Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@payelll

 

 

 

Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden.

  

Küçük Prens

 

 

O toplantıdan bir diğerine giriyor ve mutlaka yanında ya Sinan ya da Hazar oluyordu. Bazılarında Selen de oluyordu ama iki kadın arasında artık gözle görünen düşman bakışlar vardı. Etrafındakiler bunu görüyor, ağızlarını asla açamıyordu. Dedikodu bile yapamıyorlardı. Yeni patronlarının huyunu çözememişlerdi henüz, ama Selen düşmanlığını esirgemiyor bunu da Sinan’ın nişanlısı olması gerekçesiyle açık açık yapıyordu.

Sinan son birkaç haftada Selen’i etrafından tamamen uzaklaştırmıştı. Bazen başına dikiliyor konuşuyor da konuşuyordu ama onu dinlemiyordu. Çıkmam gerekiyor diyor, Selen peşine düşecek gibi oluyorsa da bir bahane uyduruyordu.

Selen deliriyor, öfkesini kontrol edememe noktasına gelip geri dönüyordu. Babasıyla yaptığı konuşmada sabırlı olmasını istenmişti ama İlbilge’ye de olanlara da sabrı azalıyor, kendini geri planda buldukça hırslanıyordu.

Sinan kalemini eline alıp odadan hızla çıkacakken açıldı kapı, Selen şen gülüşüyle belirdi. “Toplantıya mı?”

“Evet,” derken yanından sıyrılıp geçmeyi planlıyordu ama Selen kapıyı kapattı. “Bir iki dakika konuşabilir miyiz?”

Sinan kabalık yapmak istemiyordu ama buna mecbur kalırsa da yapardı. “Sorun ne?”

“Sorun ne mi?” dedi kaşlarını çatarak. “Sinan beni görmüyorsun? Nişanlıyız biz, bunu bir müddet önce unuttun.”

“Hatırlamıyorum Selen, nişanlanmamızın nasıl ortaya çıktığını sen de biliyorsun.”

“Gayet iyi gidiyor, birbirimize alışıyorduk, biz düğün tarihi konuşuyorduk Sinan. Sana birden ne oldu? Benden gitgide uzaklaşıyorsun.”

“Üzgünüm Selen, ben evlenmek istemiyorum. Amacınız nişanlı kalmamızsa olur, sonsuza kadar kalalım ama seninle evlenmek planlarım arasında yok.” Dümdüz bir tonda söylüyor ne öfke ne gerçek üzüntü barındırmıyordu ses tonu.

Selen içten içe kaynadı, köpürdü ve hatta taştı ama dışarıya yansıtmadı. “Kafan karışık, İlbilge senin aklını karıştırıyor. Sırf bu yüzden seni bırakacak değilim. Kör müsün Sinan, Hazar’la ne kadar mutlular. Sen bu mutluluğun dışındasın.”

“İkisini de seviyorum, bebekliğimizden bu yana birlikte büyüdük. Onlar mutlu olursa ben daha çok sevinirim. Sorunumuz onlar değil. Ben seni bir kadın olarak sevmiyorum. Evet çok güzelsin, ama ben bunları aramıyorum.”

Zorla gülümsedi. “Güzel bulman bile aslında seni etkiliyor olduğumun bir gerçeği. Lütfen...” derken adamın ceketinin üzerinden ellerini göğsüne bıraktı. “Savaşçı bir kadınım ben, sevdiğim adamı bırakmak gibi bir niyetim yok. Geçecek, duygularımız bir yön bulacak.”

“Bu senin fikrin,” derken kadının bileklerinden kibarca tutup indirdi. Kapı bir kez vurup açıldığında İlbilge başını uzattı içeri. Selen’in bilekleri Sinan’ın ellerindeydi. Sinan hemen bıraktı.

“Pardon, rahatsız ediyorum ama geliyor musun Sinan?”

“Geliyorum.” Selen’e bir kez daha bakmadan odasından çıktı. Odada tek kalan Selen plazayı havaya uçuracak kızgınlıkla topuğunu yere vurdu. “Kahretsin!”

Sinan İlbilge ile Hazar’a yetiştiğinde İlbilge yandan bir bakış attı. “Nişanlını sevmeye mi başladın Romeo?”

Hazar başını çevirip baktı ama anlamadı.

Sinan önüne bakıyor, göğsü öfkeyle inip kalkıyordu. “Dünya üzerinde kalan son kadın olsaydı bir kez düşünürdüm ama ondan da geçerli not çıkmazdı.”

Pınar’ın açtığı kapıdan geçip yerlerine oturdular. Sinan’ın asistanı Pelin de vardı. Yurtdışında açılacak yeni kahve zinciri için açılan toplantıdan çıkan notlar müdürlerle tamamlanacaktı. İlk kez girecekleri sektörde başarılı olmak için en iyi kahveyi bulmak istiyorlardı. Bir marka ismi, yapılacak seyahatler konuşuldu.

“Bu hafta gidiyoruz,” dedi İlbilge. “Beklemenin anlamı yok.”

Sinan ile Hazar ona katıldı ama asistan Hakan, “Hazar Bey’in bu haftası dolu, Bakü’den gelecek misafirlerimiz var. Onları takip eden ortaklarımızın toplantıları, bir de gireceğimiz üç tane AVM ihalesi.”

