@ozgeugur13
|
❝Karlı dağların ardına, turnam yâre selam söyle.❞ ❝Burası vatan; üstünde yürümek nasip değilse, altında yatarız diyenlerin yurdu.❞ Alışamadım/ Aytac Doğan 🪻 Hayat büyük yanılgılarla dolu bir çember gibiydi. Nereye çıksan ucu diğer yanılgıya dokunurdu. Karanlıkta bir çift göz belirmiş ve o parlayan gözlerin peşinden savrulmuştum. Bu bir çift göz bana yardım edebilmiş miydi? Savrulmam gereken yere ne zaman varacaktım? Rüyalar bir kapan, yanılgılar bir çemberdi. Yoksa babamın anlattığı o hikaye gerçek miydi? Kollarımı tutup yalvaran kız çocuğuna gülümsedim. "Doktoy abla yütfen bana iğne yapma." "Doktoy abla bak ben hasta değilim." Minik kıza bakan herkes gülümsüyordu. Boğazını gösteren minik kız bana hasta olmadığını kanıtlamaya çalışırken annesi, "doktor hanım ne gerekiyorsa yapın." Diyerek minik kızın ağlamasına sebep olmuştu. Sarı saçları yüzüne yapışan minik kıza baktım tıpkı küçüklüğüme benziyordu. "Bak iğne yok, sen iğne olacak kadar hasta olmamışsın!" Minik kız ağlarken kahkahalar atmaya başladığında, bu sefer kollarıma sarıldı. Reçeteyi yazmak için yöneldiğimde hemşirelerin hareketliliği dikkatimi çekti. Mırıldanmalar arasında doktor Serdar'ın adını duyunca ayaklanmanın sebebini de anladım. Hastanenin en yakışıklısı olması bir marifet değildi fakat onun egosu baş edilmez derecede fazlaydı. Masada durup reçeteyi yazdıktan sonra doktor Serdar'ın olduğu tarafa doğru baktım. "Nihan Hanım.." dedi bana doğru adımlar atarak. "Serdar Bey," "Bugün yine çok güzelsiniz." Doktor Serdar hemşirelerin kıkırdamasını görünce hemen kollarını dikleştirdi. Kızacak gibi olduğunda hemen bu hareketi yapar ve gün boyu hemşirelere eziyet ederdi. "Sanırım saçınızdaki yaprağa gülüyorlar." Elimi uzatıp saçındaki yaprağı aldığımda hemen yumuşadı. Doktor Serdar bu hastaneye geldiği günden beri bana ilgili davranır ve ne zaman araya girsem hemşirelere karşı yumuşardı. "Dışarıda öyle fırtına var ki!" "Tabi saçınıza bir yaprağı konduracak kadar hem de!" Dedim onun dozunda ona karşılık vererek. "Nihan Hanım, benimle iki dakika dinlenme odasına gelir misiniz?" "Tabii." Diye karşılık verdiğimde doktor önlüğümün cebinde çalan telefona uzandım. "Nihan hemen eve gel!" Diyen babamın bir anda telefonu kapatmasıyla iki saniyelik şokun ardından doktor Serdar'ı beklemeden kapıya koştum. "Serdar Bey çok acil çıkmam gerekiyor." Onun ardımdan seslenmesini bile duymadan acil kapısından giyinme odasına doğru hızlı adımlarla ilerledim. Karanlığın katmanları ruhumda gezinirken şimdi hangi akla sığmaz şey için uğraşacaktım? Korkaklar ne için yaşardı bir avuç korkusuzluk için mi? Yoksa gerçekleri kabul edemeyecek kadar aciz oluşlarına mı? En büyük cehennem inanmadığımız şeyleri attığımız çukurdu. O çukur alev almadan gerçekleri öğrenemez ve gerçeklerden uzaklaşırdık. Bilinmezliğin ötesinde ilahi bir güç varsa bir damla ab-ı hayata muhtaçtı. "Baba!" Diye seslendim evin içerisinde boşluktan bir ses doldu kulağıma. "Nihan gel bak, bu yüzük!" Dedi ağzı kulaklarına varmış şekilde inandığı şeyin gerçek olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Bu kaçıncı yanılgısıydı? "Baba yeter artık!" Diye bağırdım. Elindeki yüzüğü alıp savurdum. Ben ve babam bu evde bir fanusun içine tıkılıp kalmış gibiydik. Yere çöktüğümde babam ağlamaya başladı. Annem öldükten sonra ilk defa ağladı. "Nihan," dedi hıçkırarak. Kafamı kaldırıp baktığımda babamın omuzları düştü. Daha sonra yere çöktü. "Annen yaşıyor, neden anlamıyorsun? O sadece bir geçitten geçti." "Psikolog Ahmet Beyden randevu alacağım." Son çare olarak bulduğum fikrin ne kadar yerinde bir karar olduğunu biliyordum. "Annen bana sesleniyor rüyalarımda bana sesleniyor." Boğazımda düğümlenen kelimeler şimdi birbirine tutunamaz haldeydi. "Baba psikoloğa gitmen işe yarayabilir." "Neyin işe yaramasından bahsediyorsun Nihan ben delirmedim." Ayağa kalktı gözünden yaşlar süzülürken başı yere doğru eğildi. "O benim gülüm, goncam.." "Baba annem kalbimizde, biz onu sevdikçe kalbimizde bir çiçek gibi yeşerecek." Babamın duruşu heybetini