beni aramaya çalışmadığı gerçeği kaburgalarımı kırarken benim onu unutmam gerektiğini düşüncesine daha fazla asılıp sahiplenmiştim artık. Kara kollumdan beni sarsıp “Mila bir şey demeyecek misin?” Dediği zaman bir kahkaha daha atıktan sonra buruşturmuş suratımın yanında tiksindiğimi belli eden tavrımla “hımm, benim şimdi bir şeyler demem gerekiyor dimi?” Diyip baş parmağımı çenemin altına sokup düşünüyorum imajı verdikten sonra kendimden emin bir şekilde “dikkatli dinle . Ona deki, Mila seni affetti. Sorun yok” Arel seni bir gün affedersem bil ki artık kalbimde yerin kalmamıştır dediğim uyarıcı konuşmam aklıma geldiğinde ağlamak için kendimi zor tutuyordum.

 

Ben ne zaman bu kadar yalancı, düzen baz oldum. Her dakika her saniye yalan söyleyen biri haline geldim. Onu hem seviyor ve hemde beni öylece terk ettiği için affetmeyip nefret ediyorken duygularıma bu saygısızlıkta neyin nesi şimdi. “gerçektende onu affettin mi Mila?” diyen Karaya tüm düzenbazlığımla kahka atmama rağmen hemen suratıma en ciddi ve dominantlığımı sergileyerek “ciddiyim. Onu affettim. Mesajımı da ona iletmeyi de unutma” diyip ufak bir şekilde dudaklarımı gerdiğimde hiç bir şey bilmeyen ve masum düşünen Karada tebbesüm edip vay canına bakışlarını atarak önümden çekilip koluma girerek uzun ağaçlık alanda uzanan patikada yürümeye başladık.

OY vermeyi unutmayın ballarım

Keyifli okumallar sevilliyorsunızz🥰🥰🥰😘😘

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%