
🌺
•••••
*Ve beklenenler, neden hep vazgeçildikten sonra gelir?
(Oğuz Atay)
•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••
Yaman'dan:
•••••••••••••••
Henüz yıllar önce bir psikolojik kitapta okuduğum bir fikir vardı ki, zaman geçtikçe o fikrin ne kadar doğru olduğunu daha iyi anlıyordum.
Şöyle diyordu kitapta: "Yarım kalmış, kesintiye uğramış şeyler tamamlanmışlardan daha kolay ve net hatırlanır. Geçmişte yarım kaldığına inandığın o ilişkiyi ve o insanı, sürekli hatırlıyor olmanın sebebi bu. Buna psikolojide 'Zeigarnik etkisi' diyorlar. İnsan zihni, tamama erdiremediği, şeyleri unutmaz."...
Gerçekten de öyleydi. Yarım kalmışlıklarımız vardı, hani asla kapanmayan o kanlı yaralarımız...
Bir türlü unutamadıklarımız... Gece yastığa başımızı her koyduğumuzda aklımıza gelen, kalbimizi sızlatan, gözlerimizi dolduran o anılar...
Vardır herkesin bir yarım kalmış, tamamlanmayan hikayesi...
Yaprak benim, bizim ailemizin yarım kalmışlığıydı... kanayan yaramızdı. Tamamlanmayan dileğimizdi. Unutmuyorduk onu yıllar geçse de, unutamıyorduk çünkü... Unutamayacaktık da...
Annesi de Efsa'mın yarasıydı, yarım kalmışlığı, tamamlanamayan duygularıydı. Kendisinin anne olmasına sayılı gün kalsa da, içindeki ufak kızın tamamlanmayan boşluğu vardı, annesizlik. Annesizlik, buradan gelen sevgisizlik daha küçücükken yaralamıştı, yarım bırakmıştı sevdiğimi.
Çok beklemişti annesinin yolunu cam önlerinde, sokak başlarında... Gelmemişti annesi, tamamlamamıştı içindeki boşluğu, saçlarını okşayarak kırılan tellerine şifa olmamıştı.
Zaman geçmiş, sevdiğim alışmıştı annesizliğe, daha doğrusu alışmak zorunda kalmıştı. Sonra büyümüş, artık vazgeçmişti annesinden. Onun sevgisizliğiyle kalbini yormak istememişti belki de.
Fakat, hayat öyle bir yerden vurmuştu ki onu yeniden yeniden.
Kapanmayan yarasını iyice delik deşik etmişti, yüreğinde zamanla bin bir zorlukla söndürmeye çalıştığı ateşi yeniden harmanlamıştı, acımasızca... Zaten, acımasızdı ki hayat. Efsa'ma karşı çok çok daha acımasız olmuştu. Bu kez de acımamıştı ona. Yine savurmuştu sağa, sola.
"Anne" Handan hanıma bakarken dudaklarının arasından dökülen feryat yüreğimi dağlamıştı.
"Ahh" diye acı dolu inlemesiyle yüzümü buruşturmuş, acısını tam sol köşemde hissetmiştim. Kıyamadığımın canı yanıyordu. Benim canım nasıl yanmasındı?
"Efsaa" diye tüm salonu inletecek nitelikte adını haykırdığımda kollarıma yığılan sevdiğimle damarlarımda akan kanım donmuştu. Benliğime ekilen korku tohumları hızla filizlenmeye başlarken, içimden geçirdiğim tek duam vardı: Onlara bir şey olmasın. Dayanamazdım.
"Güzelim benim, aç hadi gözlerini" annem, yengem, Ahu yanımıza koşarak Efsa'nın ellerini ovuyor, yanaklarına dokunuyordular. Ama o daha gördüğüm ilk günden hayranı olduğum mavilerini açmıyordu.
"Yenge, yardım edin. Hastaneye götürmeliyim" boğuk çıkan sesimle yeniden konuştuğumda anında beni onaylamış, Efsa'mı kucağıma almamda yardımcı olmuşlardı.
Kucağıma aldığım gibi dış kapıya doğru ilerlediğimde aynı Efsa gibi şoka giren Handan hanım inme inmiş gibi öylece dikiliyordu.