kaybettiğinde kendini koltukta otururken buldu. Elleri sürekli gözünden düşen yaşları sildi. Kulaklarımda çınlayan ses başımın ağrısıyla beraber tüm algımı kazanmamı sağladı. "Sen haklısın kızım, ben bir süre Balıkesir'e halanın yanına gideceğim." Başımdaki ağrı sızısını arttırırken babamın kolunu sıvazladım. Ona merhem olmayacaktı ama belki en azından bir kızı olduğunu, üzüldüğünü düşünürdü. Ayağa kalktım doğrulup oturdum. Başımın bir anda zonklamasıyla birlikte şakaklarımı ovuşturdum. "Baba ben sana uçak bileti alacağım. Lütfen oraya gidince zihnini serbest bırak ve annemin öldüğünü kabullen." Yutkunmak öyle canımı yaktı ki, annemin ölümü bir hançer gibi yakaladı ruhumu. "En yakın saat 19.00'da var uygun mu senin için?" Babam kafasını salladı. Omuzları yere düşmüş, gözleri bir kilit gibi yere bağlamıştı. Ruhunda çıkan yangın şimdi kalbine sıçramış ve orayı buram buram yakıyordu. Yalnızlık; bir insan için bazen bir boşluk bazı insanlar için ruhunda yaraların açılmasıydı. Ellerini yumruk yapınca sanki ruhundaki yaraya dokunmuş gibi yaşlar boşaldı gözünden. "Ben de geleyim mi seninle baba?" "Yok kızım ben iyileşip geri döneceğim. Sen çok haklısın ve ben bunu şimdi daha yeni anlıyorum." "Babam ben seni çok seviyorum ve buraya döndüğünde seni çok mutlu bir şekilde karşılayacağım çünkü annem bizi bir yerlerden izliyorsa bizim hep gülmemizi isterdi." Ellerini sıkıca tutup tonton yanaklarından öptüm. Sevgi her zaman iyileştirici bir güçtü belki de son zamanlarda babama olan sevgimi layıkıyla göstermemiştim. Daha sonra ayağa kalktım, "Hadi baba bavulu hazırlayalım orada denize de girersin belki." Dedim. Ellerinden çekiştirip ayağa kaldırdım. yüzüğü de savurduğum yerden alıp komodinin üzerine indirdim. Babam buruk bir tebessümle yüzüme baktı. "Sen istersinde yapmam mı güzel kızım." Derin bir akşam sessizliği vardı. Sarıyer'de limana yakın bir sokakta yaşıyorduk. Burası şehrin gürültüsünden uzaktı zaman zaman limanın balçık kokusu burnumuza dolar ve vazgeçilmez bir bahar akşamını bize yaşatırdı. İçimde garip bir his vardı. Gözlerimi ovuşturduktan sonra babamın bavulunu hazırladım. Babam gittikten sonra annemin kıyafetlerini ihtiyaç sahiplerine vermeyi düşünüyordum. Bir insana olan sevgi onu gerçek dünyadan birkaç parça eşyayla soyutlamamalıydı. O parça parça eşyalar ruhumuzun bazı yerlerini kanatıyordu. "Püsküllü.." diye bir ses duyuldu binada, bu ses binada yaşayan Ayşe teyzeye aitti. Ayşe teyze seksen yedi yaşında ve çok tatlı bir kadındı. Hiçbir hastalığı yoktu sadece bana bu şekilde seslenmekten hoşlanırdı. Kızı Semra'yla yaşıyordu Semra'da benim gibi yirmi dokuz yaşındaydı. Bir bankada çalışıyor ve hayatını annesine bakmakla geçiriyordu. Binanın içerisine doğru seslendim. "Ayşe teyzem buyur?" "Püsküllü gel de şu sarmaları al, Semra yok gönderemiyorum." Ayşe teyze annemden sonra eve sürekli yemek göndermeye başlamıştı. İşin zorlu kısmı bu da değildi işin en zor kısmı yüreğinde taşıdığı özlem ve yaraydı. Onun doğduğu Balkanlarda hep böyle yaparlarmış, birisinin ardında bıraktığı aileye merhem olmak onların en güzel adetiymiş. "Geliyorum Ayşe teyze." Terliklerime aşağı kata kadar inip, "Her gün uğraşıyorsun bunlar için." Dedim. "Nihan'ım sarma sarmak mı uğraştıracak beni güldürme püsküllü." Hayat dolu bir kadındı. Dimdik ve kendine o kadar iyi bakıyordu ki, her zaman onu örnek alıyordum. "Semra gelince bana uğrasın." Sarmayı çoktan ağzıma atmamla beraber terliklerimle patır patır yukarıya çıktım. "Ne yani ben gelmeyeyim mi? Tamam tamam gelmem tabi ki, akşam dizim var." Diye seslendi peşimden. Neşeyle gülümseyişi doldu kulaklarıma daha sonra babamla karşılaştım çoktan hazırlanmış ve taksiyi bile çağırmıştı. "Baba hemen mi gidiyorsun?" "Ne yapayım kızım bir saat sonra uçak var çok geç kalırım." Dedi elleri konuşurken titriyor ve duygu patlamasını benden gizliyordu. Gözleri yere eğildiği zaman bilirdim ki ardından gözyaşları ıslatacak yanağını. "Kelebek kızım." "Babam." Diyerek sarıldım kollarına. "Sen, ben çok iyi olacağız." "Olacağız tabi ya!" Dedi coşkun