@ozgeugur13
|
❝Türkiye, vatan sana canım feda diyenlerin yurdu.❞ ❝Bozkıra ulaşabilen kalbin, benliğini bulunca ilahi hediyendir kurtuluş.❞ Vatan sana canım feda diyenlerin yurdu. Öyleydi ki zamanın bir diliminde beni Türk olmakla tanıştıran yazgım beni ne de güzel sınıyordu. Türk olmak, bunu daha önce düşünen olmuş muydu? Televizyonlarda verilen elli saniyelik şehadet haberlerinden sonra gülmeye devam etmek vatan için canını feda edenlere haksızlıkmış gibi geliyordu. Şimdi gözlerimi araladığım bu izbe yerde, bir insanın hayatını kurtarma şerefine erişebilmiş ve belki de bana verilen ilahi cezanın kurtuluşunu hazırlamıştım bile. Beni kahreden en önemli şey bir avuç askerin hürriyet uğruna şehadet şerbetini içme yarışıydı. Başımdaki ağrıya, dizimdeki yaraya rağmen askerlerin yaş dolmuş gözlerine bakıp gülümseyebildim. "Yaşayacak merak etmeyin." Dedim tekrardan. Asker Selim kolumu sıvazladığında, komutan Demir Çakırer öfkeyle baktı. Askerlerin iyi niyetini kazandığımdan dolayı öfkeliydi. Acı dolu bir nefesi ciğerime doldurdum boğazımın yandığını hissettim. Çadırın içerisine tekrar girdiğimde, "Ben diğer çadırdaki askere bakacağım sen burada durursun değil mi Nihan?" Dedi Sevda. "Tabi ki sen lütfen işine bak ben buradayım." Cebimden telefonu çıkarttığımda hiçbir şekilde çekmediğini internetin dahi açılmadığını gördüm. Bu izbe yerde ne telefon ne de internet çekiyordu. Çadırın bir köşesine tünedim dizimi karnıma kadar çekip kolumu etrafına doladım. Dizimin üstüne koyduğum başım hala zonkluyordu. Annemin yüzü gözlerimin önüne düştüğünde annemin gözlerinde yoğun bir ıstırap gördüm. En büyük korkusu her zaman beni mutsuz ve umutsuz görmekti. O melek ruhu benim ne kadar ıstırap içinde olduğumu hissetmiş olmalıydı ki onun ruhuna gülümsüyordum. Bana yaklaşmaya kalkıştı. Elimi uzattığımda bir duman gibi dağıldı tüm varlığı. O kadar çok titriyordum ki, acıdan her yerim sızlıyordu. Gözlerimden akan yaşları silip ayağa kalkmak istediğimde tekrar sendeledim. Üzerime siyah bir gölge düşünce başımda birinin beklediğini anladım. "Elimi tut." Dedi onun sert sesi. Damarlarımdaki kan sanki korkuyla akıyor ve beni acıdan kıvrandırıyordu. Onun yüzüne baktığımda onun da gözlerinin acıyla aralandığını gördüm. Elini tutup ayağa kalktığımda o sert mizacı daha da sertleşti. "Yemek yiyoruz lütfen sizde gelin." Yaşadığım sarsıntı tüm bedenimi dikenli teller gibi sarmıştı. "Tabi ama askeri yalnız bırakamam en kritik saatleri." Demir Çakırer çadırın dışına çıkıp, "Bilal çavuş gel burada nöbet tut bir şey olursa doktor Nihan'a haber ver." Diyerek seslendi. Gözlerim donuk bir şekilde bakarken, acımı ancak hissedebiliyordum. Yemek çadırına geçtiğimizde tüm askerlerin gözü beni buldu. "Gel doktor buraya otur bre sen bizim kahramanımızsın." Diyen askere dolu dolu gözlerle baktım. Ölüm az önce bize uğramıştı ve ölümün ellerinden bir askeri kurtarmıştım. Allah'ın verdiği bu kudret sayesinde bunca asker bir umuda bağlanıyordu. Bozkırlara ulaşamayan her bir asker ab-ı hayat için şehadet şerbetini içmek istiyordu. "Ben Bahadır." "Tanıştığıma memnun oldum Bahadır en başından beri beni de sen kurtarıyorsun teşekkür ederim." "Bu vatanın, vatandaşın koruyucusu olmak zordur doktor." Dedi ekmeğini çorbaya bandırıp. Başımın zonklamasına sebep olan ağrı daha da artmış ve gözümü yaşartacak dereceye gelmişti. Kirpiklerim