@ovgudeveci
|
Beau & Dante
Parlak gökyüzüne ulaşmak için birbiriyle yarışan iri yapraklı ağaçlar, dingin rüzgârda sessiz bir şarkı mırıldanıyordu. Orman tatlı bir huzurla uyanırken, kıvırcık saçları omuzlarına düşen küçük esmer oğlan, geniş çalıların arkasından, rengarenk kuşların gezindiği çimenliğin ortasına zıplayıp tüm kuşların ödünü kopardı. Her tondan ve boydan kanat aynı anda berrak göğe havalandı ve gerilerinde görkemlerini hatırlatan bir tüy bırakıp ağaçların ötesine uçarak gözden kayboldu. Serin rüzgârın okşayışıyla çevresinde uçuşan tüylere büyülenerek bakan çocuk yarattığı karmaşaya keyifle güldü ve boyunun el verdiği en yakın daldan sulu büyük bir meyve kopardı. İştahla yediği meyvenin kollarına doğru akan tatlı nektarı yaladığı sırada uzaktan gelen telaşlı bir kadın sesinin onu çağırdığını duydu. Küçük oğlan elinde kalan iri çekirdeği toprağa sokuşturdu ve suçlu bir telaşla annesinin sesine doğru koşmaya başladı.
“Sen neye sırıttığını sanıyorsun piç kurusu” dedi kaba askerin sesi. Bu Beau’yu kurduğu düşten gerçek dünyaya, aralıksız kürek çektiği hapishanesine döndürdü. İçi hala hatırasının güzelliğiyle sızlayan Beau adama hüzünle gülümsedi. Hızla yol alan kadırga, dalgaların her hareketiyle havalanıyor ve Beau’nun artık karmaşık rastalar olarak kafasının tepesinde topladığı saçlarının yüzüne çarpmasına sebep oluyordu. “Parlak sabah güneşi bana evimi hatırlattı kardeşim.” diye cevapladı Beau keyifle. Sert yüzlü adam küçümseyerek dudağını büktü. Gözleri Beau’nun küreğinin denizle buluştuğu ahşap küçük pencereden sızan ve güçlükle eline ulaşan, cılız ışığa odaklanmıştı. Beau’nun onunla dalga geçtiğini düşündüğü her halinen belliydi. Ama Beau sözlerinde ciddiydi. Çatısı çimlerle örülü küçük evinin penceresinden sızan sabah güneşiyle, hücresinin aralığından gördüğü aynı güneşti. Eskiden güneş onun için umut demekti. Yeni bir günün başlangıcı. Şimdi Beau bunun ne anlama geldiğini bile bilemiyordu. Ama güneş doğmaya devam ettiği sürece Beau buna tekrar minnet duymanın bir yolunu bulacağını umuyordu. “Ben senin kardeşin değilim hain köpek. İşine dön yoksa kürek cezana bir yıl daha eklenir.” dedi rütbeli Ark askeri ve ekşi suratıyla diğer mahkûmların arasında dolaşmaya döndü. “Birileri bugün ters tarafından kalkmış ha Geveze.” Beau, gözlerini muzipçe kısarak sırıttı ve arkasında oturan suskun iri adama göz kırptı. Ardından da; “Yani bence, her gündoğumu kutlama yapmak için bir sebep olabilir, sen ne dersin?” diye takılarak omuz silkti. Boyu neredeyse bulundukları eski kadırganın alt güvertesindeki tavana değen ve sakalları birbirine dolaşmış dilsiz adam, hiç tepki vermeden kürek çekmeye devam etti. Beau aslında Geveze’nin tepkisizliğine alışıktı ama burada bir arkadaşı olduğu fikrini sevdiği için iç çekerek önüne döndü. Gülümseyerek sarhoş bir denizci hakkında yazdığı edepsiz bir şarkı söylemeye başladı. Bu şarkının ezgisini kendi uydurmuştu. Sarhoşken kaybolan denizcinin yolunu bulmaya çalışırken yaşadıklarını anlattığı şarkıyı söylerken öfkeli bakışları