"Olmayacak size bir şey, olmayacak" kendimi sakinleştirir gibi dediğimde artık dışarı çıkmıştım. Tabii ki ailem de benim arkamca.
"Yaman, gel kardeşim benim arabayla gidelim," diyerek arabasının arka kapısını açtığında ikiletmeden arabaya yaklaşmış, ağabeyimin ve yengemin yardımlarıyla zor da olsa binebilmiştik arabaya.
"Uyy, kizuma bir şey olmasın Allah'ım" diye ağlayan annem, yengemin direktiflerini dinleyerek Demir'in arabasıyla sonradan gelmeyi kabul etmişti. Şu an yengeme daha çok ihtiyacımız vardı.
Arabaya binmemizin hemen ardından kapıyı kapatan ağabeyim direksiyona, yengemse ön koltuğa geçince hızla yola koyulmuştuk.
"Efsa, ne olur dayan güzelim" diye yakındığımda başı kucağımda olan kadının yüzünü buğulu gözlerimden dolayı net göremiyordum. Ona bir şey olmasın, lütfen, bir yarım kalmışlığı daha kaldıramaz yüreğim.
"Ihhh" diyerek yüzünü buruşturarak elini güçsüzce karnına koyduğunda sancısı olduğunu anlamıştım. Gözleriyse yarı kapalıydı.
"Efsa, az kaldı meleğim, az daha dayan" dediğimde artık gözümden birkaç damlanın akmasına engel olamamıştım.
"İyi olacaklar yengem, iyi olacaklar" arkaya uzanarak Efsa'mın elini elleri arasına alarak ovan yengem de ağlıyordu. Bense içimden dualar etmeyi ihmal etmeyerek dudaklarımı terden ıslanmış alnına bastırdım. Kendine has kokusuyla derince nefeslendim.
"Ahh, anne,....ıhh" kasılan yüzü, yarı açık gözleri canının çok yandığının habercisiydi.
"Ağabey, daha hızlı sür lütfen, canı çok yanıyor" diye sesimi yükselttiğimde ona yetemediğim için, acılarına çare olamadığım için kendime kızıyordum.
"Az kaldı, on dakikaya kalmaz hastanede oluruz. Merak etme" ağabeyimin güven vermek ister gibi çıkan ses tonu asla teselli etmiyordu beni. Benliğimi saran korkuyu giderecek hiç bir kelime olamazdı çünkü.
Araba hastanenin önünde durduğu gibi ağabeyim ve yengem hızla araçtan inmişti. Ağabeyim acile taraf koşarken yengem bizim için arka kapıyı açmıştı.
"Yardım edin, sedye getirin" diye bağırarak koşan ağabeyimin imdadına yetişen görevliler anında müdahale ederek sedye almış, hızla bize doğru ilerlemeye başlamıştılar.
Kucağımda yarı baygın bir halde acı çeken karımı sarsmamaya özen göstererek sedyeye yerleştirdiklerinde ağabeyim ve yengemde onlara yardım ediyordu.
Tamamen sedyeye yerleştiğinde ise bende hızla arabadan inmiş, soğuk elini kavrayarak içeri doğru ilerlemeye başlamıştım görevlilerle birlikte.
"Yaman..." gözlerini açarak bana çok yorgun bakışlarla bakan Efsa'mdan ayıramıyordum bakışlarımı.
"İyi olacaksınız güzelim, sizi burada bekliyorum" dediğimde eğilerek eline öpücük kondurmuştum.
"Buradan sonra giremezsiniz" diyerek önüme geçen hemşireye başımı olumlu anlamda sallarken çöken omuzlarımla birlikte acilin kapılarından içeri giren sedyeye bakıyordum...
Birkaç dakika geçmemişti ki koridorda koşarak gelen Gülay hanımı görmemle soluğu yanında almıştım.
"Gülay hanım, birden çok kötüleşti, bir şey olmaz değil mi?" diyerek sorularımı sıraladığımda aceleci tavırla bana döndü.