sıklıkla titrerken bazı anlamsız sesler doldu kulağıma. "Biz neredeyiz Bahadır?" Diye sorduğumda masada bulunan Selim ve diğer askerler bana baktı. "Sen gerçekten nerede olduğumuzu bilmiyor musun?" Diye soran Selim'e anlamsız şekilde bakınca, "Sen ne yaşadın Nihan? İran ve Irak topraklarını kaplayan bu dağı bilmiyor musun?" dedi. Ben nasıl olurda Türkiye'de değildim. Kirpiklerimi çok daha sık kırpıştırıp bir anda açtım. Geceye dair tüm çarpıcı görüntüler gözümün önüne geldiğinde ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla beraber önümdeki tabak üzerime devrildi. Yüzüme çarpan ve beni yataktan kaldırmayan bu hal nasıl olurda beni ta buraya getirirdi? Oysa ki gece öleceğimi düşünüyordum. Gözlerimin aralandığı dakikalarda bile öldüğümü sanıyordum. "Biz nasıl İran'da olabiliriz kafayı mı yediniz ya ben daha dün İstanbul'daydım!" Tüm askerler acı dolu gözlerle üzerime baktı. Her yerim kan revan içerisindeydi. "Nihan bak sen iyi değilsin. Seni çok iyi anlıyorum insan annesini yitirince böyle anlamsız şeyler düşünür." Dedi Selim. "Ben kafayı yemedim Selim, hala bana kafayı yemişim gibi bakıyorsunuz." Dediğimde rütbeli komutan kolumdan tuttuğu gibi beni çadırın dışına sürükledi. Bir anda yere savrulmanın verdiği acı bacağımın sızlamasına sebep oldu. "Bana bak kadın! Senin akılsız hayallerini dinleyecek tek bir askerim yok!" "Bana bakın ben Türk'üm Türk!" "Bunu nereden bileceğiz ki hüviyetiniz bile yok.." "Hüviyeti olmayan ve savaş sınırlarında olan bir Türk'ü yargıya teslim etmek göreviniz değil mi?" "Savaşın seyrini zora sokan bir haini hiç düşünmeden vurabilirim." Dedi silahı kafama dayadı. Hüviyetimin olmadığını da nereden çıkartıyordu? Bu devlete bağlı olan her bir vatandaşın pek tabi hüviyeti vardı. Derede boğulmadan önce denizde yüzmeyi öğrenmeliydim. Her bir şans her bir şanssızlığı omuzlarıma yük ediyordu. "Siz daha kimliğe kimlik demeyi bilmiyorsunuz! Beni mi vuracaksınız? Vurun o zaman ve o askeri kimin kurtardığını söyleyin!" Kahkahayla yüzüme bakıp, gözlerini devirirken silahı da yüzümden çekti. İşim o kadar zorlu bir sürece giriyordu ki, nasıl çıkacağıma dair bir fikrim bile yoktu. İstanbul'a geri dönmek her şeyi çözebilirdi bu yüzden komutanın bana karşı ısınmasını sağlamam gerektiğini düşündüm. "Beni tehdit edecek kadar cesursun." "Hayır, beni kaçırdılar. Ben sınır bir köye atandım fakat orada kimliği belirsiz adamlar beni buraya kadar sürükledi." Rütbeli komutanın dikkatini bu sayede çekmeyi başardım. Mavi gözlerimi biraz daha buğulandırınca çizmeli kedi gibi insanların duygularıyla oynayabiliyordum. Şimdi mayınlı bir tarlada yürüyor gibi temkinli olmalıydım. Anlattıklarıma ne kadar inandığı belli değildi belki de inanmış gibi davranıyordu. Rütbeli komutan, "Benimle gel." Diyerek komutan Demir'i çadırların biraz ilerisine doğru çağırdı. Demir'in omuzları dik, adımları ağırdı. Çağırıldığı yere giderken etrafta duyulan tek ses ayaklarındaki postalların sesiydi. Yemek çadırından bile çatal kaşık sesi gelmiyordu. Komutan Demir'in omzuna elini koyarak onu baskıladığını sansa da Demir'in heybetini aşamadı. Komutan konuşmadan önce askerlere korkutucu bir bakış atmış ve Demir'in kulağına eğilerek ona bir şeyler söylemişti ya da emretmişti. "Emredin komutanım." Bağırışın ardından tüm askerler asker selamına geçmiş ve rütbeli komutan çadırına gidene