bir ses tonuyla. "Hadi ağlatma beni baban gelecek yakında." Dedi bavulunun kolçağını avuçladığı gibi kaldırdı. Elimdeki tabağı bulduğum ilk yere bırakarak babamın peşine koştum. "Dur dur şunu unutma.." diyerek koşturup yemek dolu bez bir çantayı ellerine tutuşturdum. Taksiye binerken ellerimin arasına kelebek kolyesini bıraktığında ağlamaktan başka bir seçenek sunulmamış gibi zırıl zırıl ağladım. Babam sağa sola kafasını salladı. O asla ağlamazdı ki, neden şimdi kafasını sallıyordu? Ruhundaki yangınlarla hep başa çıkmış ve ağlamayı reddetmişti. Şimdi ise o ağlıyordu hem de o kadar çok ağlıyordu ki ardında bir yığın enkaz bıraktığının farkında bile olmadı. Taksinin gözden kaybolmasının ardından yaklaşık beş dakika geçmiş ve ben hala babamın bıraktığı o soğuk zemindeydim. Yer hiçbir zaman bu kadar soğuk olduğunu anlatmamıştı. Ayaklarım yere çivilenince zeminin bir buzdan farksız olduğunu düşündüm. Şimdi cennet kuşları oradan en soğuk memleketlere sürülmüş ve güneşi bulmaları için az bir zaman verilmişti. Az bir zamandı çünkü cennet kuşları soğuğa dayanamaz ve ölürlerdi. Bir insan cennet kuşundan farksızdı. Sevgisizlik ve yalnızlık onun ölüm kaynağı olabilirdi. Gözlerimi göğe doğru savurdum. Kirpiklerimi kaç kez kırpıştırdım bilmiyordum. Yaşlar akmamak için çabalarken dudağımın büzülüşü yaşların çıkması için benimle savaşıyordu. "Nihan?" Bu sesi duyana kadar kendime gelememiş ve o soğuk zeminde dakikalarca dikilmiştim. "Ne yapıyorsun şimdi yağmur başlayacak." "Babam gitti az önce." Derken sesim titredi. Boğuk havada nefes almak hepsinden çok daha zordu. "Anlaşıldı liberta bugün uçacağız yine." Bana her zaman Portekizce liberta yani özgür diye seslenirdi. Lise yıllarımızda kaçmak için planlar yapan bir insandan doktor olmuş bir insana evrilirken özgürlük her zaman benim kaçtığım bir sığınak olmuştu. "Ne yani kafayı mı dağıtalım diyorsun? Yarın nöbetim var gerçi bu kafada ne nöbetinden bahsediyorsam." Annemin ölümüyle beraber yıllık izinlerimin hiçbir değeri ve anlamı kalmamıştı. Yıllık izin aileyle tatildi, yıllık izin yüzlerin gülümsemesi ve sorumlulukların olmadığı en güzel şeydi. Şimdi ise içeride tamı tamına yirmi günlük iznim vardı. "Sen şu izin işini hallet ben eve uğrayıp geliyorum." Semra eve gittikten sonra izin işimi hallettim. Babam yokken kafasını toplaması gereken bir kişi daha vardı. Göğsümdeki huzursuzluk hissi arttı. Huzursuzluğu savurmanın yoluydu benim için göğe bakmak. Göğün karanlığı yüreğimdeki huzursuzluğu daha çok arttırdığını hissedince eve çıktım. Hava tıpkı gönlüm gibi karanlıktı. Gönlüm karanlık, kafam dağınıktı ve hiçbir zaman uzun soluklu bir ilişki yapamazdım. Kimseye bağlanma gibi bir dertle hiçbir zaman uğraşmayı bile düşünmezdim. Nihan Karaca, burnundan kıl aldırmaz olarak adından söz ettirirdi. Lisede bile herkes ne kadar özgürlüğe düşkün olduğumu ve lisedeki hocalarla nasıl dikleştiğimi çok iyi bilirdi. Doktor olacağımı kimse düşünmezdi fakat dedemin hastalığından sonra doktor olmaya karar vermiştim. Tembel değildim aksine ders çalışmayı sevmezdim kendimi baskılayan hiçbir şeyi sevmezdim. Kapının tıklatılmasıyla kapıyı açtım. Semra elinde poşetlerle gelmişti. Kafayı dağıtmak, sarhoş olmak onunda çok rahatlaması demekti. "Al al şunları kolum koptu ya!" "Bu kadar şarap almanı kim söyledi sana Semra, bu ne sanki akşam bar işleteceğiz!" Yüzümdeki alaylı bakışı görünce gözlerini devirdi. "O şişeleri bitirince bana şükredeceksin." Dedi salondaki koltuğa kendini attı. "Şu cipsi de aç şarapla çok iyi gidiyor." "Midesizsin yemin ederim ya!" Semra aklımı dağıtmanın her yolunu bilen tek insandı. Semra ile ilk karşılaşmamız yine bu binada yalnız balık kokuları arasında gerçekleşmişti. Ahmet amca her çarşamba Sarıyer'in en güzel sahilinden balık tutar ve her çarşamba tüm binaya o balıkları dağıtırdı. Çarşamba bizim balık yeme günümüzdü. Bu binaya taşındığımız çarşamba günü, Ahmet amcanın kızı Semra'yla binaya balık dağıttığı ilk günümüzdü. "Bu binadaki ilk kural çarşamba günleri balık yemek zorunludur!" Babam bunu duyduğunda