"Siz sakin olun, ben şimdi içeri girerek eşiniz ve çocuğunuzla ilgileneceğim Yaman bey" dediği gibi de daha fazla zaman kaybetmemiş, o da az önce gözden kaybolan sedyede yatan canım gibi gözden kaybolmuştu.
"Gel Yaman'ım, otur şöyle," beni kolumdan kavrayarak bekleme koltuklarına sürükleyen ağabeyime karşı koyamamıştım. Koyacak mecalim bile yoktu.
Korku... şu an tüm allak bullak olan duygularım arasında en ağır basan korkuydu... ya bir şey olduysa ona? O zaman ne yapacaktım ben? Canımda olan canın yokluğuyla nasıl savaşacaktım. Hayır, bu kez savaşamazdım. Lütfen Allah'ım, bir sevdiğimle daha sınama bu kulunu.
"Ağabey, ne oldu? Durumları nasıl?" koridor boyunca yankılanan tiz ses Demir'den başkasının değildi. Bakışlarımı ağır ağır sese taraf çevirdiğimde kaşlarım hızla derince çatılmıştı. Zira Demir'in arkasından Ziya bey ve her şeyin sebebi olan karısı geliyordu.
"Ne işi var onun burada? Mahvetti karımı, şimdi de eserine bakmaya mı geldi?" ayağa kalktığım gibi tam karşılarında durduğumda Ahu'nun dolu dolu olan gözleri gözümden kaçmamıştı. Ayrıyeten Ziya bey biraz şaşkın, biraz sinirli, biraz da ne yapacağını bilmez bir durumdaydı.
Fakat bunların hiçbiri benim umurumda bile değildi.
"Ağabey, sakin ol lütfen. Hepsi endişelendiği için geldi" beni kolumdan kavrayan Demir'in kulağıma dedikleri elbette beni tatmin etmemişti.
"O mu endişelenmiş? Yıllarca kızından haberi bile olmayan kadın? O endişelenmemiştir, sadece sebep olduğu olayın sonucunu öğrenmeye gelmiştir" diye sinirle konuştuğumda farkında olmadan dişlerimi kıracak kadar sıkıyordum.
Benim dediklerimleyse omuzları sarsılan kadının hıçkırıklara boğulmuştu. Ziya beyse bana ters bir bakış fırlatmış, karısının omuzlarından kavrayarak sakinleştirmeye çalışıyordu.
Yengemin yanında duran annem de o kadına üzerine saldıracak kadar kinle bakıyorken, gözyaşlarına hakim olamıyordu.
Tam onlara buradan gitmelerini söyleyecekken acilin açılan kapıları tüm dikkatimi dağıtmıştı. Anında arkaya çevrilmiş, kapıdan dışarı çıkan Gülay hanımın yanında almıştım soluğu.
"Durumları nasıl Doktor Hanım? Lütfen bana olumlu bir şeyler söyleyin" yalvarır nitelikte çıkıyordu sesim. Zira kafayı sıyırmama ramak kalmıştı benliğimi sarsan korku tohumları nedeniyle.
"Durumları kritik, karınızın aniden yükselen tansiyonu, hamile kadınlara göre normal tansiyonun çok fazla üzerinde. Yani anne adayımızın aniden yükselen kan basıncı müdahale gerektirecek kadar çok yükselmiş" doktorun anlattıklarıyla ilgili hiçbir fikrim olmadığı için son kalan sabır kırıntılarımla dinlemek zorundaydım.
"Bu durum da bizim preeklampsi dediğimiz, gebelik zehirlenmesine yol açmış" duyduklarımla inme inmiş gibi kalakalırken tam yanımda duran yengem ah çekerken, ayakta zor duruyordum.
"Bu durumda erken doğum mu olacak?" yengemin korkarak söyledikleri bir kez daha sarsılmama neden olurken, ödüm kopuyordu.
"Maalesef, şu an ki tek tedavi yolu annenin doğum yapmasını uygulamak, olumlu cevap alınmazsa da sezeryan doğuma baş vurmak. Eğer tedaviyi uygulamazsak hem bebeğin, hem de annenin hayatı tehlikeye girebiliyor" öyle bir ah edesim vardı ki, tüm hastaneyi inletecek gibi.