kadar selam durmuşlardı. Çadırına giden komutan son kez korkutucu bir bakış atarak hızla çadırına gitti. Komutan Demir askerlerinin önünde durdu. Onun yüzünde güleç hiçbir ifade yoktu tamamen sert ve soğuktu. Bakışları soğuk bir zamanda uçan kartal gibi kara ve buzdu. "Bahadır, Selim, Ahmet.." "Emret komutanım." "Bir hafta sonra bizim bölük İstanbul'a dönüyor. Hazırlığınızı ona göre yapın diğer bölük askerleri gelince artık burada olmayacağız." "Emredersiniz komutanım." Uzun sayılacak belli bir süre bana bakan Demir Çakırer askerler çadıra girdikten sonra yanıma geldi. "Sizi İstanbul'da yargıya teslim edeceğiz." "Fikrinizi değiştiren şey nedir? Öldürmek zor mu geldi?" Aldığı cevap onu elbette tatmin etmemişti. "Devlet içinse hiçbir şey zor değil doktor." Ciddiydi. Sert yüzü daha da ciddileşti ve iki kaşı arasında belirgin bir çizgi oluştu. Bir süre yüzüne baktım. Minik bir şaşkınlık düştü yüzüne. "Ben askere bakacağım." Dedim. Onu yanıtsız bırakmak canımın kıymetini bilmek gibi geldi. Demir Çakırer yüzünü düşürmeden, heybetini kaybetmeden beni takip etti. Zagros dağlarına yakın bu alan oldukça soğuktu. Soğuktan kolumu sıvazlayıp hızlıca çadıra girdim. Askere bakarken bir yandan komutana sorular sordum. "Burada neden telefon ve internet çekmiyor?" "İnternet nedir? Yoksa yine aklımızla alay mı ediyorsun doktor?" "Siz kafayı mı yediniz? Doğduğunuzdan beri dağda falan mıydınız?" İç çektim. Güçlü bir karaktere bürünmezsem hiç olmadığım bir şeyin içine sürüklenebilirdim bu yüzden sakin kalmaya çalıştım. "Bak bu şey telefon cep telefonu! İçerisinde de internet var hani şu instagram, twitter gibi sosyal ağlara bağlanmak için kullanılan ağ.." Demir Çakırer'in dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. Benim onunla dalga geçtiğimi düşünüyordu. Fildişi rengi komodine yaslanıp güç almak istedim. Hala tahammülsüzdüm ve bunu belli etmemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. "Tamam anladım yabancı dil biliyorsun doktor." Dedi silahını koltuğunun altına doğru koydu. Komodinin üzerinde birkaç hareket yapınca hışırtı sesleri doldu kulağıma. Yaslandığım yerden kalçamı kaldırıp komodini araladım. Üst üste konulmuş birkaç eski gazete vardı. Komodindeki gazetelerden birini aldığımda çok eski gazeteler olduğunu anlıyordum üzerine 1965 senesinden olduğuna dair tarihler vardı. "Bu ne baya eski gazeteler bunlar "Nihan Hanım!" Dedi uyaran bir tonda. "Biz zaten 1965 senesindeyiz!" Güneş aramızdan ayrılırken, akıl sağlığımı tıpkı babam gibi yitirdiğimi düşünüyordum. Ellerim bir zelzele gibi titrerken gözlerim kocaman açıldı. Gözlerimden boşalan yaşları tutmak şöyle dursun dere de boğulmuşum gibi yüzümü ıslattı. Etrafıma baktım ellerim hala titriyordu. Geriye doğru sendeledim kendimi yerde buldum güç alarak ayağa kalkmak istediğimde başaramadım. Hava daha da soğuyordu herkes çadırlarına yerleşmişken nöbet tutan asker ve Demir Çakırer dışında herkes uyuyordu. Tekrar ayağa kalkmak istediğimde bu sefer başardım çadırın dışında çıkınca acıyla, soğukla sızlandım. Demir Çakırer beni takip ederken anlamsız bir şekilde yüzüme baktı. "Ben kafayı yemedim Demir yemin ederim yemedim." Demir gözlerini havaya kaldırdı. Soğuğa doğru bir nefes verince nefesi buharlaşıp yok oldu. Uzun boyu, geniş omuzları onu korkutucu gösteriyordu. "Gel benimle." Dedi beni Derenin yanına kadar