Yeni Üyelik
4.
Bölüm

🍃Bölüm~2🍃

@papatyahikayeleri

🌺
••••

*İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir.
Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.
•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

Yaman'dan:
•••••••••••••••••

Yeni bir güne daha başlamak için yataktan kalkmıştım. Komodinin üzerinde duran saate baktığımda saatin daha 6 buçuk olduğunu gördüğümde hiç şaşırmamıştım. Zira hep erken uyanırdım. Trabzon'da doğmuş, oranın havası, suyuyla büyümüş biri için erken kalmak normaldi zaten.

Banyo da rutin işlerimi hallettikten sonra takım elbiselerimin siyah olanlardan birini alarak giyindim. Hiçbir zaman sol kolumdan saat eksik etmediğim için siyah kemeri olan kol saatlerimden birini de alarak koluma bağladım.

Mutfağa geçtiğimde çalışanlardan birinin benim için hazırladığı sofraya oturdum. Zira emrim üzerine ben uyandığım zamana kahvaltı masada hazır olmalıydı.

Sevdiğim yemeklerden olan menemenimi yerken çalan telefona küfrettim. Sabahın köründe ne diye arıyorlarsa. Arayanın kim olduğunu gördüğümdeyse sesli bir şekilde oflamıştım.

"Ne var ağabey sabahın köründe" bıkkın çıkan sesime, bıkkınca koy verdiğim nefes de eklenmişti.

"Sana da günaydın kardeşim" diyen ağabeyime gözlerimi devirdim. Altı aydır Trabzon'dan kaçmış, İstanbul'a kafamı dinlemeye gelmiştim. Zırt pırt arayarak yokluklarını hissettirmiyorlardı sağ olsunlar(!)

"Günaydın. Oldu mu? Şimdi konuya geç" dedim sabırsızca. Aslında konuyu biliyordum. O yüzden sinirleniyordum ya.

"Ne zaman dönüyorsun sen? Bak annem iyice bunalttı beni. Her gün sorup duruyor, zaten seni de arıyordur. Dön artık. Ayrıca İstanbul'da olan işler de yoluna girmiş, bahanen de kalmadı" diyen ağabeyimle içimden koca bir siktir çektim içimden. Gerçekten de işler yoluna düşmüş ve benim bahanem kalmamıştı.

"Döneyim de bu kez benim kafa şişsin değil mi? Her gün yeni bir kız, yeni bir fotoğraf, yeni bir numara. Bu kız şöyle akıllı, yok helal süt emmiş. Yok ben 29 yaşına gelmişim. Evlenmek yaşım geçiyormuş. Daha neler neler. Bunlardan kaçtım ben biliyorsun. Şimdi yine başlanacak" Evet, annem benim bekar olmama takmıştı kafayı, sürekli bir evlilik baskısındaydı.

"Kadıncığaz da haklı bir yerlerde, neredeyse 30'una geldin. Sen de evlenmelisin artık" diyen ağabeyim şu an yanımda olsa kesin yumruğumun tadına bakacaktı. 36 yaşındaydı ama kendisi de geç evlenmişti benim gibi. Fakat o 27 yaşında evlenince annem beni daha da sıkıyordu.

"Bittiyse kapatıyorum" dedim, hiç evlilik masalları dinleyecek halde değilim.

"Eninde sonunda döneceksin zaten, fazla uzatmasan iyi olur" otoriter sesine geçiş yapan ağabeyim kahretmesin ki haklıydı.

"Tamam, birkaç güne döneceğim. Anneme söylersin artık. Bari şu iki üç günü rahat bırakın" dedim sitem karışık alayla. Sözde kafa dinlemeye gelmiştim, fakat Trabzon'da olan her olaydan haberim oluyor, ot bitse, kar yağsa beni arıyorlardı yahu.

"Tamam, tamam bu haber annemi sakinleştirir biraz. Yani umarım" dediğinde derince nefesler aldım. Ben de umarım sakinleştirir.

