@ozgklc
|
1.Bölüm
-Mis gibi toprak kokuyor, diye mırıldandı genç kadın, aynı anda pişman oldu. Bakışlarını, az evvel açtığında içeri taptaze bahar havası dolan pencerenin arka bahçeye bakan manzarasından, kendisini duymamış olduğunu dileyerek, koltuğunda günlük gazeteleri karıştıran yaşlı adama çevirdi, usulca. Yaşlı adamın yarım okuma gözlükleri üzerinden kendisine bakan sitem dolu bakışlarından anlaşılacağı üzere belli ki dilek kapıları henüz açılmamıştı. -Bu sözü söyleme diye kaç defa uyardım seni? Aşk olsun, dedi yaşlı adam kırgın bir tonda. Yaşlı Adam gazetesini katlayıp sehpanın üzerine bıraktı. Pencere kenarına konumlanmış eski yemek masasına yöneldi. İçleri boşalmış tabak çanakları iç içe toplamaya girişti. Genç Kadın az evvel açtığı pencereyi kapatarak masaya yöneldi. Elini çaydanlığın sapına atmıştı ki Yaşlı Adam ondan evvel davranıp, kavrayıverdi kulpu. -Sen otur, ben hallederim. Yaşlı Adam elinde çaydanlıkla mutfağa yollanırken, Genç Kadın da onun bıraktığı gazeteyi almış, az evvel kalktığı koltuğa çökmüştü. Yaşlı Adam, boynuna geçirdiği mutfak önlüğü ve elinde bir tepsi olduğu halde döndü salona. Masadakileri tepsiye yerleştirirken, göz ucuyla koltuğa gömülmüş gazeteyi karıştıran kızına baktı. -Dışarı çıkmayacak mısın? Diye sordu. -I, ıh, gibilerinden bir ses çıkardı, Genç Kadın, gazetenin sayfasını çevirirken. Yaşlı adam başıyla pencereyi işaret etti. -Şu mis gibi havada kukumav kuşu gibi evde mi oturacaksın? Genç kadın, gazete sayfalarının hışırtısı arasında, -Meşgulüm, diye söylendi. İç geçirdi Yaşlı Adam. -Ah! Senin yaşında olacaktım ki? Eve girmezdim. Elinde masadan toparladıklarını doldurduğu tepsi ile salon kapısından çıkmadan hemen önce, kızına bir bakış atıp, esefle salladı başını. -Bir de genç olacaksın söz de? Genç Kadın, bakışları gazeteyi taradığı halde, -Beni başından atmaya mı çalışıyorsun? Diye sordu yüksek sesle. -Ne münasebet? Kızımın sosyal bir hayatının olmasını istemem suç mu? -Gezip tozacak vaktimin olmadığını sen de biliyorsun babacım. Genç kadın, sıkıntılı derin bir iç geçirdi. -Doktora tezim için çalışmalıyım. Yaşlı Adam, masadakileri tepsiye doldururken, fütursuzca salladı omuzlarını. -Tezini her zaman verebilirsin, ama bu yaşların bir daha geri gelmeyecek. Çay bardaklarını da tepsiye yerleştirmişti ki aniden başını çevirdi. -Allah bilir erkek arkadaşın da yoktur senin. -Babaaa. Yaşlı Adam gözlerini belertti. -Ne babaaaa? O da tıpkı kızının yaptığı gibi sondaki a harfini uzatmıştı. -Bu gidişle evde kalacaksın. Kaç yaşına geldin? Senin yaşındakiler çoktan evlendi de çoluk çocuğa karıştı. Genç Kadının ela gözleri çeperlerini zorlayarak açıldı. –Bu da nereden çıktı şimdi Cemal Bey? -Sana kaç defa söyledim bana Cemal Bey deme diye? Diyerek çıkıştı. -Bak ne diycem sana? Ama hemen itiraz etmek yok ona göre tamam mı? Dedi. Genç Kadın kuşkulu bir bakış attı babasına. Böyle söylediğine göre belli ki söyleyeceği şeyden hoşlanmayacaktı. -Hani geçenlerde bizim lokalde eski dostlarla bir araya gelmiştik. Hilmi amcanda vardı. Hani bizim fakültenin eski dekanlarından. Seni de pek sever bilirsin. Sabah, pırlanta gibi bir kızdır, der durur. Bir oğlu vardı, hatırlarsın. Hani küçükken fakülte bahçesinde oynardınız birlikte; Poyraz. Sabah, bir anda neredeyse on beş yıl önceki çocukluk anıları içinde bulmuştu kendini. Okul çıkışı Cemal Bey’in görev yaptığı fakülteye gider, onun işi bitene kadar kampüste dolaşır, kütüphanede ödevlerini yapar, bazen amfinin arka sıralarında babasının ders anlatışını izlerdi. Kalabalıklar içinde yalnız olmak çocuk yaşında bile huzur verirdi Sabah’a ve bu huzuru bozan tek bir kişi vardı. Olmadık haylazlıklar ile Sabah’ı çileden çıkaran Poyraz. Saçını çeker, üzerine sümüklü böcek fırlatır yahut okul çantasını saklar, her hareketi ile Sabah’ı çılgına çevirirdi. Genç Kadın suratını buruşturdu. -Sümüklü Poyraz mı? Diye sordu. Sürekli burnunu çektiği için ona böyle derdi. -Canım o çocuk kendi. Şimdi görsen. Boylu poslu, yakışıklı genç bir adam olmuş. Tam bir beyefendi… İngiltere’de Tıp okumuş. Orada bir hastanede çalışıyormuş. İzne gelmiş. Lokale, Hilmi Bey’i almaya geldiğinde gördüm ben de. Hemen hatırladı beni. Tabii seni de. Nasıl olduğunu neler yaptığını sordu. Dönmeden önce seninle görüşmek fırsatı bulursa çok sevinirmiş, öyle dedi. Ha bir de evlenmemiş, bekârmış hala. Sabah, hikâyenin nereye varacağını tahmin etmişti. Yine de Cemal Bey, öylesine heyecanlı anlatıyordu ki sözünü kesmeye kıyamadığından sessizce dinledi. - Hani diyorum ki, diye devam etti yaşlı adam, -Hilmi Beyleri bir akşam yemeğe mi davet etsek? Hazır Poyraz da buradayken... Siz