Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@ozgklc

 

5. Bölüm

 

-Babacım! Yoksa! Yoksa bu... Bu nedenle mi? Diye sordu tereddütle.

Cemal Bey, Sabah’ın neyi ima ettiğini anlamıştı. Kendisinin Kore Savaşı konusundaki çalışmalarından, kitaplarından, bu ülkeye yaptığı seyahatlerinden ve memlekette Kore Savaşı dendiğinde akla gelen ilk birkaç tarihçiden biri olmasından, bahsediyordu Sabah.

Başını onay makamında salladı.

-Evet, kızım bu nedenle.

Rengi çekilmiş dudakları buruk bir gülümseme ile çarpıldı.

-Bilmem gerekiyordu, dedi. O savaşa dair her şeyi bilmem gerekiyordu. Çünkü bu savaş, benim kişisel tarihimin tek bilgi kırıntısıydı. Ve o savaşa giden her bir askeri tanımam gerekiyordu. Çünkü…

Gür beyaz kaşları büzüldü, dudakları titremeye başladı.

-Çünkü o askerlerden biri benim babamdı.

Genç kadının ifadesinden babasının geçmişine dair ilk defa olarak duyduğu hikâyenin inanılmazlığı karşısında allak bullak olduğu anlaşılıyordu. Onun böyle bir sırrı olduğunu kırk yıl düşünse aklına getiremezdi. Kendine kızmaya, içi içini yemeye başlamıştı. Nasıl olmuştu da babacığının yüreğindeki bu yarayı görememiş, anlayamamıştı. Tüm dikkatini bencilce kendi yaşamında olanlara vakfettiğinden, hiçbir şeyin farkında olmamıştı, demek. Bu kadar kör olduğuna inanamıyordu. Yüreği, yaşadığı ıstırabın ağırlığı altında ezilmeye başlamıştı.

Yaşlı Adamın ellerine sarıldı bir kez daha.

-Babacım. İnan ki çok çok üzgünüm. Ama neden, neden bana hiçbir şey anlatmadın? Neden tüm bunları tek başına yaşadın?

Omuzlarını umarsızca sarstı Yaşlı Adam.

-Ne anlatabilirdim ki? Bu hayatımın aydınlanmayı bekleyen tek karanlık yeriydi ve hiç kimseyi bu karanlığa ortak etmek istedim.

-Yoksa, annemin de mi haberi yoktu? Diye sordu Sabah, şaşkınlıkla.

Yaşlı Adam onu onaylarcasına salladı başını. Genç Kadının ela gözleri buğulandı. Dudakları titremeye başladı.

-Neler yaşadığından haberim yoktu. Senin için çok zor olmuş olmalı. Özür dilerim babacım. Affet beni.

Sabah daha fazla dayanamadı. Gözyaşları pınarlarından boşanırken babacığının boynuna sarıldı. Narin bedeni hıçkırıklarla sarsılmaya başlamıştı.

Şaşalamıştı yaşlı adam. Şefkatle kızının saçlarını okşadı.

-Senin ne suçun var ki özür diliyorsun?

Sabah doğruldu. Kızarmış yanakları gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

-Bu kadar duyarsız olduğum, anlamadığım için. Oysa yanında olmam sana destek olmam gerekirdi.

Dudaklarını alıngan bir çocuk gibi uzattı.

-Hatta sana yeterince güven veren bir evlat olamadığım için. Eğer bana güvenseydin sırrına beni de ortak ederdin.

Sabah’ın sözleri Cemal Bey’i allak bullak etmişti.

-Hayır, hayır. Diyerek itiraz etti.

-O nasıl söz öyle? Güvenmemek de ne oluyormuş? Benim senden başka güvenecek kimim var şu hayatta?

-O halde neden anlatmadın bana? Neden gizledin benden?

Cemal Bey, Sabah’ın yüzünü avuçları arasına alıp, başparmakları ile gözyaşlarını sildi.

-Bu mevzudan bahsetmemiş olmamın seninle uzaktan yakından bir ilgisi yok Sabahçığım. İnan bana. Bu bilinçli bir tercih bile sayılmaz belki. Sadece olayları akışına bıraktım o kadar. Annem ve babamın konuşmasına tanık olduğum o gece, o an dünyam başıma yıkıldı sanmıştım. Kendimi kandırılmış, ihanete uğramış gibi hissetmiştim.

Bana öyle geliyordu ki benim dışımda tüm dünya bu durumdan haberdardı. İnsanların arkamdan benim hakkımda konuştuklarını beni göstererek gülüp alay ettiklerini zannediyordum. Bu sebepten de herkesten her şeyden nefret etmeye başlamıştım. Hatta alıp başımı, kimsenin beni tanımadığı diyarlara gitmeyi bile istemiştim.

Sabah, burnunu çekti.

-Peki, sonra ne oldu? Diye sordu, ağlamaklı.

-Hastalandım. Günlerce kan ter içinde, hezeyanlar eşliğinde kendimi bilmez halde yatmışım. Ancak günler sonra gecenin bir yarısı gözümü açıp da annemin yatağımın yanı başına yerleştirdiği o kuru sandalyenin üzerinde uykulu gözlerle beni izlediğini gördüğümde, o an dünyanın en değerli şeyine sahip olduğumu anladım.

Cemal Bey’in yaşarmaya yüz tutmuş gözleri ışıldadı.

-Yavrusuna bir şey olacağı korkusuyla gece gündüz demeden onun başucundan bir an olsun ayrılmayan bir anneye ve onun paha biçilemez sevgisine. Beni doğurmamış olabilirdi yine de beni bu dünyada annem kadar sevebilecek başka bir kadın olmadığını anlamıştım. Hem evlatlık olduğumu kötü bir tesadüf neticesinde öğrenmiştim. Aksi halde annem ve babam hiçbir zaman böyle bir şeyi hissettirmemişlerdi bana. Aramızda kan bağı olmasa da onlar benim annem ve babamdı. Bunu kabul ettim ve kendime onlara hayırlı bir evlat olmak için gayret edeceğime söz verim. Onları üzmemek için de bu evlatlık olduğum gerçeğini bildiğimi yanlarında hiçbir zaman dillendirmedim. Hatta anlarlar da üzülürler diye Kore Savaşı konusundaki çalışmalarımı onlar hayattayken gizli tutmaya gayret ettim. Ancak onları kaybettikten sonra ağırlık verdim bu konuya.

Elbette öz ana babamın kimler olduğunu, neden ayrı düştüğümüzü her zaman merak ettim ve hala daha ediyorum. Daha öncede söylediğim gibi bazı araştırmalar da yaptım ancak bir sonuca ulaşamadım. Elimde onların kim olduğuna dair bir bilgi ve belge yokken bunu sana ya da annene açıklamak sizleri de bir bilinmezin içine sokmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Hem, şu an ki şaşkınlığımı bir kenara koyarsam, bu durum beni zannettiğin kadar da üzmüyor. Alıştım artık.

Neden sana söylemediğime gelirsek Sabahçığım. Kim olduğumu öğrenmekten umudumu kesmiş bu sırrı kendimle birlikte mezara götürmeyi bile kabullenmişken, bir de senin aklını bulandırmak istemedim.

-Emin misin? Diye sordu Sabah birazda tereddütle.

-Güvenmediğinden değil yani?

-Elbette. Şüphen olmasın yavrucuğum. Dedi Cemal Bey.

Sonra işaret parmağını Sabah’ın yüzüne doğru sallayarak, biraz sitemkâr, yarı şaka yarı ciddi,

-Sakın bir daha sana güvenmediğimi söyleme. Bak sonra bozuşuruz ona göre. Dedi.

Sabah ikna olmuşa benziyordu. Gülümsedi, babasına bir kez daha sarıldı. Baba kız ayrılırken Cemal Bey de neredeyse varlığını unutmak üzere olduğu misafirine döndü. Atmosferin duygusal ağırlığından mı yoksa bu atmosferi bozmak çekincesinden midir bilinmez tüm bu zaman boyunca sesini çıkarmamış, neredeyse nefes bile almadan tam bir sessizlik içinde olanları izlemişti Selim.

-Kusura bakma evladım. Normalde böyle sulu göz değilizdir. Ne oldu bize anlamadım. Dedi Cemal Bey. Bir yandan da yanaklarındaki kurumaya yüz tutmuş gözyaşlarını siliyordu.

Anlayışla gülümsedi Selim.

-Estağfurullah, ne kusuru? Lütfen rahat olun.

Ortamın havası biraz hafifleyince Cemal Bey,

-Babaanneniz yani teyzem, ne zaman bahsetti benden? Esas merak ettiğim şey nasıl buldunuz beni? Aramızdaki rabıtaya nasıl muvaffak oldunuz? Diye sordu.

-Daha öncede söylediğim gibi çok olmadı hikâyenizi öğrenmem. Bir kaç aydır arıyoruz sizi.

Cemal Bey şaşırmıştı.

-Birkaç aydır mı? Bu kadar kısa bir zamanda mı ulaştınız bana? Nasıl?

Selim mahcup gülümsedi.

-Doğruyu söylemek gerekirse isminiz kılavuz oldu bize.

-İsmim mi?

-Evet, efendim, isminiz. 1951 yılında Bursa ve civarında doğan Gül Cemal isimli kişileri araştırdık.

Cemal Bey ve Sabah birbirlerine şaşkın birer bakış atıp Selim’e döndüler. İkisinden de ses çıkmayınca Selim devam etti.

-Detayları babaannem anlatacaktır ancak şu kadarını söyleyebilirim ki isminiz, ünlü Gül Cemal vapurundan esinlenilerek konmuş.

-Gül Cemal vapuru mu? Diye sordu Yaşlı Adam hayretle.

-Evet, efendim. Siz daha iyi bilirsiniz elbette bu vapuru. Tarihimiz için çok önemli bir figürmüş.

 

 

6.Bölüm

‘’Bir Geminin İnanılmaz Hikâyesi’’

 

Gül Cemal, elbette uzmanlık alanları hangi dönem olursa olsun bütün Türk tarihçilerinin ismini bildiği önemli bir figürdü ve Cemal Bey’in zihninden bir tarihçi olarak adaşına dair bildiği her şey bir film şeridi misali hızla akmaya başlamıştı.

Sadece bir gemi değildi Gül Cemal. Onu görenlerin, güvertesinde bulunanların, hatta sadece maceralarını dinlemek fırsatı bulanların bile yüreklerinde derin izler bırakan bir kahramandı.

1874 yılında İrlanda’da Germanic adı ile doğmuş sonraki sahipleri tarafından Ottova adıyla çağırılmıştı. 1911 Yılında Seyr-i Sefain İdaresi tarafından alınınca yolu İstanbul’a düşmüş ve burada ölene kadar taşıyacağı Gül Cemal adını almıştı. Bu ismi ona dönemin Padişahı Sultan 5.Mehmet Reşat vermişti. Sultan, henüz kendisi kundaktayken kaybettiği annesini yâd etmek için onun ismini bu güzel çehreli gemiye hediye etmişti.

Yetmiş beş yıllık yaşamı boyunca pek çok önemli görevi başarıyla yerine getirmişti Gül Cemal. Bir yolcu gemisi olarak başladığı hayatına pek çok maceralar, pek çok acılar, pek çok sevinçler, pek çok tehlikeler sığdırmıştı.

İlk görevi Avrupa’dan Yeni Dünya’ya göçmen taşımak olmuştu. Çevikti, sağlamdı, hızlıydı. Öyle ki koca Atlantik Okyanusunu yedi gün gibi kısacık bir zamanda geçerek rekor kırmış ve o zamanlar en hızlı Transatlantiklere verilen ‘Blue Riband’ ile ödüllendirilmişti.

Avrupa ve Amerika limanları arasında yaptığı bu seferlerde pek çok da badire atlatmıştı. Hiç kuşkusuz bunların en tehlikelisi New York limanında güvertesine yağan karın ağırlığı yüzünden denizin dibi boylamasıydı. Neyse ki gençti Gül Cemal, yaraları çabucak iyileşmiş tez zamanda toparlanmış, vakit kaybetmeden derin sularla buluşmuştu yeniden. Daha yapacak çok işi vardı ne de olsa.

Çalışkan olmanın yanında uyumluydu da. 1911 Yılında geldiği Osmanlı İmparatorluğunda hiç yabancılık çekmemiş, gelir gelmez canla başla çalışmaya başlamıştı.

