@ovgudeveci
|
Lunu & Arm
Derin Deniz’in zalim dalgaları eski bir hiddetle kayalıkları döverken, karanlık çökmüş şehrin tepelerinde, sadece dikkatli gözlerin yakalayacağı küçük bir hareket vardı. Bu hareketin kaynağı kum rengi saçlı, kısa boylu ve çok zayıf bir kızdı. Kız Kaya Şehir’i halklarının alışıldık sağlıksız görünümüne sahipti. Rüzgârda dağılmış turuncuya çalan saçları kısacık kesilmişti ve kalkık burnu gökyüzünden kayan yıldızlara imrenmiş gibi yanaklarına akan çillerle doluydu. Bu kızın solgun yüzünde her zaman hınzır bir ifade olurdu. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Üzerinde ona çok büyük gelen çuval bezinden yapılmış yamalı bir gömlek vardı ve ekoseli pantolonun bol paçaları eskimiş botunun içine sokulmuştu. Bu haliyle ergenliğinin başlarında olan bir oğlanı andırıyordu ki, bu da kızın çok işine gelen bir şeydi. Lunulata’nın görünüşü, kuralların ve isimlerin olmadığı bu gri şehirde onu görünmez yapıyordu. Kendini koruyacak bir silahın ya da güvenebileceğin bir çeteyle bağlantın yoksa, bir Kaya Şehiri’nde görünmez olmak hayli avantajlı olabiliyordu. Ama bu akşam Lunu’nun ela gözleri, saklandığı tepenin üzerinden kıyıya demirlemiş kara gemiyi inceliyorken, kendi güvenliği aklındaki son düşünceydi. Çünkü Gezginler’in haraç almak için Kaya Şehirlerine yolladığı diğer gemilerden daha büyük olan bu gemi, Lunu için çok önemliydi. Bu yüzden dikkatlice baktı. Tüm detayları aklına kazıdı. Sonra da koşabildiği kadar hızla koşmaya başladı. Ayakları yosunlu zemindeki her adımında kaysa da durmadı. Nemli ilkbahar havası ciğerlerini yakarak soluğunu kesiyordu ama Lunu fazla vakti olmadığını biliyordu. O yüzden bu küçük engeller, kayaların yuva olduğu bu yıkık şehrin her taşını adı gibi iyi bilen Lunu’yu yıldıramazdı. Tepesinden atlayan birçok umutsuz Kayalı’nın sonu olan İnleyen Uçurum’un keskin yamaçlarını çevik adımlarla geçti. Mercan diye bilinen ve burada iç içe yaşayan halkın, ev dedikleri cehennemi unutmak için Mada yumurtasıyla (denizlerinde yaşayan en zehirli balıklardan biriydi bu) kendilerini uyuşturduğu sokaklardan uzak durarak meydanı aştı. Lunu koşarken bile kalabalığın gamsız kahkahalarından kalanları duyabiliyordu. Kendisi Mada yumurtasını hiçbir zaman denememişti. Zihni onun sahip olduğu tek hazineydi ve bunu, etkilerini bilmediği bir zehirle kirletmeye hiç niyeti yoktu. Annesinin aksine. Onu doğuran kadın Mercan’ın devamlı müdavimiydi ve Lunu’yu görmezden geldiği yılların çoğunu o meydanda kafası iyi bir şekilde, kendini biraz yemek için satarak geçirmişti. Lunu duygusal biri olsaydı belki onun bu sefil haline acıyabilirdi. Ama annesini düşündüğünde tek hissettiği şey rahatsız edici bir boşluktu. Sanki kadın, içinde olması gereken bir parçayı o daha çok küçükken almış ve asla geri vermemişti. Bu yüzden de Lunu’ya göre annesi onun merhametini haketmiyordu. Zaten merhamet, bu kayada bir lükstü. Bunu ona hiç annelik yapmamış bir kadın için harcamak ise sadece kötü bir yatırım olurdu. Hızını hiç kesmeyen Lunu, kimseye görünmeden girebildiği bütün küçük deliklerden geçerek, her kaygan tepeyi aştı ve en sonunda kardeşinin saklandığı oyuntuya vardı. Kardeşi, (aslında öz kardeşi değildi ama kimin umurundaydı) şekilsiz bir kayanın üzerine çökmüş, önündeki cılız ateşi izliyordu. Oğlan, sahip olduğu tek eliyle, siyah bir mercandan yonttuğu sivri bıçağını tutuyordu. Loş ateşin dans eden alevleri, çıkık elmacık kemiklerine vurmuştu. Uzun kirpiklerle çevrili siyah gözleri bu kor alevlerle parlayarak onun, şimdilerde unutulmuş olan Birinci Dünyanın insanları tarafından oyulmuş güzel bir heykel gibi görünmesine sebep oluyordu. Sağ dirseğine kadar olmayan kolu da eklenince bu haliyle pekâlâ eski hikâyelere konu olacak mağrur bir kahraman olabilirdi. Luna zaten oldum olası Arm’ın kayadaki varlığına hayret etmişti. Kayalıların hepsi açlık ve umutsuzlukla yoğurulmuş perişan ruhlardı. Haliyle her zaman hissettikleri kadar sefil görünürlerdi. Arm hariç. Başka bir dünyada muhtemelen krallığının refahı için mücadele veren gururlu bir prens olurdu Arm. Ama bu hayatta, Lunu’nun yıllar evvel bir halat atarak boğulmaktan kurtardığı elsiz bir gençten ibaretti. Kaya’nın sertleştiremediği bir kalbi vardı. Kibar ve sadıktı. Cömertti ve etrafındaki insanları umursardı. Yani Lunu’nun sahip olmadığı her şeye sahipti. Oğlanın içten doğası Lunu’nun hiç anlayamadığı bambaşka bir dünyaydı. İstediğinde zalim olabiliyor. Oğlan sanki düşüncelerini duymuş gibi irkildi ve başını kaldırdı. Gelenin sadece Lunu olduğunu fark edince de kıza yorgun bir şekilde gülümsedi. Lunu, onun sırtında gerilen kaslara baktığında kardeşinin ne düşündüğünü hemen anladı. Onun için endişelenmişti. Arm her zaman Lunu için endişelenirdi. Bu paniği yersiz olsa bile. Lunu istediğinde pekâlâ kendini koruyabilirdi. Yine de duygularıyla arasında bir deniz olduğunu düşünen Lunu bile varlığını umursayan birinin etrafında olmayı sevdiği gerçeğini inkâr edemezdi. Oğlan başını memnuniyetsizce salladı. “Gelmek için acele etmeseydin keşke. Kılıç’ın fareleri beni öldürdüğünde cenazeme katılırdın.” diye sitem etti Arm. Dramatik. Lunu ona doğru yürürken gözlerini devirdi. Oğlanın bu abartılı tavırları Lunu’yu hep eğlendirirdi. Şimdi bulundukları sıkıntılı durumda bile Lunu oğlanın yanında kendini biraz daha rahatlamış hissetti. “Kılıç ya da fareleri şu an paçalarına kadar Ark’ın sidiğine battı ve düşünecekleri en son şey de biziz.” (Ark’ın sidiği; Ulus’un onlara vermeye tenezzül ettiği biranın argo adıydı ama isminin sitemine rağmen kimse kendini içmekten alıkoyamazdı) “Rahatla artık Army. Kimse pusulanın ya da Lazlo’nun kaybolduğunu fark etmedi.” dedi Lunu basitçe. Kaya Şehri’nin tuz kokulu sokaklarında Arm diye anılan ve her göreni mutlu eden genç adamın yüzü kızın sözleriyle gölgelendi. Lunu onun bakışlarındaki cevabı görebiliyordu. Henüz fark etmediler. Haklıydı ve Arm’ın sıkıntısı büyüyüp etraflarındaki taşlara yayılırken Lunu hemen müdahale etmezse onun kendini kuruntuyla yiyip bitirebileceğini de gayet iyi biliyordu. O yüzden oğlanın yanına oturup kemikli elini tuttu. “Bir planım var Army.” dedi Lunu ona gülümseyerek. “Zaten her şeyi bok eden senin planlarındı Lunu.” Arm’ın alnı sitemle kırışırken Lunu ona aldırmadı. Şimdi kendinden şüphe etmeye başlarsa güvenecek hiçbir şeyi kalmazdı. “Herkes kayalıklardan yuvarlanacak kadar sarhoş oldu bile Army. Kimse bizi aramıyor değil mi? Çok geç olmadan burdan gidebiliriz.” Ama Arm kardeşinin heyecanını paylaşmıyordu. Kaşlarını saç diplerine kadar kaldırmış Lunu’nun hevesli suratına kocaman olmuş gözleriyle bakıyordu. Otururlarken bile kızdan neredeyse iki baş uzundu ama nemden kabarmış siyah saçları ve afallamış yüzüyle, Lunu onun şaşkın bir çocuğa benzediğini düşündü. “Nereye gideceğiz Lunu? Bildiğim kadarıyla Ark bizim gibi çürükler için bir hoşgeldin eğlencesi düzenlemiyor?!” dedi ve boynundaki çürük mührünü görmesi için ona doğru çevirdi. Onların eksik ya da hatalı olduklarını onaylayan bu çirkin şeyden nefret eden Lunu hemen suratını buruşturdu; “Neşenin geri gelmesine sevindim ama Ark kendi sidiğinde boğulabilir. Biz Gezginlerle gideceğiz Army. Bir saat kadar önce limana demir attılar. Bu bizim fırsatımız. Buradan kaçabiliriz.” Arm sağlam olan sol elini kardeşinin küçük elinden kurtarıp kabarık saçlarını karıştırmaya başladı. Gergin olduğunda yaptığı eski bir alışkanlıktı bu. Bir yandan da ölçüp biçen bir suratla Lunu’yu inceliyordu. Lunulata her zaman olduğu gibi onun aklından geçenleri okumayı denedi. Lunu’nun zekasına güvenmek ve pervasızlığından endişe