katılarak kahkahalarla gülmüş ve bu kadar neşeli komşularımız olduğu için çok sevinmişti. Semra'nın kısacık kesilen saçları o yaz favorim olmuştu. Bana püsküllü diyen Ayşe teyze Semra'nın saçları bitlendi diye saçlarını kısacık kesmiş ve Semra sarı saçlarımı kıskanmasın diye bana püsküllü diye seslenmişti. Semra'nın ve benim kalbimi kırmadan nasıl davranacağını çok iyi bilir ve ona göre davranırdı. Mutfaktan tabakları alıp gelene kadar Semra kadehleri doldurmuş ve çoktan ilk yudumu almıştı. "Babam çok kötü Semra." Dedim. Semra yayıldığı koltukta belini doğrulttu. Yüzündeki o alaylı bakış yerini bir anda ciddileşen bir yüze bıraktı. "Ne yapsın baban? Kaç yıllık eşi hayattan göçmüş insan inanamaz tabi." Gözlerimi kapatıp açtım yutkundum. "Bu biraz inanmanın da ötesinde Semra, annemin bir geçitten geçtiğini düşünüyor." "Oha, ciddi misin?" Diye sorduğunda gözlerimi yorgun bir şekilde yumup ellerimle yüzümü kavradım. "Böyle bir şey olabilir mi ya? Adam resmen kafayı yedi." "Boşver sen öyle söyleme belki Balıkesir'e gitmek ona iyi gelir." Dedi belimi sıvazlayarak. "Sen Serdar beyden bahset." "Of ne Serdar beyi ya!" Diyerek dirseğimle koluna vurdum. "Sana aşık kızım o! Geldiğimde nasıl davrandığını gördüm sana, bak hem çok yakışıklı da!!" Derin bir nefes alarak koltuğa belimi yasladım. Kadehi elime aldığım gibi kafama diktim. Belli ki bu gece çok sarhoş olacaktık. Soğuk bir ateşe bakıyormuşum gibi tavana bakıyordum. İnsanın yeniden gülümseyebilmesi ve ağlayabilmesinin bir insana bağlı olması ne garipti. Yalnız olan insan, pek tabi başka şeylere gülebilirdi. Bir kedisi olabilirdi mesela, belki de çok sevdiği bir kaktüsü.. "Semra kafamı şişirdin iki dakikada! Şu Serdar bey konusunu bugün açma." Dedim öfkelenerek. "Dur kızım gece yeni başlıyor daha." Yüzündeki güleç ifade dağılmadan ayağa kalktı telefonundan aşırı eğlenceli bugünüme hiç yansımayan bir şarkı açıp dans etmeye başladı. O dans ederken kadehimi tekrar doldurdum ve tekrar kafama diktim. Bu kadar alkol aldığım daha önce görülmemiş şeydi ve bu kadehler gece beni bir ölü gibi uyutacaktı. Sarhoş olmuştum, kafam allak bullaktı ayağa kalktım. Semra'nın dansına eşlik ettim. Deli gibi tepindik, terledik ve tüm ruhumuzdaki mutsuzlukları dansla atabildik. "Şöyle bir yurtdışı seyahati ne iyi gelirdi." "Ee ne duruyorsun kızım git o zaman!" Dedi Semra sesi coşkun bir tonda çıkarken o hala kalçasını sallamaya devam ediyordu. "Bak şimdi ne yapıyorum.." sarhoşluğum en üst seviyeye ulaşmıştı. Telefonumu cebimden çıkartıp bilmediğim bir ülke için bilet aldım. Vizesiz olmasına dikkat ederek aldığım bilet o verdiğim hatalardan biriydi belki de. "Aldım bile bileti." "Oha ama sen çıldırmışsın kızıım!" Sarhoşluğun dibine vurunca ikimizde kafayı yemiş gibi kahkaha atarak koltuğa oturduk. "Çok iyi geldi." Dedi Semra terden yüzüne yapışan saçları eliyle iteledi. "Ben artık kalkıyorum sende öğlene kadar uyu." Deyip ayağa kalktı alnıma ufak bir buse kondurup sendeleyerek evden çıktı. Evin sessizliği kulağımda büyüyordu. Kalbim acıyla kıvranırken bütün ihtimaller, mutluluğun bütün ihtimalleri sanki babamla beraber Balıkesir'e gitmiş gibi hissettim. Ağlamak için vücudum titredi kendimi tutamadım. Duvarlara sinmiş tüm anılar zihnime hücum edip duygularıma bir hançer saplanmış gibi kanadı. Umutsuzluk, Hiçbir insan umutsuz olmamalıydı. Küçük bir çocuk olsaydım her şeyi oyuncak kutumda saklar ve kırılan eşyaların sorunların gözden kaybolmasını sağlayabilirdim. Büyümek öyle bir şeydi ki, ruhundaki acıları saklayacağım bir oyuncak kutum yoktu. Kırılan hiçbir şeyin saklanacağı bir yer yoktu. Babam Kenan annem yaşarken hep güler ve bize bazı şakalar yapardı. Onun tükenmeyen esprileri ve tükenmeyen gülüşü vardı. O zamanlar sıklıkla gülerdik. O günleri arayacağımız aklımın ucundan bile geçmezdi. Şimdi gülüşlerimiz bile silikti. Şimdi o günlerin ağırlığı karabasan gibi çökmüştü ruhumuza. Bir insanı gülerek hatırlamak, yanında bulamamak ne garip bir duyguydu. Bunu daha yeni idrak edebiliyordum. Annemin ölümünden günler sonra babam ilk