de tekrar görüşmüş olursunuz. Yaşlı adam kaşlarını kaldırıp merakla sordu, -Hı ne diyorsun? Genç kadın ayağa fırladı. -Ne diyeceğim? Emeklilik size yaramadı diyorum Cemal Bey! Gazeteyi karman çorman katlayıp kalktığı koltuğa fırlattı. -İnanamıyorum ya! Koskoca tarih Profesörü Cemal Doğan kızını görücü usulü evlendirmeye çalışıyor. Genç kadın kollarını başının üzerine doğru uzatarak ekledi, -Başımıza taş yağacak. Yaşlı adam da ayaklanmıştı. -Canım hemen evlenin diyen yok ki, önce birbirinizi tanıyın, nihayetinde onca yıldır görüşmediniz. Ha tabii kısmette varsa evlilik de neden olmasın? -Benimki bitti. Sabah’a göre Cemal Bey, üniversitedeki görevinden emekli olduğundan beri huy değiştirmişti. Bir yıl kadar önce geçirdiği kalp krizinden sonra doktoru emekli olmasını, kendisini yormayacak birkaç hobi edinmesini salık vermişti. Biraz da kızının zoru ile gönülsüzce kabul etmişti emekli olmayı. İlk sömestr bitimine kadar işlerini toparlamış, öğrencilerini kendisinden daha genç hayır daha sağlıklı hocalara emanet etmiş sonra da emekli olmuştu. İlk birkaç ay sorunsuz atlatılmıştı. Evde olmak iyi gelmişti. İş yoğunluğundan okumaya fırsat bulunamayan kitaplar okunmuş, hep ertelenen dost ziyaretleri yerine getirilmişti. Ancak bir süre sonra içine düştüğü zaman, Cemal Bey’e bol gelmeye başlamıştı. Bu daha önce deney imlemediği bir şeydi. Eskiden arkasından koşup yetişemediği akrep ve yelkovan sanki yerinde saymaya, zaman akmamaya başlamıştı. Bunun üzerine kendini yeni arayışlar içinde bulmuştu. Gözünü önce emekli olduğunda hediye olarak getirilen saksı çiçeklerine dikti. Çiçeklerle ilgili araştırmalar yapıyor, nasıl sulanmalı, saksısı ne zaman değiştirilmeli ve saire öğrendiği her bilgiyi kızı ile paylaşıyordu. Ne de olsa bilgi paylaştıkça çoğalan aynı zamanda da değerinden kaybetmeyen bir şeydi. Mesela; Deve Tabanı ve Antoryum filtrelenmiş gün ışığı ve havadar ortamı severlermiş. Difenbahya güzel ama zehirli imiş, aman dikkat etmeli. Açelya hava akımına maruz kalmamalı imiş. Cemal Bey çiçek bakımını pek sevmiş olacak başka saksı çiçekleri de edindi. Her gün onlarla konuşuyor, suluyor, vitaminlerini veriyordu. Bir süre sonra çiçekleri evde nerelerde konumlandırması gerektiği yönünde yaptığı araştırmalar sonucu karşısına, yaşanılan mekânlardaki yaşam enerjisini harekete geçirme yöntemi olan Feng Shui çıktı. Artık Sabah, akşamları eve geldiğinde bazı eşyaların yerlerinin değiştiğini gözlemliyordu. Önce giriş kapısının karşısında duran ayna, kapıdan giren şans kaçmasın diye kaldırıldı. Mutfaktaki çöp sepeti tezgâhın altına, banyodaki renkli eşyalar banyo dolabının içine saklandı. Yıllardır mutfak masasının üzerinde serili duran masa örtüsü, yangın enerjisini çağırdığı gerekçesi ile kırmızı renkli diğer eşyalar ile birlikte ortadan kaldırıldı. Evde yıllardır bozuk duran tüm eşyalar ya tamir ettirildi ya atıldı. Kızının akademik başarısını düşünen Cemal Bey, Sabah’ın çalışma masasına bir adet yelkenli gemi biblosu konumlandırmayı da ihmal etmedi tabii. Binlerce yıllık Çin ilminden sonra sıra nihayet astrolojiye geldi. Ne ki inandığından, eğlencelik olsun diye bir süre ilgilendi. Artık sabah kahvaltılarında Cemal Bey kızını günün gezegen enerjilerine karşı uyarıyordu. -Aman kızım Merkür retrosu başladı, cep telefonuna, bilgisayarına mukayyet ol, derken bir sabah, aynı günün akşamı, kızım sen zaten Merkür retrosunda doğmuşsun bu gezegenin retrosu seni etkilemiyormuş, diyerek bilgi güncellemesi yapıyordu. Yeni aylar, dolunaylar bir zaman akşam yemeklerindeki salata gibi sofranın ayrılmaz bir parçası olmuşlardı. Cemal Bey’in bütün bu uğraşlarının son noktası ise kızının özel hayatını didiklemek olmuştu. Ona sürekli, arkadaşlar edinmesi, dışarı çıkması ve en çok da evlenmesi yönünde belli belirsiz imalarda bulunmaya başlamıştı. Genç Kadın, babasının can sıkıntısından edindiği hobileri konusunda ona elinden geldiğince destek olduysa da bu son hobisine tolerans göstermek niyetinde de değildi. Önceleri birçok arkadaşından duyduğu, ‘’annem yaşın geldi evlen artık’’ diyor gibi sözleri babasından duymaya başlamak, başlarda bir hayli şaşırtmıştı, Sabah’ı. Hatta bir ara emekliliğinin tadını çıkarmak için, beni başından atmaya mı çalışıyor, diye düşünmekten de alamamıştı kendini. Sonra anlamıştı babasının ona neden kız kurusu muamelesi ettiğini. Cemal Bey korkuyordu. Ölmekten korkuyordu. Ama yaşlı adamı ölmekten daha fazla korkutan şey bin bir emekle büyüttüğü biricik kızını bu koca dünyada bir başına bırakıp gitmekti. Hiç değilse henüz hayattayken kızının bir yuva kurduğunu görürse, gözü açık gitmeyecekti.
