Yeni Üyelik
3.
Bölüm

🍃Bölüm~1🍃

@papatyahikayeleri

🌺
••••

*Bir fidandım derildim
Fırtınaydım duruldum
Yoruldum çok yoruldum
Siz benim neler çektiğimi
Nereden bileceksiniz?
•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

Efsa'dan:
••••••••••••

Acımasız hayat bundan daha kötü ne yapabilir dediğim her günün sabahı öyle bir şey geliyordu ki başıma, dün olanlar bir hiçmiş gibi gözüküyordu gözlerime...

Şu an küçük banyomuzun klozeti üzerinde kapağı indirerek oturmuş, elimde çift hat gösteren çubuğa bakıyordum dolu dolu olan gözlerimle.

Ne yapacaktım ben, başımdan geçen olayları bile yutamamışken, sindirememişken daha...

Kadınlara sizin için bu dünyada en özel duygu hangisi diye sorsalar, birçok kadın hiç düşünmeden annelik duygusu der...

Anne olacağını, hamile olduğunu öğrendiğinde karalar bağlayarak, çaresiz bir duruma düşen çok az kadın vardır bu dünyada...

Allah kahretsin ki ben de onlardan biriydim. Şu an ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı, daha geçmeyen yaralarımın yeniden kanamasını nasıl durduracağımı hiç ama hiç bilmiyordum.

Dudaklarımın arasından firar eden hıçkırığımın duyulmaması için elimle ağzımı kapattım. Allahtan ümit kesilmez derler ya. Fakat ben öyle bir durumdaydım ki ümit istemeye yüzüm bile yoktu. Biliyordum, çaresizdim, bilmiyordum ne yapacağımı.

"Efsa, kızım yarım saattir ne yapıyorsun orada?" sitem ederek kapıyı çalan halamın sesi beni düşüncelerimden şimdilik ayırmıştı.

"Çıkıyorum, halacığım" dedim sesimin düz çıkmasına aşırı efor sarf ederek.

"Halit amcan aramıştı, Yiğit hastalanmış, benim gitmem gerek baban için çorba koydum sehpaya, hayde çabuk çık da soğumadan yesin adam" babam...Aldığı nefes için bile şükrettiğim adam. Zaten bakmaya utandığım yüzüne, nasıl bakacaktım şimdi?

"Tamam hala, git sen çıkıyorum ben" diyerek klozetin üzerinden kalktım. Elimde duran o uğursuz çubuğu elbisemin cebine atarak, musluğu açtım. Ağlamaktan kıpkırmızı olan gözlerime iyi gelmesini umarak, soğuk sudan avuç içlerime doldurarak yüzümü yıkadım.

Başımı kaldırarak ayna da kendime baktığımda kocaman bir enkazla karşılaşmıştım. Mavi gözlerimin içi kıpkırmızı, altları mosmordu. Sırtımda taşıdığım yüklerin ağırlığı yüzüme yansımıştı sanki.
O kadar solgun, ruhsuz gözüküyordum ki, ölüden farkım yoktu... Hoş yaşayan ölüydüm ben... Bedeni burada ruhu toprağın yedi kat dibinde...

Banyodan çıktığımda halamın gitmiş olduğunu gördüm. Fazla oyalanmadan salona geçtiğimde halamın hazırladığı tepsi girmişti bakış açıma.

Koltukta uzanan babamın yanına yaklaşarak diz çöktüm. Her zaman yaptığım gibi kırışmış ellerine öpücükler sıraladım ilk önce.
Hafif işlek olan sağ elini kaldırdığında gülümseyerek kafamı aşağı eğdim. Böylelikle de saçlarımı okşamasına izin verdim.

"Ağla...dın...mı... sen?" kesik kesik, kekeleyerek konuşan babama baktım.

"Yok babam, ne ağlaması soğan doğruyordum mutfakta ondan olmuştur her halde" tane tane konuştum anlayabilmesi için. Ben çocukken babamın bana baktığı gibi şimdi de ben ona bakıyordum, asla bıkmadan, asla of bile demeden. İnsan canından çok sevdiğinden, kıymetlisinden bıkar mı ki?