defa gülmüş ve ilk defa espri yapmıştı. Ruh sağlığını yitirdiğini ve annemle beraber ruh sağlığını da gömdüğünü mezarın başında herkese annemin ölmediğini söylediğinde anlamıştım. Canım acıyordu. Zaman zihnimizde geriye akmaya başladığında o çukurdan bizi ne kurtarırdı? Ölüm şimdi zihnimin tüm sınırlarını zorlamış ve oradan annemi alıp götürmüştü. Ayağa kalktım yere düşmemek için duvarlardan güç aldım komodinin üzerindeki ağaç kabartmalı yüzüğü elime aldım. Annemin öldüğü yatağa yattım birkaç damla yaş aktı gözlerimden. Annem ömrü boyunca bu yüzüğe sadık kalmış ve son nefesine kadar çıkartmamıştı. Ölümü şimdi çok daha yakından hissediyordum. Ölümün yalnızlığı hissedildiği takdirde seni paramparça yapacak güçteydi. Ağaç kabartmalı yüzüğü parmağıma yavaşça geçirdim. Sanki o an gözümün önünden bir şal uçtu ve geceyi zifiri bir karanlığa getirmek için çabaladı. Bir anda kopan fırtınanın rüzgarı gözlerime doldu. Yüzüğü elime tamamen taktım Ayağa kalkmak istedim başaramadım. Sarhoş oldığumdan dolayı olduğunu düşündüm gözümden düşen son damla yaş yatağı ıslatırken karanlık bir bulut gözlerimin önüne gelmiş ve tüm görüş açımı kapatmıştı. Daha kötüsü bedenimi hareket ettiremiyordum. Bunun bir felç hali olduğunu düşündüm ama değildi belki ölümün ilk anıydı. O an karanlığın içinde parlayan şey gözlerimi kamaştırdı. Yoksa cennet kuşu gibi sürgün mü ediliyordum? "Ferza ölmedi." Diye bir ses yankılandı kulağımda. Babamın evde olmadığından emindim bu ses o kadar yakındı ki sanki ölüm anım gibi hissettim. Bir süre gözlerim kapanmış ve baygınlık geçirmiştim. Beni uyandıran şey büyük bir patlama sesiydi. Birkaç saniyenin ardından gözlerimi araladım gözlerimin önünden gri dumanlar geçiyordu. Bedenimi doğrulttuğumda sis bir anda yayıldı. Etrafta boş bir arazi dışında hiçbir şey göremiyordum. Ellerimi kaldırıp gözlerimi ovuşturdum. Kulağımın çınlamasıyla beraber midemin bulandığını hissettim. Başımdaki inanılmaz ağrı ayağa kalkınca sendelememe neden oldu. Gözlerim ebedi bir istirahate yatarken sanki üzerinden beş dakika geçmiş gibiydi lakin şu an burada olmamı açıklayacak şey tam olarak neydi? Bitkisel hayattayken babam bizi köye mi getirmişti ve neden bir ormanın ortasında uyanıyordum? Göğsümdeki inanılmaz acı bir anda nefesimi kesti. Havada patlayan silah sesini duymamla korkudan bir anda zıplamam bir oldu. "N'apıyorsun burada bre öldürteceksin kendini." Bana doğru yaklaşan adımlara doğru donakaldım. Birkaç adım kala geriye doğru sendelerken yere düşmemle beraber bu kişinin bir Türk askeri olduğunu gördüm onun bir Türk askeri olması derin bir nefes almama neden oldu. "B-ben nerede olduğumu bilmiyorum. Siz Türk askerisiniz lütfen bana yardım edin." "Bre hanfendi savaş topraklarındasınız." Bulunduğum yerde bir karmaşa hali vardı. Etrafa bakınca birkaç insan cesedi gördüm. Korkudan donan kalbim, kelimelerimi de kendiyle beraber dondurmuştu. İleriye doğru baktığımda gördüğüm vahşet manzarasına karşın gözlerim ardına kadar açıldı. Panikle geriye doğru sendeledim. Dudaklarımdan çıkmakta zorlanan acı dolu nida, dudaklarımdan dökülürken dizlerimin üzerine çöküp ağlamak istedim. Türk askerinin hemen ardından birkaç kişi daha gelince, benimle konuşan asker bir anda asker selamını verdi. "Bu hanımefendinin ne işi var burada asker?" Diye bağırınca onun bağırmasıyla beraber bir anda irkildim sesi çok sert ton alırken onun komutan olduğunu anladım. Sonra bir anda yakamdan tutulmasıyla birlikte dilim bir anda çözüldü. "B-ben b-babamı arıyorum." Bu ne saçma bir cümleydi böyle! Şimdi tüm dikkati üzerime çekmiştim. "Babanı savaş topraklarında mı arıyorsun? " Dedi öfkeyle. Sesinin o sert gümbürdüsü sanki kalbimi korkudan patlatacak gibi atmasına neden oluyordu. "B-ben bana ne olduğunu bilmiyorum." Dedim kekeleyerek. Komutanın boğazımı sıkmasını aldırmadım. "Babamı arıyordum." Yutkunmak canımı yakıyordu. Komutan boğazımı sıkıyla tutan elini bırakınca elim hemen boğazıma gitti. Boynumun çevresinin şiştiğini hissettim. Titreyen elimi gözüme götürdüm akan yaşları silmek istediğimde