götürdü. Kollarımı sıvazlayarak yanına oturdum. Yere yağan çiğ beni daha da üşüttü. "Bana inanmanız gerekiyor komutan." "Bana ne yaşadıysan her şeyi anlat." "Bak ben dün evimdeydim Sarıyer'de yaşıyorum ben. Babam sigorta şirketinden emekli oldu annem yakın zamanda vefat etti." "Başın sağ olsun." Dedi gözleri yüzüme döndü. Beni dikkatlice dinlediğini anlıyordum fakat yine de temkinli olmalıydım. Karşımda silahlı biri otururken her zaman temkinli olmalıydım. Her zamanki asker duruşunu bozarak, bağdaş kurdu bedeni bana tamamen dönük bir şekilde oturdu. "Dostlar sağ olsun." Bir süre gözlerine asılı kaldı bakışım. "Bizim alt komşumuz var Ayşe teyze onun kızı en yakın arkadaşım. Dün gece biz onunla biraz şarap içtik. Semra gittikten sonra ben bu yüzüğü taktım annemin yüzüğü bu, annemin öldüğü yatağa yatınca hareket edemedim gözüme kara bir duman doldu ve kendimi o yerde buldum." "Sen bir rüya görmüş olabilir misin?" Gözlerimden yaşlar boşaldı. "Ben rüya görmedim Demir." Dedim ikinci kez ona adıyla sesleniyordum. O ise bana asla kabaca bir şekilde yaklaşmıyordu. "Nihan," dedi o da bana adımla seslenerek. "Dinlensen iyi olacak üşüyorsun." Dedi beni daha fazla üzmek istemediğini anlıyordum. Ne kadar bir avcı kadar korkutucu olsa da kalbimi kırmak istemediğini anlıyordum. Demir Çakırer ayağa kalkıp biraz ilerledikten sonra yine anlamsız sesler doldu kulağıma derenin biraz ilerisinde bir karanlık gölge belirdi. Sonra bu gölge hareket etti. "Demir." Diye bağırmamla birlikte ayağa kalkmam bir oldu. Demir'in önünde durdum ona siper oldum. Ayağımın altında ezilen çiğ damlalarının sesi üzerine bir silah patladı. Demir üzerime kapanarak beni korudu derenin ilerisinde bulunan kişiye defalarca ateş ederek onu öldürdü. Tüm askerlerin bağırış sesleri doldu kulağımıza, "Kalkın çatışma var!" Diyerek herkesi uyandırdılar. Tüm askerler uyanırken nöbetçi asker, "Komutanım iyi misiniz? Yaralandınız mı?" Diye sorunca kafamı kaldırdım. Demir Çakırer kolundan vurulmuştu. Hemen vurulan koluna baktım mermi sıyırmış gibi duruyordu. "Hemen benimle revire gel." Diyerek onun kaldırdım. Az önce ayağa kalkmakta zorlanırken şimdi onun kalkması için ona güç veriyordum. Derenin kenarından kalkıp revirin olduğu çadıra girdik. "Şimdi yarana bunu sürünce canın çok yanacak." "Sen sür doktor." Dedi umursamaz bir tavırla. Sürdüğüm anda kolunun deli gibi acıması gerekirken onda tek bir mimik oynamadı. Pansumanu tamamladıktan sonra yarayı kapattım. Rütbeli komutan çadıra bir anda hiddetle daldı. Beni kolumdan tutup tehdit etti. "Sen yerimizi mi söyledin lan?" Diye bağırdı. Demir Çakırer, "Komutanım doktor Nihan benim yanımdaydı geldiğimizden beri gözümü üzerinden ayırmadım." Dedi beni koruyarak. Ne kadar belli etmese de Demir Çakırer'in bana güvenmiş olduğunu düşündüm. Kolumu biraz daha sıktığında canımın acısıyla sızlandım. "Komutanım doktor olmasa şu an şehadet şerbetini içen kişi ben olacaktım." Dediğinde rütbeli komutanın gözleri kocaman açıldı. Oradan bir an olsun kaçmayı düşünmüyordum. "Ben de Türk'üm diyorum. Hain değilim ben." Diye sızlanırken sesim titredi. Gözlerim doldu tekrardan ağlamaya başlayınca komutan kolumu bıraktı. Yüzüme yapışan sarı saçlarımı kulağımın arkasında iteledim. Ben ağlarken iki komutanda dışarı çıktı. Çadırın dışındaki konuşmaları duyabiliyordum. "Yarın görev yerinize dönün diğer