"Hadi Ahmet Paşa çorbanı soğutmayalım. Nefise Sultan döktürmüş yine" dedim sahte tebessümümü dudaklarıma yerleştirerek. Hayatım sahte, yalan olmuştu gülüşden ne olacak ki?

Yastığını düzelterek, hafif dikleştirdim ağır bedenini. Sehpanın üzerinde duran tepsiyi alarak, dizlerimin üzerinde sabitledim ve çorbanın üzerine dökülmemesi için pijamasının yakalığına peçete koydum. Halamın bıraktığı limon dilimden biraz çorbaya sıktıktan sonra kaşığı daldırarak babamın dudakları arasına yaklaştırdım.

Babam...Hayatımın kanatsız meleği 5 yıldır yatağa mahkumdu. Haberdar olmadığı beyin rahatsızlığı onu en son bu hale sokmuştu. Geç teşhis konulması yüzünden inme geçiren babam yatağa mahkum kalmıştı.

On altı yaşımdan ona bakıyordum ben. Bu yüzden liseyi bile zar zor bitirmiş, üniversiteyi aklımdan bile geçirmemiştim. Zira hem çalışıp, hem babama bakarken okumak mümkün olmuyordu. Allahtan halam vardı yanımızda da çok yardımcı oluyordu bana. Fakat onun da eşi, iki çocuğu vardı. Sürekli bizimle ilgilenemiyordu.

Annemi soracak olursanız, annem terk etmişti bizi daha ben yedi yaşındayken. Babamla ailesinin zoru sonucu evlendiği için asla ne babama ne de bana sevgisini göstermemişti. Bir sabah babamla, küçücük bir kağıt parçasına gideceğini yazarak giden annemle uyanmıştık rüyadan. Veda bile etmemişti. Döneceğim dememişti. Kızım, Efsa'm dememişti bir kez olsun bana.

Böyle geçmişti çocukluğum, anne şefkatinden, anne sevgisinden yoksun. Bir kez olsun bile saçlarımı okşamamış, yanağıma sevgi dolu bir öpücük bırakmamıştı benim annem.

O gittikten sonra babam olmuştu hem annem, hem de babam. Sırf beni sevmemesinden korktuğu için evlenmedi de bir daha. Hayatını yalnız bana adadı güzel kalpli babam. Hem annem oldu, hem babam. Anne eksikliğini hissetmedim annem gittikten sonra ben. Çünkü sevgisini görmemiştim ki, eksikliğini de hissedeyim. Bir duygunun eksikliğini hissetmek için onu yaşamak gerek ya. İşte öyleydi.

Daha ben küçükken babamda sık sık baş ağrıları oluyordu. Hep sol şakağını tutarak inlerdi, içtiği ağrı kesiciler hafifletmezdi acısını. Sonra annem bizi terk ettiğinde daha sık olmaya başladı bu ağrılar. Fakat bir türlü doktora gitmiyordu. Baş ağrısıdır herkes de olur, geçip gider diyordu...

Ama geçip gitmek bir yana dursun, o ağrılar babamı mahvetti. Başının sol tarafında olan damarlarında doku zedelenmesi ve şiş varmış. Bir de o zaman gitti ki doktora artık sol tarafını hissetmiyor, sol gözü görmüyor, doğru düzgün konuşamıyordu. Böylelikle dağ gibi kahramanım yataklara düşerek insanlara muhtaç duruma geldi.
Çok hafif sağ elini, ve sağ bacağını kıpırdatıyor, ve kesik kesik de olsa konuşuyordu. Doktorun yaptığı tedaviyle sol gözü açılmıştı, ama yatağa mahkum kalmıştı işte. Fakat bu bile bana yeterdi. Onun nefes almasını bilmek bile benim için yeterliydi.

Aslında ameliyat olunursa düzelme şansı vardı, fakat doktor sadece yüzde otuz umut vaat ediyordu, babamın masa da kalma şansı daha yüksekti.
Bu yüzden ameliyatı da ben istemiyordum, hoş zaten o kadar paramız da yoktu.

