Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@orion

BİRİNCİ BÖLÜM

🕯

ışığı sönnen tüm herkese


Yara izi acıyı hatırladığı vakit, zihin tüm anıları silmeye başlarmış...

Gözümü açtığım zaman uyuya kaldığım salonda hâlen karanlık hakimdi. Saat kaçtı acaba, hoş saatin kaç olup olmadığı da pek fark etmiyordu. Çünkü evimin her yerinde siyahlıklar var. Siyah kanepe, siyah duvarlar, siyah tavan ve siyah olan bir çok şey...

tıpkı benim gibi.


Gerçi ben neyim onuda bilmiyorum. Sadece hayatının son sekiz ayını hatırlayan birinin kim olduğunu düşündüğü kadardım. Benim bir geçmişim, anılarım yoktu bu dünyada. Sadece ben ve sekiz yıllık yaşantım vardık. Bu sekiz yılık bir yaşanmışlığa ne sığdırdın deseydiler, vereceğim tek bir cevap olurdu

“ kocaman bir hiç”

evet cevabım bu olurdu. Çünkü yaşını bile bilmeyen bir insan ne sığdırabilirdi ki hayatına. Anılar ve yaşanmışlıklar olmadan ne kadar ileriye gidilebilirdi...

bazen bakıyorum insanlara; hepsinin olmasada büyük bir çoğunluğun anne ve babası var. Olmayanlar bile nerden geldiklerini biliyorlar. Ben ise nerden geldiğimi bilmiyorum. Bir anne ve babam yok. Görmedim hiç bir zaman onları. Belkide onları da unutmuşumdur. Nasıl unutmuşum onları? Anne ve baba unutulacak kişiler miydi ki ben onları unuttum. Saçmalamayı kesmen lazım. Ben unutsam bile onların beni bulması gerekmiyor muydu?.. hâlâ kendime sorduğum aynı sorular ve hâlâ cevabını bilmediğim aptal sorular ya da ben aptaldım.

BayQ aptal. Ben , BayQ bir adım yok, bir geçmişim yok. Ve de siyaha bulanmış bir adamım. Herkesçe adım tuhaf geliyor , tıpkı benim gibi. Ucube. Tabi insanlar bana piçte diyor. Haklılar mı bilmiyorum... belkide haklılardır. Nede olsa baban yoksa piçsindir, annen yoksa yine de piçsindir. Bu hep böyledir sonuçta. Bir çok ismim var benim. Sevenler BayQ derler,

Beni tuhaf görenler ise ucube derlerdi. Piç diyenlerin duygularını anlamıyordum. Beni gerçeklerle yüzleştirmek için mi böyle diyorlardı yoksa nefret ettikleri için mi anlamış değilim hâlâ.

Bir süre uyuya kaldığım yerden oturduktan sonra salonun siyah olan renginin açıldığını gördüğümde güneşin doğduğunun farkına varıp işe gitmek için hazırlandım. Banyoya girdiğimde her zaman dinlediğim podcast’lerden birini açtım ve telefonun sesini olduğundan daha fazla yükselterek banyoya girdim. Soğuk suyun altına girdiğimde kadın ince tınısıyla “felsefe ölüm üzerine mi yoksa yaşam üzerine mi? “ diye soru yöneltiyordu. Salak olmalıydı bu kadın. Cevap alamayacağın sorular sorulmazdı, hele ki böyle bir platformdayken... kadın sorduğu soruyu kendisi cevaplamadan önce öksürdü sonra genzini temizleyerek yumuşak bir seste

“farklı düşünürlerin görüşleri ile ölüme doğru yaşamanın anlamı varoluşun birer katkısı diyor. Yani dünya ölümle yaşamı bağlayan ince güçsüz bir iple bağlı. Yani bur’da demek istediğim asıl şey ; ölüm olmadan hiç bir zaman var olmamışsınız, ya da var olmadan ölemezsiniz. Buradaki varoluşçuluk ve ölümü nefes aldığımız süre veya son nefesimizi verdiğimiz zamandan bahsetmiyorum” dedi .


Kadının dinlemeye devam ede ede kısa duşumu tamamladıktan sonra havluyu belime bağlayıp banyodan çıktım ve kadının sesine daha fazla tahammül edemeyeceğimden açtığım podcasti kapattım ve odama doğru gittim. Telefonu yatağın üstüne atıp her zaman giydiğim renkten olan siyah kazağımı ve siyah pantolonumu üstüme geçirdikten sonra hastalanmamak için saçlarımı belime sardığım havluyla nemini almaya çalıştım. Çünkü hastalanırsam bana bir tas çorba yapacak kimsem yoktu bu dünyada ve ben de hasta halimle kendime bakacak güçte olamayabilirdim.

Kimsesizlerin temel kuralı buydu galiba; yalnız ve kimsesizsen asla muhtaç duruma sokmamalısın kendini ve asla tökezleyip düşmemelisin. Düşersen kanaya kanaya kalkmak zorundasın. Tek başına. Aksi taktirde kimse kalkman için elini uzatmayacaktır... ve en önemlisi hiç bir yaranı kimseye gösterme ve asla kimsenin yanında kanama... işte benim gibi insanların böyle kuraları olabiliyordu.

Ya da sadece benim kendimce kendime koyduğum kurallarımdı bunlar.

Telefonu alıp odadan çıktığım da aç olmama rağmen hiç bir şey yemeden evden çıktım. Kar dün akşamdandır yağmaya başlamıştı. Yeri tutmuş ve her yeri beyaza boyadığını görmüştüm ve hava oldukça soğuktu. Karın beyaz rengine rağmen seviyordum.

Kar oldukça net bir renkte. Siyah gibi değil mesela. Siyah tüm renklerden oluşan bir renge karşı beyaz tek bir renkten oluşan bir renk...üstelik soğuk. Tıpkı netliği gibi. Karın hoş bir yanı vardı. Yani açıkta olmadığınız ve üstünüz kalın olduğu müddetçe...aksi taktirde birer ızdırap ve ceza oluveriyordu. Açtığım dövme salonu evime iki saat uzaktaydı ve ben hiç bir zaman arabama binip gitmezdim. Sahip olduğum malların hepsini sekiz yılda kazanmıştım.
Çok zordu ama bunu başara bilmiştim.

Bastırdığım nüfus cüzdanını bile uzun uğraşlar sonucu alabilmiştim. Bir kimliğe sahip olmak oldukça zordu çünkü... ismi yerine alışılmadık bir isim olan BayQ bu durum daha bir zorlaştırmıştı. Aslında zor olmamalıydı, sadece onlar için zor bir durumdu. Çünkü BayQ unvanı onlara tuhaftı ve onlar tuhaf gördüğü her şeyi olan düzene sokmaya çalışıyorlardı... iki saatin sonunda döveme salonuna gelmiştim. Hemen el çabukluğuyla anahtarları alıp kapıyı açtığım sırada küçük, mavi gözlü, altınımsı saçları olan , beyaz tenli bir çocuk belirdi yanımda. Kapıyı açtıktan sonra doğrulup üstünde montu olmayan, sadece bir tişörtle dikilen çocuğu süzdükten sonra “soğuk mu?” dedim. Soğuktu hava, dondurucu bir kıvamdaydı ve benim bu soruyu çocuğa sormamla çocuğun daha fazla üşeyeceğinin de farkındaydım. Çocuk muhtaç olan bakışlarıyla “çok soğuk abi, donuyorum” dedi. Ona bakmayı sürdürüp genzimden çıkan bir sesle “çalışıyor musun peki?” dedim . Çocuk ellerini ağızına götürüp bir höö diye sıcak nefesini ellerine verdikten sonra başını sağa sola sallayıp “ben dileniyorum abi, çalışmayı bilmiyorum ki” dediğinde omuzuna dokunarak “ailen için mi dileniyorsun?” dedim ama aslında bu sorum ailen mi seni dilendiriyordu? Soğuktan kızarmış yanağından gözyaşları süzülmüştü. Sorduğum sorumla canı acımış olmalıydı. Sadece can acıyınca gözyaşları mı akardı? Bu soruya cevabım kocaman bir hayırdı. Çünkü benim canımın acıdığı zamanlarda gözyaşı akıtmak yerine idman yapıyordum. Ya da bu sorunun kendime olan kıyaslanma dışında galibaydı.

Evet galiba...çocuk şişmiş elleriyle yanağından süzülen sıcak yaşları silip arkasını dönüp gitmeye yeltendiğinde omuzundan tutup “hey nereye ufaklık?” diye sordum, çocuk gözlerime bakmadan “iki sokak ötede zengin insanların mahallesine gidip yiyecek bir şeyler armaya” dedi. Önceki sorumu farklı bir şekilde sorarak “ailen var mı ?” aslında böyle sorulardan nefret ediyordum ama yine de sorma gereğindeydim. Çocuğun gözleri tekrar dolmuştu. Bir hıçkırıktan sonra “yok, benim ailem yok. Beni yetimhane doğurdu ve bende oradan kaçtım” dedi. Bu nasıl bir cevaptı öyle. Beni yetimhane doğurdu demişti.

Bir şeylere tutunmak güzeldi bu hayatta.

Ne yazık ki bazılarımızın tutunacak hiç bir şeyleri yoktu. Dünyaya sadece nefes alıp vermek için geldiklerini düşünürlerdi. Tıpkı benim gibi... çocuğun mavi gözlerine en içten samimiyetimle bakıp “benle çalışmak istermisin ufaklık?” bu teklifim belki onun bir çıkış yolu olurdu. Söylediklerimle gözlerinde bir parıltı, bir ışık yerleşmişti. Büyük bir hevesle “evet abi , çalışmak isterim hemde çok” diyip ağızı kulaklarına varacak şekilde gülümsedi. Ona doğru yumruk yaptığım elimle “ çak o zaman ufaklık , artık benim elemanımsın” dedim. Küçük elini yumruk yapıp “çak usta” diyip gülmeye devam etti. Hiç bir duygu sonsuz olamazdı. Her bir duygu belirli bir vakitte varlığını sürdürebilirdi ancak...Sonsuz bir mutluk, sonsuz bir üzüntü... diye bir şey yoktu hiç bir zaman . Açtığım kapıdan çocuğu buyur ettikten sonra bende içeriye gidip ortamın aydınlanması için tüm ışıkları açmasam da bir kısmını açmıştım. Bir türlü sevmiyordum , bana ait olan bir şeylerin siyahımın yok etmesini. Çocuk merdivenlerin sonunda dururken “ufaklık, dikilme orada emanet gibi, gel de sana işini anlatayım “ dedim. Çocuk sözlerimle hareketlenip yanıma geldiğinde bir kez daha çocuğun üşüdüğü düşüncesiyle üstümdeki siyak montumu çıkartıp çocuğa uzatım ve ifadesiz olan ses tonumla “al bunu giy”

bu hayat en çokta bana ifadesiz olmayı öğretti, ifadesiz olursam insanların kendi kendine soktukları kalıptan farklı olan beni görürlerdi çünkü. Bu en büyük tehlike...

“ama abi bu montu giyersem , benim üzerime bulaşmış olan kötü koku montuna siner” aptal velet. Kim bilir beni hangi kalıba sokmuş. Sesimi yükseltip tek kaşımı kaldırarak “giy bunu dedim sana” çocuk beni ikiletmeden elimdeki montu alıp giydiğinde bende ortamın sıcaklığını artırmak için hareketlenmiştim. Çocuk beni dikkatli bir şekilde seyrediyordu. Bakışlarını fark ediyordum ama ona dönüp bakmıyordum. Ona dönüp bakarsam kendini rahat hissetmeyeceğinin biliyordum çünkü. Çocuk merakına yenilerek “neden her yer siyaha boyalı?” çünkü ben siyahtım, hatta karanlık. Zayıf zihnimden geçen bu sözleri demedim. “çünkü en sevdiğim renk” dedim. Oysa ben en sevdiğim renkten ziyade beni yansıtan bir renk olduğunu kendime verdiğim ismim kadar biliyordum. Çocuğun kaşları önce havalandı sonra etrafa daha dikkatli bakarak “en azından ışıklar aydınlatıyor burayı, siyaha zıt olarak beyaz ışıklar” dedi. Ne tuhaf bir çocuktu öyle. “siyah ışık taktırsaydım mekanın aydınlık olacağını mı sanıyorsun ufaklık” diyip alaycı bir şekilde gülümsedim. Çocuk bilmiş bir edayla “tabi ki öyle bir şeyi asla düşünmedim ve gerçek ışıkları da imâ etmemiştim” bu yaşta olan çocukların üstü kapalı kelimler kullanması oldukça tuhaftı. Tek kaşım kalkık bir şekilde “peki ne imâ etmiştin?” diye sordum. Çocuk bana oldukça zeki gelmişti. Suratına takındığı ifadeyi bozmayarak

“Yin Yang sembolü gibi, ama kendime ait bir felsefeyle; her karanlıkta bir umut, her aydınlıkta birer umutsuzluk vardır.” Dediğinde benim benimsediğim rengin umutsuzluk olduğunu fark etmemi sağlamıştı. Doğruydu bu ben umutsuzluk içindeydim ve tek umudum hafızamdan silinen anılarımın tekrar bana uğramasıydı.

Farkında olmadan bulunduğum ruh halimi yaşadığım alanlara aktarmıştım. Yaşadığım alanlar ruhumdan birer parçaydı ve beni yansıtıyordu. Kimseye anlatmadığım hâlimi bu küçük çocuk fark etmişti. Çocuğa gülümseyip “ağzın iyi laf yapıyor ufaklık” dedim. Oysa söylenecek bir çok sözcük olabilirdi fakat dilimden dökülecek tüm sözler , bir çift mavi gözlerin önünde kanamaktan başka bir şey olamazdı benim için. Çocuk bir kez daha ifadesini bozmadan, işaret parmağını kaldırıp dövme yaptığım odayı işaret ederek “orası neresi, gizli bir dünya mı ya da sırlar dünyası mı?” dediğinde gür bir kahkaha attım ve daha neler bakışlar atarak “orası insanları damgalattığım yer” dedim.


Çocuk ağızı açık bir şekilde “nasıl yani, insanlara mühür mü vuruyorsun?” bir önceki kahkahamdan daha büyük bir kahkaha atarak ”hayır, senin anladığın cinsten mühür değil “ yutkunduktan sonra “bir resim çiziyormuşsun gibi düşün. İşte bende insanların vücutlarına resim çiziyorum. Ama tek farkla sen kağıttı çizdiğin zaman ,
kağıttın canı yanmıyor . Ben insanları çizdiğim zaman onların canı yanıyor” çocuk bana doğru yaklaştı ve mavi gözlerini mavi olan gözlerime sabitleyerek “sen nerden biliyorsun ki benim çizdiğim kâğıttın da canı acımıyor” çocuk soruma soruyla, cevaplarımla daha büyük cevaplarla geliyordu. Çocuğun verdiği cevaba karşı olarak “cansız varlıkların canı yoktur ve canı olmadığı için canları acımaz” diye açıklama yapmıştım. Çocuk başını sağa sola sallayıp “bizler öyle düşünüyoruz sadece” belki de haklıydı ve benim çocuğa verebileceğim hiç bir cevabım olmadığından ona suskunlukla cevap vermiştim.

Çocuğa mekanı gezdirdikten ve yapacağı işi anlattıktan sonra oturduktan sonra ikimizinde açlıktan midesi kazındığı için bize yiyecek bir şeyler istedim. Bana hayranlıkla bakan mavi gözlere bakmadan önümdeki randevu defterini kontrol ederek “işi anladın dimi?” diye sordum. Çocuk şen bir sesle “ anladım abi ortamı süpüreceğim ve eşyaların tozunu alacağım” diye ona verdiğim işi söylemişti. Bakışlarımı onunla buluşturmadan “aferin sana” başımı defterden kaldırıp çocuğa bakarak “senin adın neydi?” diye sordum çocuk düşünür bir şekilde “benim adım Ediz” dedi. İsmi güzeldi. “anlamı ne biliyor musun peki?” sorgulayıcı bir tonda söylemiştim. “ yüksek ve ulu demek” biliyordu “peki sen yüksek ve ulumusun bakayım?” çocuğu sorularımla belki bunaltıyordum . Soru sormayı ve konuşmayı sevmeme karşın bu çocuğa böyle davranmam akıl kârı değildi. Çocuk sertçe yutkunul “bende herkes gibi uluyum” dedi “herkes ulumudur ki?” cevabını bende bilmiyordum . “her insan , her varlık yani tanrının yarattığı her şey uludur, kutsaldır” ellerimi masanın üzerinden çektim ve koltuğuma yaslanıp kollarımı göğüsüm de bağladım ve gözlerimi kısarak

“her şey mi uludur?” diye sordum. Bana sorsaydılar ben sadece inan uludur derdim çünkü insanın taşıdığı bir ruh vardı. “her şey” dedi sanki sıradan bir muhabbetmiş gibi bana baktıktan sonra aheste aheste üstüne bir kaç bedenden daha büyük gelen montumu üzerinde çıkartıp “abi senin adın ne?” diye sordu

“adım BayQ” diye cevapladım onu,

çocuk dudaklarını vay be anlamında şekillendirip “herkesçe anlamsız ama sadece sana özgü, bu mükemmel” dedi ilk kez biri şaşırmadı, tuhaf görmedi, sıradan bir isim gibi anlamlı kıldı. Çocuğa bakmış olduğum kısık gözlerim kısa bir an afallasa da hemen aynı ifadeyi suratıma takınıp “sen söyle bakalım seni doğuran yerden niye kaçtın” sorduğum soruyla çocuğun gözleri kızarmaya başlamıştı. Belki bu sorum onda bir yıkıntının tadıydı veyahut bir enkazın altında kalmış ve bir bina daha üstüne devirmekti. Sorular böyleydi insanı kendisiyle yüzleştirir ama dışarıya farklı bir imaj çizerdi. Belkide kendimizle yaptığımız mahkemeyi bitirdikten sonra o imajı takınırdık...


Loading...
0%