"Diyeceğin bittiyse, de hayde gelince görüşürüz. Ayaz ve Alin'i özledim. Onlar için erken döneceğim" gerçekten kerata ve prensesi özlemiştim.

"Bitti kardeşim, görüşürüz" dediğinde ağabeyim, telefonu kapatmıştık.

Evet, aslen Trabzon'dan olan kocaman bir ailedendim ben. Annem, ağabeyim Ömer, onun eşi Yasemin ve çocukları Ayaz ve Alin ile birlikte konakta yaşıyorduk. Bir de şu an İngiltere'de master okuyan küçük kardeşim vardı: Demir. Soyumuz Trabzon'un sayılıp seçilen soylarındandı. Rahmetli babam Mustafa Ali Eroğlu hem Trabzon'da hem de tüm Karadeniz'de tanınan bir adamdı. Trabzon'da gemicilikle ilgili büyük şirketimizin küçük bir kolu da İstanbul'daydı. Zaten buraya kaçıp gelme bahanem de bu şirketti.

Bir de kalbimin iyileşememiş yarası vardı. Rahmetli kız kardeşim Yaprak... Zaten babamı 7 yıl önce kaybetme sebebimiz de kız kardeşimin başına gelenler ve başına gelenlere dayanamayarak intihar etmesiydi.

Üzücü yöne giden düşüncelerim yüzünden boğazımda yutkunması güç olan kocaman yumru oluşmuştu. Yarım kalan kahvaltımı bitiremeyerek masadan kalktım ve telefonumu alarak cebime attım.

Kaldığım site dairesi tam tek kişilik bekar bir erkeye göre tasarlanmıştı. Binadan dışarı çıkarak sitenin park yerine doğru giderek kızım gibi sevdiğim lacivert renk Jeep Renegade model arabama bindim. Kızımı çalıştırarak İstanbul'da olan şirketime doğru yola koyuldum.

 Kızımı çalıştırarak İstanbul'da olan şirketime doğru yola koyuldum


(Yaman'nın arabası 😉)

Şirketten içeri girdiğimde tüm çalışanlar anında kendilerine çeki düzen vermişti. Sert bir yapım vardı. Kolay konuşmaz, konuştuğumda sert konuşurdum. Hata yapana da, hataya dayanamazdım. Zaten sert, hayata karşı umursamaz olan yapım, 7 yıl önce yaşadığımız olaylar sonucu kardeşimi ve babamı kaybedince hepten artmıştı. Karşımdaki insanı çileden çıkartacak kadar umursamaz, asabi olabiliyordum.

Odamın önüne vardığımda sekreterime bakmadan konuştum.

"Ajandayı da al odama gel Leyla" dedim ve olumlu cevap vermesini beklemeden odama geçtim. Leyla üniversite öğrencisiydi, açıktan okuduğu ve işe çok ihtiyacı olduğunu öğrendiğim için onu almıştım işe.

Yerime geçip oturduktan 5 dakika kadar sonra elinde sabah kahvem ve ajandası olan Leyla içeri girmişti bile. Her sabah rutin işlere başlamadan sert bir kahve içtiğimi bildiğinden dolayı, söylememe gerek kalmadan kahvemi getiriyordu. Çalışan gibi bu yönünü seviyordum onun. Ne dersem diyeyim, sorgulamadan yapıyordu. Belki de ailevi maddi sıkıntıları yüzünden işe ihtiyacı vardı diye böyleydi bilemiyorum artık.

"Bugünün programıyla ilgili bilgilendirme yap," dediğimde hemen ajandasını açarak sayfalamağa başlamıştı bile.

"Taşınası yüklerin varacak yerleriyle ilgili ekibin hazırladığı dosyayı incelemeniz gerek, ondan sonra saat 12'de Hilmi bey gelecek, önceden randevusu var. Saat 2'de ise yemekli bir toplantıya katılacaksınız Yaman bey. Birkaç imzalanmalı belgeyi de birazdan masanıza koyacağım. Ondan sonrası boş. Yani herhangi bir randevu, toplantı, acil iş yok" ajandasında aldığı notlara bakarak açıklamalar yapan Leyla'yı dinliyordum pür dikkat.