2.Bölüm
Kapı zilinin çalmasıyla oturduğu koltukta zıplayıvermişti. Kendine gelmek için başını iki yana salladı. En son Since’de bir makale okuduğunu, bir ara göz kapaklarının ağırlaştığını uyku ile uyanıklık arasındaki o ince bir çizgide dolaştığını anımsadı. Ağzının kenarından akmak üzere olan salyaya bakılırsa o çizgiyi aşalı bir hayli olmuştu. Elinin tersi ile ağzını silerken, doktorasını verdikten sonra uykusuz geçen gecelerin intikamını bir hafta yataktan çıkmayarak alacağına dair ant içti. Kollarını geriye atıp gerindi, bir kurşun kalem ile tepesinde topladığı yer yer sarıya çalan açık kumral saçlarını kaşıdı. Tüm bu kendine gelme çabaları sürerken kapı zili bir kez daha çalmıştı. Oda kapısının aralığından kulak kabarttı. Herhangi bir ayak sesi duyulmuyordu. Cemal Bey evde olsa kapıyı çoktan açmış olurdu. Nihayet zihninde babasının, ben çıkıyorum, diyen sesi yankılandı. Doğru ya! Cemal Bey dışarı çıkmıştı. Sabah, odasından evin giriş kapısına uzanan koridor boyunca yürürken, bir yandan esniyor bir yandan da gelenin kim olabileceğini düşünüyordu. Kapıcı olamazdı. Bu gün çöp toplama günü değildi. Belki komşularından biri öğlen kahvesi içmeye gelmişti. Apartmanlarında yaşayan birçok emekli akademisyen vardı, Cemal Bey gibi. Sık sık bir araya gelip kahve içerler, kahvelerini de çikolata ile ziyadesiyle de sohbetleri ile tatlandırırlardı. Belki de gelen Cemal Bey idi. Öyle ise, büyük ihtimal anahtarlarını evde unutmuştu. Aksi halde zile basmaz anahtarını kullanırdı. Sabah bu düşünceler eşliğinde açtı kapıyı. Kapıda dikilen kişi ne Cemal Bey ne de bir komşu idi. Sabah’ın daha evvel görmediği genç bir adamdı. ‘Babamın öğrencilerinden biri mi?’ Diye geçirdi ve aynı hızda yine kendi kendini cevapladı, ‘Yok canım öğrenci olmadığı belli. Yaşı, görünüşü hiç öğrenciye benzemiyor.’ Yabancıyı baştan aşağı süzdü. Genç adamın üzerinde yelekli, lacivert bir takım elbise vardı. Ayakkabıları yeni cilalanmış gibi parlıyordu. Saçları özenle taranmıştı. Genç kadın, yabancının sedir ağacı kokulu tıraş kolonyasını duyumsadı. ‘Zaten, bu üzerindeki kıyafet de öğretmen ziyareti için fazla şık değil mi?’ Küçümser bir kıkırdama yankılandı zihninde. ‘Ne öyle? Kız istemeye giden damat adayı gibi…’ O an bir şimşek çaktı beyninde ve henüz birkaç saat önce babası ile yaptıkları konuşma dönmeye başladı zihninde. Fakülte eski dekanı Hilmi Bey’in pek efendi oğlu Poyraz hakkındaki konuşmaydı bu. Demek Cemal Bey, nasıl olsa bu kız yemek davetini kabul etmez demiş ve emri vaki yaparak Poyraz’ı yemeğe çağırmıştı. ‘Yok, canım!’ Diye itiraz etti Sabah, ‘babam bana sormadan bunu yapmış olamaz’. Ama babası sormuştu ve kızını biraz olsun tanıyorsa vereceği cevabı da az çok tahmin etmiş olmalıydı. Evet, her şey gün gibi ortadaydı işte. Yoksa kim Pazar Pazar iki dirhem bir çekirdek dayansın ki kapılarına? Tüm bu düşünceler, saniyeler içinde akmıştı zihninden ve Sabah, kapıdaki yabancının çocukluk arkadaşı Sümüklü Poyraz olduğuna ikna etmişti kendini. -Alacağın olsun Cemal Bey, diye mırıldandı kendi kendine. -Efendim! -Kime baktınız? Diye sordu, biraz kaba bir ifadeyle. İçten içe ‘Hoş ben niye geldiğini biliyorum ya, neyse!’ Diye geçiriyor, bir yandan da, sen görürsün gibilerinden kafa sallıyordu. Genç Adam’ın berrak mavi gözbebekleri, tereddütle kapı üzerindeki numaraya ardından Sabah’a döndü. -Gülcemal Bey’in evi burası mı? Diye sordu. Gülcemal Doğan. ‘Seni numaracı’, diye geçirdi Sabah. Kollarını göğsünün üstünde kavuşturdu. -Bildiğin halde bir de soruyor musun? Genç Adam şaşkınlıkla, -Anlamadım, dedi. -Hıh! Dedi, Sabah, anlayışın da pek kıtmış. Adresi babamdan almadın mı zaten? Genç Adam’ın kaşları çatıldı. -Kimden? Gülcemal Beyden mi? Diye sordu şaşkınlıkla. Sabah, Genç Adam’ı küçümseyen bakışlarla süzdü. -Takım elbise tamam da çiçek ve çikolatayı umutmuşsun, dedi alaycı. Genç Adam mahcup bir ifade ile kıpırdandı. -Şey, özür dilerim. Apar topar geldiğim için düşünemedim. Eli ile bulundukları noktadan görünen apartmanın demir kapısını işaret etti, -İsterseniz hemen alır gelirim. Bu kadarı da fazlaydı artık. Sabah’ın ela gözleri çeperlerini zorlayarak açıldılar. -Benimle dalga mı geçiyorsun sen? -Ne münasebet? Dedi Genç Adam, neden sizinle dalga geçeyim? Sanırım, yanlış anladınız. -Yanlış anladığım falan yok, dedi Sabah. Genç adama doğru bir adım yaklaştı. Başını bir horoz gibi kaldırmıştı. -Sana gerçekten inanamıyorum. Hani, çocukkende pek aklı başında biri sayılmazdın ama yurt dışına gidince iyice tozuttun galiba. Genç adam handiyse çenesine bir kafa atacakmış gibi duran genç kadına tepesinden bakıyordu. Bir elini göğsüne koyarak, -Kim? Ben mi tozutmuşum? Diye sordu hayretle. -Sen tabii kim olacak? Yani sırf beni görmek için evime kadar gelmen sence de biraz fazla değil mi? Tamam sonuçta çocukluk arkadaşıyız. Benimle görüşmek istemeni anlayabilirim. Ama medeni bir insan gibi arasın, gider bir yerde oturur, bir şeyler içeri, sohbet ederiz. Ama bu ne ya böyle görücü usulü gibi? Sabah bu sözleri söylerken elleriyle Genç Adamın kıyafetine işaret etmişti. Başını esefle iki yana salladı. -Hilmi amcaya da aşk olsun yani. O nerede? Neden gelmedi? Daha sonra mı gelecek? Genç Adamın koyu kumral kaşları yukarı kaydılar. -Hilmi amca mı? Bu esnada apartmanın girişinde bir hareketlilik olmuştu. Sabah başını çevirdi. Gelen ellerinde market poşetleri ile Cemal Beydi. Sabah, babasını eli kolu dolu alış veriş yaptığını görünce iyice emin olmuştu, kendisine hazırladığı tatsız sürprizden. Akşam yemeği için bir sürü şey almış olmalıydı. Yaşlı adam ancak daire kapısına yaklaşınca başını kaldırmış ve o zaman görmüştü kapı önünde duran Genç Adam ile evin kapısında bir muhafız gibi dikilen kızını. -Sabah, hayırdır kızım? Diye sordu merakla. Genç kadın kollarını göğsünde kavuşturup, gardını aldıktan sonra, -Hayır, babacım, hayır. Buyurun. Cemal Bey soran gözlerini genç adama çevirdi. -Birine mi baktınız evladım? Genç Adam başıyla selamladı Yaşlı Adamı. Bakışları hızla genç kadın ve Cemal Bey arasında gidip geldi. -Gül Cemal Bey? Değil mi? Diye sordu tereddütle. İçtenlikle gülümsedi Yaşlı Adam. Başını salladı, aşağı yukarı. -Evet, ama genelde Cemal derler. Aradığı kişiyi bulmuş olmanın rahatlığından mı yoksa aradığı adamın ifadesindeki babacan tavırdan mı bilinmez Genç Adamın gerilen ifadesi de yumuşamıştı. Sabah anlamaz bir ifade ile bakıyordu babasına. Daha birkaç saat önce öve öve bitiremediği adamı neden tanımıyormuş gibi davranıyordu? Cemal Bey elinde ki poşetleri Sabah’a uzattı. -Kızım şu poşetleri alıver. Sabah babasının elindeki poşetleri alıp kapının arkasında yere bıraktıktan sonra tekrar bir muhafız gibi kapı aralığındaki yerini aldı. Bu emri vaki boyun eğmeyecek, ne olursa olsun Sümüklü Poyraz’ı bu kapıdan geçirmeyecekti. Genç Adam, Sabah’a kaçamak bir bakış atıp Cemal Bey’e döndü. -Sizi arıyordum efendim. Cemal Bey’in gözleri merakla açıldılar. -Beni mi? Hayırdır inşallah. Sabah iki adamı şaşkınlıkla izliyordu. Neden birbirlerini tanımıyormuş gibi davranıyorlardı? Yoksa kendisine oyun mu oynuyorlardı? ‘İyice paranoyak oldun Sabah. Bunu neden yapsınlar ki?’ Dedi içinden bir ses. Ve o an idrakine vardığı gerçekle bir an midesinin düştüğünü sandı. Kapıda duran bu adam Sümüklü Poyraz değildi. Bir yabancıydı. Cemal bey ile de ilk defa karşılaşıyorlardı. Sabah onu kendisi ile görüşmeye gelen çocukluk arkadaşı zannederek büyük bir çam devirmişti. Bir anda tüm yüzünü ve kulaklarını basan sıcağa bakılırsa kellesi komple kızarmış olmalıydı. Gözünde nasıl göründüğü canlanınca, yer yarılsa da içine girsem diye düşündü. Saniyeler önce karşısındaki insanın içini ürperten o soğuk ukala hali, utanç ateşiyle eriyip gitmiş, beynini binlerce kurtçuk kemirmeye başlamıştı. ‘Ah! Sabah, ah! Diyordu, ‘Ne halt ettin? Elin adamına demediğini bırakmadın. Önce kim olduğunu bir sorsana... Hem Poyraz olsaydı bile böyle davranmaya hakkın var mıydı? Sadece, nasıl olduğunu soran bir çocukluk arkadaşının elinde çiçek çikolata kapına dayanacağını zannetmek de nasıl bir kibrin nasıl mesnetsiz bir öz güvenin mahsulü ise artık? Utan kendinden.’ O an Sabah, zihninde yaşadığı duygu karmaşasına karşın odasına kaçmadı, yatağının altına saklanmadı ise bunun tek sebebi vardı. İki adamın arasına çöken anlamlandıramadığı sessizlik… İkisi de birbirlerine hayır tam olarak birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Sanki ikisi de karşısındaki bir çift gözde tanıdık bir şeyler arıyor gibiydiler ve Sabah bunun ne olduğunu merak etmekten alamıyordu kendini. Babasının yüzündeki o tuhaf ifadeye neyin sebep olduğu merakı. Cemal Bey’de ne diyeceğini bilemez, şaşkın bir hal vardı. Sanki amfiler dolusu öğrenciye ders anlatan, uzmanlık alanı ile ilgili konferanslarda, radyo ve televizyon programlarında konuşan, aynı kişi değildi. -Babacım. Yaşlı Adam, kızının seslenmesiyle trans halinden çıktı nihayet. Eli ile kapıyı işaret etti. -Kusura bakma evladım, seni de kapıda bekletiyorum. İçeri buyur. Yaşlı adam kapıya yaslanmış halde duran Sabah’a çevirdi bakışlarını. Babasının bir şey söylemesine fırsat vermeyen Sabah, kapıyı bu yabancı misafir için ardına kadar açtı.
3.Bölüm
Sabah, poşetleri mutfağa taşırken iki adam evin salonuna geçmişlerdi. Sabah, poşetleri alelacele bırakıp hemen geri dönmüştü neler olduğunu öğrenmek merakı ile ve az evvel yaşadığı utanç hala geçmediğinden misafirin görüş alanına girmek istememiş usulca eşikte dikilmeye başlamıştı. İki adam karşılıklı oturuyorlardı. Girişte çıkarılan ayakkabıların yerine yumuşak ev terlikleri geçirilmişti, ayaklara. Genç Adam, neredeyse otuz yıllık, sütlü kahverenginde kadife kumaş kaplı üçlü koltuğun bir kenarına ilişmiş handiyse kalkacak gibi oturuyordu. Cemal Bey ile ilk karşılaşmalarına tezat gergin bir hali vardı. Sözlerine nereden başlayacağını bilemediğinden, ilk soruyu ev sahibinin sormasını beklemeye karar vermiş olacak sessizce oturuyordu. Nihayet, yaşlı ev sahibi başını hafifçe öne uzatarak, -İsminiz neydi evladım? Diye sordu. -Özür dilerim kendimi tanıtmadım. Dedi Genç Adam. İsmim Selim, Selim Tarhan. İsmini söylerken ayağa kalkmış, ceketinin iç cebinden çıkardığı kartvizitini saygılı bir ifade ile Cemal Bey’e uzatmış, gerisin geri yerine oturmuştu. Yaşlı adam boynundan aşağı sarkan yakın gözlüklerini takıp elindeki küçük kâğıt parçasını incelemeye koyuldu. Burada yazana göre karşısındaki sıkılgan genç adam Tarhan Gıda isimli şirketin müdürü idi. Cemal Bey üzerindeki her harfi okuduktan sonra bile bırakmadı kartviziti. Yarım okuma gözlüklerini çıkarıp boynundan aşağıya sallandırdığı halde bile sıkı sıkıya tutmaya devam etti. -Gıda işi ile meşgulsünüz demek? -Evet, efendim. Zeytin yetiştiriyoruz. Fabrika ve genel merkezimiz Aydın’da. -Aydın? Diye belli belirsiz mırıldandı Cemal Bey. Ardından başını dikleştirip, gururlu bir ifade ile ekledi. -Ben de Tarih Öğretmeniyim. Cemal Bey’in bu hali Sabah için çok alışıldıktı. Üniversitede ders verdiği zamanlarda bile kendisine ne iş yaptığını soranlara Tarih Öğretmeni olduğunu söylerdi. Bunun bir nedeni mütevazı bir insan olmasındandı ama daha önemli diğer bir nedeni Cemal Bey’in, öğretmenlik mesleğini diğer tüm unvanların üstünde tutması idi. Ona göre dünyadaki en kıymetli, en kutsal meslekti öğretmenlik. Yaşlı adam boynunu biraz da kederle büküp ekledi. -Ama bir süre önce tekaüt... Dedikten sonra bir saniye için sustu. Misafirinin bu eski kelimeleri anlamayacağını düşünmüş olacak, yani emekli oldum. Diye düzeltti. –Müstafi, yani isteyerek değil, sağlık nedenlerinden mütevellit… Genç adamın gözleri endişe ile titreştiler. -Kötü bir şey yoktur umarım? Cemal Bey, elini sinek kovalar gibi salladı havada. -Bana kalsa daha çalışırdım lakin kızım, emekli ol artık, diye tutturunca… Ancak ondan bahsedince Sabah’ın salon kapısında dikildiği dikkatini çekmişti Cemal Bey’in. -Kızım niye orada dikiliyorsun? Gelsene. Sabah, Yaşlı Adamın daha evvel onda hiç tanık olmadığı çekingen bir tavırla içeri girip babasının yanına ilişti. Bu arada Cemal Bey, Selim’e dönmüştü. -Sabah ile tanıştınız herhalde. Selim, Sabah’a çevirdi bakışlarını. Ancak genç kadın ona değil yerde serili duran vişneçürüğü rengindeki el dokuması Isparta halısının desenlerine bakıyordu. Yüzündeki neredeyse halının birkaç ton açık duran rengine bakılırsa birkaç dakika önceki yanlış anlama nedeniyle bir hayli utanmış olmalıydı. Selim, Cemal Bey’e döndü. Başını onaylarcasına salladı. -Evet, efendim, tanıştık. Dedi uzatmadan. -Ne içersin evladım? Diye sordu bu defa Cemal Bey. -Teşekkür ederim, bir şey almayayım. -Olur, mu hiç? Dedi yaşlı adam, alıngan bir ifadeyle. Evime kadar gelmişsin. Bir kahve iç bari. Nasıl olsun? -O zaman zahmet olmayacaksa orta bir kahve alayım. Dedi genç adam, ev sahibini gücendirmemek için. Cemal bey kızına döndü. -Sabahcığım zahmet olmazsa… -Ne zahmeti babacığım hemen… Mutfak ve salon kapıları yan yana olmasına rağmen kahve makinesinin çalıştığı tüm zaman boyunca tek kelime duymamıştı Sabah. Elinde fincanlar bulunan tepsi ile içeri girdiğinde ise Selim ara sıra gömleğinin yakasına soktuğu işaret parmağı ile boynunu gevşetmeye çalışıyor, kaçamak bakışlarla etrafı kesiyor, gözleri yaşlı adamın gözleri ile buluştuğunda sıkıntılı bir gülümseme ile karşılık veriyordu. Cemal Bey ise merakla süzüyordu misafirini. Selim tam ağzını açmak üzere idi ki bu defa da Sabah’ın kendisine uzattığı tepsi ile burun buruna geldi. Elini uzatıp üzerinde tavus kuşu deseni işlenmiş lacivert renkli fincanı aldı. Kuşun kuyruğunda ki her detay pırıl pırıl parlıyordu. -Teşekkür ederim. Dedi, zahmet oldu. Sabah, genç adamın gözlerinden bir an için muzip bir pırıltı geçtiğini sandı. İçinden, ‘acaba kahveye tuz koyup koymadığımı mı düşünüyor?’ Diye geçirdiyse de aynı hızla, ‘A! İyice saçmaladın artık!’ Diye bir güzel azarladı kendini. -Afiyet olsun. Dedikten sonra diğer fincanı ve bir bardak suyu tepsi ile birlikte babasının oturduğu koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Kendisi de babasının yanına ilişti. Merak etmişti. Kimdi bu genç adam? Onu hangi sebep getirmişti kapılarına? Genç adam kahvesinden bir yudum aldıktan sonra fincanı, salonun ortasına konumlanmış koltuklar kadar eski büyük mermer sehpanın damarlı deseni üzerine yerleştirdi. Başını kaldırıp Cemal Bey’e çevirdi bakışlarını. -Öncelikle, bu şekilde habersiz geldiğim için özür dilemek istiyorum Cemal Bey. Adresiniz henüz bu sabah elime geçti ve hazır İstanbul’dayken sizi bizzat ziyaret etmek istedim. Cemal Bey tevazu ile salladı başını. Yine de bir şey söylemedi. Yaşlı adamın sessizliği karşısında Selim devam etti. -Nasıl anlatsam? Bu biraz alışılmadık bir durum. Sıkıntılı bakışlarını Sabah’a ve tekrar yaşlı adama çevirdi. Omuzlarını kaldırıp indirdi. Bu hareketinde umursamaz olmaktan ziyade çaresiz bir ifade vardı. -Üstelik nereden başlayacağımı ya da nasıl anlatacağımı bile bilemiyorum. O an, yaşlı adam sanki çok gizli bir şey söyleyecekmiş de kimse duymasın ister gibi öne doğru eğildi. -Sen! Dedi, annemin ya da babamın bir akrabası mısın? Diye sordu. Selim’in şaşkınlıkla açılan gözbebekleri Sabah ve Cemal Bey arasında gidip geldi. Başını usulca aşağı yukarı sallayarak onayladı. Cemal Bey derin bir nefes aldı. Az evvel yüzünü saran ciddi ifade kaybolmuş, kaşları gevşemişti. Gerili dudaklarından yüzüne huzurlu biraz da buruk bir gülümseme yayıldı. -Nihayet. Diye mırıldandı, nihayet. -Biliyor muydunuz? Diye sordu Selim. Cemal Bey, dudaklarını büktü, ellerini iki yana açtı. -Doğrusu ne bildiğimden ben de pek emin değilim ya. Yalnız, bildiğime emin olduğum bir şey varsa o da… Yaşlı adam derin bir iç geçirdi. Minnet dolu bakışlarını genç misafirinin gözlerinin içine dikti. -Hayatım boyunca bu anı beklediğimdir. Genç adam oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. -Kusura bakmayın ne olur. İnanın, ben de öğreneli çok olmadı. Öğrenir öğrenmez de harekete geçtim zaten. Cemal Bey ellerini salladı havada. -Yo, yo özür dilenecek bir şey yok. Ölmeden önce geldin ya. Sağ ol. Çok sağ ol evladım. Sabah, anlamaz gözlerle babası ve genç misafirleri arasındaki konuşmayı, tıpkı bir tenis maçı izler gibi izliyor ve ona şifreliymiş gibi gelen sözlerinden hiçbir şey anlamıyordu. Bu belirsizliğe bir son vermeliydi. -Baba? Neler oluyor? Diye sordu nihayet. Yaşlı adam yanı başında oturan kızına çevirdi başını. Yüzü gevşemiş, kırışıklıkları bile açılmıştı sanki. Solgun kahverengi gözleri heyecanla titreşiyorlardı. Gülümsedi. -Nihayet kim olduğumu öğrenebileceğim kızım. Ölmeden önce kim olduğumu öğrenebileceğim. Yaşlı adamın yüzü birçok duygu durumuna aynı anda ev sahipliği yapıyordu. Gözleri nemlenmiş, dudaklarına buruk bir gülümseme yayılmıştı. Sabah babasının böyle bir his karmaşası yaşadığına ilk kez tanık oluyordu. Onun yaşlılık alameti koyu lekeler basmış ellerini, avuçlarının arasına aldı. O an yine uzun zamandır tanık olmadığı bir şey oldu. Yaşlı adamın gözpınarlarından aşağıya yaşlar süzülmeye başlamıştı. Sabah, avuçları arasındaki kemikli ellere daha sıkı sarıldı. Neler olduğuna bir anlam veremiyordu. Bakışları istemsizce genç adama döndü. Kimdi bu adam? Babası ile aralarında ne türden bir ilişki vardı? Anlamlı hiçbir şey söylemediği halde nasıl olmuştu da babasını gözyaşlarına boğmuştu. Sabah, sehpanın üzerine kahve fincanı ile birlikte koyduğu su bardağına uzandı. -Biraz su iç babacım. Cemal Bey eline tutuşturulan bardaktan küçük küçük birkaç yudum su içtikten sonra bardağı Sabah’a uzattı. -İyi misin babacım? Diye sordu Sabah. Bir yandan da elleriyle yaşlı adamın gözyaşlarını siliyordu. -İyiyim kızım. Dedi Cemal Bey, hiç olmadığım kadar iyiyim. -Emin misin? Yaşlı adam başını evet makamında salladıktan sonra Selim’e döndü. Genç adam endişeyle izliyordu baba kızı. -Kusura bakma evladım, yaşlılık işte. Bir anda mütehassis oluveriyor insan. -Estağfurullah. Kusur ne demek? Eğer kendinizi iyi hissetmiyorsanız, başka zaman gelirim isterseniz? Cemal Bey oturduğu halde bir elini öne doğru uzattı. Hani Selim kalkmaya niyetlense bir hamle de koluna yapışıp durdurmak ister gibi bir hali vardı. -Yo! Yo! Gitme evladım. Şimdi çok daha iyiyim. Hem, hem sana sormak istediğim o kadar çok şey var ki… -Açıkçası ben de fazla bir şey bilmiyorum efendim. -Kapıma kadar geldiğine göre benden fazla şey bildiğin aşikâr. Gülümsedi genç adam. -Sanırım haklısınız. O halde siz sorun. Ben de elimden geldiğince cevaplamaya çalışayım. -O kadar çok şey var ki sormak istediğim. Ama nereden başlayacağımı bilemiyorum, dedi yaşlı adam. Bir saniye düşündükten sonra, -Senden başlayalım. Akrabamsın değil mi? Diye sordu. -Evet efendim. Diye onayladı Selim. Cemal Bey merakla, -Tam olarak neyim oluyorsun? Diye sordu. -Benim babaannem sizin teyzeniz oluyor. Şirin Tarhan. -Teyzem ha? Bir teyzem varmış. Diye mırıldandı Cemal Bey ve ardından heyecanla ekledi. Ve tabii bir kuzenim. Baban. Genç adamın mavi gözleri dalgalandı. -Annem ve babam, onları küçük yaşta kaybettim. Trafik kazasında. Az evvelki heyecanı aniden sönüverdi Cemal Bey’in. -Ya! Vah vah! Çok üzüldüm. Başın sağ olsun evladım. -Siz sağ olun. -Biz de eşimi, Sabah’ın annesini trafik kazasında kaybettik, dedi Cemal Bey. Kederli, sevgi dolu bakışlarını yanı başında oturan kızına çevirdi. -Annesi öldüğünde Sabah da küçüktü. -Öyle mi? Gerçekten çok üzüldüm Cemal Bey. Sizin de başınız sağ olsun. Yaşlı adam tevazu ile salladı başını. -Sağ ol evladım. Ne yapalım, kader. Allah siz gençlere uzun ömür versin. Selim’in bakışları Cemal Bey’den Sabah’a kaydı. Sabah bir şey söylemedi. Buruk bir gülümseme ile karşılık verdi. İki gencin buluşan gözlerinde erken verilen kayıpların sebep olduğu bir yanı yarım kalmışlığa has o tanıdık hüzünlü bakış vardı. Benzer yaraları taşımak insanları nasıl da yakınlaştırıyordu bir anda. Cemal Bey, -Peki aklınıza nereden geldi beni aramak? Diye sorunca ortamdaki kederli hava da dağılıverdi. Selim, bakışlarını Sabah’tan yaşlı adama çevirdi. -Babaannem istedi. Cemal Bey’in gözleri parladı. -Teyzem mi? Yani, o hayatta mı, yaşıyor mu? Diye sordu heyecanla. -Hayatta ancak yaşının getirdiği bir takım sağlık sorunları ile mücadele ediyor. Dudakları gururla gülümsedi. Yine de direniyor. -Peki, onu görebilir miyim? Diye sordu, Cemal Bey biraz da tereddütle. -Elbette. Elbette görebilirsiniz. O da sizi görmeyi çok arzu ediyor. O ana kadar tüm konuşmaları sessizce dinleyen Sabah nihayet sabırsızca atıldı. -Babacım, neler oluyor? Hiçbir şey anlamıyorum. Biriniz bana da açıklayabilir mi zahmet olmazsa? Kızını çok iyi tanıyan Cemal Bey onun dışlanmış olduğunu düşündüğünden alınganlık gösterdiğini anlamıştı. Elini uzatıp, onun ince parmaklı narin elini avuçları arasına alıp, sevgiyle okşadı. -Ah! Yavrucuğum. Bu öyle uzun bir hikâye ki? Cemal Bey’in gözbebekleri sabitlendi. Bakışları dalgınlaştı. Öyle ki sanki gözlerinin hemen önündeki Sabah’ın yüzüne değil de, çok ötelerde çok uzaklarda bir yere bakıyor gibiydi. Diğerlerinin göremediği, eskilerden bir anı canlanmıştı gözlerinin önünde. Hani tarihin tozlu sayfaları denir ya anı eski olmasına eskiydi yine de Cemal Bey’in aklından hiç çıkmadığından olsa gerek, üzerinden yıllar geçmiş olsa da taptaze, tertemiz bir anıydı.
