@ovgudeveci
|
Hodbin
Serin, tuz kokan akşam rüzgârı, Gezgin Şehir’in taşlarına hafifçe dokundu. Kayaların üzerinde yükselen, eski gemi kalıntılarından oluşturulmuş ahşap evlerin ve halatlarla birbirine bağlanmış köprülerin gölgesindeki korsan krallığında ise gün daha yeni başlıyordu. Seferlerinden yeni ganimetler ya da kurbanlarla dönmüş olan bir sürü farklı boyutta ve renkte korsan, kayalıkların yamacına yayılmış meyhane bozması Virane Taverna’da bağrışıp son zaferlerini anlatıyorlardı. Pembe ve turuncu ışıkların birbirine geçip dans ettiği gökyüzünün altındaki kayalıklarda ise sarışın bir genç olan Hodbin kucağına yaydığı eski bir ağın sökülmüş iplerini dikiyordu. Arkasındaki kalabalığa çok benzeyen ama bir o kadar da farklı olan genç adamın, hızla ağın üzerinde gezinen uzun parmakları, taştan oyduğu yüzükleriyle doluydu ve yukarı kıvrılmış gömleğinin kollarından gözüken tenine, unutulmuş semboller ve Gezgin diye bilinen halkının yuvarlak mührü işlenmişti. İşine gömülmüş gencin tek gösterişli yanı bu değildi. Dağınık sarı saçları, koyu bir sürmeyle belirginleştirilmiş soluk mavi gözlerine düşüyordu. Sağ kulak memesinden sarkan üç küçük küpesi vardı ve boynuna doladığı zincire asılmış parlak yeşil oval taş her hareketiyle göğsüne çarpıyordu. Belindeki siyah kuşağına deri kapaklı, küçük bir defter sıkıştırmıştı, beyaz dişleri, ağın karışmaması gereken kısımlarını ayırırken, nasırlı elleri becerikli hareketlerle ipi yamaladı. Gözleri ise arada bir rengi uçuşan gökyüzüne kayıyor, o zaman da iş üstündeki elleri belindeki deftere doğru seğiriyordu. Hodbin elleri defterine ulaşmak üzereyken, karışık iplerin arasına takılmış, mavi benekli kırmızı balığı fark etti. Balık yenmeyecek kadar küçüktü ve zaten yiyecek kadar aptal olanları öldürmek için derisinin üzerinde güçlü bir zehri vardı. Balık avlamak için denize açılınan günlerde, ağlarına mutlaka birkaç tanesi takılırdı. Gemilerinde uğursuzluk istemeyen batıl inançlı Gezginler onları gördükleri gibi denize atarlardı ve ‘Yaşlı Adam bağışlasın’ diyerek Derin Deniz’den özür dilemeyi de ihmal etmezlerdi. Gezginler, Ulus’un aksine Yürüyen Kadın’a değil Yaşlı Adama’a inanır ve yakarırlardı. Uğursuzluklarla bir derdi olmayan Hodbin için bu eski adetler tamamen saçmalıktı, o yüzden küçük balığı pantolonunun cebine tıktı ve işine döndü. Hodbin, Dede diye namlanmış üvey babalığı onu kapı dışarı ettiğinden ve tüm kudretlerini bileklerinden almaya alışmış bu insanların arasında bir başına bıraktığından beridir kendi arkasını kolluyordu. O nedenle de her hamlesini kendi çıkarları için planlardı. Varsın bu yüzden ona bencil desinlerdi. Ona göre kendi kıymetli varlığı kandan ve bayraktan daha önemliydi. Bayrak bağıyla birbirine bağlı olan Gezginler ise kendi aralarında altı gruba ayrılırdı. Birincisi liderlerinin ait olduğu Mir grubuydu. Mir ünvanını Amcası Moren Mir öldüğünde kimseye sormadan üstlenmiş olan Matar Mir şimdilik tek liderleri olsa da eskilerde birden çok Mir’in