"Tamam, çıkabilirsin" dediğimde Leyla başını sallayarak odadan çıkmış, benim için de mesai başlamıştı.

Bir süre dosyalarla ilgilendikten sonra çalan telefonum beni dosyalardan ayırmıştı.

"Efendim Ferit" Ferit benimle daha ilk okuldan arkadaştı. Ailelerimiz bile yakındı. Onunla birlikte liseyi, üniversiteyi bitirmiş, babalarımızdan kalan şirketleri devralarak birleştirmiş yeni gemicilik markası olan ErKoç' u yaratmıştık. ErKoç Eroğlu ve Koçer soy isimlerimizin kısalmasıydı. Bu fikir tabii ki Ferit'ten çıkmıştı. Benim İstanbul kaçamağı yaptığımı duyduğunda bana katılmıştı o da.

"Kardeşim, mühim bir işim çıktı, Hilmi beyle olan görüşe katılamayacağım, direk 2'de yemekli toplantının olduğu mekana geçsem olur mu?" dediğinde ne işi çıktığını sorma gereği duymadım. Benden farklı olarak onun burada akrabaları vardı ve onlarla ilgili olacaktı sorun kesinlikle.

"Tamam, ben idare ederim seni" zira aramızda böyle şeylerin lafı bile olmazdı.

"Eyvallah kardeşim" diyen Ferit'le başımı iki yana salladım.

"Eyvallah, görüşürüz " dediğimde o da görüşürüz dediğinde telefonu kapatmıştım.

Ferit'le olan konuşmadan sonra işlerle o kadar kafamı meşgul etmiştim ki zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım bile. Zira imzalanacak dosyalar, Hilmi beyle görüş derken saat çoktan on iki buçuk olmuştu. Artık toplantının olacağı mekana doğru gitmek için hazırlanıyordum.

Sessiz geçen yolculuğumda radyoyu açmıştım. Fakat bir dinleyici siparişi benim de en sevdiğim şarkılardan birisiydi. Ahmet Kaya- "Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz?"
Gerçekten de şarkılarıyla, sözleriyle kalplere dokunuyor, yaralı kalplerin acısının sebebini biliyordu sanki Ahmet Kaya... Çocukluğumdan onu ve şarkılarını hep sevmişimdir.

Üstüm başım toz içinde
Önüm arkam pus içinde
Sakallarım pas içinde
Siz benim nasıl yandığımı
Nereden bileceksiniz

Siz benim nasıl yandığımı
Nereden bileceksiniz

Taş duvarlar yıkıp geldim
Demirleri söküp geldim
Hayatımı yakıp geldim hey
Siz benim neden kaçtığımı
Nereden bileceksiniz

Siz benim neden kaçtığımı
Nereden bileceksiniz...

Çalan şarkı beni yine anılar diyarına yolculuğa götürmüştü. Kız kardeşim Yaprak'la aramızda iki yaş fark olduğu için, en iyi benimle anlaşırdı kardeşleri arasından. Üç erkek kardeşinin biriciği olduğu için hepimiz aşırı düşkündük ona, özellikle de ben. Ömer ve Demir bir yana, Yaprak tamam başka bir yanaydı benim için. Saçının teli kırılsa üzülürdüm. Ağlamasına dayanamazdım. Çok sakin karakterli, asla bizi bir şeye zorlamayan biriydi. Bir tek benim yanımda tam farklı birine dönüşüyordu. Şakalar yapıyor, sürekli benimle uğraşıyordu. Çok seviyordum onu. Ömrümün baharı gibiydi. Dalından koparılmamış taze bir çiçek gibi...

Hani derler ya kimseyi canınızdan çok sevmeyin, Allah onu çabuk alır sizden... İşte bu söz benim için denmiş gibiydi sanki... Yaprak'ımı da Allah çok çabuk almıştı yanına. Doyamamıştık ona biz daha.