bölük yarın burada olacak." "Komutanım haftaya değil miydi?" Diye sordu Demir. "Genelkurmay başkanının emri bu yönde." Dediğinde bir an sessizlik oluştu. Daha sonra ayaklarındaki postalların sesi geldi. "Yarın gidiyoruz doktor. Yargıya teslim edeceğim seni." Bir şey bulmalıydım yargıya teslim olamazdım. Bu durumu çözmeden oraya girersem her şey daha da mahvolabilirdi. Bir kimliğe ihtiyacım olacaktı. Komutana hiçbir şey söylemedim onu yanıtsız bıraktım. Komutan çadırdan ayrılınca askerin yarasına baktım pansuman yapıp tekrar kapattım. "Nihan iyi misin?" Diyerek Sevda çadıra girdi. "İyiyim ben yaralanmadım." Dedim çadırda yere kurulmuş sedire oturdum. "Sen de oradaymışsın komutanı kurtarmışsın herkes seni konuşuyor." Dedi Sevda yanıma oturarak. Düşündüğüm şey şu an kahramanlık değildi. Çadırda bulunan sobayı yakmak için ayağa kalktım. "Sevda bana güveniyor musun?" Derken Sevda'nın gözlerine dolu gözlerle baktım. "Tabi ki güveniyorum biz arkadaşız artık." Odunları dizip kibritle yaktıktan sonra baş ağrımın geçmesi için ateşe birkaç nane yaprağı koydum daha sonra Sevda'nın yanına oturdum. "Sevda beni kaçırdılar ben artık o atandığım köye dönemem bana hüviyet lazım." "Tamam canım bunu bildir sana yeni hüviyet verirler." "Hayır öyle değil Sevda bak bana sahte bir kimlik lazım." Onun düzenli hayatını mahveder gibi bir bakışla yüzüme baktı. İpekten kumaşı olan geceleğini düzeltti. Karşılaşacağım şey bir gelecek olması gerekirken geçmişe hiç bilmediğim bir zaman dilimine gelmiştim. "B-bu nasıl olur Nihan?" Dedi korkudan sesi titrerken. "Bak beni yargıya teslim ederlerse babamı bulamam." Sevda kadar bende korkuyordum korku beni kara bir duman gibi boğarken bedenimi eski bir zamanda bulmanın korkusu sarıyordu ve nasıl geri döneceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Kabusu yaşayan duygularım bedenimi de sarmıştı. Gözlerimden yaşlar akarken Sevda kollarımı tuttu. "Sana yardım edeceğim sen kötü biri değilsin Nihan." Yazgımdan kurtulmak ya da bana verilen cezanın ateşini söndürmek için her şeyi yapmalıydım. Saksıda donan çiçeğin güneşe kavuşması için savaşmalıydım. Dizimdeki yara acıdan sızlarken Sevda bacağıma pansuman yaptı. "Sevda ben sana minnettarım." Başım öyle çok ağrıyordu ki şakaklarımı sıkıyordum sürekli olarak. Sevda çadırda bulunan dolaptan iki batanniye çıkarttı birini üzerime bıraktı. "Artık burada ikimiz uyuyacağız." Dedi yanıma kıvrıldı. "Benim de annem çok üzüldü burada olduğuma." Dedi gözlerime yaş dolu gözlerle baktı. "Yarın İstanbul'a döneceğiz annen sevinecektir." "Sevinir değil mi? Seni de tanıştıracağım annemle o çok güzel yaprak sarması yapar birlikte yeriz." Derken güldü. Soğuk, çadırdan yolunu bulup bedenimizi üşüttüğünde Sevda sobaya uzanıp birkaç odun attı. "Çok severim yaprak sarmasını komşumuz Ayşe teyzede çok güzel yapar." "Senin İstanbul'da kalacağın bir yer var mı?" Diye sordu Sevda gözyaşlarını silerken. "Şu an İstanbul nasıl bir yer onu bile bilmiyorum ki?" Yarım gülüş belirdi Sevda'nın dudaklarında. "Yoksa sen ab-ı hayat suyundan mı içtin?" Dedi gülümseyerek. "O kadar değişiksin ki, şu üstüne başına bak buradakiler böyle giyinmez ki!" Dedi bana inandığını göstererek. "O elindeki şeyi daha önce hiç görmedim. Sen ya başka ülkeden geldin ya da dediğin gibi 2024'den geldin." "S-sen nereden?" "Komutanla konuşurken duydum sizi." Derin