yüzümdeki pürüzden yüzümün çizildiğini anladım elime bakınca elime kan bulaştı. Kurallara aykırı olarak bir düşman hattının tam ortasında oluşumdan çok şaşırmışa benziyorlardı. Kendimi nasıl açıklayacağımı, neden burada olduğumu bu soruların cevabını düşünmeye vakit bulamamıştım. Cesaret bana doktorlukla beraber gelmiş bir duygu değildi tabi ki, lisede ya da ortaokulda her zaman özgürlüğe ve cesarete düşkünlüğümle biliniyordum. "Türk olduğumu size nasıl açıklayabilirim?" Diye sorduğumda bir anda bir bomba patladı. Yakınımızda büyük bir dağ vardı. Dağın giriş kısmında büyükçe bir mağara bulunuyordu. Bombanın patlamasıyla birlikle korkudan sıçrayıp Türk komutanın kollarına yapıştım. "Askerlerin yanında dur. İstanbul'a dönünce seni memur beyler sorgular." Koluna sarıldığım Türk komutan beni diğer askerlerin yanına doğru yönlendirdiğinde kuzey tarafından birkaç asker daha geldi. Türk komutanın bile asker selamı verdiği rütbeli olduğunu düşündüğüm diğer askerler tam yanımıza gelince durdular. "Bölgemiz burası, gördüğüm kadarıyla hepiniz benden gençsiniz ben sizden fazla yaşadım o yüzden mağaraya önce ben gireceğim." Konuşan asker diğerlerine göre yaşça daha büyük duruyordu. "Komutanım böyle bir fedakarlığa lüzum yok." Dedi Türk komutan. Diğer askerlerde hep bir ağızdan Türk komutanı destekledi. Gereksiz bir biçimde Türk komutanın kulağının arka tarafınfaki yaraya baktım. Derin bir yaranın izi gibi duruyordu. Beni kolumdan tutan asker, "Komutanım bizimde sizinle beraber gelmemize müsade edin bre şehadet şerbetini tek başınıza mı içmeyi düşünüyorsunuz?" Dedi. Askerler ölüm üzerine o kadar alayla konuşuyorlardı ki, şaşkınca onları izledim. Tam olarak ne kadar zamanım vardı? Beni de o savaşın içine sokacaklar mıydı? Bundan sonra yolumuzun düşeceği yer neresi olcaktı ve en önemlisi ben neredeydim? Tüm sorular göz ardı edilmeyecek kadar önemliydi. "Ben ne olacağım?" Diye sorduğumda rütbeli olan askerin dikkatini çektim. Kaşları keskince çatıldı ve Türk komutana tam tokat atacak gibi oldu fakat bu eylemi gerçekleştirmedi. "Bu da ne demek oluyor? Tüm istihbaratımız iki saniye içerisinde ziyan oldu." "Hayır ben Türk'üm." Diye bağırdım. Casus ya da Türk düşmanı olacak kadar alçak değildim. Herhangi bir saldırıda askerlerin ayak bağı olacağımında farkındaydım. Sakin kalmalıydım. Öfkeli ya da korkak olmak beni güçsüz yapardı. Korkan insanların gizleyeceği şeyler olurdu benim ise elimdeki yüzükten ve anlatacak hikayemden başka bir şeyim yoktu. Rütbeli asker şimdilik beni göz ardı edecek gibi Türk komutana işaretler ve komutlar verdi. Mağaraya doğru ilerlemeden önce beline halat doladı ve mağaranın girişinin üst kısmında bulunan o deliğe karşı temkinle yürüdü. Bulunduğumuz yerde kamufle olarak askerler konuşlandı. Onlara göre ben bir casusdum ve benden bir açıklama isteyeceklerdi. Belki de açıklama beklemek yerine bana işkence yaparlardı diye düşünecek oldum fakat benim bildiğim Türk askeri kadına zarar vermezdi. Yine de içimi korku kapladı. Kim olduğumu söylemek beni kurtaracak bir yol değildi. Yanımda şu an saydığım kadarıyla komutanla beraber beş asker vardı. Savaş bölgesinde olduğumuzu düşündüğümde askerlerin bu kadar az olmayacağını tahmin ediyordum. "Ah şu Zagros dağları hem çok büyüleyici hem de içerisinde hainleri saklayacak kadar büyük." "Hayda bre, ettiğin lakırdıya bak dağın ne suçu var?" Dedi Rumeli'li ya da Trakya'lı olduğunu düşündüğüm asker. Zagros dağları mı? Bu dağların adını daha önce nerede duymuştum? Düşündüm fakat bulamadım ama bir yerlerde duyduğuma emindim. "Zagros dağları mı? Biz neredeyiz?" "Siz acaba kaçırılmış olabilir misiniz?" Diğer askerin sorduğu soru gayet makul bir cevap verilecek tarzdaydı. Buradan bir plan yapabilirdim. "Mümkün çünkü neden burada olduğunu hatırlamıyor şu yüzüne baksana Ahmet kesin başını çarptı bir yere o yüzden hiçbir şey hatırlamıyor." Türk komutan askerlere öfkeyle bakınca ikisi de bir anda sustu. Kolumu tutan asker öyle sıkı tutuyordu ki, ben kıpırdanınca ellerini gevşetti. Buradan kaçmam gerektiğini düşündüm