Onun ölümü bu kadar katı bir adama dönüşmeme sebep olmuştu. Kaybetme duygusuyla, korkusuyla dolup taşan kalbim, bir daha kimseyi çok sevmeyeceğine yemin etmişti.

Yaprak daha açılmamış bir goncaydı. Fakat onu öyle bir savurdular ki, açılamadan soldu gitti.

Yirmi yaşında üniversite üçüncü sınıfta okuyordu, çok istediği bölüm olan tarih öğretmenliğini tam bursla kazanmıştı canımın içi olan kardeşim.
Fakat bir gün okuldan eve öyle bir durumda geldi ki, güler yüzlü, etrafının neşe kaynağı olan Yaprak yoktu. Onun yerine gezen enkaz vardı karşımızda sanki. Ne olduğunu soruyor, bir yeri mi ağrıyor diye merak ediyorduk, fakat konuşmak bir yana dursun, Yaprak yüzümüze bile bakmıyordu doğru düzgün. İki gün öylece gözlerini bile kırpmadan yatağında uzanarak tavana baktı. Yemek yemiyor, konuşmuyor, arada gözünden sakince yaşlar süzülüyordu. O iki günü tuvalet dışında ayrılmadım yanından, uyumadım ben de onla birlikte, yemekte yemedim. Sadece belki konuşur umuduyla öylece bekledim.

Üçüncü gün sabahın şafakları yeni aydınlandığı vakit koltukta uyuya kalan ben kocaman hıçkırık sesiyle uyanmıştım. Yaprak transa girmiş gibi ağlıyor, yatakta çırpınıyordu. O gün ilk kez üç günün sonunda konuştu ve bu konuşma onun son konuşması oldu.

Yaprak'ın dedikleri kanımı dondurmuştu. Benim melekler kadar temiz olan kardeşimin yolunu kesen 3 kişi ona tecavüz etmişti. Kan donduran cinsten olan anlattıklarını tüm aile duymuş, babam kaldıramayarak kalp krizi geçirmişti. Ne kadar kimin yaptığını sorsam da söylemiyordu. Biliyordu öldürecektim onları.

Zaten o günün sabahsı da tuvalete girerek bileklerini kesmişti minik kardeşim. Erken görmüştük aslında, fakat tam damarını derince kestiği için kurtaramamıştı doktorlar kardeşimi. Başına gelenlerin ağırlığını kaldıramayarak gitmişti bu dünyadan... Zaten hastane de olan babam da Yaprak'ın intiharını duyunca iyice fenalaşarak komaya düşmüş, bir haftanın sonunda da onu kaybetmiştik.

Keşke bilseydim ona bu kötülüğü yapanların kimliğini, andım olsun ki nefeslerini keserdim. Fakat elimde en ufak bir ipucu bile olmadığı için bulamamıştım bir türlü kimin mahvettiğini benim gül kokulu kardeşimi.

Bu acı olaylar yüzünden çok acı çekmiş yıllarca zor bela toparlanmıştık... Hala da toparlanmaya çalışıyorduk. Ama benim için hiç geçmiyordu o acı. Sanki dün yaşamıştım o acı olayları. Aklıma her geldiğinde sanki bir el boğazımı sıkıyor, bir bıçak etimi lime lime doğruyor gibi hissediyorum şimdi bile...

Arabayı sağa çekerek gözümden süzülen yaşları sildim. Bir süre öylece duraksayarak toparlanmaya çalıştım. Zira bu kadar duygu yüklü bir şekilde toplantıya gidemezdim. Beni anılarla daha çok muhattap etmesin diye radyoyu da kapatmıştım.

Tam yeniden arabayı çalıştıracağım sırada çalan telefonum buna izin vermedi.
Bugün de hiç susmamıştı bu telefon yahu.

"Efendim Ferit" yine ne olmuştu acaba.

"Yaman bey, Ferit bey kaza geçirmiş, rehberinde en son aradığı kişi siz olunca size haber vermek zorunda kaldık." duyduklarım deprem etkisi yaratmıştı tüm bedenimde. Ne demek kaza ya.