bir nefes aldım. Yattığım yerden belimi doğrulttum. Bir kişinin bile inanması insana nasıl da umut veriyordu. Sevda'ya sıkıca sarıldım. "Buraya nasıl geldim bilmiyorum ama iyi ki gelmişim sanki kardeşimi bulmuş gibi hissediyorum." Sevda bana sıkıca sarıldı. "Bir insanı bir günde sevmek ne demek bilmezdim ama bana öyle bir his verdin Nihan. Anlatsana 2024'de neler oluyor?" Gülümseden edemedi Sevda. O gerçekten merak ediyordu. "Türkiye'nin yüzüncü yılına kutladık bu en güzel şeydi. Çok lüks arabalar var artık uzaya bile çıktık inanabiliyor musun?" Tekrar güldü. "Demek Türkiye'miz hala dimdik ayakta." "Tabi ki her zaman var olsun!" Sevda umutla bakındı çadırın tavanına. "Demek yüzyıl.." dedi gözlerini kapatıp. O şimdi hayal kuruyordu hiçbir şeyin son bulmadığını bilerek hayal kurdu. Sevda hayal kurarak uykuya daldığında ben de yanına kıvrıldım. Başta gözlerimi kapatınca gözümün önüne yaşadıklarım düştü sanki beni geleceğe götüren sanrılar gördüm. Gözlerimi zorla da olsa kapattığımda bu sefer kabuslar diyarına sürüklendim. Ölümden dönerken geçmişe çakılı kalan bedenim rüyada bir bilinmezliğin içerisinde kendini bozkırda buldu. Sonra nefes nefese koşarken buldum kendimi. Ucu bucağı olmayan bozkırda güneş doğdu. Bozkırda doğan güneş gözlerimi kamaştırırken kendimi yerde buldum. Kana bulanmış bir çift göz belirdi daha sonra, "Bu sana bir hediye belki de ceza." Dedi. "Ceza mı hediye mi sen seç?" "Ben neden buraya gönderildim neyin cezası bu?" "Yüzyıllar önce yapılan bir büyünün cezası bu. Sana kadar uzanan ve sende sonlanan bir hediye." Gözleri kana bulanmış adamın yüzü bir anda bembeyaz güvenilir bir adamın yüzüne dönüştü. Elinde beliren kaseden bana bir damla su içirdi. "Şimdi cezanı hediyeye çevirmenin vakti kendini kurtar Turlihan'a ulaş." "D-dur Turlihan nedir?" Desem de beyaz tenli adam bir anda yok oldu. Turlihan'da nedir diye düşünürken bir anda uykumdan uyandım. Artık sabah olmuş ve sobanın ateşi kesilmişti. Soğuktan kaskatı kesilen bedenimi yattığım yerden kaldırmak bir hayli zordu. Oturdum belimi doğrultunca bir sızı vuku buldu ciğerlerimde. Kollarını doladım bacaklarımın etrafına. Kendimi ısıtmaya çalıştım bunu becermek mümkün değildi yine dündü gibi çiğ düşmüştü. Güneş daha düşmemişti fakat bir aydınlık vardı sabaha yaklaştığımızı gösteriyordu. Askerlerin ayağındaki postalların sesi yere basınca çıtırdı sesleri doldu kulağımıza. Eğitim alanı yakınımızdaydı askerlerin bağırış sesi uzaktan gelmeye başlayınca ayağa kalktım. Sobaya tekrar odun dizdim yeniden yanmasını beklerken omzumun üstüne aldım battaniyeyi bu sırada Sevda da kıpırdandığımı hissedince uyandı. "Günaydın." "Günaydın, çadır buz gibi olmuş sobayı yaktım." "Çok iyi yapmışsın." Dedi battaniyeyi yüzüne kadar çekip. "Buz gibi sanki kar yağacak." Biz konuşurken ameliyat olan askerden sesler geldi. Hemen battaniyeyi savurdum. Daha ayılmadan kabusun etkisi geçmeden beni gerçeğe çeken bir bağırıştı bu. "İyi misin?" Diye sordum askere. "Ben yaşıyor muyum?" Diye sorunca yarım bie gülüşle yüzüne baktım. "Tabi ki yaşıyorsun benim gibi bir doktor ameliyat etti seni." Dedim kollarımı kabartarak. Çadırın girişinde bizi dinleyen komutan Demir Çakırer dalgayla güldü. "Dünyanın en iyi doktoruymuş kendisi." Dedi askerin kolunu sıvazladı. "Yaşıyorsun devrem şükürler olsun." "Komutanım şükürler olsun. Doktor hanım