"Evet, babam yine ister misin?" asla ikinci tabak istemezdi, doyduğundan mı? Yoksa utandığından mı hiçbir zaman çözemiyordum.

Kaşlarını yukarı kaldırarak hayır dediğinde peçeteyi alarak dudaklarını temizledim.

"O zaman ilacını vereceğim, uyursun" dedim yanağına sulu bir öpücük kondurarak.

Mutfağa giderek ilacını ve bir bardak ılık su alarak yeniden salona dönmüştüm. İlacını da içirdikten sonra babam uyumaya hazırdı. İçtiği ilaçların etkisiyle günün çoğu vaktini uyuyarak geçiyordu.

"Ben kütüphanedeki işime gidiyorum, sen de güzel güzel uyu." dedim özlemle tüm yüzüne bakarken. Yüzünü hafızama kaydediyordum sanki. Eğilerek derin bir öpücük bıraktım şakağına, bir süre saçlarını okşayarak uyumasını bekledim. Uyuduğundan emin olduğumda ayağa kalkmıştım.

"Seni çok seviyorum babam," diyerek son kez yüzüne baktıktan sonra salondan çıkarak kendi odama geçtim.

İlk işim kütüphanede görevli arkadaşım, ayrıca da koca hayatta olan tek dostum olan Aleyna'yı aramak oldu.
Üçüncü çalışta açmıştı.

"Efendim canım?" dediğinde derince nefes almıştım.

"Aleyna, bugün beni idare edebilir misin acaba?" Diye sordum mahcup bir edayla.

"Ederim etmesine de, kötü bir şey yok ya?" dedi meraklı ve endişeli ses tonuyla.

"Hayır canım, babama birkaç tahlil yaptırmıştık, onları almaya gideceğim" diyerek yalan söyledim. Yalandan nefret eden, asla yalan konuşmayan ben, şu son bir buçuk ayda doğru bir şey konuşmuyordum. Hep yalan hep yalan...

"Anladım, umarım kötü bir ilerleme yoktur Ahmet amcanın durumunda?" ah çok şükür şimdilik öyle bir şey yoktu.

"Yok, rutin tahliller bunlar, sürekli yapılıyor" yine bir yalan...

"Peki, zaten çok yoğun değiliz, merak etme git hallet işlerini" diyen arkadaşıma minnetle gülümsedim.

"Sağ olasın, görüşürüz o zaman" dediğimde o da aynı şekilde karşılık vermişti.

Çantamı alarak bir miktar birikmiş paramı içine koyduktan sonra evden çıkarak hastanenin yolunu tuttum. Otobüse bindiğimde akbili bastıktan sonra boş olan yerlerden birine geçerek kulaklığımı taktım ve Ahmet Kaya şarkıları dinlemeye başladım. Zaten sürekli aklımı saran düşünceler şimdi de rahat olmama izin vermiyordu.

İki buçuk ay önceye kadar ben iki işte çalışıyordum. Hafta içi bir restoranda bulaşık kıyıyor, hafta sonuysa kütüphanede çalışıyordum. Çalıştığım yer de bu civarda çok meşhur olduğu için sürekli dolu oluyor, özel günler için kapatılıyordu.

Fakat başımdan geçen olay yüzünden işe bir daha gitmemiştim. Hayatımı mahveden, beni enkaza dönüştüren, ruhumu bedenim hala yaşarken yerin yedi kat dibine gömen o olay.

Müdürümüz 30'lu yaşlarının sonlarında olan Savaş beydi. Bana her zaman aşırı ilgisi olmuştu. Hep avans verir, ek maaş alabilmem için özel davetlerde garson gibi çalıştırırdı beni. Bense bu yaptıklarını asla kötü yere yozmuyor, durumumuzdan dolayı bana yardım etmek istediğini düşünüyordum. Hatta bunun için ona minnet bile duyuyordum, fakat bir gün hayatımı öyle bir kararttı ki, içimde dolup taşan minnet duygusunun yerini nefret aldı.