ona kitlenmiş olan gardiyanları umursamadı. Boş gözlerle küreklerine gömülmüş olan, kendi gibi solmuş siyah çuval bezinden gömlek ve siyah bez pantolon giyen diğer mahkûmların ise ona susmasını söyleyecek kadar gücü yoktu zaten. O yüzden bir yandan kürek çekip bir yandan da ayağıyla tempo tutarak uydurduğu şarkıya devam etti. Sayısız elin tutuşuyla aşınmış küreğinin kıymıkları nasırlı ellerine batarken bulunduğu duruma sırıttı. Fazladan bir yıl kürek cezası Beau için hiçbir şey değildi, çünkü zaten gelecek elli yıl boyunca daha Ulus’un kadırgasında kürek çekmeye mahkûmdu. Yani muhtemelen ölene dek. Ulus zaten ondan ömrünü almıştı, kim ne derse desin neşesi onunla kalacaktı. Ölümünden önce annesine verdiği bir sözdü bu. Gözlerindeki ışığı ve kalbindeki neşeyi kimsenin söndürmesine izin vermeyecekti. Yıllarını Ark Ulus’unun Tarım Adasında, sonu gelmez tarlaların içinde, kendinin asla sahip olamayacağı sebzeler ve meyveler yetiştirme adamış, sabah akşam yılmadan, bir kere bile şikâyet etmeden çalışmış annesini düşününce kalbi acıdı. Asla kendine ait bir çatısı ya da eşyası olamamış olmasına rağmen umudunu ve nezaketini hiç kaybetmemişti annesi. Sahip olduğu her şey, Ark’ın çalıştığı sürede ona verdikleriydi. Hasta olamazdı, yorulamaz ya da elini işten çekemezdi. Ulusa faydalı olmadığı bir gün bile geçirememişti. Ona her zaman “Mutlu olmak kolay değil ve çoğunlukla da cesaret ister.” derdi. Onun ne demek istediğini yeni yeni anlamaya başlamıştı Beau. Derin Deniz’in ortasında, bu sonu asla gelmeyen yolculukların hapishanesinde, annesi gibi onun da kendi kaderini kabullenip bunu ince bir gururla taşıdığını bilmek Beau’ya güç veren tek şeydi. Paylaştıkları kader dışında annesinin esmer pürüzsüz tenini, umarsız neşesini ve gamzelerini miras almıştı. Babasının nasıl göründüğünü çok hatırlamasa bile aynı köşeli çeneli yakışıklı yüze ve aynı uzun, kaslı vücuda sahip olduklarını biliyordu. Gardiyanlarının ona bu kadar tahammül etme sebeplerinden biri de buydu zaten. Yıllarca süren kürek cezasını kaldırabilecek kadar sağlam yapılı mahkûmlara, kesilmeden önce iyice şişmanlatılan inek muamelesi yaparlardı bu yüzen hapishanede. Ulusa kafa tutmaya cüret etmiş, birçoğu çelimsiz kaya halkından oluşan mahkûmlar genelde ilk birkaç senenin sonunda ölürdü ve geriye sadece savaş mahkûmu sayılan hin bakışlı korsanlar kalırdı. Nadiren onun gibi Ada doğumlular suça karışıp buraya düşerdi. Ulusa karşı işlenen suçlar Ark Ulusu’nun liderlerinden oluşan Dümen meclisinin asla imtiyaz göstermeyeceği bir şeydi. Ulus’a karşı gelemezdiniz. Dümen’e saygısızlık edemezdiniz. Takım Adalar bu sonsuz denizdeki güvenli limanımız, Ulus kıymetli gemimiz ve Dümen de yenilmez kaptanımız. (En azından Ark Marşında söylenen buydu) Siktirsinler ordan! Beau bu saçmalığa inanmayı daha küçük bir çocukken, annesinin yanında tarlada çalışmaya başladığı yıllarda bırakmıştı. Üç bitişik adadan oluşan Ark Ulusu’nun neden sadece Ana Kara tarafından yönetildiğini ve yönetimdekilerin seçiminde neden sadece Ana Kara’nın