"Ne gerekiyorsa yapalım lütfen, yeter ki onlar iyi olsun" dediğimde doktor hanım başını olumlu anlamda sallamış, ardından hastanede olan kalabalığa dönmüştü.
"Yalnız bu kadar kalabalık olmasın, olası bir duruma karşı babamız, yanında da en fazla bir kişi kalabilir. Bu kadar kalabalık ortam hastane şartları için uygun değil" dediği gibi de maskesini yeniden yüzüne çıkartan Gülay hanım hızla yanımızdan uzaklaşmıştı.
"Ağabey, yengem ve ben kalalım. Benim mecalim yok, gönder şunları" diyerek koltuğa çöktüğümde ellerimle başımı sarmış, içten içe dualar ediyordum.
"Tamam Yaman'ım, ben annemleri ve misafirlerimizi gönderir, kendim de dışarıda bekliyor olacağım" dedikleri kulağıma uğultudan farksız gelirken, sadece olumlu anlamda kafamı sallamıştım.
"Yasemin, bir şey olsa ararsın" diyerek yengemle de konuştuktan sonra, hızla annemlerin yanına gitmiş durumu açıklamaya başlamıştı.
Birkaç dakikanın ardından ağabeyim annemi, Demir'i ve çok sevimli misafirlerimizi götürmüş, koridorda hastane sessizliğinin oluşmasına neden olmuştu. Tam bu anda acilin kapıları tekrar açılmış, sedyede uzanan Efsa'mı birkaç görevli dışarı çıkarmıştı. Muhtemelen doğum bölümüne götürüyorlardı.
Ayağa kalktığım gibi başının üstünde durduğumda, baygın ve yorgun bakan gözlerinin kıpkırmızı olduğunu fark etmemle tam kalbimin ortasında yeni bir yangın başlamıştı.
"Yaman" pürüzlü çıkan sesiyle elini hafif kaldırdığında hiç vakit kaybetmeden soğuk elini kavramıştım.
"Buradayım sevgilim" duygu yüklü sesime karşı gözleri bir kez kapanıp, yeniden açılmış, bir kaç damla şakağı boyunca süzülmüştü.
"Seni çok seviyorum, unutma tamam mı?" zar zor nefes nefese kaldığında eline bir öpücük kondurmuştum. Ah be kadın...
"Ben de seni çok seviyorum aşkım, seni burada bekliyorum." dediğimde hiçbir bir diyememişti.
"Müsaadenizle beyefendi, doğum bölümüne gitmemiz gerekiyor" diyen hemşirenin sesiyle elimi hiç istemeye istemeye de olsa da ayırmıştım elinden.
Onu götürdükleri sıradaysa yengemle ben de arkalarından ilerlemeye başlamıştık.
Yine bir kapanan kapı, yine içeri giren Efsa, yine omuzlarımın çökmesiyle belirsizliğe sürüklenmem.
"Gel yengem buraya," önce elini omuzuma koyarak bana destek olmaya çalışan yengem, ardından koluma girerek beni yeniden doğumhane kapısından biraz ilerde olan bekleme koltuklarına götürmüş, oturmamı sağladıktan sonra kendi de yanımda oluşan boşluğa kurulmuştu.
"Arabada sancısı vardı hafiften, muhtemelen sezeryana gerek kalmayacak" diyen yengemin düşünceli ve endişeli sesi ona bakmamı sağlamıştı. Sezeryan mı daha iyiydi? Doğum mu hiçbir fikrim olmadığı için sadece dinliyordum.
"Efsa, çok güçlü bir kadın, baksana annesiz büyümüş, hasta babasına bakmış, yıllarca çalışmış, evi geçindirmiş. Tüm bunları ta çocukluğundan yapmış," gerçekten güçlüydü benim kadınım, henüz yengemin bilmediği tecavüz olayı vardı ki, onca sorununa rağmen bir de bununla başa çıkmayı başarmıştı.
"Yine üstesinden gelecektir, yine atlatacaktır. İkisi de sağ salim çıkacaklar o kapıdan..." diyen yengem dolan gözlerini siliyordu.