fakat daha nerede olduğumu bile bilmiyordum. Kime ne dert anlatacağımı bilemezken cebimden telefonu çıkartınca yanımdaki asker kafama silah dayadı. "Dur yoksa kafana sıkarım!" Diye bağırınca diğer askerlerin silahının da hedefi oldum. "Hayır durun lütfen bu bir telefon!" Cep telefonunu bilmeyen hiçbir insan yoktur. Bundan o kadar eminim ki, onlara gözlerimi kısarak şaşkınca baktım. "Selim sen burada kadınla kal. Biz mağaraya gireceğiz." Asker Selim'le baş başa kalmadan önce komutanın habis bakışları yakaladı gözlerimi. Şimdi çok daha emindim savaşın ortasından, kaçacağım yeri bilmeden öylesine gitmeyecektim. İstanbul'a dönene kadar Türk askerlerinin merhametine sığınacaktım. "Siz gerçekten kafayı yemişsiniz bir telefon böyle mi olur?" "Bakın bu bir telefon! Asıl siz benimle eğleniyor musunuz?" Asker Selim sadece ruhsuzca bakıyordu. Bilmediğine şimdi çok daha emindim. Onun bakışları alaylı ya da eğlenir bir ruhta değildi. Burada bir şeyler dönüyordu ve ben buna dair hiçbir şey bilmiyordum. Kafayı yemek üzereyken tedbiri elden bırakmamam gerektiğini düşündüm. Babamı düşündüğümde gözlerim doldu o odada bana ne olmuştu da ben kendimi bu izbe yerde bulmuştum? Mavi gözlerim dolduğu gibi yaşlar yanaklarımdan boşaldı. Babam kafayı yemiş bir adam gibi davransa da hep bir gözü üzerimdeydi. Nöbetten ne zaman dönsem beni evde sıcak yemeklerle ve sıcacık bir çayla karşılardı. Bir anne yokken sönen ocak, babam sayesinde hep tütmeye devam etti. Bundandır ki kışın ortasında hep sobalı evleri sevmişimdir. Oturduğum yerde dizimin etrafına kollarımı doladım. Akan yaşlar dizimi ıslatırken asker de benim ne kadar samimi olduğumu anlamışa benziyordu. "Tam olarak ne oldu size?" Diye sordu. "Anlatsam da inanmazsınız ki!" Kim inanırdı ki bir anda gözlerimi burada açtığıma? Yatarken yaşadığım o kara buhranın kamçılarını göstereceğim hiçbir delilim yoktu. Kafayı yemiş bir insan da değildim burada kesin bir şeyler dönüyordu. "Lütfen anlat inanmazsam da o benim ayıbım olsun." Küçümser bir gülüş döküldü dudaklarımdan, bu askeri küçümseyişimden değildi tamamen kendimi küçümseyişimdendi. "Bir arkadaşımla içtikten sonra ben annemin yüzüğünü taktım." Elimdeki ağaç kabartmalı yüzüğü gösterdim. "Onun öldüğü yerde bu yüzüğü taktığım gibi kendimi burada buldum." Askerin dudakları iki yana kıvrılırken onun bana hiçbir şekilde inanmadığını anlıyordum. Kendini uzaklara bakarken buldu bir anda. "Sen benim ayıbımı affet!" Dedi ufuğa doğru bakarken. "Annemde saçma sapan şeyler sayıklardı ölmeden önce." "Senin de mi annen vefat etti? Başın sağ olsun." "Allah razı olsun. Yoksa seninde mi?" Bunu dedikten sonra mırıldanarak, "Şimdi neden böyle olduğu anlaşıldı." Dedi duymadığımı sanarak. Bana acınası gözlerle bakıyordu. Yaşadığı sarsıntının enkazlarını hala yüreğinde taşıdığı çok belliydi. Gözlerimden birbiri ardına akan sicimle yaşlarımı görünce enkazı daha da ağırlaşıyordu. "Üzülme." Diyebildi sadece daha fazlasını yüreği kaldırmadı fakat üzülme diyebildi Selim. Beni bir süre daha izledi. Artık beni tamamen serbest bırakmış ve sırtını bile dönecek kadar güvenmişti. Mağarada çıkan çatışma sesleri şimdi daha da fazla geliyordu. Çatışma sesinin ardından gelen çığlık sesi üzerine defalarca sıkılan kurşunun sesi kulağımıza dolunca Selim yanımdan kalkıp mağaraya hiçbir önlem almadan koştu. "Hey dur öyle koşma.." desem de bunu hiçbir şekilde duymadı. Artık çatışma yoktu tüm silah sesleri sustu yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Mağaraya karşı bakıp onları bekledim fakat mağaradan çıkan yoktu. Yalnızlık hiç bu kadar korktuğum bir karanlık olmamıştı. Korkmak yerine mağaranın üstünde bulunan deliğe çıkmak için temkinli adımlar attım. Mağaranın üst kısmında bulunan kısma çıkınca her şey çok daha net görünüyordu. Yerde yatan kanlı cesetleri ve askerlerin başına toplandığı bir asker gördüm. Her yerinden kanlar fışkırıyordu. Tehlikeyi, savaşı hiçbir şeyi düşünmeden sadece bir insanı yaşatmayı düşündüm. Mağaranın üst kısmından inerken taşlar yüzünden ayağım kaydı. Yere düşünce dizim