Sıradan bir iş gününde bulaşık yıkadığım zaman beni odasına çağırmıştı. Odasına gittiğimde her zaman ki ışıldayan gözleriyle süzmüştü beni. Bunu o zamanlar umursamıyordum tabii. Nereden bileydim ki alıcı gözüyle, bir kadın gibi süzüyor beni.

"Yarın akşama çok özel bir kutlama için restoran kapatıldı. Güzel bahşişler dönecek orada, garsonlar listesine senin de adını yazdım. 9 da başlıyor, işe gelme kutlama geç bitebilir gece time çalışırsın" dediğinde şaşkındım. Her zaman çalışırtım böyle davetlerde fakat gece time ilk kez oluyordu, tamam çalışan arkadaşlarım söylüyordu olduğunu, ama ne bileyim içime kurt düşmüştü.
Ama para yüzünden kabul etmiştim. Zaten başka şansım yoktu ki, evin kirası, faturalar, babamın ilaçları derken ay sonunu zor getiriyordum.

"Peki, teşekkür ederim Savaş bey" dediğimde 32 diş sırıtmıştı. O zaman bana normal gelen, şimdiyse iğrendiğim gülüşüyle.

"Rica ederim, Efsa" dediğinde odadan çıkmıştım. Sesinde olan oyunbazlığı fark etmem de iş işten geçtikten sonra olmuştu.

Dediği gibi yarın işe gitmemiş, yalnız akşam 8 de işe gitmiştim. Hazırlıklara da yardım etmek için bir saat erken gelmiştim. İçeri adımımı attığımda ölüm sessizliği vardı içerde. Loş ışık dışında odayı aydınlatan hiçbir şey yoktu. Biraz ilerleyerek bakındığımda kimseyi görmememle şaşkınlığım yerini endişeye bırakmıştı. Tam kimse yok mu diye bağıracakken aniden kapının kapanması sesiyle yerimde sıçrayarak arkaya döndüm. Gözlerim gördüğüm manzara sonucu kocaman açılmıştı.
Savaş bey kapıyı kilitliyordu(!)

"Ne yapıyorsunuz?" titrek çıkmıştı sesim korktuğumdan dolayı.

Hiçbir şey demeden gözlerimin içine baka baka üzerime doğru gelmeye başlayınca refleks olarak geri geri gidiyordum. Son durağım sert duvar olunca köşeye sıkışmıştım.

"Gözlerin şu karanlık ortamda bile ışık saçıyor güzel Efsa" sesi o kadar boğuk çıkıyordu ki. Eliyle yüzüme dokunmak istediğinde hızla başımı çektim. Niyetini anlamıştım çünkü.

"Savaş bey, bırakın beni gideyim" dedim yalvarır nitelikte.

"İlk iş gününde seni gördüğüm zamandan deli oluyorum sana, yaptığım onca iyiliye rağmen dönüp bana bakmadın bile, şimdi bırakmamı mı söylüyorsun?" Saçlarımın ucunu parmağına dolamıştı. Transa girmiş gibi ona bakıyordum. Fakat sonra yüzüme yaklaşan dudakları görmemle silkelenerek tokat atmak için hızla elimi göğe savurdum, fakat havada yakalayarak sıkmıştı elimi.

"Uslu dur ki canın yanmasın, güzel Efsa" tiksiniyordum bu adamdan. Sinirle ve korkuyla debelenerek üzerimden itmeye çalıştığımda kolumdan sürükleyerek beni kanepeye fırlattı.

"Lütfen, kötü bir şey yapmayın bana, bırakın da gideyim. İşe bile gelmem, yüzümü görmezsiniz bir daha" umutla, ağlayarak yalvarsam da fayda etmemişti. Üstümden iteklemeye çalışarak tekme atmak istediğimdeyse bu hamlemi de kolayca alt etmişti.

İşte o akşam mahvolmuştum ben. Dediklerimi dinlemeden aç bir aslan gibi üzerime atlamış beni mahvetmişti. Bağırışlarımı, çırpınışlarımı hiç kimse duymamıştı, bir süre sonra ben de durumu kabullenerek sessizce ve ruhsuzca tavana bakarak işinin bitmesini beklemiştim. Beni mahvettikten sonra nefes nefese bedenini koltuğunun diğer tarafına atmasıyla ağlayarak ayağa kalkmıştım. O ise içtiği içkinin de etkisiyle nefes nefese kalarak bana bakıyordu. Hızla aşağı indirdiği külodumu ve pantolonumu yukarı çektim. Bluzum yırtıldığı için ceketimi giyinerek düğmelerini ilikledim. Cebinde duran anahtarı aldığımda bana hiçbir şey demeden bakıyordu. Ama gözlerinde milim pişmanlık kırıntısı görememiştim.

"Şerefsiz, erkek orospusu, piç kurusu, uçkuruna düşkün pezevenk. Allah seni bildiği gibi yapsın. Mahvettin beni, sen de çok yaşama İnşallah, geber git." diye bağırarak tiksinir gibi yüzüne önce tokat atmış, sonra tükürdükten sonra hızla kapıya koşmuş kiliti açarak dışarı çıkmıştım, kapıyı dışardan kilitlemiştim olur da arkamdan gelmek isterse diye. Aslında onu orada daha çok hırpalamak isterdim ama tekrar ayağa kalkıp bana saldırmasından korkmuştum.

Biraz gittikten sonra anahtarı yere fırlatmış, eve doğru koşmaya başlamıştım. Ağrıyan bacak arama rağmen.

İşte ilk kez o akşam intihar etmek istedim, fakat yapamadım. Babam vardı. Kim bakacaktı ona bana bir şey olursa.

Eve geldikten sonra hızla banyoya girmiş buz gibi suyun altında ruhsuzca durmuştum kıyafetlerimi bile çıkarma gereği duymadan.

Sonra üç gün hasta olmuş, zar zor toparlamıştım kendimi. Savaş itini de bir daha görmemiştim. Babamın yüzüne bakamaz hale gelmiştim ben.
Masum çiçeği, Efsa'sı artık kirlenmişti, beyaz sayfalarına kocaman siyah lekeler bulaşmıştı.
Efsa ölmüştü o gece, yaşayan sadece bedenimdi. Günlük işlerimi hallediyor, babama bakıyor, çalışıyordum. Ruhum, umutlarım, düşüncelerim yoktu artık. Geleceğime olan umudum kalmamıştı. Beni ayakta tutan tek şey bana muhtaç babamdı.

Otobüs benim ineceğim durakta durduğunda inerek şubat soğuğuyla birlikte hastaneye doğru ilerledim.

Hani demiştim ya başıma gelenler, geleceklerin yanında bir hiçti diye. İşte yine öyle olmuştu. Bir buçuk ay geçenden sonra o siyah günden, vücudumda olan değişimler sonucu gerçekler balyoz misali suratıma çarpmıştı. Ben hamile olabilirdim.

Zira bugün yaptığım test beni şaşırtmamış, bir kez daha nasıl bir çıkmaza düştüğümü savurmuştu yüzüme doğru.

Ben her geçen gün büyüyen karnımla babamın yüzüne nasıl bakacaktım. Hele halam anında anlardı hallerimden durumu. Öyle bir çıkmaz sokakta sıkışmıştım ki, nefesim daralıyor, duvarlar üstüme üstüme geliyordu.

Usul usul dökülen gözyaşlarımla beraber hastanenin bahçesinde olan banklardan birine oturdum.

Buraya gelmekte amacım bebeği aldırmaktı. Fakat şu an içeri giremiyor, yapamıyordum. Ben nasıl kıyacaktım onun canına. O da bir candı değil mi? Herkes gibi onunda yaşamak hakkı, yaşamak isteği vardı.

"Allah'ım ne yapacağım ben, öyle sıkışmış bir durumda ki Efsa kulun, ne yapacağını bilemiyor, yardım et bana ne olur, ne olur" hıçkırarak ağlıyordum. Zaten bundan başka ne geliyordu ki elimden...