Kısa bir duraksamanın ardından yeniden konuşacakken benim çalan telefonum engel olmuştu konuşmamıza.
Arayan kişi Aleyna idi.
"Efendim, Aleyna" bitkin çıkan ses tonumla telefonu açarak kulağıma götürdüğümde istem dışı ayağa kalkmıştım.
"Kusuruma bakma Yaman rahatsız ediyorum seni ama, sabahtan Efsa'yı arıyorum ama açmıyor. Bir şey mi oldu yoksa?" endişe barındıran sesi kulaklarıma dolduğunda bir şey değil de çok şey oldu diyemedim.
"Efsa fenalaştı Aleyna, biz de hastanedeyiz" içimi yakan kelimeleri dediğimde telefonda kısa bir sessizlik oluşmuştu.
"Nee? Hangi hastanedesiniz, lütfen söyle," anında titremeye başlayan ses tonu benim de gözlerimi doldururken titrek bir nefes almıştım.
"..........Hastanesinde," kısaca diyerek hiç uzatmamıştım. Buna ne hevesim vardı, ne de hâlim.
"Geliyorum ben hemen" dediğinde hiç itiraz etmeden kabullenmiştim. Gerçekten zaman bile durmuş gibiydi benim için. Akmıyordu sanki. Akrep ve yelkovan birbirlerini izlemiyor, hareketsizce bekliyorlardı sanki. Bende tıpkı akrep ve yelkovan gibiydim şu an. Çaresizce bekliyordum.
Oturduğumda daha kötü olduğumu bildiğim için oturmadım. Öylece aşağı yukarı ilerlemeye başladım. Çaresizce atıyordum adımlarımı. Dua etmekten başka hiç bir şey yapamıyordum.
Ben hastane köşesinde böylesi çaresizliği tam iki kez yaşamıştım. İlki kanatsız meleğim Yaprak intihar ettiğindeydi. Ciğerimi yakan bir kor oluşmuştu o zaman. O kor ki külleri hâlâ ciğerimdeydi. Sık sık o küller yeniden alevleniyor, dağlıyordu ciğerimi.
İkinci çaresiz bekleme nedenim babamdı... Biricik kızının kaderini kaldıramayan babam...
Çok iyi hatırlıyorum Yaprak'tan sonraki bir haftada olan babamı. Tek gecede yaşlanmıştı koca adam. Heybetli vücudu ufacık kalmış, saçları kar beyazı olmuştu. Göz çukurları mosmordu. Yaprak o halde eve geldiğinden sonra geçen günlerde geceleri bile uyumuyordu. Bahçede dolaşıyor, sigarayı sigarayla yakıyordu. Ara sıra eve girer Yaprak'ın odasına bakıp, tekrar giderdi bahçeye.
Bir sabahı ise minik kardeşimin intihar haberiyle açmıştık. O gün hafızama öyle bir kazındı ki, yıllardır hiç bir dakikasını unutmamıştım, unutamamıştım. Ve unutamayacaktım da.
Şimdiyse yine hastane koridorunda bekliyordum. Yine aynı çaresizlik iliklerime kadar işliyordu. Yine damarlarımda akan kan çekiliyormuş gibiydim... Yine aynıydı, hastane, keder, çaresizlik...
Ama bu kez sonuç aynı olmamalıydı. Çünkü kaldıramazdım. Dayanamazdım bir canımın daha toprağın altına girmesine.
Benim için duraksamış gibi gözükse de, bir şekilde zaman akıp gidiyordu, kocaman üç saati doldurmuştuk bile. Bu sürede Aleyna gelmişti. Yengem ona olayları kısaca anlatınca resmen şok olmuştu. Kime anlatsan zaten şaka der, güler geçer. Neydi bu yaşadıklarımız gerçekten de. Ahu ve Demir'de çok sarsılacaktı bu olaylardan sonra. Özellikle de Ahu.
"Yengem, al iç hadi. Şekersiz kahve, biraz toparlar seni" düşüncelerimin içerisinde sıkışıp kaldığımda yengemin şefkatli çıkan ses tonu çekip çıkarmıştı beni girdiğim girdaptan.