Balkan Harbinde Osmanlı İmparatorluğu askerlerini Yemen’e, Rumeli’ye taşıdı önce ve harbin akabinde, içlerinde Fevzi Çakmak’ın da bulunduğu muharipleri kavuşturdu Anadolu’ya, yüreklerinde, artlarında bıraktıkları şehitlerinin acısı, Batı Rumeli’de beş yüz yıldır süren Osmanlı hâkimiyetini yitirmiş olmanın burukluğu ile.

Birinci Cihan Harbi’nde de boş durmadı. Önce hastane gemisi olarak hizmet verdi memlekete, ardından silah kuşanıp düşmana karşı savunmaya geçti.

1915 yılında İmralı’da bir İngiliz denizaltısının torpidosuna hedef olup yaralandıysa da yılmadı, yaralarını sarıp savaşmaya devam etti.

Mütareke döneminde Yunanistan ve Mısır’da esir düşen Alman askerlerini taşıdı, onları sağ salim memleketlerine kavuşturdu.

Kazım Karabekir Paşa’yı, İstanbul’dan Trabzon’a ulaştıran Gül Cemal, Milli Mücadele döneminde Kuva-i Milliye saflarında yer tutarak Batum’dan Karadeniz limanlarına cephane taşımak gibi son derece gizli ve tehlikeli görevleri başarıyla yerine getirdi, böylece Türk Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında da büyük yararlılıklar gösterdi.

Yüz akı ile çıktığı savaşın yorgunluğunu çabucak attı üzerinden. Ne de olsa sıra da yeni bir hayat kurmak ümidiyle Anadolu’dan Yeni Dünya’ya doğru yola çıkan göçmenleri taşımak vardı.

Üstelik daha evvel birçok kereler bu ülkeye sefer düzenlemiş olsa da bu defa taşıdığı Ay Yıldızlı bayrakla, Amerika’ya giden ilk Türk bandıralı gemi olarak, Süvarisi Lütfi Kaptan ile birlikte tarihe geçecekti.

Başlarında İsmet Paşa’nın bulunduğu Lozan Barış Antlaşması’nı imzalayan heyeti, memlekete getiren de yine Gül Cemal olmuştu.

Ve Gül Cemal’i gönüllerde ayrı bir yere koyan en önemli vazifelerinden biri de hiç kuşkusuz işte bu Lozan Barış Antlaşmasına ek madde olarak imzalanan ‘Mübadele Sözleşmesi’ gereği, yurt bildikleri toprakları terk etmeye mecbur bırakılan yüz binlerce Müslüman Türk nüfusu Yunanistan’dan Anadolu’ya taşımasıydı.

Bu defa yalnız değildi. Arkadaşları Cumhuriyet, Sakarya, Akdeniz, Giresun, Dumlupınar ve Sadıkzade ile birlikte Selanik ve Girit limanlarından, Anadolu’nun çeşitli limanlarına yaptıkları bu seferler esnasında ağırladıkları misafirleri için, onlar yalnız birer demir yığını değil, onları anavatana kavuşturan umut gemilerinden biriydi, Gül Cemal.

Maceralı geçen gençlik yıllarından sonra daha sakin bir hayata geçiş yaptı. Artık Anadolu limanları arasında posta ve yolcu taşıyarak geçiyordu günlerini. Bu dönemdeki en önemli vazifesi hiç kuşkusuz yolculukları esnasında Ulu Önder Atatürk’e refakat etmesiydi.

Gül Cemal Türk denizcilik tarihine ismini altın harflerle yazdırmayı başarmış ender gemilerden biriydi. Sadece yolcu taşıyan, yer aldığı savaşlarda adsız bir kahraman olmanın çok ötesinde birçok sanatçıya da ilham kaynağı olmuş, resimlerinin çizildiği tablolar duvarları süslemiş, adına şiirler yazılmış, şarkılar bestelenmiş, türküler yakılmıştı. Yalnız deniz kenarında yaşayanlar arasında değil, Anadolu’nun ücra köşelerindeki evlerde bile ismi anılan bir efsane olmayı başarmıştı.

Tıpkı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, ‘İstanbul Destanı’ şiirinde şu dizelerinde bahsettiği gibi;

İstanbul, deyince aklıma Gül Cemal gelir. Anadolu’da toprak damlı bir evde, Gül Cemal üstüne türküler söylenir.

1937 Yılına gelindiğinde artık yaşlanmıştı. Hareketleri ağırlaşmış, nice maceralar, nice badirelerle geçen yıllar bedeninde onarılmaz tahribatlara yol açmıştı. Ömrünün son yıllarını huzur içinde geçirmesi için Haliç’te kızağa çekildi ve on üç yıl boyunca dünyayı buradan izlemek zorunda kaldı. Takvimler 1950 yılını gösterdiğinde ise artık o kaçınılmaz son gelmiş, Gül Cemal için yolun sonu görünmüştü. Hükümet kararı ile bir İtalyan firmasına satıldı ve yüz binlerce insanın zihninde unutulmaz anılar bırakarak, 1911 yılında genç bir delikanlı olarak geldiği Haliç’ten, bu defa bir römorkörün ardında veda etti Anadolu’ya.

 

 

7.Bölüm

 

Cemal Bey, kederli bakışlarını, bir römorkun ardında Anadolu’ya veda eden adaşından, genç misafirine çevirdi.

-Demek ismim Gül Cemal vapurundan esinlenilmiş? Dedi birazda böbürlenerek.

Dudakları inanmaz bir ifade ile büküldü.

-Vallahi, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

Bir an durdu. Zihninin kıyısında tomurcuklanan ihtimal ile gözleri açıldı.

-Yoksa…

Selim, Yaşlı Adamın neyi ima ettiğini anlamıştı. Başını onaylarcasına salladı.

-Evet efendim. Sizin atalarınız da mübadele ile Anadolu’ya gelmişler. Babaanneniz mübadilmiş ve onu Anadolu’ya getiren gemi de Gülcemalmiş.

Yaşlı adamın gözleri çeperlerini zorlayarak açıldılar.

-Babaannem mübadil miymiş? Diye sordu inanmaz bir ifade ile.

Cemal Bey bir tarihçi gözüyle inanılmaz bir noktada olmanın şaşkınlığını yaşıyordu. Anadolu’ya, mübadele ile gelmiş bir aileden geliyordu ve aynı zamanda babasını Kore savaşında kaybetmiş bir yetimdi. Ulusların kaderi üzerinde derin izler bırakan yine de görece hak ettikleri değeri ve ilgiyi göremeyen bu iki tarihi olay sanki bir anda Cemal Bey’in evinin salonunda buluşmuşlardı.

Bir tarafta pampırlarla anavatana ulaşmaya çalışan mübadiller, öte tarafta Amerikan gemileriyle ölüme giden neferler.

Son duyduklarından sonra Cemal Bey’in aklındaki sorulara yenileri eklenmişti. Bir an önce teyzesi ile görüşmek ve sorularına cevaplar bulmak istiyordu.

-Babaannem de sizi görmeyi çok arzuluyor. Ancak dediğim gibi sağlık sorunları nedeniyle buraya gelmesi sıkıntılı olacaktır. Bu nedenle ne zaman isterseniz sizi ağırlamaktan memnun oluruz. Dedi Selim, içtenlikle.

-Ben de en kısa zamanda kendisi ile tanışmak, görüşmek isterim. Dedi Cemal Bey.

Öyle heyecanlı bir hali vardı ki Selim ‘hadi gidelim’ dese handiyse ayaklanacaktı.

-Mümkün olan en kısa zamanda ziyaret etmek isteriz.

Kızına döndü.

-Değil mi Sabahcığım?

İki adamın bakışları da genç kadına çevrilmişti bir anda. Sabah bir an tereddüt etti. İşi başından aşkındı. Doktoraydı, tezdi, sonra doktora hocasının angaryaları derken neredeyse başını kaşıyacak vakti bile zor buluyordu. Öte yandan dakikalar önce, ‘neden benden sakladın’ diyerek hesap sormuşken şimdi babasını, hayatının bu en önemli karşılaşmasında bir başına bırakamazdı. Üstelik yaşlı adamın gözleri uzun zamandır görmediği bir heyecanla ışıldıyorlardı. Bu heyecanı söndürmeye gönlü razı olmadı. İçtenlikle gülümsedi.

-Tabii babacım, dedi. Sen nasıl istersen… Yalnız bana işlerimi ayarlamam için birkaç gün mühlet ver. Olur mu?

-Tabii, tabii. Dedi Cemal Bey heyecanla.

Ardından Selim’e döndü.

-Biz hazırlıklarımızı yapalım, size haber veririz evladım. Olur mu?

-Tabii elbette efendim. O zaman ben müsaadenizi isteyeyim.

Genç adam ayağa kalktı. Cemal Bey’de ayaklanıvermişti.

-Hemen gidiyor musun evladım? Biraz daha kalsaydın. Yemek yerdik birlikte.

Selim, Cemal Bey’in kendisine sormak istediği soruları olduğu için gitmesini istemediğini anlamıştı. Her ne kadar bu yaşlı adamı zihninde binlerce soru yumağı ile bırakıp gitmeyi içine sindiremese de iki sebepten buna mecburdu.

Bunlardan ilki, önemli bir iş anlaşması yapmak üzere kendisini otelde bekleyen uluslararası bir firmanın yetkilileri idi… Genç adamın İstanbul’a asıl geliş sebebi de bu iş anlaşmasıydı zaten. Otele gitmek üzere yola çıkmışken, avukatı aramış ve Cemal Bey’in adresini vermişti. Ekibini, firma yetkililerini oyalamaları için otele yollarken kendisi de Cemal Bey’in kapısında almıştı soluğu.

İkinci ve daha önemli olan neden ise Cemal Bey’in sorularını cevaplama hakkının kendisine değil babaannesine ait oluğunu düşünmesiydi. Artık iyiden iyiye bildiği üzere, ölümün karanlık kıyılarında dolaşan babaannesini bu haktan mahrum edemezdi.

Uzun uzun açıklamayı gerektiren iki önemli sebebi olmasına karşın sözü uzatmadı. Yalnızca,

-İnanın, daha fazla kalmam imkânsız, Cemal Bey. Malum iş. Demekle yetindi.

Neyse ki Cemal Bey anlayışlı biriydi.

-Eh! Madem işin var, o zaman seni daha fazla tutmayalım evladım.

Selim kapıdan çıkmadan önce döndü.

-Kartvizitimde bütün numaralarım var. Ne zaman isterseniz çekinmeden arayın lütfen.

Ardından ev sahiplerine gülümseyerek ayrıldı.

 

 

8. Bölüm

Genç Adam, babaannesinin odasının önündeydi. Kirli sakalın çevrelediği yüzünden yorgunluk, gözlerinin berrak mavisinde heyecan okunuyordu. Bileğindeki saate baktı. Gece yarısını henüz geçmişti. Yaşlı kadının uyuyup uyumadığını merak ediyordu. Sabahı mı beklesem, diye geçirdi. İçeri girmek ve odasına yollanmak arasında kısa bir git gel yaşasa da sonunda içeri girmeye karar verdi. Eğer, yaşlı kadın uyuyor ise ses etmeden dışarı çıkacaktı. Ama eğer uyumuyor ise ona o çok beklediği haberi, hayır müjdeyi verecekti.

Cemal Bey’i bulduğu haberini telefonda değil de yüz yüze söylemeyi tercih etmişti. Bunun sebepleri vardı. İlki yaşlı kadının sağlığının, alacağı haberin heyecanından olumsuz etkilenme ihtimali idi. Öyle bir durum söz konusu olursa Selim babaannesinin yanında olacak, gerekirse şehirdeki tüm doktorları çiftliğe yığacaktı.

Diğeri ise ki, asıl olmasını dilediği şeydi bu, yaşlı kadının haberi ilk işittiğinde yüzünün alacağını tahayyül ettiği o biraz şaşkın, biraz inanmaz ama en çok da mutlu hali kendi gözleriyle görmek istemesiydi.

Selim, kapı kolunu usulca çevirip, yarı araladığı kapıdan içeri süzüldü. Yatağın başucundaki komodin üzerine yerleştirilmiş abajur etrafa loş bir aydınlık veriyordu. Son zamanlarda edindiği huylardan biri de buydu, karanlıkta uyuyamıyordu, yaşlı kadın.

Kapıyı kapatıp hırsız adımlarıyla babaannesinin yatağına yaklaştı. Eğer uyuyorsa onu uyandırmak istemiyordu. Uzun zamandır uykusuzluk ile mücadele ediyordu ve eğer uyuyorsa, Selim müjdeyi vermek için sabahı bekleyebilirdi. Ancak, kendisine dönen pamuk misali saçlarla çevrili kafadan anladığı üzere bunun için sabahı beklemesine gerek kalmayacaktı.

Yaşlı kadın gülümsedi. Her biri kurumuş birer çalıyı andıran ellerini iki yanına dayayarak, yatağında doğrulmaya çalıştı. Selim de ardına bir yastık daha koyarak, onun korkuluğa benzeyen gövdesini kaldırma mücadelesine destek oldu. Yaşlı kadının her biri bir yaşanmışlık sembolü gibi duran çizgilerle dolu alnına bir öpücük kondurdu.

-Uyumadın mı sen? Diye sordu, yatağın kenarına ilişirken.

-Uyku benim sadık yârim değil artık.

Derin bir iç geçirdi.

-Bu aralar çok boşluyor beni.

Soluk mavi gözlerini Selim’in gözlerine dikti.

-Ne zaman geldin?

-Henüz.

Sevecen dolu gözlerle baktı torununa. Gülümsedi.

-Yorgun olmalısın.

-Seni görmeden yatmak istemedim. Dedi Selim.

Bir yandan da yatağın üzerindeki pikeyi yaşlı kadının üzerine doğru çekiştiriyordu.

-Hem beni boş ver. Sen nasılsın? Sağlığın nasıl? İlaçlarını düzenli aldın değil mi?

Yaşlı kadının suratı asıldı.

-Bunun için dikmedin mi, o gardiyanı başıma? Diye sordu, hoşnutsuz.

Güldü Selim.

-Gardiyan değil, Şirin Sultan, hemşire. Hem senin iyiliğin için. Bunu sen de biliyorsun.

Yaşlı kadın elini adam sen de dercesine havada salladı.

-Bırak şimdi bunları. Anlat bakalım. Sen neler yaptın İstanbul'da? İmzaladınız mı anlaşmayı?

Selim gözlerini yumup başını aşağı yukarı sallayarak onayladı.

-İmzaladık.

-Hayırlı olsun. Çok çalışıyorsun. Allah emek zayiliği vermesin. Vermesin de…

Yaşlı kadın bir saniye için sustu. Kaş altından alıngan bir bakış attı.

-Ne bu hep iş, iş, iş... Ne zaman şirket anlaşmaları yerine nikâh defterine atacaksın imzayı, merak ediyorum.

Güldü Selim.

-Bilmem. Bunu ben de merak ediyorum Şirin Sultan.

-Bu gidişle evde kalacaksın. Yalnız kalacaksın diye korktuğumdan gönül rahatlığı ile ölemiyorum bile!

Selim, yaşlı kadının ellerini avuçları arasına aldı. Bir deri bir kemik kalmış eller öyle kuruydular ki boğumları genç adamın avuçlarına batmışlardı.

-İyi ya! Sen de ölme. Sonsuza kadar yanı başımda dur, bana göz kulak ol. Olmaz mı?

Buruk gülümsedi Yaşlı Kadın.

-Kim kazık çakmış ki dünyaya ben de çakayım? Hepimizin gideceği yer belli. Hem, ölmek için gelmedik mi dünyaya? Allah ele ayağa düşürmesin…

Gözbebekleri titreşti,

-Bir de sıralı ölüm versin, insan ne ister ki gayri? Ölümden yana korkum yok, lakin…

Yaşlı kadın sustu. Selim’in gözlerinin içine diktiği bakışlarında yarı mahcubiyet yarı merak okunuyordu.

-Bir haber var mı? Diye sordu tereddütle.

Selim, onun 'haber var mı' derken neyi kast ettiğini çok iyi biliyordu. O günden beri, neredeyse her gün sorduğu bir soruydu bu. 'Haber var mı?' Ve her seferinde Selim, bu soruya menfi cevap vermenin çaresizliği ile başını öne eğiyordu. Ama bu defa başı öne eğilmemişti. Hatta tersine dikleşmiş, gözbebekleri parlamıştı. Ne de olsa tüm yorgunluğuna rağmen yatağına gitmek yerine babaannesinin odasına gelmesinin sebebi bu değil miydi, nihayet yaşlı kadına bu defa müspet bir cevap verecek olmanın heyecanı. Yaşlı kadın, genç adamın yüzündeki ifadeyi tartıyordu. Selim'in gözlerindeki ışık, dudağının kenarına kondurduğu gülümseme… Bunlar ne anlama geliyor olabilirdi? Yaşlı kadın bedeninden beklenmeyecek bir atiklikle öne doğru atıldı. Gözbebekleri çeperlerini zorluyordu.

-Yoksa yoksa? Diye sordu heyecanla.

Selim başını onaylarcasına salladı.

-Evet, babaanne bu defa haber var. Gözün aydın. Buldum onu.

Yaşlı kadının gözleri yaşarmıştı. Genç adamın ellerini avuçlarına alıp minnetle sıktı.

-Çok şükür. Çok şükür. Diye mırıldandı.

İyice ufalmış gövdesini ardındaki yastık yığınına bırakırken, gözyaşları da akmaya başlamıştı.

-İyi misin babaanne? Diye sordu Selim.

Tedirgin olmuş, bir yandan da kızmıştı kendine. Yaşlı kadının aylardır beklediği haberi alıştırarak değil de bir anda verdi diye.

Yaşlı kadının göğüs kafesi şiddetle inip kalkıyor, boğazından hırıltılı bir ses yayılıyordu odaya.

Selim, elini yatağın başucuna yerleştirilmiş oksijen makinesi uzanmıştı ki yaşlı kadın koluna yapıştı.

-Gerek yok.

-Hemşireyi çağırayım o zaman.

-Hayır, hayır. İyiyim ben.

Selim, inanmaz gözlerle baktı.

-Emin misin babaanne?

Yaşlı kadın gözlerini yumarak onayladı, iyi olduğunu. Derin derin birkaç defa iç geçirdikten sonra soluk alış verişleri de düzene girmişti.

Yaşlı kadının ellerine yapıştı Selim.

-Benim hatam. Birden söylememeliydim. Üstelik doktorun da heyecanlanmaman gerektiğini söylediği halde... Düşüncesizlik ettim. Affet.

-Ah! Çocuk! Dedi Yaşlı kadın.

-İnsan, birileri yasakladı diye duygularına gem vurabilir mi söz geçirebilir mi hiç?

Bakışları soldu.

-Yapabilseydim zaten, şu an bu halde olur muydum?

Kederli derin bir iç geçirdi. Şu doktorların, insan olmanın nasıl bir şey olduğundan haberleri yok herhalde, diye düşündüğü zamanlar olurdu. Hadi tuzu şekeri yasaklamalarını bir yere kadar kabul edebiliyordu lakin üzülmek, heyecanlanmak gibi en doğal, insanı insan yapan duyguları yasaklamaya kalkışmak cüretini göstermeleri de olacak iş miydi?

Ona göre bu ve bu gibi hislerden azade bir canlının, insan kisvesinde dolaşsa bile beşer olmakla uzaktan yakından alakası olamazdı. İster iyi ister kötü olsunlar, insan hisleriyle var olan bir canlıydı.

Hem doktoru yasaklamış bile olsa yaşlı kalbi şu an için atmayacaksa o saniye dursun, ne çıkar? Ölümü çoktan kabullenmişti. Bu dünyada yapması gereken son bir işi kalmıştı sadece. O işini de hallettikten sonra ruhunu seve seve Ölüm Meleğine teslim edecekti.

Ve işte kalbinin şu anki pır pır edişinden anlaşıldığı üzere o günün, teslim tarihinin çok da uzak olmadığı ortadaydı. Hayır, korku değildi bedenini saran his, huzurdu.

Selim'e çevirdi gözlerini. Nedense daha bir güzel görünmüştü torunu gözüne. Açık ten rengine tezat koyu renk dudakları ve her duygusunu aşikâr eden tıpkı kendisininkilere benzeyen mavi gözleri ile yakışıklı, genç bir adamdı. Onunla gurur duyuyordu. Genç adamın ellerine yapıştı. Yalvarırcasına,

-Beni ona götüreceksin değil mi? Diye sordu.

Genç adam yaşlı kadının ellerini kendi avuçlarının arasına aldı. Gülümsedi.

-Senin bir yere gitmene gerek yok babaanne. O geldi. Burada.

 

 

Loading...
0%