Allah senden razı olsun." "Allah hepimizden razı olsun sen iyi ol." Dedim Sevda'nın yanına oturdum. Çadır hala tam anlamıyla ısınmamıştı. Demir Çakırer elindeki torbayı elime doğru uzattı. "Bunları giy yoksa yolda donarsın." Deyip çadırdan ayrıldı. Yüzü buz gibi soğuktan kaskatıydı ona bakınca rüyamdaki adamın kanlı gözleri geldi gözümün önüne. Torbayı araladığımda bir kadının giyeceği elbiseden daha çok bir askerin giyeceği kıyafetlere benziyordu. Pantolon, askeri ceket, postal.. "Bunları mı giyeceğim?" "Hayır canım bunları giyme benimkilerden giyersin sadece ceketi al gel benimle." Dedi Sevda beni kaldığı çadıra götürdü. Gece benimle revirde neden uyuduğunu düşünmek istedim ama bana yardımcı olacak birini bu kadar irdelemek doğru muydu bilmiyordum yine de temkinli olmalıydım. Çadıra geçerken rütbeli komutana denk geldik. "Gece olanları anlattı komutan. Kurt ayazı geçirdiğinde güvendiği kuzu mu olacaksın?" Bu da ne demekti böyle? Benimle dalga mı geçiyordu yoksa tehdit mi ediyordu? Yüzünde pis bir sırıtma vardı. Türk askerine yakışmayan türden bir sırıtıştı bu. Çadıra doğru yürüdük anlamsızca bakındım etrafa Sevda'nın çadırına girdiğimde önce kalınca bir külotlu çorap verdi. Yünden olan çorabı giymek bu soğukta sıcacık hissettirdi. Daha sonra dizimin altında kalan bir etek ve üzerine turkuaz renkte kalın bir kazak verdi. Buraya geldiğimden beri sıcacık hissettiğim tek andı. "Saçını örmeme izin verir misin?" Dedi Sevda. "Tabi ki çok memnun olurum." Diyerek karşılık verdim. Saçlarımı tahta tarakla tararken bir su gibi aktı saçlarımda. "Beni de o yıla götürme şansın olsa götürür müydün? Ben çok merak ediyorum gökyüzü hala bu kadar mavi mi? Binalar hala kerpiçten mi? Arabalar bizimkiler gibi eski mi?" Soluk almadan duraksayarak konuşmasının ardından derin bir soluk aldı. "Seni tabi ki götürmek isterdim. Önce masmavi gökyüzünü ve Türkiye'nin ne kadar geliştiğini görmeni isterdim Türkiye'nin bir araba yaptığını dünyaya sattığını her şeyi görmeni ne çok isterdim. Arkadaşım Semra ile Ayşe teyzem, babam ile tanışmanı canı gönülden isterdim." "Seni kurtarmanın yolunu bulacağız. Ben sana yardım edeceğim Nihan çünkü sana güveniyorum." "Neden Sevda? Kimse inanmazkan sen neden bu kadar çok inanıyorsun bana?" Dedim gözlerim dolu doluydu. Saçıma tokayı bağladıktan sonra yüzümü döndüm yüzüne. "Çünkü babam bana hiç inanmazdı ki, ne zaman rüya görüp anlatsam benimle alay ederdi, hayal kurmak şöyle dursun çocuklarla oyun oynamama bile izin vermezdi. Kitaplarda yazılan hayaller bence gerçek, bir insan hissetmeden böyle şeyler yazamaz ki." "Ah Sevda seninle daha önce tanışma şansım olsaydı seninle ikimiz Liberta olurduk." "O da nedir?" Diye sordu merakla aralanan gözlerle yüzüme baktı. "Özgür demek biz seninle ikimiz çok özgür olabilirdik." "Bence sen hala çok özgür, pardon liberta olabilirsin." Dedi onun yarım gülüşü bazı şeyleri eksik yaşadığını bana anlatan en önemli şeydi. Dudaklarımdan memnun bir gülüş düşerken, Demir Çakırer'in asker ceketini sırtıma geçirdim. Çadırdan çıktığımda karşılaştığım tek şey onun gözleriydi. Ayaklarımdan saçıma kadar beni süzerken bir kartal gibi korkusuzdu. Gözlerini bir an olsun çekmemiş ve saçlarıma gelene kadar beni süzmüştü. Gözlerimi kırpıştırmaya korkarken, eğitim alanında askerlerin bağırış sesleri geldi. "Komutanım gelin sizde savaşın