"Hangi hastanede şu an?" diye sordum zar zor toparlanarak, aklım düşünme işlevini yitirmiş gibiydi, bir kayıp daha veremezdim toprağa ben.

"XXXXX hastanesi efendim" diyen görevlinin lafını bile bitirmesine izin vermeyerek telefonu kapatmış, gazı sona kadar sıkarak hastaneye yetişmeye çalışmıştım. Allahtan bulunduğum konuma ters bir yerde değildi hastane.

Acaba ne kadar ciddiydi durumu? Ayrıca nasıl yapmıştı kazayı? Deli düşünceler içerisinde hastanenin yakınlarına gelmiştim bile.

Hızımı biraz daha arttırınca aniden arabamın önüne kendisi atan kadınla feleğim şaşmıştı. Bildiğin bir anda yola atlamıştı kadın. Zira ben de hızımı alamayarak kadına çarpmıştım, ani fren yaparak durduğumda gördüğüm manzarayla küfretmiştim. Bir bu eksikti. Kadının bedeni hızla yere yığılmış, yarı baygın yerde yatıyordu. Allah kahretsin.

Hızla arabadan inerek kadının yanına vardığımda yüzünü kavradım iki elimle "Hanımefendi beni duyuyor musunuz?" diye sorduğumda gözleri kısa bir an açılmış, sonra tekrardan kapanmıştı. Masmavi olan gözlerinin yeniden kapanmasıyla endişelenerek bedenini taramaya başladım. Hasar tespiti yaparcasına.

Aniden fark ettiğim şeyle korku ve endişe sarmıştı tüm benliğimi. Aman Allah'ım kadının bacak arasından kan sızıyordu hafif hafif.

Hızla yerimde doğrulmuş, kadını kucağıma alarak hastaneye doğru koşmaya başlamıştım. Zira hastaneye az bir mesafe kaldığı için tekrar arabaya binme gereği duymamıştım.

Bu kadın neden arabamın önüne atlamıştı şimdi? Aklıma gelen olasılık canımı iyice sıkmıştı. Yoksa intihar mı etmişti? Tabii ki intihar girişimiydi. Yoksa neden koşarak arabanın önüne atlasın ki?

"Sedye getirin" diyerek hastaneyi inletecek yükseklikte bağırdığımda görevliler anında bana taraf gelmiştiler. Sarsmamaya özen göstererek bedenini sedyeye yatırdım ve bakışlarımı üzerinden ayırmayarak acil servise doğru ilerlemeye başladık.
Acil servisin önüne geldiğimizde görevlilerden biri benim durmamı işaret etti.

"Bundan sonra giremezsiniz beyefendi" suratımı sıvazlayarak durduğumda adam da içeri geçmişti. Umarım kadının durumu ciddi değildir. Nasıl bir berbat gün yaşıyordum bugün ben böyle.

En az yarım saat müdahale edeceklerini bildiğimden dolayı görevlilerden Ferit'in yerini öğrenerek onun yanına gitmek kararı aldım. Durumunu öğrendiğimde rahatlamıştım az da olsa. Ciddi bir şeyi olmayan Ferit'in sol kolu ezilmiş, sağ bacağındaysa hafif doku zedelenmesi vardı.

"Oğlum çok korkuttun beni lan. İyi misin?" Soluğu yanında aldığımda sitem karışık endişeli sesim devreye girmişti.

"İyiyim ya, Vallah birader ucuz yırttım kefeni desem yeridir" dediğinde içimden Allah korusun demeyi ihmal etmemiştim.

"Sen iyiysen o zaman ben az önce çarptığım kadına bakmaya gideyim," dediğimde gözleri şokla açılmıştı arkadaşımın.

"Ne çarpması lan? Ne oldu?" dediğinde kendime kızdım. Adam ne bilsin ben kime nasıl çarpmışım. Ama sabah evde sinir olmam, daha arkadaşımın kaza haberini sindiremeden kendimin bir kadına çarpması derken bende de kafa kalmamıştı. Sızlayan başım kazan gibiydi.