Ben bir canı almak için buraya gelmiştim. Fakat daha içeri bile adımımı atamazken, nasıl kıyacaktım ona, her ne kadar istemediğim bir şekilde tutunsa da dünyaya, zorla karnıma konulmuş da olsa, Allah kahretsin ki benim bebeğimdi o, nasıl kıyacaktım ona. Annemin bana kıydığı gibi nasıl kıyardım ben de ona.

"Siz iyi misiniz hanımefendi?" hastane görevlilerinden birinin bana yaklaşmasıyla yerde olan bakışlarımı görevliye çevirdim. İyi değilim, hiç iyi değilim diye haykırmak istiyordum tüm dünyaya.

"İyiyim" dedim ruhsuzca. Yine bir yalan.

"Hangi doktora geldiniz? Hastalığınız ne yardımcı olayım size" dediğinde alaylı bir gülüş belirdi dudaklarımda. Benim dermanım ölümdü, yer yüzünden silinmekti, yok olmaktı. Yardım etmek istiyorsa bana, öldürmeliydi beni.

"Bir yakınımı ziyarete gelmiştim. Gidiyorum şimdi" yine bir yalan. Artık alışmıştım nasılsa yalan söylemeye.

Bir şey demesine izin vermeyerek kalktım banktan, zira dermanım olan tek şeyi yapmaktan başka çarem kalmamıştı. Derdimin tek dermanı ölümdü benim. Ölümün karanlığı, ölümün soğukluğu kurtarırdı beni yalnız.

Affet beni babam, yapamıyorum, ne ona kıyabiliyorum, ne de sana dönebiliyorum. Tek çare benim yok olmam. Lekelenmiş bedenimi toprak alır mıydı bilemiyorum. Almasını umuyordum sadece. Beni sıkışmışlıktan çekerek soğuk göğsüne almasını istiyordum toprağın.

Düşüncelerimle birlikte hastaneden uzaklaşarak caddeye çıkmıştım bile. Buralarda araba seyrek olsa da oluyordu işte. Biraz beklemeye başladım kaldırımda, en yüksek hızla gelen arabanın önüne atacaktım kirlenmiş bedenimi, yok olan ruhumu.

Bir süre bekledikten sonra büyük hızla bir yerlere yetişmeye çalışan bir arabayı fark etmemle burukça gülümsedim. Galiba Allah bu kez sesimi işitmişti. Elimi son kez karnıma bastırarak özür diledim bebeğimden, başımı göğe kaldırarak affet beni baba dedim.
Sonra acı dolu bakışlarım son surat gelen arabaya kaydı. Ölümüme yani, ölüm sebebime...

Geliyorum soğuk ve karanlık olan kara toprak, aç bana kucağını.

Gözlerimi kapatarak derince nefesler aldım, bir adım attım ölüme doğru, bir adım daha, ve bir adım daha...

Aniden kaldırımdan hızla atılarak bir yerlere yetişmeye çalışan arabanın soğuk metaliyle kavuşturdum ruhsuz bedenimi... Ölüme hiç bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi... Ölüm hiç bu kadar yakın olmamıştı bana.

Son hatırladığım şey arabanın fren sesi, bedenim büyük bir hızla arabaya çarpılmasıyla yere yuvarlanmam ve beni büyük bir istekle kendine doğru çeken karanlık olmuştu.

Gerisi yoktu, gerisi boştu, gerisi hiçlikti, gerisi soğuk ve karanlıktı.

Beni adım adım ölüme doğru götüren karanlık ve soğuk...
•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

🌺
••••

Baldan tatlı okurlarım, ilk bölüm için fikirlerinizi aşırı merak ediyorum.

04.10.2020

İyi kötü yorumlarınızı ve oy yapmağı eksik etmeyin lütfen...

Efsa çocukluğu annesiz geçmiş, sonralar da uğraşmak zorunda kaldığı hayatla çok yıpranmış bir karakter, kötü yorumlar yapmadan b iraz empati kuralım lütfen.

Keyifli okumalar diliyorum.

Sağlıcakla kalın💜

Loading...
0%