söz hakkı olduğunu anlayabilecek yaşa geldiğinde kafasında binlerce soru oluşmuştu. Bunlardan en basiti de Tarım Adasında yaşayanların neden diğer adalara gitme hakkı olmadığıydı. Bu hiç anlayamamıştı o zamanlar. Halkının tek yaptığı tarlalarla ve hayvanlarla uğraşmak ve ürettikleri her şeyi Dümen onlara adil bir şekilde dağıtsın diye Ana Karaya göndermekti. Gönderdiklerinin sadece çok küçük bir kısmı geri dönerdi. Ayrıca onlar aralıksız çalışırken korsanlarla aralarındaki tek büyük engel olan Deniz Filosu’nun askerlerinin, çalışan halkın başında neden nöbet tuttuğunu kimse soramazdı. Soracak olan çıkarsa eğer, ‘sizin güvenliğiniz için’ denirdi. Ama eğer neden sadece kendilerinin hiçbir şeye sahip olmalarına izin verilmeden sadece çalıştıklarını, sürekli durmaksızın çalıştıklarını sorgulamaya başlarsanız, bilinmeyen bir hastalık ya da talihsiz bir kaza başınıza gelebilir ve aileniz Dümen’in en içten taziyelerini içeren notunu alabilirdi. Tıpkı babasının başına gelenler gibi. Bir gün Beau’nun babası vardı ve ertesi gün Beau’nun babası artık yoktu. Bunun sebebinin Dümen olduğunu herkes içten içe biliyordu. Çünkü Beau’nun babası çok soru soruyordu. O kadar çok soru soruyordu ki insanların içindeki sessiz bir geceyi telaşlı bir güne çevirebiliyordu. O yüzden Beau’nun babası bir gün yok olmuştu ve bir mezarı bile olmasına izin verilmemişti. Onlara Dümen denen seçkin meclise saygı duymaları öğretilmişti. Onlara kutsal olanın toprak olduğu söylenmişti. Beau toprağın eşsiz ve kutsal olduğuna inanıyordu gerçi. Kalan son toprak parçaları özenle korunmalıydı, bu doğruydu. Bunu, bu tahtadan oyulmuş hapiste cezasını çekerken daha iyi fark etmişti. Ayak parmaklarının arasında tekrar yumuşak toprağı hissetmesini ya da yağmur sonrası aldığı o tatlı kokuyu tekrar içine çekebilmesini sağlayacaksa cinayet bile işleyebilirdi. İronik olan burda bulunma sebebi de tam olarak buydu. O Ulusu için bir haindi. Artık dönecek bir halkı yoktu. Evinin mis gibi kokan çiçeklerle dolu çayırlarını, ağaçların göklere ulaştığı ormanlarını, meyve dolu bahçelerini ve koyunların özgürce otladığı ovalarını bir daha göremeyecekti. Tepesinden atlamayı çok sevdiği o şelaleye bir daha gidemeyecek ve buz gibi tatlı suyunda bir daha yüzemeyecekti. Akşam toplanmaları sırasında meşalelerle aydınlatılmış meydanda söylenen o eski şarkıları dinleyemeyecek ya da öğleden sonra sürekli bakıştığı herhangi bir güzel kızla ara sokaklarda buluşup gizli gizli öpüşemeyecekti. Beau bildiği o hayatın artık bittiğini biliyordu ama özgürlüğünün eski anılarından ibaret olacağını fark ederken boğazı yine de düğümlendi ve hala şarkı mırıldanmaya devam eden sesi çatallandı. Daha yeni on dokuz yaşına girmişti ve henüz başlamadığı hayatı çoktan bitmişti. Verdiği kararın idrakını tekrar yaşarken doğru seçimi yaptığını umdu. Kusurlu bir dünyada kusursuz bir insan olamazdı. Düşünceleri şarkısının sözlerini bulandırırken alt kamaraya giren kız sayesinde vardiyasının neredeyse bitmek üzere olduğunu fark etti. Kız kaya doğumlu devşirmelerden biriydi. Cezası başladı başlayalı yani yaklaşık bir yıldır aynı kadırgadalardı ama Beau kızın bir kere bile gülümsediğini görmemişti. Kızın uzun kahverengi saçları hep kafasının tepesinde sıkıca toplanmış olurdu ve dalgalı uçları her hareketiyle üzerine tam oturan koyu mavi gardiyan üniformasına dokunurdu. Beau genç kızı nöbet değişim saatlerinde, yüzünde aynı bıkkın ifadeyle görmeye alışıktı ve etrafta bakacak başka hiçbir şey olmaması dışında zaten kızın sert yüzü unutulacak gibi de değildi. Hep çatık olan kaşlarının altında Beau’ya adasının parlak ovalarını anımsatan açık yeşil gözleri vardı. Burnu muhtemelen birkaç ciddi kavga görmüştü ve kırıkları geriye çıkık bir kemik bırakmıştı. Dolgun dudaklarıysa hep gergin bir ifadeyle aşağıya sarkık olurdu. Gür kirpiklerinin hemen aşağısında, iki elmacık kemiğini birbirine bir köprü gibi bağlayan derin, beyaz bir yara izi vardı. Adalı kızların zarif, yumuşak yüzlerinden ve narin güzelliklerinden farklıydı kızın güzelliği. Sert, coşkulu ve çarpıcıydı. Beau eğer kız bir kaya doğumlu olmasaydı, ona bakmaktan keyif alabileceğini düşünüyordu. Ama yetiştiğin yer seni sen yapardı ve Kayalardan da tanımaya değer biri çıktığı da görülmüş bir şey değildi. Oradan sadece bela gelirdi ve kızın her ufak hareketi de bunu onaylarcasına bir meydan okumaydı. Yeşil gözleri Beau’nun hafif çekik gözlerindeki şüpheli bakışlarını yakalayınca bir kaşını yay gibi kaldırdı. Çenesini öne çıkararak gözlerini Beau’nun gözlerine sabitledi. Cesaretin varsa bakmaya devam et der gibiydi ve en sonunda gözlerini kaçıran her zamanki gibi Beau oldu. Sonuçta kız getireceği belaya değecek biri değildi.
*
Dar üniforması içinde, ağırlığını bir bacağından diğerine veren Dante, ona bakan erkeklere alışıktı. Onlara tanınmış özel bir hakmış gibi gözleriyle onu soyar ve her zerresini incelerlerdi. Onu hiç görmeden sadece bedenini izlerlerdi. 'Güzelliğin senin en büyük lanetin’ derdi babası ve sonuçta haklı çıkmıştı. Danteye göre güzellik sadece zayıflıktan ibaretti. Seni savunmasız bırakırdı ve herkesin arzuladığı bir yem olmana neden olurdu. Dante zayıf olma düşüncesinden bile nefret ediyordu. Tıpkı bu ahşap oymalı büyük kadırganın içinde oturan umutsuz bakışlı mahkûmlardan ve etrafta dolaşıp Ulus’un kurallarını dayatan ikiyüzlü askerlerden nefret ettiği gibi. Sürekli çığlık atmak istiyordu aslında Dante. Bağırmak, bağırmak ve tüm nefretini haykırmak istiyordu. Belindeki hançerini çıkarıp ilk gördüğü boğazı kesmek ve durmadan devam etmek istiyordu, en sonunda bu gemide nefes alan tek bir kişi bile kalmayana dek. Hepsi sustuğunda Dante sonunda o zaman tekrar nefes alacaktı. Ama bunun yerine tırnaklarını sertçe avucuna bastırdı. Acı, onun aklını toplamasına yardımcı oldu. Artık Ulus’un görmek istediği itaatkâr askeri oynamaya devam edebilirdi. Sabit tutmak için gecelerce çalıştığı otoriter sesiyle; “Vardiya değişimi. İkişer ikişer gideceğiz. Sıranız gelmeden kalkarsanız kahvaltıdan önce kırbaç yersiniz.” dedi duygusuzca. İşi aslında basitti. Kaya da doğan devşirmeler askerlere liderlik edemez ya da gemiyi yönetemezdi. Ya Ark’a hizmet ederlerdi ya da Ark için ölürlerdi. Bundan çok daha fazlasını yapabilecek donanımda olmasına rağmen ondan beklenen şeyler sadece bunlardı. Dante bu duruma ne kadar gıcık oluyor olsa da işini yapacaktı. Sırayla gece vardiyasının mahkûmlarıyla gündüz vardiyasının mahkûmlarının yerlerini değiştirmesi gerekiyordu. Onlar bir çıkıntılık yapıp seferi aksatmadan önce gececi mahkûmları küçük hücrelerine kapatmalı ve diğerlerini küreklerinin başlarına oturtmalıydı. Önemli olan kadırganın hızını kesmeden devam etmesini sağlamaktı. Bu sayede hangi hayatları cehenneme çevireceklerse oraya vaktinde varabilirlerdi. Kamaradan ilk grubu çıkarırken aynı sınıfta okuduğu bir askerin nöbet tuttuğunu gördü. Dante ondan çok daha başarılı olmasına rağmen sadece Ada doğumlu olduğu için şu an bir rütbesi olan şerefsiz gözlerini onun göğüslerine dikerek sırıttı. Bu hep yaptıkları bir şeydi. Okul zamanlarından beri onunla oynadıkları küçük bir oyundu. Sonuçta Dante Kaya’da doğmuş bir devşirmeydi. Onların gözünde asker değil bir vücuttan ibaretti ve böyle düşündüklerini ona unutturmamaya kararlılardı. Dante dişlerini sıktı. İşinden, yüzünden ve vücudunun onu hedef yapan her güzel zerresinden bu yüzden nefret ediyordu. İsmi (ona babasının verdiği isim) kendine dair sevdiği tek şeydi. Ancak Ulus bunu da alabileceğini sanmış olmalı ki onu orduya aldıkları ilk gün adının artık 11890 olduğu söylenmişlerdi. En azından üniformasının üzerinde yazan adı artık buydu. Deniz Filosu’nda, Kaya halkından devşirilen çocukların eski isimlerini kullanmalarına izin verilmezdi. Zaten Kaya Halkları’na isim konma hakkı da verildiğinden değildi. Artık ona yaşayan kimse böyle seslenmeyecek olsa bile Dante adından vazgeçmemeye kararlıydı. Bu verdiğini kimsenin bilmediği bir savaştı. Eskimiş menteşelerin gıcırtısı eşliğinde boş koridorlarda mahkûmların yerini değiştirmeye devam ederken dalgınlaştı. Yaşlı mahkûmlar. Genç mahkûmlar. Suçlu mahkûmlar, suçsuz mahkûmlar, kısa, uzun, Adalı ya da Kayalı mahkûmlar, bazen ona zorluk çıkaran ama taşaklarına yedikleri kemikli diziyle sesleri kesilen korsanlar. Dante Armada Adası’nda eğitim gördüğü ve alt kademe bir subay olarak görev aldığı yıllar boyunca hiç kadın mahkûm görmemişti. Bunun hakkında düşünmek onun buraya katlanması daha da zorlaştırdığı için bu düşünceyi kafasının arkasına itip işine odaklanmayı denedi. Son iki mahkûmu da içeri götürdükten sonra işi bitecekti ve o zaman güverteye çıkıp tuzlu havayı içine çekebilecek ve tekrar kayalara oyulmuş evinde, ailesiyle olduğunu düşleyebilecekti. Bunun hayali bile burnunun kemiğini sızlatmaya yetmişti. Gevşek bir gülümsemesi olan uzun boylu rastalı sersemin ve kendinin iki katı kadar bir cüsseye sahip Geveze diye bilinen dilsiz adamın ellerini kelepçeledi ve çenesiyle öne geçip ilerlemelerini işaret etti. Adamlar sözsüz emrine anında itaat ettiler. Dante gücü seviyordu. Ona böyle acı bir bedelle gelmiş olsa bile güce sahip olması yaşamını