4.Bölüm -Ortalığın karışık olduğu zamanlardı, diye anlatmaya başladı Cemal Bey. -Aynı mahallede top koşturan çocukların ideolojik sebeplerden birbirinin gözünü oyduğu, ana babaların, çocuğum akşam eve sağ salim dönecek mi endişesiyle hop oturup hop kalktığı, hiç kimsenin oyunun dışında kalma lüksünün olmadığı günler. Eh! Biz de genciz, kanımız kaynıyor. Oyunun dışında kalmak değil, oyunculardan biri olmak istiyoruz. Nerede bir işgal nerede bir yürüyüş olsa soluğu üniversiteli ağabey ve ablalarımızın yanı başında alıyoruz. -Gündüzler yetmezmiş gibi geceleri de slogan yazmaya çıkıyoruz. Bizimkilere de, arkadaşlarda ders çalışacağız, beni beklemeyin diye yalan söylüyorum. Cemal Bey’in sabitlenmiş nemli gözleri gençlik günlerinin özlemiyle parladı. -Devrim yapacak, dünyayı değiştirecektik. İyi niyetliydik. Nasıl kötü olabilirdik ki? Çocuktuk daha. Sabah ve Selim, yaşlı adamın dikkatini dağıtmamak için neredeyse nefes bile almıyor pür dikkat dinliyorlardı onu. -Bir gece gene bizimkilere yalan söyleyip arkadaşlarla sokakta aldık soluğu. Ben elimde kireç kovası önden gidiyor duvarlardaki karşı ideolojik sloganların üzerini boyuyordum. Arkadan gelen arkadaşta üzerine kırmızı boya ile bizim sloganları yazıyordu. Gözcü arkadaşın dalgınlığına mı geldik, nasıl olduysa artık bir gece bekçisi tepemizde bitmesin mi? Okkalı bir küfür savurup başladı düdüğünü öttürmeye. Kısa, küçük bir kahkaha attı. Ellerini sallayarak devam etti. -Bizim devrim hak getire, kovayı fırçayı attık, bir görsen, nasıl kaçıyoruz? Şaşırtmaca olsun diye, her birimiz ayrı sokağa daldık. Benim girdiğim sokakta bahçeli müstakil evler vardı. Hemen birinin bahçe duvarından içeri attım kendimi. Duvarın dibinde en zifiri köşesine sinip beklemeye başladım. Kalbim öyle çarpıyordu ki, ağzımdan çıkacak sanmıştım. Biri duyacak korkusundan nefes bile almıyordum. Geçmiş zaman o bahçede ne kadar bekledim bilmiyorum. Bekçinin düdüğüydü, neler olduğu merakıyla pencerelere üşüşen sokak sakinlerinin fısıltısıydı derken nihayet, gecenin karanlığında cırcır böceklerinin sesinden başka ses duyulmayınca, tamam, dedim, zamanı geldi. Sessizce doğruldum yerimden. Elimi uzatıp el yordamıyla tırmandım duvara. Aşağı atlamamla birlikte güçlü bir elin ensemi kavraması bir oldu. O an buz gibi bir ürperti geçti içimden. Cemal Beyin boynu, o anı tekrar yaşıyormuşçasına omuzları arasına gömülü vermişti. -Buraya kadarmış Cemal, dedim içimden. Senin için oyun işte şimdi bitti. İlk defa yakalandığım için mi yahut çocukluktan mı bilmem, hayatımda hiç o an ki kadar korkmamıştım. Bacaklarımın titremesine bile engel olamıyordum. Sonraki birkaç saniye içinde gelecekte yaşanabileceklere dair ihtimaller gece yarısı yol alan ışıklı bir trenin kompartımanları gibi hızla akmaya başladı zihnimde. Karanlık bir yerde gördüm kendimi. Bir sandalyeye bağlamışlar, çıplağım, gözlerim bağlı, her yanım kan içinde. Sonra mahkemeler. Hapiste geçen yıllar. Mahvolmuş bir hayat. Dudakları titredi. -Bir an annem geldi gözlerimin önüne. Boynunu bükmüş bakıyor bana. Hayır, yargılamıyor. Hangi ana yargılar ki yavrusunu? Endişeli, başıma kötü bir şey gelecek diye korkuyor. Yüreği kafese kapatılmış bir kuş misali… Ve adım gibi biliyorum bana bir şey olursa o da yaşayamaz, ölüverir benimle birlikte. Kaçmak istiyorum lakin ensemdeki el, avını yakalamış bir kartal pençesi misali öyle sıkı kavramıştı ki değil kaçmak kıpırdayamıyordum bile. Tam her şey bitti derken ensemdeki elin sahibi, -Cemal, sen misin eşek sıpası? Demesin mi? İsmimi duymak afallatmıştı. Öte yandan seste tanıdık gelmişti kulağıma. Başımı çevirdim, sokak lambasının solgun ışığında beni yakalayan adamın yüzüne baktım. Emin olmak için iyice yaklaştım. İnanamıyordum… Karşımdaki adam babamın çocukluk arkadaşı Ahmet amcaydı. Yazları birlikte pikniğe gittiğimiz hiçbir bayramımızın yahut yılbaşı gecemizin ayrı geçmediği Ahmet amca. O da en az benim kadar şaşkın, biraz da kırgındı. -Ahmet amca. Dedim kekeleyerek. -Ah Cemal! Ah! Dedi. Ne yapayım şimdi ben seni? Götürüp karakola mı teslim edeyim? Hı! Götüreyim de eşek sudan gelene kadar dövsünler seni. Yok, yok en iyisi ben döveyim de aklın başına gelsin. Oğlum ne işin var senin bu yollarda? Anarşik mi kesildin başımıza? Daha yaşın kaç başın kaç? Ağzın süt götün bok kokuyor devrim mi yapacaksın? Bacak kadar boyunla neyine senin siyaset? Yazık değil mi anana babana. Annen duysa yüreğine iner kadıncağızın. -Annemi düşündüm yine. Ah anneciğim! Şimdi her şeyden habersiz benim, bir arkadaşımın evinde ders çalıştığını yahut uyuduğunu zannetmenin huzuru ile uyuyor olmalıydı. Ahmet amca beni karakola teslim etmedi. Doğruca bizim eve geldik. Yolda bir sürü nasihat etti. Bir yandan beni küçümsemesine kızıyor öte yandan bir daha tekrarlanmaması koşuluyla bu geceyi anneme ve babama anlatmayacağı için minnet duyuyordum. Bir taraftan da o gece karşıma başkasını değil de Ahmet amcayı çıkardığı için Tanrıya şükrediyordum. Ne tuhaf! Eğer beni yakalayan başka bir bekçi olsaydı gece çok daha vahim bitebilirdi. Belki beni yakalayan diğer bekçi de başka bir Cemal’in Ahmet amcası olacaktı. Ama beni yakaladığı an ne ben bir dostun oğlu Cemal ne o bir babanın can yoldaşı Ahmet amca olacaktık. Eve geldiğimde gece yarısını çoktan geçiyordu. Lambalar yanmıyordu. Bizimkiler yatmış olmalı, diye düşündüm. O zamanlar öyle televizyon filan yok. Bir radyomuz vardı, yayını bitince bizde yatardık. Kapıyı açıp sessizce bir hırsız gibi süzüldüm içeriye. Parmak uçlarıma basarak odama doğru yürümeye başladım. Yatak odasının önünden geçiyordum ki, annemin, ‘yarın günüm var para bırakmayı unutma’, diyen sesini işittim. Babam yarı uykulu, ‘tamam tamam’, gibilerinden bir şeyler söyledi. Belli ki annem yine gün torbaya girmiş gibi aklına gelen ne varsa anlatmış babamı uyutmamıştı. O gece yaşadığım korkudan sonra koşup ikisine de sarılmamak için zor tutmuştum kendimi. Yine de seslerini duymak bile huzur vermişti bana. Sonra annemin derin bir iç geçirdiğini işittim. Tam adımımı atmıştım ki, ‘Cemal uyumuş mudur acaba?’ Diyen sesiyle olduğum yerde kalakaldım. Canım annem. Gecenin o saatinde bile beni düşünüyordu. Ya gece başka türlü bitseydi, diye düşündüm. Ya benim yüzümden anneme bir şey olsaydı? O zaman asla affetmezdim kendimi. Sonra annem, ‘bazen öyle korkuyorum ki?’ Diye devam etti. Her anne babanın yaşadığı kaygıları dillendiriyor diye düşündüm. Babam, ‘neden?’ Diye sordu. Sesinden uykusunun açıldığını hissetmiştim. ‘Onu kaybetmekten’, diye cevap verdi annem. İçten içe güldüm. Beni neden kaybetsin diki? Gece gece nerden gelmişti aklına böyle saçma bir düşünce. Sonra devam etti sözlerine. ’Bir gün öğrenecek, birinden duyacak diye…’ İyice dikkat kesilmiştim. Annemi bu kadar korkutan şey ne olabilirdi ki? Babamın sesini duydum yeniden. ‘Kuruntu ediyorsun hanım’, diyordu, ‘kim biliyor ki kimden ne duyacak? Kendi ailelerimiz bile Cemal’i bizim oğlumuz biliyor.’ Yaşlı adamın gür beyaz kaşları istemsizce yukarı kaydı; sanki bu sözleri tam da o an, evinin salonunda oturduğu o saniye ilk kez duymuş gibi şaşkınlıkla. Gözleri doldu. Öyle ki gözkapaklarını kırpsa yaşlar boşalacak gibiydi. Cemal Bey bir saniyelik sessizlikten sonra devam etti. -Babamın söylediği son cümle ardı ardına dönmeye başladı kafamın içinde. Öyle ki başım dönmeye kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Kendi ailelerimiz bile Cemal’i bizim oğlumuz biliyor. Cemal’i, Cemal’i bizim oğlumuz biliyor. Bizim oğlumuz biliyor. Bu cümleler ardı ardına yankılanıyordu kafamın içinde. Ne demekti bu? ‘’Ya biri onu almak için kapımıza dayanırsa?’’ Dedi annem. Sesi titriyordu. ‘Verin oğlumuzu derlerse. Vallah billâh vermem ben kuzumu kimseye.’ ‘Hanım sen de biliyorsun, kaç kere okuduk ya kundaktan çıkan kâğıdı.’ Dedi babam. ‘Babası Kore savaşında, annesi de onu doğururken ölmüş diye yazıyordu ya. Müsterih ol. Eğer birinden biri yaşıyor olsaydı ya da onu isteyen bir akrabası, bunca zaman geçti, elbet bulurlardı bizi. Senden istirham ediyorum. Bu konuyu bir daha gündeme getirme. Allah korusun, Cemal’in kulağına giderse, duyarsa perişan olur yavrucak. Bize ne kadar düşkün olduğunu sen de biliyorsun. Şimdi aklını bu bedbaht düşüncelerden sıyır, gönül rahatlığı ile uyu. Hadi, Allah rahatlık versin.’ Öylesine şaşırmıştım ki, ne yapacağımı ne düşüneceğimi bilemiyordum. Göğsümün üstüne koca bir ağırlık oturmuş, soluğum kesilmişti. Kendimi sokağa atmak istedim ancak bu defa da dizlerimin çözülen bağları buna müsaade etmemişlerdi. Öylece olduğum yere yığılıverdim. Henüz birkaç saat önce devrim yapmak ateşiyle yanan ben, bir anda kimliksiz biri olmuştum. Tarihi olmayan bir millet gibi kalakalmıştım. Kendimle ilgili tüm bildiklerimden azade bir anda sadece ‘ben’ kalmıştım. Çırılçıplak bir ben… Bir kaç saat önce gelecek ihtimalleri geçen zihnimden bu defa geçmişim akmaya başlamıştı. Koskoca bir yalan olan geçmişim. O yaşıma kadar annem ve babam olduğunu sandığım kişiler benim yatak odasının hemen önünde duvarının dibine çöktüğümü, sesimi duymasınlar diye iki elimi de ağzıma basıp içime içime hıçkırarak ağladığımı bilmeden uyudular. Cemal Bey sustu. Derin bir iç geçirdi. -Sonraki günler beynimde binlerce soru ile gezdim. Annem dalgınlığımı derslerimin ağırlığına veriyor hocalarıma veryansın ediyor, babam âşık olduğumu sanıyor, ‘oğlum aman derslerini ihmal etme’ diye tembih ediyordu. Slogan yazmaya, yürüyüşe çağıran arkadaşlara bahaneler bulmaya başlamıştım. Hiç bir şey yapmak gelmiyordu içimden. Hiç bir şey düşünmek istemiyordum. Kafamın içinde silemediğim tek bir soru ile boğuşuyordum. ‘Kimim ben?’ Sonra her şeyi olduğu gibi bırakmaya karar verdim. Çünkü o an için yapabileceğim bir şey yoktu. Görünen o ki beni doğuran ana baba artık bu dünya da yaşamıyordu ve yeryüzünde başka hiç kimse beni, beni büyüten annem ve babam kadar sevemezdi. Üstelik onları üzmek de istemiyordum. Bunun kime ne faydası vardı ki? Daha sonra, aradan yıllar geçtikten sonra bazı araştırmalar yaptım ama elime hiçbir şey geçmedi. Cemal Bey Sabah’ın gözlerinin içine baktı. Bakışları takıldığı uzaklardan günümüze geldiğini belli eder şekilde berraklaştı. Gözbebekleri Sabah’ı gördüğünü belli eder şekilde netti. Buruk bir tebessüm etti. -Elimde tek bir ipucu vardı. O da babamın Kore savaşına giden bir asker olduğu. |
0% |