etmek arasında gidip geldiği belliydi. Yine haklıydı. Onunla tartışabilirdi ama bu, kazanamayacağı bir tartışma olacaktı. İşler Lunu’nun planladığı gibi gidecekti. Hep öyle giderdi. Ama kardeşi yine de şansını denedi. Hep denerdi. “Bunu konuştuk Lunu. Korsanların hiçbir işine yaramıyoruz. Gemilerinde kaçak yakalanırsak da bizi düşünmeden öldürürler. Ölmek için fazla hayat doluyum ben!” Ama Lunulata Arm’ın esprisine aldırmadan bez sırt çantasının içine etrafa yayılmış eşyalarını tıkmaya başlamıştı bile. Fazla bir şeye ihtiyaçları olmayacaktı. Sadece önemli şeyleri alması yeterliydi. İlk önce çantasına üstünde savaşlarda kazanılmış ama şimdilerde unutulmuş nişanlar olan eski bir asker ceketini sokuşturdu. Bu belki başkası için önemli sayılmazdı, ama Lunu yine de onu bırakamazdı. Bu ceketi Mercan’daki bit pazarında, tuttuğu kocaman bir kılıç balığıyla takas ederek almıştı. Ceket kendi için aldığı ilk ve tek şeydi. O aptal balığı tutabilmek için tam bir ayını harcaması gerekmişti. Ama sonunda onu yakalamayı başarmıştı. Ceket onun için bu zaferinin tatlı bir hatırasıydı. Sonra çantasına Arm’ın solmuş pelerinini tıktı. Çünkü oğlanın sıska kıçı akşamları çok üşüyordu. Yarı yarıya kör olan bıçağını da koyduğunda bez çantası dolmuştu bile. Son olarak eline oradaki en değerli eşya olan pirinçten yapılmış pusulayı aldı. Parlak alet hala çalışıyordu ve üst kapağına işlenmiş bir de resim vardı. Kendi kuyruğunu yiyen bir yılan balığının oluşturduğu dairenin içine, batan bir güneş ve doğan bir gece kazınmıştı. Pusula bu taştan şehirde, onu haketmeyen insanların elinde işe yaramaz bir çöpten başka bir şey olmazdı ama Lunulata hiçbir zaman bu şehirde gereğinden uzun kalmayı düşünmemişti. Bu yüzden de onu çalmıştı. Pusulayı çantasına attığında, artık tamamen yeni bir hayata hazırdı. Bu kayada tam on yedi yıl yürümüştü ama tüm varlığı bu çantadan ve hala oturmaya devam eden oğlandan ibaretti. Doğdukları bu Kaya Şehri, Birinci Dünya dalgaların altına gömüldüğünde kurulmuştu. Gerçi Lunu’nun korsanlardan duyduğuna göre bir taşa mahkûm olan tek halk onlar değildi. Başka Kaya Şehirleri de vardı. Ama yaşayan hiçbir Kayalı oraları görememişti. Hiçbir Kayalı bu taşın ötesine kendi isteğiyle kanlı canlı gidemezdi. Buradan kaçış yoktu. Gri kayalardan oluşan ve çok az ağaç ve bitkinin yaşayabildiği bu şehir görünümlü tabutta hayat yoktu. Ne bitkiler ne hayvanlar ne de umudu olmadan üstünde dolaştıkları kayadan farkı kalmayan insanlar için. Dönem dönem kıymetli takım adalarını paylaşmak istemeyen Ark Ulus’u gelirdi ve onlara temel erzaklar getirirdi. Çok merhametli olduklarından değildi tabi bu. Seçme günlerinde, şifacılarını da getirir, Kaya Şehirleri’nde yaşayan insanların sağlıklı çocuklarını alırlardı. Çocuklarına karşılık olarak da bu gri çölde yetişmeyecek sebzeler, meyveler, bazen tütsülenmiş et, bazen buğday ama çoğunlukla da içki getirirlerdi. Ark Ulusu, kayalara mahkûm insanları yeterince sarhoş ederlerse ailelerini fazladan tayın için sattıklarını unutacaklarını düşünüyordu. Ya da biraz içkinin seçilmeyen çocukların çürük olarak damgalanıp bir çöp gibi burada bırakıldığı gerçeğini değiştireceğini. Ama gayet iyi bildikleri bir gerçek vardı ki, her kaya doğumlu bir gün İnleyen Uçurum’un ucunda duruyordu ve sonlarını da verecekleri karar kadar Ark’ın insafsızlığı getiriyordu. Lunu bu takastan iğreniyordu. Kazanmanın mümkün olmadığı bir oyundu bu. Ama artık işler değişecekti. Bugün buradan gideceklerdi. Bu kaya onun da sonu olmayacaktı. “Fark etmemiş olabilirsin ama biz zaten ölüyüz. Onlar Lazlo’yu bulmadan önce buradan kaçmaktan başka şansımız yok.” Arm şimdilerde soğuk bir ceset olan adamın adını duyunca oturduğu yerde rahatsızca kıpırdandı. Lunu bazen kardeşine acıyordu. Arm bir yosun kadar yumuşak kalpliydi. Ama şu an yas tutması için vakitleri yoktu. O yüzden Lunu kendi hevesli telaşını bastırdı ve oğlanı sakinleştireceğini bildiği daha alçak bir sesle konuştu; “Army, sen yaptığın şeyi beni korumak için yaptın. İzin ver ben de şimdi seni koruyayım.” dedi ve önünde çömelerek Arm’a sarıldı. Genç adamın gergin omuzları kızın telkiniyle biraz daha gevşemeye başladığında Lunu konuşmaya devam etti; “Bu işte birlikteyiz. Derin Denize karşı ikimiz.” dedi Lunu onu hafifçe dürterek. Kısa saçlarının döküldüğü alnı oğlanın öne doğru eğilmiş başına yaslanıyordu. Lunu oğlanın titreyen nefesinden ağlamamak için kendiyle savaştığını anladı. Artık söyleyebileceği tek şey çocukken birbirlerine ettikleri yemindi. “Senin için savaşırım.” dedi usulca Lunu. “Senin için yaşarım.” diye fısıldayarak eski yeminlerinin son parçasını tamamladı Arm. Ve bu sihirli sözler Arm’ın omuzlarından son yük parçasının da kalkmasını sağladı. Lunu onu bıraktığında kardeşi derin bir nefes alıp gözlerini devirdi. “Bu boktan kaya parçasından bıkmıştım zaten. Hadi gidelim buradan.” dedi. Lunu hafif ayrık ön dişlerini ortaya çıkararak zaferine sırıttı ve kardeşinin omzuna küçük bir şaplak attı. Pusulayı çalmış ve Arm’ı ikna etmiş olabilirdi ama daha yapacak çok işi vardı.
*
Arm ile Lunulata küçük birer çocuk oldukları zamanlardan beri ayrılmaz bir ikiliydi. En azından Lunu, boğulmak üzere olan Arm’ın hayatını kurtaran halatı atıp, birbirlerinin her şeyi olduklarından beri bu böyleydi. Kaya Halklarında ailelik kavramı karmaşıktı. Çoğu insanın taşıyamadığı kadar ağır bir sorumluluktu. Tek çabaları hayatta kalmaya devam etmek olan bu insanların, uğruna yarını bekleyecek bir amaçları yoktu ve dipsiz denizin ortasındaki bu büyük kaya parçasında sadece günlerini dolduruyorlardı. Ark Ulus’unun yeterli bulduğu yaşa gelene kadar çocuklarına bakarlardı evet. Tabi eğer çocukları orduya seçilirse ailesi de fazladan erzak alarak ödüllendirilirdi. Bu onları daha çok çocuk yapmaya teşvik etmek için Ulus’la aralarında ettikleri bir danstı. Daha çok çocuk eşittir daha çok yemek. Ama bu çocuklar, istenen şartlara uygun değilse ve Çürük olarak damgalanırsa doyurmaları gereken fazladan bir boğaza daha kimse bakmazdı. Bu kayada aile kavramı onlara sağladığın fayda kadardı ve faydan yoksa ailen de yoktu. Lunu’nun kaderi de buydu işte. Arm kendini Lunu ve diğerlerine göre şanslı sayıyordu. Kendi annesi Arm’ın doğmasını hep çok istemişti. Daha fazla yemeğe sahip olacağı için değil. Ona sahip olacağı için. En azından ona anlattığı buydu ve bu, Arm’ın şehrinde imkansıza yakın bir durumdu. Ama annesi hep romantik bir kadındı zaten. Dediğine göre tanıştıkları ilk anda babasına deli gibi âşık olmuştu. Babası da ona. Gerçi Arm annesinin tatlı yüzlü bir yalancıyla, gerçek bir aşık arasındaki farkı bildiğini sanmıyordu. Arm’a anlatılanlara göre bir kayada doğmuş en tatlı bebekti oydu ve babası dışında gören herkesi gülümsetirdi. Arm babasını her düşündüğünde, zamana rağmen hiç azalmadan içini dolduran öfkesine hala şaşırıyordu. Hep oradaydı o öfke, göğsünün tam ortasında. Sadece babasının açabildiği o yaradan kanayıp duruyordu her defasında. Ona her zaman yetersizliğini hatırlatacak bir yaraydı bu. Aslında Arm Ulus’un istediği her şeye sahipti. Uzun bir boya, atletik bir vücutta sağlıklı bir bedene, narin ama yakışıklı bir yüze. Tek bir el dışında her şartlarını sağlıyordu. Olmayan sağ bileği ona bu isimsiz şehirde boktan bir isim vermekten başka bir şey yapmamıştı. Bu da onun Ulus’un deniz filosunda alt kademe bir subay olması yerine Kaya Şehri’nde bir çürük olmasına sebep olmuştu. Gerçi Arm bunun bir önemi olmadığını düşünüyordu çünkü Lunu’nun gelemeyeceği hiçbir yere gitmeye niyeti yoktu zaten. Lunu ise Ulus’un asla istemeyeceği tek şeydi, küçük, sağlıksız bir bedende sıkışmış muhteşem bir akla sahip düzenbazın teki. Ulus’un onu almaması belki de iyidi çünkü ordularında böyle bir bela olması İkinci Dünyalarını da yıkabilirdi. Yine de Arm kardeşini her şeyden çok seviyordu. Ama gerçek şuydu ki Lunu bir şeyi kafasına koyduysa bu uğurda her şeyi yapar ve herkesi yakardı. Daha önce yüzlerce kez şahit olduğu bir durumdu bu. Kaç defa kardeşinin yarattığı yıkımdan keyifle sıyrılmış bir halde, başkaları bunun bedelini öderken sakince seyretmesini izlemişti. İşte bu yüzden halkı onu Lunulata olarak çağırırdı. Derin denizin en ölümcül zehrine sahip olan ahtapotun adıyla. Arm’ın içi şefkatle doldu. Lunu nasıl sağlam bir iz bırakacağını iyi biliyordu. Birlikte alacakaranlığın altında, saklandıkları kayaları aşıp şehrin dış çevresinden sessizce ilerlediler. Ellerle oyulmuş mağara evlerin arasından yürüdüler, bu mağaralar koca gözler gibi ufka bakıyordu. Dağlara kazılmış varaklarla dolu eski Kral mezarlarını geçtiler. Mezarların etrafında bile mağara evler doluydu. Heralde bir kralın yanında uyumak zamanın hiçbir kısmında hiç bu kadar kolay olmamıştı. Mercan diye bilinen meydanın yakınına vardıklarında, yanan ateşlerin ışığınının insanların karanlık gölgelerini taşların üzerinde dans ettirdiğini gördüler. Bugün başka bir gün olsaydı, şu anda Lunu’yla birlikte yüksek bir taşa oturmuş, Ark’ın sidiğini içiyor olurlardı. Dünyayı unutmuş gibi dans eden insanları ve kaybolmuş yollarını Mada yumurtasında bulmayı uman çaresiz ruhları izleyip belki halleriyle alay ederlerlerdi belki de onlara acırlardı. Neşesi birasının bitişiyle gitgide artan Arm, Lunu’yu sırtına atıp meydana koşar ve ateşin etrafında ikisinin de midesi bulanana kadar kızı döndürürdü. Luna buna sinir olurdu ama gülmeden de duramazdı. Ama bu gece öyle bir gece değildi. Bu gece, ev bildikleri tek yerden kaçmaları gereken türden bir geceydi. Bunun nedenini düşünmek Arm’ın içini yaktı, kavurdu. Pişmanlıkla kuruyan ağzıyla yutkunmaya çalıştı ama boğazı düğümlendi. Arm serin rüzgâra rağmen azap ve utançla içten içe yandığını hissetti. Dün gece danslar edip kahkahalar atan Arm, bu gece artık bir katildi. O yüzden, bu gece her şeyin değişmek zorunda olduğu geceydi. Ama şu anda bunu düşünmek kendini hasta hissetmesine neden oluyordu. Hala yaptığı şeyin bedelini Lunu’ya da ödetmesinler diye kaçmaları gerekliydi. Arm burnunun kemiğini sızlatan bir hüzünle insanlarına son kez baktı. Sevdiği ve sevmediği tüm halkına. Paçavralara sarılı solgun ve zayıf Kayalıların yüzleri duygularla dolu bir denizdi. Acı vardı. Çok azında da umut. Açlık. Birbirine karışan sevgi ve nefret. Yanlarında çok daha heybetli duran Gezginler’in yüzleriyse bir maskeden ibaretti. Belki herkes göremezdi ama Arm görüyordu. Uzun kılıçları, keskin hançerleri ve zalim gülüşleriyle çarpılmış suratları bu kuralsız şehirin sahiplerinin onlar olduğuna olan inançlarıyla parlıyordu. Ulus’un onlara getirdiği erzaklardan paylarına düşeni almaya geldiklerinde bu korsanlardan uzak durup bir deliğe saklanmak en güvenlisiydi. Çünkü ne zaman birlikte eğlendiğinizi ve ne zaman eğlencenin sizin yalvarışlarınız olacağını asla bilemezdiniz. Gelen gürültülü kahkahalara bakılırsa Gezginler daha partiye yeni katılmıştı. Yalvaran çığlıklar gelmeye başladığında ise eğlenceleri genelde bitmiş olurdu. Arm bu oyunun aylar ve yıllarca tekrar tekrar oynandığını görmüştü. Ama ilk defa bu durum gecenin görünmezliğini bir pelerin gibi üzerlerine giyinmiş yürüyen iki kardeş için iyiydi. Ne kadar çok korsan isimlerini unutacak kadar sarhoş olursa, gemilerindeki davetsiz misafirleri fark etmeleri o kadar zor olurdu. En azından Arm öyle olacağını umarak Tak ve Dak’a bildiği tüm duaları etti. Yanında kararlı bir sessizlikle ilerleyen Lunulata ise kayalarını gözeten bu ikiz tanrılara inanmazdı. Ona göre insan kendini korurdu ve koruyamazsa da ölürdü. Kız kardeşi kendinden başka birine güvenmeyi aklına hakaret sayardı. Arm kardeşinin çok bilmiş kıçının bu sefer de haklı olmasını umdu. Çünkü kendisi, hele de ölüme bu kadar yaklaşmışken martılardan gelecek yardıma bile hayır demezdi. Şehirlerinin üst üste binmiş, yosunlu tahtalardan yapılmış derme çatma limanına vardıklarında, etraf kalın, beyaz bir sisle örtülmüştü. Okyanus ruhlarının ortalarda gezinip sizi denize çekeceği türden bir geceydi. Annesinin küçük bir çocukken ona anlattığı hikâyelerde dinlediği gibi. Rüzgârın darbeleriyle kara geminin eskimiş menteşeleri lanetli bir ağıt gibi gıcırdarken Arm ensesindeki tüyleri diken diken edenin okyanus ruhlarını düşünmek mi yoksa annesini hatırlamak mı olduğunu anlayamadı. Heybetli gemi önlerinde şehrin menfur bir parçası gibi yükselirken Lunulata kardeşini nöbet tutan korsanlarla aralarında kalan son kayaların arkasına çekti. Kız gururlu bir saygıyla, üzerine gülünç derecede büyük olan soluk kırmızı asker ceketini giydi. Pusulasını ceketin iç cebine sakladı. Kör bıçağını ise eskimiş deri botunun yanından aşağı itti ve derin bir nefes aldı. Dışardan bakan biri onun bu haliyle boyundan büyük bir işe kalkışan küçük bir çocuğa benzediğini düşünebilirdi. Ama onu herkesten iyi tanıyan Arm, onun hesapçı bakan gözlerle kendisini incelediğini ve bir plan yaptığını biliyordu. Parlak ela gözlerinden sadece bir anlığına şüpheye benzer bir şey geçti. “Neden bana o şekilde bakıyorsun?” diyerek kaşlarını çattı Arm. Kızın kurnaz bakışları, ona fırtınadan önce gelen bunaltıcı sessizliği hatırlatıyordu. “Beni böyle incelemenden nefret ettiğimi biliyorsun Lunu.” dediğinde sesi sertleşmişti. “Şimdiden özür dilerim Army.” diyen Lunu, çevik bir hareketle onu korsanlardan ayıran kayadan aşağıya itti. Düştüğü zeminin sertliğiyle inleyen Arm sinirle kıza döndü. Tabi ki aklında ne varsa hepsini ona anlatmamıştı. Kara geminin önünde nöbet tutan üç korsansa anlık bir şaşkınlıkla dönüp yerde yatan tek elli, somurtkan Arm’a ve onun başında aşılmaz bir şehri yeni fethetmiş galip bir komutan gibi dikilen garip görünüşlü kıza baktılar. Lunu üzerine üç beden büyük olan ceketinin içinde bir süre hareketsiz bir şekilde durdu ve karşısındaki üçlüyü izledi. Sonra da; “Biz de sizinle geliyoruz.” dedi. Oluşan şaşkın sessizliğin hemen peşinden, dalgaların kükremesini bastıracak kadar gür kahkahalar duyuldu. Arm’ın ağzı kardeşinin aptal cüretine şok olmuş bir şekilde açıldı… Bugün yaptığı ikinci aptalca şeydi bu ve ilki neredeyse ikisinin de ölmesine neden oluyordu. Artık Tak ve Dak bile onları koruyamazdı. Sırıtan adamlardan sıska ama tehditkâr bir yüzü olanı eğlenerek öne çıktı ve; “Ark’ın geride bıraktığı çöpleri taşımıyoruz biz oğlan”dedi. Adamın yaralarla dolu eli kemerindeki hançere doğru uyarı maiyetinde seğirdi. Arm ayağa kalkıp Lunu’nun önüne geçmeye çalıştı ama kız arkasına saklanmamakta direndi. Lunu’nun gözleri fazlaca dolu bir fıçının üzerine oturmuş, önündeki manzarayı izleyen ve diğerlerinden daha yaşlı gözüken tıknaz adamın üzerindeydi. Bu sefer aralarındaki yetkilinin o olduğunu biliyormuş gibi ona doğru konuştu; “Biz de sizinle geliyoruz.” Ama kardeşinin fark etmediği ya da umursamadığı şey şuydu ki sıska olan korsan görmezden gelinmekten hoşlanmamıştı. Hançerini kınından çıkarırken gülümsemesinin yerini öfkeyle çarpılmış bir ifade almıştı. Garip giyimli kızın cüreti artık komik değildi onun için. Adam onlara doğru adım attığı sırada Arm Lunu’ya kaçmasını söylemeye hazırlandı. Ama yaşlı korsanın gür sesi aralarında süzülen rüzgârın bile durmasına sebep oldu. “Öyle mi?” dedi kızıla çalan beyaz sakalının ucunda kırmızı bir boncuk olan adam, gözlerine ulaşmayan bir gülümsemeyle. “Kaptanınız bizzat onu görmek isteyecek.” dedi Lunu kendinden emin bir şekilde. Kızın akıldan geçen şeyleri bilmeyi dileyen Arm ona bir bakış attı. Gergin olduğunu gösteren tek şey nefesini tutmasıydı. Stresli bir durum anında sanki görünmez olmasını sağlayacakmış gibi nefesini tutardı Lunu. Ama bunu, kızın öz annesinin bile fark ettiğini sanmıyordu Arm. Kaşları yukarı kalkan korsan bu sefer çelimsiz kızı gerçek bir ilgiyle süzmeye başladı ve huzursuzca kıpırdanan adamlarına başının bir hareketiyle çekilmelerini işaret etti. “Peki kaptanımız elsiz bir kaya piçini neden görmek isteyecekmiş bakalım kızım?” Adamın sakin cevabı Arm’ı şaşırttı ama asıl merak ettiği şey kardeşinin vereceği karşılıktı. Gerçekten neden kaptanları elsiz bir kaya piçini görmek isteyecek ki? Merakıyla birlikte içine düşen endişeyi kemiklerini inleten bir gök gürültüsü izledi. Sol taraflarında ise konuşanın kız olduğunu yeni fark eden ve bunu komik bulan diğer iki korsanın eski bir küfre benzeyen homurtularını duydu. Tek eli yumruk olurken Arm’ın gözleri korsanlara döndü. Lunu böyle sataşmaları umursamasa bile Arm umursuyordu. İki deniz haşeresinin fikirlerini zevkle bir yerlerine sokmak istediğini göstermek için gözlerini onlardan ayırmadı. Lunu ise sanki onlar yokmuş ve gök öfkeli bir karabasan gibi üzerlerine çökmüyormuş gibi sakince konuşmaya devam etti; “Çünkü bu elsiz kaya piçi, Ark donanmasından üst düzey bir komutanın tek oğlu ve Yüce Dümenlerimizden birinin torunu. Sevgili babası her gelişlerinde biricik oğluyla saatlerce sohbet eder. Yani bu elsiz piç dediğin adam sizin asırlardır bir bok yapamadığınız sefil savaşın gidişatını değiştirebilecek hayal bile edemeyeceğiniz kadar önemli şeyleri biliyor ve doğru bedel karşılığında size seve seve yardım edeceğiz.” Siktir. Siktir. Siktir. Lunu ne bok yemeye bunu onlara söylemişti ki. Arm çığlık atmak istedi. Babası’nın kim olduğu ya da bunun nelere sebep olduğu çoğunlukla unutmayı tercih ettiği bir şeydi. Lunu bunu iyi biliyordu ama yinede Gezginler’e koz olarak sunmuştu. Arm karnına yumruk yemiş gibi hissetti. “Lunu kapa o koca çenen…” “Ne belli gerçekten Ark’ın piçi olduğunu? Benim piçim bile olabilir”dedi Arm’ın sözünü kesen yaşlı korsan. Ama Arm onun ses tonundan diğer ihtimali de değerlendirdiğini anlamıştı. Lunu soğukkanlı duruşunu hiç bozmasa da çenesinin kasıldığı belliydi. Sinirlenmeye başladığının ilk açık tepkisiydi bu. “Sen daha fazla böbürlenmeye başlamadan seni durdurayım göçkün ihtiyar. Belki fark edemediniz ama gördüğünüz gibi, olmayan eli bile siz üç deniz hıyarından daha iyi görünüyor değil mi? Ayrıca kayada doğan hangi çocuk bu kadar sağlıklı olabilir ki? Dişleri bile tam.” Lunu, Arm onu engelleyemeden zorla ağzını açıp parlak beyaz dişlerini gösterdi. Arm onun elini ittirdi ama Lunu ters bir bakışla onu durdurdu. Belli ki kardeşi vurgun yiyesice çenesini kapatmamaya kararlıydı. “Eğer elsiz doğmamış olsaydı şu an Ark Donanmasında bir subaydı.” Arm eğer bir eli daha olsa babası onu sever miydi ya da annesini terk etmez miydi diye sık sık düşünürdü. Belki her şey o zaman daha farklı olurdu. Ne o bir katil olurdu ne de babasının ellerinde annesinin kanı olurdu. Sadece tek bir ele daha sahip olmak, onu özgür ve masum bir adam yapabilirdi. Ama bunlar gerçek değildi. Günün sonunda Arm’ın tek bir eli ve koruması gereken aptal bir kardeşi vardı. Emektar korsan oturduğu fıçının üzerinden ağır hareketlerle kalkarken başını hafifçe yana eğip, büyük bir ilgiyle Arm’ı süzdü. Arm adamın aç bakışlarının onu incelemesinden hiç hoşlanmadı. Bir gök gürlemesi kadar sonra artık adam ikna olmuş olacak ki; “Eh, diyelim kaptanla konuşmasına izin verdik. Senin gibi küçük bir sıçanı neden gemiye alacakmışım peki?” Lunulata ona adını veren belaların arkasından attığı zehirli küçük bakışlarıyla sırıttı; “Sol occidens it, nox ministrat.” Arm’ın Lunu’nun ne dediği ya da hangi dilde konuştuğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Suratlarındaki aptal ifadeye bakılırsa korsanlar da anlamamıştı. Sadece yaşlı korsanın eli, boncuklu sakalında bir saniye kadar tereddüt etti. Arm adamın güneşten esmerleşmiş yüzünden hayretle karışık bir öfkenin geçtiğini gördü. Konuştuğunda sesi ölümcüldü; “Yerinde olsam neyi nerede söylediğime dikkat ederdim kızım.” Arm daha fazla konuşmaması için kızı denize fırlatmak istedi. Lunu masum bir ilgiyle adama gözlerini kırpıştırıyordu. “O zaman artık anlaştığımıza göre bizi kaptanınıza götür müsünüz tatlı kibar korsan bey?” Arm kızın alaycı tavrına karşılık gözlerini acıyla yumdu ve tanrıların duyamayacağı kadar küçük bir küfür savurdu. Bu kız eline ve diline hâkim olmayı öğrenemezse Arm’ın fazladan yaşayacak bir günü bile kalmayacaktı. Sonrasında Arm, ittirilerek gemiye götürülmelerini ve fırtınayla savrulan geminin ana direğine bağlanmalarının hala bir şekilde merhametli olduğunu düşünecekti ama ıslak güvertede saatlerce oturtulup bekletilmelerini de hiç unutmayacaktı. Adının Ringo olduğunu öğrendikleri emektar korsan biraz dinlenmelerini söyleyip sakallarıyla oynayarak gitmişti. Arm adamın karanlık mizah anlayışına mı yoksa Lunu’nun sakin hevesine mi daha fazla gıcık olacağını bilemiyordu. Yağmur üzerlerine boşalırken ıslak gömleği soğuktan titreyen tenine yapıştı. Aynı anda hem bağırmak hem gülmek hem de ağlamak istiyordu ama bunlar yerine kardeşinin ince, kurnaz sesini taklit etti ve: “Army, herkesten sakladığın baban hakkındaki sırrımızı birkaç şerefsiz korsana öylece söyleceğim tamam mı? Senin için sorun olmaz değil mi?” dedi. Sitemi her kelimesinde daha da artmıştı. Ama Lunu yanında iç çekerek; “Sırlar koz olarak kullanılmadığı sürece değersizdir Army.” dediğinde öfkesi tavan yaptı. “Bu koz benim hayatım biliyorsun di mi seni küçük nankör gerzek!” “Ama sen babandan nefret edersin. Hem gemiye nasıl gireceğimizi düşünmüştün ki?” “Bilmiyorum gizlice saklanıp girmenin bir yolunu bulduğunu sanmıştım.” “Seni denize sokup filikaya tırmanmanı isteyemezdim değil mi? Suya mı girmeyi tercih ederdin yoksa?” dedi Lunu inatla. Arm kıza ölümcül bir bakış attı. En acımasız korkusundan bahsedildiğini duymaktan nefret ederdi ve zaten ondan kaçamayacağı bir dünyada yaşamak zorundaydı. Derin Deniz’in dipsiz, karanlık sularını düşünmek bile Arm’ın tüm vücudunun ürpermesine neden oluyordu. Soğuk suyun en dibinde onu bekleyen cesetler ise işin sadece bir kısmıydı. Yağmur kasvetle yağarken oluşan küçük sessizlik sırasında Arm hatırladı; “Ayrıca o herife ne söyledin? Adamın yüzü bembeyaz oldu. Hangi dil olduğunu bile anlamadım.” dedi şüpheyle. Lunu’nun taşıdığı sırların yarısına bile hâkim olmadığını tahmin eden Arm için bu oldukça rahatsız ediciydi. Ama yine de zamanla oğlan da onun kapalı bir kutuda sakladığı zihnine güvenmeyi öğrenmişti. “Cevabını bilmek istemeyeceğin sorular sormamalısın Army.” dedi kız tam da beklediği şekilde. Arm ona olan sinirini yuttu. Güven her zaman kolay bir şey değildi. Yorgun bir şekilde iç çekerken öfkesinin yerini kardeşine olan şefkati almıştı bile. Arm ıslak saçlarını hüzünle iki yana salladı. “Artık evde değiliz Lunu, her söylediğin kelimenin ödeyemeyeceğimiz bir bedeli olabilir.” Lunu yağmur damlaları içine dolsun diye pembe dilini ağzından çıkarmadan önce ona muzipçe gülümsedi. “Yarın yeni bir gün olacak Army, bugüne kadar hiç yaşamadığımız bir gün. Emin ol ödeyeceğimiz her bedel bunu görmeye değecek.” Arm bundan emin değildi ama en azından o bedeli yalnız ödemek zorunda değillerdi. Birlikte oldukları sürece her şey bir şekilde yoluna girecekti. Yani en azından Arm öyle olacağını umuyordu.
|
0% |