"Aslında ben çarpmadım kendisi arabamın önüne atladı. Galiba intihar etmek istiyordu" dediğimde şokla açılmış gözlerine şokla açılmış ağzı da eşlik etti.

"Durumu nasıl peki. Çok mu ciddi?" girdiği transtan çıkmayı başarmıştı nihayet.

"Bilmiyorum İnşallah yoktur ciddi bir şeyi, ama kanaması vardı. Şimdi gidip öğreneceğim" dediğimde başını olumlu anlamda salladı.

"Tamam, beni de haberdar et" diyerek kolunda takılı serumu işaret etti. Başımı olumlu anlamda sallayarak, yeniden acilin önüne dönmüştüm.

Orada beklerken Leyla'yı aramış ve yemekli toplantıyı iptal etmesini söylemiştim. Zira bu saatten sonra toplantı düşünecek halim kalmamıştı.

Yarım saat kadar sessizce beklemenin sonucu dışarı çıkan hemşireyi gördüğümde hızla oturduğum bekleme koltuğundan ayağa kalktım.

"Durumu nasıl?" geçip gidecek olan hemşireyi durdurarak sormuştum sorumu. Açıkcası korkmuyordum değil, kötü bir şey olma ihtimalinden.

"Şu anlık müdahale ediliyor, birazdan doktor bey sizi bilgilendirir." dediğinde başımı sallayarak geçip gitmesine izin vermiştim.

Yeniden kalktığım yere oturarak dualar etmeye başladım. Sırtımda onca acı varken bir de bir canın ölümüne sebep olsam nasıl yaşardım, ne yapardım hiçbir fikrim yoktu. Sonra birden aklıma kadının yarı baygın bakan mavileri geldi. Mavinin çok güzel tonuydu gözleri, deniz gibi, gökyüzü gibiydi bakışları.
Ayrıca kadın da diyordum ama daha çok kız çocuğu gibiydi, on sekiz, bilemedin on dokuz yaşı vardı belki de. Normal olan boyuna karşın bedeni çok hafifti. İşte biraz da bundan korkuyordum ya, fazla zayıf gözükmüştü gözlerime ya tutunamazdıysa hayata? Ben o zaman ne yapardım?

Düşünceler denizinde beni boğulmaktan kurtaran şey acilin açılan kapısı ve dışarı çıkan doktor olmuştu. Yanına doğru koştuğumda doktor da nefes nefese yüzündeki maskeyi yere indirmişti.

"Doktor bey durumu nasıl?" diye sordum telaşla, korkuyla, heyecanla, birçok duygu karmaşasıyla...

"Annemizin durumu normale döndürsek de bebek için bunu diyemem, şimdi kadın doğum uzmanı arkadaşımızı da alarak ameliyata gireceğiz, bebeğin hayatını kurtarmak için" dediğinde doktor, şokla gözlerimi pörtletmiştim. O ufak tefek kız hamile miydi yani? Kendi canı bir yana, hamile bir kadın intihar girişiminde bulunacak kadar ne yaşamış olabilirdi ki?

Kafamda dönüp duran onca soruya rağmen "anladım" diyerek çöken omuzlarımla mırıldandığımda doktor anlamış olacak ki tekrardan konuştu.

"Allahtan ümit kesilmez, kurtulma şansları var ikisinin de" dediğinde transa girmiş gibi başımı sallayarak yeniden oturdum. Doktor da zaten koşar adım gitmişti.

Allah'ım lütfen iki canın birden katili yapma beni, her ne kadar intihar olsa da benim de suçum vardı. Çok hızlı gitmeseydim daha az yara alırdı belki de.
Benim omuzlarıma böylesi ağır bir yük koyma Allah'ım...
•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••

🌺
••••

Evet, ikinci bölümü Yaman'ın anlatımıyla okuduk, beğenmişsinizdir umarım.

06.10.2020

Oy ve yorumlarınız beni mutlu eder çook. Eksik etmeyin lütfen.

Keyifli okumalar dilerim

Sağlıcakla kalın 💚💚💚

 

Loading...
0%