bizimle." Diye bağırdı asker Mehmet. Demir gözlerini yüzümden ayırınca eğitim alanına gitti. Askerlerin tişörtleri üzerlerinde yokken hepsinin üst kısmı çıplaktı. Üzerlerinde sadece pantolonları vardı. Demir tişörtünü çıkartırken onun heybetli vücuduna baktım. Bir kartal gibi korkusuz olmak şu an çok riskli bir durumdu hemen gözlerimi çektim. "Doktor hanım gelin hakem olun bize bre." Diye seslendi Bahadır. "Ben beceremem ki." "Gel bre becerirsin sırtı yere değen kaybeder." "Yağlı güreş gibi mi?" Diye sorunca askerler hep bir ağızdan güldü. "Evet bre iyi bildin." Dedi Bahadır gülerek. "Komutanım siz Selim'le dövüşün bize de zevkle izlemek düşsün." Dedi Bahadır etrafı çevrili çitin dışında çıktı. Önce biraz birbirlerinin etrafında döndüler ilk atağı yapan her zaman kaybederdi ama bu sefer öyle olmadı. Demir ilk atağı bir şahin gibi yakaladı ve yakaladığı gibi Selim'in beli yere değdi. İkinci dövüşte ilk atılan Selim oldu üç olan kazanacaktı. Demir yine Selim'in belini yere doğru devirdi. Askerler kahkahalar şuh bir şekilde gülüyorlardı. "Komutanım karaoğlan gibisin mübarek dağ kartalı gibi." "Karaoğlan kim?" Diye Sevda'ya sordum. "Televizyon filmi sen bilmezsin çok popülerdir bu yılda. Kartal Tibet'i biliyorsun değil mi?" "Bilmez miyim? Mekanı cennet olsun." "Öldü mü yoksa?" Dedi hüzünçle yüzüme bakarak. "Kusura bakma hala alışamadım bu yılda olmaya." Dedim başımı eğerken Demir Çakırer'i alkışlayıp omuzlayan askerlere baktım. "Ne zaman vefat etti?" Diye sordu Sevda. "2021 yılında vefat etti." "Maşallah yine çok uzun yaşamış ama ben o günleri görür müyüm acaba?" Perişan halde oluşumu aldırış etmeden Sevda'nın kolunu sıvazladım. "Baksana kimse olması gereken yerde değil." Dedim üstümü göstererek, "Ben de buraya ait değilim ki!" Gözlerim yere düşerken mavisi toprağa bulanmış gibi hissettim. Kalbime dolan derin karanlık gecenin zifirisinde beni bozkırda yalnız bırakmış gibi hissetirdi. "Doktor Hanım saydınız mı?" Diye sordu Demir Çakırer. "Saydım siz kazandınız tebrik ederim." Dediğimde askerler alayla güldü. Demir'in yüzüne karşı göz deviren tek bir kişi yoktu benim dışımda ve bunu tamamen istemsizce yapıyordum. Komutan Demir'i gördüğümde boğazıma yapışan eli geliyor gözümün önüne nefessiz kaldığımı hatırlıyordum. Midem ağzıma geldiğinde hızlıca çadırın arkasına koştum. Sevda peşimden gelmek istediğinde, "Siz durun ben bakarım." Diyerek Sevda'yı durdurdu Demir Çakırer. "İyi misin? Çok üzerine geldim merak etme akşama kurtulursun bizden." Dedi neyin dalgasıydı bu? Yüzü semsert bir adamdan nasıl olurda böyle alaycı bir adam çıkabilirdi? Aklım almıyordu. "Dalga denizde olur sanıyordum meğerse sizin ağzınızdaymış." Gözlerimi kapatıp burnumdan derin bir nefes verdim. Komutan her an boğazıma yapışabilirdi fakat bu eylemi gerçekleştirmeden güldü. "O dalgalı deniz seni boğmadan götürebilecek mi?" "O dalgalı deniz sizden daha sıcaktır. Kış olsa bile hem de!" Dedim ona karşı gelmek bana çok iyi hissetiriyordu. Elini yavaşça omzuma doğru uzattı. Saçımdaki tokayı çekti çıkarttı örgülü saçımı elleriyle açtığında su dalgası oluşan saçlarım rüzgarda uçuştu. Gözlerimi kapatıp tekrar nefes aldım bu sefer bozkırın ortasında olmayı hayal ettim ama olmadı. Bu anda takılıp kalmış ve anlamsız bir şekilde su dalgası saçlarımın gözüme çarpışını izlerken onun gözlerinde asılı kaldı gözlerim. |
0% |