katlanılır kılan tek şeydi. İstikrarsız akıntılar gemiyi aralıksız sallarken aklı dağılan Dante’nin yürümesi her adımında daha da zorlaşıyordu. Denizin acıması yoktu. Boş koridorda sarsak adımlarla ilerledikleri sırada gemiye insafsızca vuran bir dalga, Dante’yi bir köşeye, Geveze diye bilinen iriyarı adamı da olanca gücüyle önündeki genç adama doğru savurdu. Kafasını geminin ahşap gövdesine çarpan Dante yuvarlak pencereden vuran güneş ışığıyla parıldayan bıçağı görmeden önce hissetti. Yine de yeterince hızlı değildi. Bağırarak iri adamın üzerine atıldığında çok geç kalmıştı. Bıçak Geveze’nin tüm kuvvetiyle geriye çekildi ve sonra da genç mahkûmun beline saplandı. Beau’nun ağzından sadece bir şaşkınlık nidası çıktı. Geveze’ye doğru dönerken çekik gözlerinde şaşkın, hatta belki biraz da kırgın bir ifade vardı. Sersemliğinden sıyrılan Dante, Geveze tekrar bıçağını önündeki afallamış çocuğa saplama fırsatı bulamadan harekete geçti ve sağlam bir tekmeyi adamın arka dizlerine geçirdi. Ardından kollarını yere yığılan adamın boğazına doladı. Dante’nin var gücüyle uyguladığı basınçtan kaçınmaya çalışan Geveze ani bir hareketle kendini geriye attı ve sırtına yapışan Dante’yi geminin gövdesine arka arkaya vurmaya başladı. Sert darbelerle savrulan Dante acıyla inlese bile kollarını hemen gevşetmedi. Hırlayarak gülen kendi sesi kulağına geldi. İhtiyacı olduğunda tüm o şerefsiz rütbeliler elbette etrafta olmazlardı. Gerçi şu an burada olsalar Dante onların yardım etmeyeceklerine emindi. Muhtemelen Kayalı sürtüğün ve dev korsanın kapışması hakkında bahse tutuşurlardı. Kendini kurtartmaya alışkın olan Dante, Geveze’nin bir sonraki savuruşunu bekleyip çevik bir hamleyle yana atladı ve adamın tam karşısına geçti. Tek nefeste Geveze’nin iri göğsüne onu geriye yıkacak kadar sert bi tekme attı ve üç acımasız yumruğu adamın burnunu ve çenesini hedefledi. Kırılan kemiklerin çıtırtısı Dante’nin içini zevkle titretmeye yetmişti. Geveze uzunca bir süre sadece balık çorbası içmek zorunda kalacaktı. Ahşap zemine doğru devrilen adam güçsüzce hırıldarken Dante son olarak kalın botlarıyla mahkûmun kafasına kuvvetli bir tekme savurdu. Bu son hamle gerekli değildi ama Dante bu kadar iş arasında biraz da eğlenmeye hakkı olduğunu düşünüyordu. Çoktan kendinden geçmiş olan adam, artık kıpırdamıyordu. Kopan tokasından kurtulan saçları son hareketinin şiddetiyle hala arkasında uçuşurken Dante aldığı darbelerin yarattığı sersemliği geçirmek için sızlayan kafasını ovdu. Sonra da yerde yarı baygın yatan mahkûma döndü. Kanı geminin zeminini kızıla boyamıştı. Eğer onun nöbetinde biri ölürse bu Dante’nin başını çok ağrıtırdı. Çenesi kasılırken yardım çağırmadan önce ona doğru eğilip yarasını kontrol etti. Genç mahkûmun kahverengi gözleri kapanmadan hemen önce bir an Dante’nin gözlerine odaklandı. Bir saniye sonra çatallı bir sesle; “Siktir, yakından daha güzelmişsin.” diye mırıldandı. Dante mahkûmun yarasına tampon yapmak için sertçe bastırırken gözlerini devirdi, cidden bu işten nefret ediyordu.
|
0% |