paramparça oldu fakat bunu da aldırmadım. Mağaraya doğru koşunca komutan silahı yüzüme doğrulttu. "Sakın yaklaşma yoksa vururum." "B-bak ben doktorum.." askerin inanmadığı silahı indirmediğinden belliydi. "Şu an arkadışını kurtarmaktan başka ne istiyorsun komutan?" Diye bağırınca buğulanan gözlerini sımsıkı yumdu. Dişlerini gıcırdatınca elindeki silahı yere doğru eğdi. "Yok mu sizin bir reviriniz?" "Var var bre hemen gidelim." Askerler arkadaşlarını öyle bir taşıyorlardı ki, hiçbir yerine zarar vermeden nizami bir biçimde taşımalarına şaşkınca baktım. Daha sonra onlarım peşinden koşar adımlarla ilerledim. O an acıyı hissettim. Hastasını kaybeden bir doktor gibi hüzün sardı yüreğimi. Yüzümde, kolumda, bacağımda acıdan kaynakları uyuşmalar oluştu. Dizimde kurumaya başlayan kanlar yürüdükçe yarayla beraber canımı yakıyordu. Revire gidene kadar sendeledim acımı umursamadım. Bir insanın canının kıymeti hiçbir şeyden üstün değildi. Her yerde savaş kokusu vardı ve ben ömrüm boyunca hiç savaş görmemiştim. Etrafı saran kan kokuları mıydı savaş? O askerin acısının inlemesi kulaklarıma dolunca kendimi acı içerisinde kıvranırken buldum. Yürüyordum fakat kalbim mengene sıkışmış gibi acıyordu. Ufukta görünen çadırlara yaklaştıkça bağırış ve inilti sesleri yükseldi. Revirin olduğu çadıra gelince içeride sadece malzemelerin ve bir de hemşirenin olduğunı gördüm. "Yok mu başka doktorunuz?" "Hekim gönderilmedi buraya." Diyen tatlı hemşireye hüzünçle baktım. Tüm omuzlarında büyük bir taburun sağlığı vardı. "Buraya yatırın Selim. Bıraktıktan sonra çıkabilirsiniz." Askerler teker teker çıktıktan sonra komutan ayrılmadı üstüne üstlük yüzüme silah doğrulttu tekrardan. Sinirlendim hem de öyle sinirlendim ki bağırdım. "Ben doktorum sen kim oluyorsun?" Diye bağırdım. Alayla gülümsedi. Alayla gülmesinin altında yatan acı yüzünden binlerce mimikle aktı. "Dağların kartalı, iz süren ya da her şeyi geçelim doktor Demir Çakırer." "O silahı istersen kalbimin üstüne koy fakat bil ki ben bu askeri annesi, babası, ailesi uğruna yaşatacağım beni öldüreceğini bilsem de bunu yapacağım." Hemşirenin dolan gözleri, askerin iniltileri, savaşın kan kokusu yüreğimi sıktıkça daha çok acı çektim. Ağlamak istiyorum fakat hastamı kurtarmak için metanetli olmalıydım. Demir Çakırer hala silahı yüzümden çekmezken ben çoktan hastamı ameliyat etmeye başladım. "Siz hekim misiniz?" Diye sordu hemşire. "Ben hemşire Sevda." "Memnun oldum Sevda evet ben doktorum. Şimdi senden istediğim şey bu askeri kurtarmam da bana yardımcı olman bende Nihan, Nihan Karaca." Askere yaptığım uyuşturucu iğne onu uyutunca mermileri teker teker çıkarttım. Her yerden öyle kan fışkırıyordu ki, Sevda tampon yapmakta çok zorlanıyordu. "Şimdi bu son mermiyi çıkartacağız burası çok riskli." Mermiyi öyle sakince çıkartmıştım ki Sevda bir anda coşkun bir tonla, "Bu dokudan mermi çıkartmak çok zordur Nihan sen gerçekten doktorsun." Demir Çakırer'in gözleri şaşkınca aralanırken, askere dikiş atmaya başladım. Daha sonra Sevdaya bıraktım. "O yaşayacak, gizlediğin hüzün gözlerinden bana bu soruyu sordu." "Görevini hakkıyla yerine getirdin doktor." "Artık doktor olduğumu kabullenmen ne kadar güzel." Demir Çakırer'in gözleri bir süre yüzümü inceledi. Silahı yere doğru eğdiğinde çadırdan sinirle çıktı. Çadırdan çıktığımda tüm askerlerin gözü beni buldu. Hepsi sessizdi ve arkadaşlarının şehadet şerbeti içip içmediğini öğrenmek istiyorlardı. "Yaşayacak." Dediğimde bazı askerler acı ve mutlulukla inledi. Ne garip bir histi savaşın ortasındaydık fakat tüm duyguların patlaması yaşanıyordu. Hürriyet uğruna vefat eden her bir şehitin kanı uğruna ayaktaydı vatan. Hep doğru seçimler yapmayı düşünüp, yanlışlardan uzak kalıyordum. Şimdi bir askeri yaşatmak uğruna verdiğim sözlerin ne kadar yanıltıcı olduğunu ve ölümün ne kadar da matah bir şey olmadığını anlıyordum. Beynimde dönen sayısız ihtimal bir vatan uğruna feda olurken ne kadar da mutlu hissediyordum. Binlercesi uğruna vatan sağ olsun diyen askerlerin yaşamasının umudu doldu yüreğime. |
0% |