Çok düşünceli, üzgün, sinirli olduğumda hep sert bir kahve aklımı toparlamama yardımcı oluyordu az da olsa. Yengem bunu çok iyi bildiği için kantine inerek kahve almış olmalıydı.
"Sağ ol yenge" diyerek bardağı kavramış, dudaklarıma götürerek kocaman bir yudum almıştım. Acı kahvenin sıcaklığı genzim boyunca yayılırken, istem dışı gözlerim kapanmıştı. İçimdense keşke bu yaşadıklarımızın bir kabus olmasını diliyordum. Sıçrayarak rüyadan uyanayım, Efsa'ysa karnının el verdiği kadar bana sokulmuş biçimde yanımda uyuyor olsun.
Elimde kahve dolu bardak yeniden bekleme koltuklarından birine kurulduğumda Aleyna ve yengem benden biraz aralıda durmuş, ikisinin de kızarık gözleri dalgın dalgın etrafı seyrediyor, ara sıra birbirleriyle bir şeyler konuşuyordular.
Öylece elimiz, kolumuz bağlı beklerken zaman öz akarında ilerlemiş, kocaman iki saatin daha sonuna gelmiştik. Artık hava kararmış, bizse beş, bilemedin altı saattir bizi ayakta tutan umut kırıntılarımızla olumlu bir cevap bekliyorduk.
Tam o anda doğumhanenin kapısı tekrar açılmış, yorgun gözüken Gülay hanım yeniden çıkmıştı dışarı. Onu gördüğüm gibiyse hızla yerimden kalkmış, soluğu yanında almıştım.
"Durumları nasıl doktor hanım?" titrek çıkmıştı sesim. Cevabından çok korkuyordum sorumun.
"Doğum tamamlandı Yaman bey, sezeryana gerek kalmadı. Bu ikisi açısından da iyi oldu. Ama bebek henüz anne karnında olan otuz yedi haftalık gelişimini tamamlamadığı için prematüre tedaviye alınacak belirli bir süreliğine. Ama erken doğumla doğulan çocuklarda genelde bazı kroniki hastalıklar olabiliyor, bu konuyu bebeğimizi kontrollerini yaptıktan sonra tekrar konuşacağız" diyerek anlattığında derince nefes almıştım. Efsa'mda iyiydi değil mi? Kötü olsaydı ilk onu derdi.
"Annemizin durumu da iyi, kan basıncı ve tansiyonunu normalleştirmeyi başardık. Fakat annemiz çok yorgun, bağışıklığı da zaten biliyorduk ki çok zayıf. O yüzden önümüzdeki 24 saati sıkı bir tedavi uygulamasıyla yoğun bakımda kontrol altında tutulacak. Tedavinin sonrası ise annemizin durumuna bağlı olacak şekilde ilerleyecek" diye anlatmaya devam ettiğinde gözümden dökülen yaşlar benden bağımsız akıyordu.
"Peki görebilir miyim onları?" titrek verdiğim nefes sonrası sorduğum soruyla Gülay hanım gülümsemişti.
"Annemizi maalesef ki görmenizi önermiyorum , en azından ilk on iki saati sıkı kontrol altında tutulacağı sürede. Kızınızı ise görebilirsiniz. Prematüre tedavi için küveze alındıktan sonra size haber verilecektir" dediğinde başımı olumlu anlamda sallamıştım.
"Çok teşekkür ederim " dediğimde doktor beni onaylamış, kısaca gülümseyerek yanımızdan ayrılmıştı..
Bense içten içe Allaha şükürler ediyordum. Onları bana bağışladığı ve bana bir kez daha aynı acıyı yaşatmadığı için...
•••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••
🌺
••••
24.bölüm bitti arkadaşlar.
18.02.2021
Bölümle ilgili düşüncelerinizi alayım buraya.
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum Keyifli okumalar
Küçük bir not: Doğumla ilgili kısımları makalelere bakarak yazdım. Yetersiz bilgi ve ya yanlış bir şeyler olursa kusura bakmayın.
Sağlıkla kalın 💜💜
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |