@pandoraa
|
Ertesi gün sabah erken saatlerde kalkan ikizler ve Campbell Ailesi bir telaş ile koşuşturmaya başlamıştılar. Efil uyanamadığı için huysuz bir şekilde tüm eşyalarının tam olup olmadığını bakarken; Efsun sabaha kadar heyecandan uyumamış ve eşyalarını erkenden hazırlamıştı ama saat yaklaştıkça bu pansiyon odasında yerinde duramıyordu. Campbell Ailesi’nin evinde ise heyecandan daha çok tedirgin bir bekleyiş vardı. Hayley kabullenemediği bu durum karşısında gidecek olduğu yer hakkında duyduğu kötücül şeyler yüzünden fazlasıyla gergin ve korku doluydu. Jackson ise kardeşinin durumu yüzünden akademide nasıl karşılanacağını fazlasıyla merak ediyordu. Bay ve Bayan Campbell ise çocuklarının durumu karşısında üzülmekten ve onlar için Tanrıça Terra’ya dua etmekten başka bir şey yapamıyorlardı. “Neden, her an sıçmaya hazırlanacak bir ejderha gibi duruyorsun?” diyen Rufus ile Efsun şaşkınlıkla pörtlemiş gözleriyle küçük hemstera bakarken Efil hünkârca güldü. “Ah, şimdide hortlak görmüş şaşkın ördek yavrusu gibi bakıyorsun.” “A-a! Terbiyesiz seni,” diye söylenen Efsun yüzünde sanki bir limon yemiş gibi oluşan ifade ile bir Efil’e bir de Rufus’a baktı. “Hay, aksi şeytan, birken iki oldunuz ya!” Efil ve Rufus, Efsun’un bu haline gülerken daha fazla oyalanmadan pansiyondan ayrıldılar. Aynı zamanda da Campbell Ailesi de evlerinden çıkarken Efil ve Jackson limana doğru yol aldılar. Hayley ve Efsun ise Skyland pistine gittiler. Skyland aynı dünyadaki havalimanlarına (Port) benzer ama daha fantastik bir yerdi. Büyük camdan görünen pisten havalanan kendi dünyalarına nazaran katbekat daha büyük olan uçan balonlar (Volte’ler), büyük yırtıcı kuşlar, devasa boyuttaki uçan ağaçlar… Sanırım, bizim uçaklara göre daha üst düzeyde ki teknolojiye sahip uçaklara bineceğiz diye düşündü Efsun. Efsun, büyülenmiş gözler ve merakla geldiği bu Skyland pistine bakarken üç numaralı pisti bulmaya çalışıyordu. Yanından geçen insanlara sormak istese de herkes birbirine omuz atarak, görmezden gelerek hızlı hareket ediyorlardı. O sırada yanından geçmekte olan bir kadının “Hadi, acele edin. Üç numaralı pistte ki kuyruğa kalmadan yetişmemiz gerek.” dediğini duydu. Efsun hızla kadına döndü. Tombul bir kadındı bu, ikisi mor, biri yeşil bir diğeri de mavi saçlı dört oğlanla konuşuyordu. Çocukların dördünde de, Efsun’unkine benzer birer sandık, birer de evcil hayvan vardı. Yüreği gümbür gümbür atarak, el arabasıyla onların peşine düştü Efsun. Durdular, o da durdu ve ne söylediklerini işitecek kadar yakınlarındaydı. Çocukların annesi, “Arabaların kalkış saati kaç?” diye sordu. “On bir,” dedi küçük bir kız, o da pembe saçlıydı, kadının elini tutmuştu. “Anneciğim, ben de gidebilir miyim?” “Sen daha çok küçüksün, Teddy, uslu dur. Hadi, Billie, önce sen git.” Çocukların en büyüğü yeşil saçlı olan, portun merkezde bulunan devasa boyuttaki ejderha şekilli şömineye doğru yürüdü. Efsun, bir şey kaçırmaktan korkarcasına gözünü bile kırpmadan onu izledi. Çocuk tam şöminenin önüne vardığında aralarına kalabalık bir insan topluluğu girdi; son sırt çantası çekilip ortalık açılınca, Efsun çocuğun ortalarda olmadığını gördü. Tombul kadın, “Sıra sende, Zack,” dedi. “Zack değilim ben, Cody’yim,” dedi çocuk. “Bir de kalkmış, annemiz olduğunu söylüyorsun! Yakışıklı olan her daim benim!” “Özür dilerim, Cody.” “Şaka yapıyordum, ben Zack’im,” dedi çocuk, o da gitti. İkiz kardeşi çabuk olmasını seslendi arkasından; o da kardeşini dinledi anlaşılan, çünkü bir saniye içinde yok olmuştu ama nasıl becermişti bunu? “Vay, canına. Bunu nasıl yaptılar?” diye şaşkınca konuşan Efsun, yeşil saçlı kadının dikkatini çekmişti. “Merhaba, yavrum,” dedi kadın. “Mineraloge’a ilk gidişin mi? Max de yeni.” Oğullarının sonuncusunu, en küçüklerini gösterdi. Mavi saçlı, uzun boylu, zayıf, leylek bacaklı, küçük burunlu bir çocuktu bu, elleriyle ayakları kocamandı. “Evet!” diye heyecanla cıvıldadı. “Bir şey soracaktım, ben şeye nasıl gidilir bilmiyorum.” Kadın, “Piste nasıl gideceğini mi?” dedi gülümseyerek; Elzem başını salladı. “Kolay,” dedi kadın. “Bütün yapacağın, şömineye yürümek. Dosdoğru git, durma, bir yere çarparım diye de korkma, bu çok önemli. Heyecanını bastıramıyorsan, koşar adım git. Hadi, Max’den önce seni yollayalım.” “Olur,” diyerek tedirginlik ve heyecanla gülümsedi, yanan bir şöminenin içine koşmak ha diye düşündü ve sonra merakla sordu. “Peki, neden akademiye giden piste böyle bir yoldan gidiliyor?” Bu soruyu beklemeyen kadının ağzından, “Oh,” diye bir şaşkınlık nidası dökülüverdi. Sonra ansızın aklına güç testinin olduğu gün düştü. Sanırım bu, o kızlardan biri diye düşündü. Kadının yüzünü sıcak bir gülümseme kaplarken kızın sorusunu yanıtladı. “Akademideki öğrencilerin güvenliği için böyle bir önlem alındı: bu şömineden içeriye Mineraloge’ta aktif öğrenci veya profesör olmayan hiç kimse içeriye giremez.” Efsun anladığını belirtir bir şekilde kafasını salladı. Bizim dünyamızdaki güvenlik bekçilerinden daha iyi bir çözüm diye düşünmeden edemedi. El arabasını iterek çevirdi, gümbür gümbür yanan şömineye baktı. Fazla ateşli görünüyordu. Yürümeye başladı. Şöminenin önünden kendi pistlerine koşuşturanlar, onu iterek yol açtılar kendilerine. Efsun adımlarını hızlandırdı. El arabası denetimden çıkmıştı ve şimdi şömine ile arasında son bir adım kala gözlerini sımsıkı yumdu; kendini şöminenin alevlerine doğru ittirdi. “Mineraloge yolcusu kalmasın!” Lantecaroz Duyduğu sesle gözlerini yavaşça açan Efsun açık bir arazi ve telaşla koşuşturan öğrenciler ile görevlileri gördü. Araziyi kaplayan devasa boyuttaki üç katlı ahşap evlere irice açılmış gözlerle baktı. Kaç metre boyunda ve genişliğindeydi bunlar diye düşünmeden edemedi. Üç katlı koca binaları andıran ahşap evlerin önünde evlerden daha devasa boyuttaki bembeyaz renkli kanatlı atlara baktıkça gözleri daha da irileşiyordu. “Birinci sınıflar bu lantecaroza!” Duyduğu sesle yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşirken el arabasını itti. Gökyüzünde parlayan güneşin sıcaklığı içini sımsıcak etmişti, ayaklarının dibinde her renkten kediler koşuyordu. Evcil hayvanları, ağır sandıkların takırtıları, gıcırtıları arasında birbirlerini selamlıyordu. İlk birkaç lantecaroz öğrencilerle dolmuştu şimdiden, bazıları pencereden sarkmış, gelmekte olan arkadaşlarıyla konuşuyor, bazıları da yer kavgası ediyordu. Efsun boş bir yer bulabilmek için el arabasını iterek pist boyunca ilerledi. Yuvarlak yüzlü bir çocuğun yanından geçti; çocuk, “Yine kurbağamı kaybettim, Mike,” diyordu. Efsun, sivri burunlu çocuğun, “Ah, Owen,” diye iç çektiğini duydu. Perçemli bir çocuğun çevresini küçük bir kalabalık sarmıştı. “Bir bakalım, Simon, ne olursun.” Çocuk kolunun altındaki kutunun kapağını açtı, içindeki şey uzun, kıllı bacağını uzatınca, herkes çığlıklar attı, haykırdı. Elzem kalabalığı yararak ilerledi, binecek olduğu lantecarozun önüne geldi sonunda. Önce Bam Bam Şakir’i koydu içeriye, sonra da sandığını ite kaka lantecarozun kapısına götürdü. Bir ucundan tutarak kaldırmaya çalıştı, basamağa koyacaktı, ama beceremedi, iki kere ayağının üstüne düşürdü. “Yardım ister misin?” Portta arkasından gittiği mor saçlı ikizlerden biriydi bu. “Evet, lütfen,” diye yorgunlukla soludu Efsun. “Hey, Cody! Gel de yardım et!” İkizlerin yardımıyla, Efsun’un sandığı lantecaroza çıkarılıp bir köşesine konuldu. Gözlerine düşen saçlarını arkaya iterek, “Teşekkür ederim.” diyerek gülümsedi Efsun. Elzem lantecarozun içine girerken pencereden Hayley’in geldiğini gördü. Gülümseyerek kızın yanına gitti. “Hoş geldin.” diyen Efsun, Amara’nın kafesini alıp lantecarozun bir köşesine koydu. “İçerisi oldukça dolu. Bende daha boş bir yer bulmadım, beraber bulalım.” “Oh, peki.” dedi Hayley, bir an için ne diyeceğini bilemedi. Sandığın birer ucundan tutup onu da lantecarozun içine koydular. Soluk soluğa kalan kızlar bir an için göz göze geldiklerinde birbirlerine gülümsediler. O sırada bir düdük öttü. “Hadi, çabuk olun!” dedi yeşil saçlı oğlan, bu şömineyi geçmesin de yardım eden kadının oğullarından biriydi. Mavi saçlı çocuğun eşyalarını onların bulunduğu lantecaroza koydular, ikizler hemen yanlarında bulunana yeşil saçlı ise daha uzaktaki lantecaroza bindi. Lantecarozlar ahşaptan yapılma üç katlı, içi ise aynı bir treninin içi gibi dizayn edilmişti. Bölme bölme kompartımanlar bulunuyordu. Kızlar zor bela kendilerini boş bir kompartımana atıp eşyalarını yerleştirdiler. Yüreklerinin büyük bir heyecanla kabardığını duydu Hayley ve Elzem. Başlarına neler geleceğini bilmiyorlardı ve bu durum istemsizce onları tedirgin ediyordu. Kompartımanın kapısı açıldı, renkli saçlı çocukların en küçüğü girdi içeri. Efsun’un yanındaki koltuğu göstererek, “Kimse oturuyor mu burada?” diye sordu. “Her yer dolu.” Efsun iki yana salladı başını, çocuk oturdu. Efsun’a ve Hayley’e bir göz attı, sonra hiç ona bakmamış gibi, birdenbire pencereden dışarıyı seyretmeye koyuldu. “Hey, Max!” İkizler gelmişlerdi, yanlarında da kısa boylu cılız bir oğlan çocuğu vardı. “Bu Felix, sizin gibi bir yeni yetme.” dedi ikizlerden biri, yanındaki çocuğu göstererek. “Lantecarozda ki tek boş yer burası, o yüzden hadi geç otur Felix.” Felix, Hayley’in yanına geçerken ikizler onun eşyalarını kompartımanın bir köşesine koydular; bu sırada da ikizlerden biri konuşmaya başladı. “Bak, biz kendi lantecarozumuza gidiyoruz Simon Boselli’de dev bir tarantula örümceği var.” “Peki,” diye mırıldandı Max. “Hey,” dedi öteki ikiz, “Kendimizi tanıtmış mıydık? Biz Zack ve Cody Russo. Bu da kardeşimiz Max. Sonra görüşürüz.” Efsun, ikizlerin hiperaktif ve cana yakın tavırları ile kikirdedi. İkici bir düdük daha kulaklarını doldururken havalandıklarını hissettiler. Gökyüzüne doğru süzülürken Efsun cama adeta bir sülük gibi yapışmış ve aşağıda kalan şehri büyülenmiş gözlerle izliyordu. Hayley bile bu manzara karşısında istemsizce nefesini tutmuştu. O sırada da kompartımanın kapısı yeniden açıldı. Kurbağası kaçan çocuk gelmişti, yanında da bir kız vardı. Kız, sapsarı saçları ve masmavi gözleriyle bir prensesi andırıyordu. “Bir kurbağa gören oldu mu? Owen kurbağasını kaybetmiş,” dedi. Sesi buyururcasına çıkıyordu, ön dişleri oldukça iriydi. “Görmediğimizi daha önce söyledik ona,” dedi Max, ama kız onu dinlemiyordu bile, Hayley ve Efsun’abakıyordu. “Felix’i zaten tanıyorum, eee sende bir kızıl ve şapşal olduğuna göre bir Russo’sun.” dedi, Max’i itekleyip açılan boşluğa oturdu. Gözleri bir atmacanın avına odaklandığı gibi kızların üzerine odaklandı. “Ama sizi daha önce görmedim. Hâlbuki büyü dünyasında ki birçok büyücüyü tanırım. Her neyse, benim adım Rebecca Lauren Cattermole, siz kimsiniz?” Bütün bunları hızlı hızlı söylemişti. Kızlar onun hızına bir için yetişememişti. Efsun, Hayley ve Max’e baktı, ikisi de fazlasıyla şaşkındı; Hayley daha çok gergindi. “Efsun Kara ben,” diye mırıldandı Efsun. Ah, dışı prenses ama içi uyuzlukla dolu olan kıza. “Sahi mi?” dedi Lauren. “Sen şu Güç Testinde ki bulutta bulunan kızlardan birisin. İnanılmaz! Teste gelmemene rağmen nasıl olurda gücünü orada göstere bilirsin? Orinlafec tarihi boyunca hiç böyle bir şeyle karşılaşılmadı. Sen ve kardeşin bir ilk siniz. Dur bir dakika!” Taramalı tüfek gibi birbiri ardına sıraladığı cümleleri ile şaşkınca Hayley’e baktı. O gözlerin Hayley’e bulmasıyla kız tüm kaslarının gerildiğini hissetti. “Sende element ailesinden gelme o büyücüsün.” Kızın sözleri ile Hayley’in gerildiğini hisseden Efsun hemen atıldı. “Ah, evet, tatlım. Tam da bahsettiğin o kızlar biziz.” diyerek saçlarını savurdu ve yüzüne kondurduğu gülüşü ile Hayley’e baktı. “Bak, görüyor musun Hayley? Daha akademiye gelmeden, akademi bizim şöhretimiz ile çalkalanıyor. Desene artık bizde birer ünlüyüz!” Efsun’un söylediklerini tek kaşı havada dinleyen Lauren ayağa kalkıp saçlarını savurdu. “Neyse, biz gidip Owen’ın kurbağasını arayalım.” Kurbağasız çocuğu sürükleyerek kompartımandan çıktı. Onların gitmesiyle derin bir nefes alan Hayley ile Efsun, Efil’in ne yaptığını düşünüyordu. Ah, onu şimdiden çok özlemişi. ~~ “Ah, lanet olsun! Biz niye Efsun’lar gibi uçakla gitmiyoruz ki?” diye söylenen Efil karşısındaki devasa büyüklükte ki gemiye ve geminin üzerinde bulunduğu derin kara okyanusa baktı. “Hayır, yani, ne gerek var koca okyanusu aşıp gitmeye? İnsan bir düşünür, belki öğrencilerden birini okyanus tutuyor. Sağlık yani sonuçta bu!” “Az ufak at da civcivler yesin.” diyen omzunun üzerinde yerini almış olan Rufus ile gözlerini devirdi. Hayır, yani ne gerek vardı da bir günde Rufus’ı kendisine benzetmişti ki? “Seni okyanus falan tutmuyor Efil. Sen okyanusun içindeki yaratıklardan korkuyorsun.” “Ah, evet, korkuyorum ama bunu ikimizden başkasının bilmesine gerek yok Rufus. O yüzden kapa çeneni.” Gözlerini deviren Efil gergin bir şekilde gemiye binme sırasının ona gelmesini bekliyordu. Etrafında ki tüm çocuklar o kadar çok ciddiydi ki Efil bir an için kendisini çocukların bedenini ele geçirmiş yetişkinlerin olduğu bir toplulukta gibi hissetti. Çocuk dediğin eğlenir, oyun oynar ve saçmalardı. Ama bu çocuklarda daha çok heyecan ve ciddilik akıyordu. Efil şimdiden sıkıldığını hissetti. O sırada arkasında bulunan çocuklara seslenen bir kadının sesini işitti. “Şimdi, siz ikiniz bu yıl uslu durun. Eğer bir mektup daha haber getirirse tuvaleti taşırdığınıza dair ya da-“ “Tuvaleti taşırmak mı? Hiç böyle bir şey yapmadık ki.” “Yine de iyi fikir, anne, sağ ol.” “Hiç de komik değil. Kuzeniniz Alex’e da göz kulak olun.” “Merak etme, bastıbacak Alexis bizim yanımızda güvende.” “Kes sesini,” dedi gözlüklü ve kıvırcık kızıl saçlı çocuk. Boyu neredeyse yanında ki çocuklar kadar uzundu. Efil kulak misafiri olduğu konuşmalar ile sinsice gülümsedi. “Ah, düşündüğüm kadar sıkıcı olmayacak, ha?” diyerek yüzündeki gülümseme ile Rufus’a baktı. “Kesinlikle çok eğlenceğiz küçük dostum.” |
0% |