aynı anda liderlik ettiği de duyulmamış şey değildi… Onun ardından Kollar ve Kanatlar gelirdi. Mirler’in meclisini ve en yüksek rütbeli askerlerini onlar oluştururdu. Sonrasında bu halkın en değerlileri olarak görülenler tabi ki korkunçluklarıyla nam salmış zalim korsanlardı. İstedikleri her şeyi almaya alışık olduklarından Gezgin Şehir’in yönetiminde onların da söz hakkı vardı. Dördüncü grup olan Balıkçılar, korsanlar kadar saygın olmasalarda, şehre katkılarıyla ve bir gemiye ayak basıp, yelkenini, gürleyen rüzgârla dalgalandırarak şehirden ayrılma hakları olmasıyla kendi değerlerine sahiplerdi. Beşinci grup ise Hodbin’in de içinde bulunduğu Ayakçılardı. Gemilere binmelerine izin verilmeyen ve ayak işlerine koşturan alt tabakaydı onlar. Hodbin yelkenleri yamala, Hodbin kılçıkları ayıkla, Hodbin lazımlıkları boşalt. Hayatı, ‘getir götür ve asla yaptıkların için takdir edilme’ den ibaret olan Hodbin için asıl hikâye, o gemiye binme hakkı kazanmasıyla başlayacaktı ama yakın zamanda biri ölmez ya da öldürülmezse kendisi gibi Ayakçı dolu uzun bir bekleme listesi vardı. Tabi her zaman bir Balıkçı çırağı olabilirdi. Ama Hodbin teselli ödülünü istemiyordu. O görkemi, şanı ve şarkılara konu olacak maceraları istiyordu. Ha bir de Döküntüler vardı ki onlardan bahsetmeye bile değmezdi. Oraya buraya savrulan istenmeyen ruhlardı onlar. Çocukluğundan beridir açgözlü bir mizacıyla tanınırdı Hodbin. Dostluk, aile, aşk onun için önemli değildi. Hodbin tarihte geçen küçük bir nokta olmakla ilgilenmiyordu. Hodbin’in istediği şey tarihi yazan kişi olmaktı. Bu yüzden hep daha fazlasına sahip olmaya çalışıyordu ya işte. Ama birbirlerine olan bağlılıklarıyla ünlü Gezginler arasında, sadece kendi için yaşayan birine yer yoktu. Geminin her zerresini tanıyıp, her ince işini bilmesine rağmen oldum olası bu şehirde takdir görmezdi Hodbin. Hafif kibirle süslü, haylaz doğası da sağ olsun ki bu hali diğerlerinin onu aralarına almalarına hep engel olmuştu. Onların kaybı. Tek bir hamlede ayağa kalkan Hodbin gururla yamaladığı ağın kusursuzluğuna baktı. Düğümleri sımsıkıydı. Bu sefer kolay kolay parçalanmayacakları kesindi. Hodbin, ağını batan güneşe doğru kaldırıp kontrol ettiği sırada sert bir darbeyle geriye savruldu. “Kör müsün Ayakçı?” dedi kalın gövdesinin heybetine gölge vuran sinirli genç korsan. Neredeyse kayalardan yuvarlanacak olan Hodbin; “Senin gibi kıllı su ayılarının karaya çıkma izni olduğunu düşünemedim Kemik.” diye mırıldandı. Ve dediği gibi de diline lanet etti. Siyah gözleri nefretle parlayan Kemik, Hodbin’in bu cüretine muazzam irilikteki cüssesiyle karşılık verdi. Kıllı elleriyle oğlanın boğazına sarıldı ve nefesini kesilene kadar sıktı. Hodbin yüzünün havasızlıkla yandığını hissetti. Pislik herif. “Sen bana ne dedin piç kurusu?” diye sorduğunda Kemik’in sesi ölümcüldü. Hodbin cılız bir gülümsemeyle ona baktı; “Sadece şakaydı, yoksa espri anlayışında mı son kaybettiniz çatışmadaydı.” diye takıldı ona Hodbin. Kalın boynundaki, parmak kemiklerinden yapılmış kolyesi titreşen ve adını buradan alan Kemik buna gülmedi, onun yerine Hodbin’in yüzüne doğru gürledi ve; “Senin üzerinden temizlemen gereken boklar bitmiş demek! Bu gece de seni gömmemiz gerekecek o zaman”dedi. Arkalarında olanları sessiz bir keyifle izleyen diğer iki korsan bu vaadi duyunca sırttı. Kemik Hodbin’in kişisel işkencecisiydi. Ondan birkaç yaş büyüktü ve bu göreve kendi kendini, sırf zevk aldığı için atamıştı. En son uğraştığı Ayakçı’nın dayanamayıp intihar ettiği düşünülürse, Hodbin onun işinde iyi olduğunu söyleyebilirdi. En favori eğlencesi, gece vakti uyuyan Hodbin’in üstüne çöküp kafasına bir çuval geçirerek onu denize fırlatmak ve boğulup boğulmayacağını izlemekti. Henüz boğulmamış olan Hodbin, onun sayesinde bir gözü açık uyumayı öğrenmişti. Gerçi bu aralar seferden dönünce yapmayı en sevdiği şey boşaltılmış lazımlıkların oluşturduğu pislik dolu yapay derenin ortasına onu bağlayıp bütün gece bok içinde yalvarmasını dinlemek oluyordu. Arada bunu bir grup etkinliğine çevirip arkadaşlarını da çağırır, birlikte genç Ayakçı’nın üzerine işeyerek eğlenirlerdi. Hodbin, anılarının içinde yarattığı soğukluğu kucakladı. Onlar ne görmek isterlerse onu görecekti. İtaatkâr bir Ayakçı. O yüzden sesine endişeli bir ton katarak; “Buna hiç gerek yok, Yaşlı Adam beni bağışlasın, özür dilerim Kemik.” Kemik geri adım atan Ayakçıya baktı ve onu iğrenerek bıraktı. “Senin gibi kıç yalayıcı asalak bitlerin Yaşlı Adam’ın adını anmaya hakkı yok kafir. Hadi siktirip gidip Virane’den yemeğimizi getir. Sen sefil kıçını bizim kazandığımız ganimetlerle büyütüp, burada örgü örerken, biz gerçek erkekler, Yaşlı Adam’ı onurlandırmak için savaşıyoruz. Şükran duyacaksın.” Başını hafifçe eğen Hodbin yılışık bir tavırla sırıttı; “Tabi duyuyorum Kemik, Derin Deniz kutsasın siz yiğitleri. Balık çorbası mı istersiniz yoksa közlenmiş kaya yengeci mi?” diye sordu Hodbin ışıldayan bir gülümsemeyle. Yavaş yavaş ilgilerini kaybediyorlardı. Açlıkları acı çektirme arzularına baskın gelmişti. Hodbin kurtulmuştu. Şimdilik. “İkisini de getir ve üç maşrapa da bira. Biraz da meyve bul. Bütün erzağı Ayakçılar yesin diye savaşmıyoruz biz.” Evet kan dökmeyi seven yarım akıllı bir göt olduğun için savaşıyorsun. Başını hak vererek sallayan Hodbin abartılı bir reverans yaparak Virane Taverna’ya doğru çalımla yürümeye başladı. Hayatı buydu işte. Beyni onunkinin yarısı kadar bile gelişmemiş angutların özel hizmetçisiydi. Taverna’ya girerken gömleğinin yana kayan yakasını düzeltti. Görünüşü onun için önemliydi ve bir Ayakçı olması bir Ayakçı gibi gözükeceği anlamına gelmiyordu. Yemek vakti olduğundan Virane’nin mutfağı karmakarışıktı, bir sürü yerden bitme çırak asabi müşterileri için hazırlanan yemeklerle oradan oraya koşturuyordu. Biri dengede tutmaya çalıştığı tabakları yere düşürdüğü için feci bir fırça yerken Hodbin bu kaosa aldırmadan kırılan tabakların ve yerdeki çırağın üstünden geçti. Ateşin başında yemekleri kontrol eden sinirli aşçıya doğru döndü: “Kemik biraz çorba ve yengeç istiyor” dedi. Adam huysuz bi edayla koca bir kazan çorbayı karıştırırken ona baktı ve: “Tabi, bende Ark’ta yazlık ev istiyorum.” diye homurdandı. Hodbin bir kaşını kaldırıp ona bakmaya devam etti. Tepesinden ayrılmayan oğlana ters ters bakan aşçı ona doğru kaşığını salladı. “Kırk tane elim ya da kırk tane gemim var gibi mi görünüyor seni sersem. Al alacağını ve çık buradan.” diye bağırdı. Çirkin yaşlı böcek. Hodbin siyah boyalı tırnaklarından birinin üzerindeki hayali lekeye bakarak dişlerini sıktı. “Patron sensin.” Sonra her zaman yaptığını yaptı ve özenle yemeklerini hazırlamaya koyuldu. Hodbin’in olayı biraz da buydu. Bir Ayakçı olarak gerekli ya da gereksiz her işi yapardı ama her işi öyle harika yapardı ki bundan sanatsal bir zevk alırdı. Lazımlıkları boşaltırken ya da yerden kusmukları silerken bile muazzam bir özen gösterirdi. Hodbin için kişisel tatmini yaptığı her işten daha önemliydi. Yemeğine, en son yapılan yağmadan kalan yeşil soğanları ince ince doğradığı sırada birden durdu. Gün batımının aklına düşürdüğü bir kafiye vardı ve Kemik yüzünden yazmayı unutmuştu. O yüzden belindeki kuşaktan deri defterini çıkardı. Ahşap tezgâhta, küçücük kalemiyle hızlı hızlı denize vuran gökyüzü hakkında bir satır karaladı. Bu hareketi, yaşlı aşçının ilgisini çekmiş olacak ki adam önce ellerini lekeli önlüğüne sildi sonra da tezgâha eğilmiş Ayakçı’ya kuşkuyla bakarak konuştu; “Napıyorsun sen orada bakayım?” “Mmm…Alınma ama sen anlamazsın.” dedi Hodbin dalgınca. “Sen bir dene hele” dedi Aşçı somurtarak. Hodbin ona dönünce adamın bıyıklarının kibirle titreştiğini gördü. Hodbin’e göre bu şehirdeki en büyük zehir kibirdi. Oldum olası her Gezgin’in ruhuna düşerdi ve onları yiyip bitirirdi. “Kendime nefes almak için bir alan yaratıyorum.” dedi Hodbin ve yazmaya devam etti. Durmadan yazdı ve yazdı. İşi bittiğinde ise yazdığı şiire keyifle baktı. Ona derin bir küçümsemeyle bakan aşçı kocaman bir kahkaha attı; “Hep derim işte, siz Ayakçılar'ın fazla boş vakti var diye. Eliniz az biraz gerçek iş tutsa gör bak ağzınız bu kadar laf yapıyor mu? Bak hele ne diyeceğim, bize yeni bir bulaşıkçı lazımdı aslında.” “İlgilenmiyorum.” diye cevapladı Hodbin ve iç çekerek defterini kuşağına geri koydu. “Peh. Bizim zamanımızda senin gibi sıska Ayakçılar bulaşıkçı olmak için birbirini keserdi. Şimdi hepiniz nankör piçler olmuşsunuz.” dedi ve kendi kendine homurdanarak kazanının başına döndü aşçı. “Eh, sizin zamanınızda bir gemiye binip savaşacak kadar taşaklı olan kimse yoktu, zaten ondan hala bu taş parçasında balık çorbası içiyoruz ya.” diyerek zoraki bir gülümseme sundu Hodbin. Yaşlı adam gaddar bir dikkatle artık tam karşısında duran Hodbin’i süzmeye başladı, Hodbin’in kırmızı pantolonuna, su toplamış ellerindeki yüzüklere, sürmeli gözlerine ve zarif vücuduna bakarak güldü. Hodbin ondan birkaç baş daha uzun olmasına rağmen kendini ondan üstün gördüğü belli olan adamın bakışlarından kaçmadı. İnsanlar sadece onlara gösterdiğini görürdü. İtaatkâr bir uşak, dilbaz bir Ayakçı, bencil bir oğul. Hodbin’in binbir yüzü vardı ve giyindiği yüzlerin ne hepsiydi ne de hiçbiriydi. “Senin gemiye binecek kadar taşağın var yani ha? Silah tutup Deniz Filosuyla savaşacaksın hele öyle mi? Senin gibi süslü yavşakları iyi bilirim ben, kendinizi büyük adam sanan küçük piçlersiniz hepiniz, kasıla kasıla gemilere binerlersiniz, sonra ilk kan dökülmeye başladığı anda donunuza yaparak geberirsiniz. Tabi, çok gördük gidenleri biz, ama sor bak kaçı geri dönmüş.” dedi bir kahkaha atan aşçı. Hodbin adama sadece baktı. Belki cevap vermese de olurdu ama Hodbin bugün yeterince itilip kakılmış hissediyordu. “Savaş bir oyundur. Eğer sadece güçle oynansaydı en büyük taştan surları olanlar yenilmez olurdu. Ama doğru yerden uyguladığın baskıyla aşılmayacak hiçbir duvar yoktur. Bu yüzden sen beni düşünme ihtiyar, bendeniz Hodbin bir gün bir gemi yöneteceğim ve sen, adın herneydiyse, hala paslı kazanının başında oturmuş benim hikâyelerimi anlatıyor olacaksın.” diye açıkladı Hodbin yamuk bir sırıtmayla. Ayakçı’nın sözleriyle eğlenen yaşlı adam gürültülü bir kahkaha daha attı ve: “Tabi tabi, ben de Ark lordu olacağım zaten.” dedi. Hodbin gözlerini devirmemek için kendini zorlayarak bir kayaya laf anlatır gibi tane tane konuştu: “Arkta lordlar yoktur, onları Dümen meclisi yönetir. Kaç yıldır bu mutfaktan çıkmadın sen? “Başlarında kimin olduğundan bana ne be, ben yemeğimi yaparım, sen de lazımlık boşaltıp korsanların götünü yalarsın. Bizim gibiler hatırlanacak kadar iz bırakamaz, boşuna hayal kurma çocuk.” “Tarih azla yetinenleri yazmaz ihtiyar.” Adam onunla eğlenirken yemeğini hazırlamaya dönen Hodbin buna gerçekten inanıyordu. Bu görülmeyen varlığıyla bile önemli biri olduğunu biliyordu. Halkı yüz yıllardır aynı oyunu oynamaktan sıkılmamış olabilirdi ama Hodbin işlerin değişmesi gerektiğini biliyordu. Ulus ya da Gezgin Şehir, hiç fark etmez. Bir şeylerin değiştiğinden emin olacaktı. Son dokunuşu yapıp çorbalara biraz limon sıktı ve baharatlara ek olarak cebinden çıkardığı küçük balığın pullarını kazımaya başladı. Çok değil. Sadece birkaç parça pul çorbaya düştü. Bir aydır yavaş yavaş Kemik’in her yemeğine attığı gibi bununda eriyip yağlı çorbaya karışmasını bekledi. Evet yoğun tek bir dozla da onu zehirleyebilirdi. Ama genç ve sağlıklı bir korsanın ani ölümü çok dikkat çekerdi ve şahsen Hodbin ona her fırsatta eziyet eden adamın gözlerinin içine bakıp onu yavaş yavaş öldürdüğünü bilmenin zevkini çıkarmaktan çok hoşlanıyordu. Hodbin içine yayılan tatlı heyecanın tadını çıkardı. Belki Kemik’le kana kan savaşacak gücü olmayabilirdi ama Hodbin’in kazanması için savaşmasına hiç gerek olmamıştı, küçük, kurnaz bir hile de gayet yeterli olurdu. Ayrıca herkes arkasını toplayan insanlara biraz saygı göstermesi gerektiğini öğrenmeliydi. Çok yakında bu, Kemik’in öğreneceği son ders olacaktı.
|
0% |