Asistanlar notlarına bakıyorlardı. Pelin, “Sinan Bey’in çarşambadan sonrası boşaltılabilir düzlükte. Mustafa Bey girebilir toplantılara.”

Hazar’ın kalbine soktukları hançerden habersiz konuşuyorlardı. Sıkıntısı sarmıştı ama yutkunarak geçirdi.

Pınar, “Birkaç imza var İlbilge Hanım, ama Hazar Bey burada kalacaksa sorun olmaz.”

İlbilge Hazar’a döndü. “Ne diyorsun Sinan?”

“Gidelim.”

“Kaç gün sürecek?” dedi Hazar.

“Anlaşacağımız şirketin nazına bağlı,” dedi Sinan. “Görüşmeler tamamlandı ama bu adamlar aşırı nazlı.”

“Bu şimdilik böyle olsun, ama arazi satışlarına dikkat edelim,” dedi İlbilge. “Nereye kadar nazlarını çekeceğiz? Kendi topraklarımızı alıp şirketimizi kuralım diyorum.”

“Mantıklı,” dedi Hazar. “Bir sene veriyorum, o arada araziler için bir casus bırakalım oraya.”

“Mağazalar için mekanlar bulunsun,” dedi Sinan asistanına. “Şimdilik beş büyükşehir de sonrasına bakacağız.”

Not aldı Pelin.

“Cadde üzeri, büyük olsun. Tabelalar yapılmaya başlansın. Ben görmek istiyorum, havalı bir şeyler olmalı,” dedi İlbilge. “Bir de...” dedi hepsinin dikkatini çekerek. İşaret parmağı düşündüğünü ifade edercesine havaya kalkmıştı. “Kahve dükkânlarının başka bir yerde bulunmayan özel pasta, çörek kurabiye gibi bir yiyeceği olmalı.”

Asistanlar birbirine bakındı. “Onu nasıl bulalım?” dedi Pınar yutkunarak.

“Onu ben bulurum,” diyerek elini masaya indirdi. “Uçak hazırlansın.” Sinan’a döndü. “Ne zaman?”

“Salı akşamı, yarın gece yani.”

Hazar nefes alamadı, kravatı sıkar gibi oldu bir an. İkisini yalnız bırakma fikri onu bitiriyordu. “Uzarsa size katılırım,” dedi en sonunda.

“Umarım uzamaz,” dedi İlbilge.

Salı, yani yarın gece Endonezya’ya uçacaklardı. Hazar geride kalacak, ikisi baş başa başka bir ülkeye gideceklerdi. Hazar onları aynı odada görmekten hoşlanmazken aynı uçak, aynı otel ve ayrı bir ülkede olacaklardı.

 

 

                                                               ***

 

Kapalı kapının önünde dolanmayı bırakıp işaret parmağını zorla büktü. Vurdu ve gir sesini bekledi. “Gelebilir miyim?” dedi aralık kapıdan.

“Gel Hazar,” sözünü duyunca açtı kapıyı, girip kapattı. İlbilge valizini hazırlıyordu. Üç saat sonra uçak kalkacak onu başka toraklara götürecekti hem de Sinan ile.

“Ne alacağımı bilemedim, bakıp duruyorum.”

“Çok fazla şey alma, birkaç gün sonuçta.” Elleri cebinde dağılmış yatağın ucunda durdu. Yatağın üzerinde kıyafetler vardı. “İklimi farklı, mevsimlik al, yağmura falan yakalanırsınız.”

“Doğru,” derken bir tane trenç aldı dolabından. Göz ucuyla Hazar’a baktığında adamın sessiz ve gergin hâlini fark etti. “Senin neyin var?”

“Hiç, ben de gelmek istiyordum sadece.”

İlbilge göz devirip gülümsedi. “Alt tarafı birkaç gün, geri döneceğim bu kadar üzülme.”

Sinan ile birkaç gün, geri döndüğünde aynı kişi olacak mıydı? “Öyle tabii.”

“Senin derdin başka, söyle de kurtul.” Valizine kıyafetlerini katlarken alttan bakıyordu.

“Ne derdim olacak ki? İlk iş yolculuğunda yanında olmak istedim.”

“İlk iş yolculuğuma Sinan’la gidiyor olmam değil yani sorun?” derken dudak kıvırıp gülümsedi. “Sen bana güvenmiyor musun?”

Neden güvensindi ki? Kalbi ona ait olmayan bir kadına neden güvensindi? Her an ilk aşkına hisler besleyecek olması gerçeğiyle ona neden güvensindi?

“Mesele güven değil, ama eğer güvense bu konuda güvenmiyorum.”

Makyaj çantası elinde kaldı, valize koyamadı bir süre. Ani bir öfke gelip çattıysa da nefes aldı, çantayı bıraktı. “Ne güzel, ben bana güvenmeyen biriyle evlenmek istemezdim. Ama senin bu tavrın beni yoruyor. Bu konuda sana açıklama yapmayacak dereceye getiriyorsun beni, bilgin olsun diye söylüyorum. Bugüne kadar senden sakladığım herhangi bir şey, sana danışmadan, açıklama yapmadan yaptığım tek bir şey oldu mu?”

Olmamıştı. Bu kalpti, aşktı sevgiydi; açıklamasız bir durumdu. “Haklısın, ben biraz abartıyorum.”

“Biraz mı? Senin Sinan takıntın her nedense sadece konu ben ve Sinan olunca abartma seviyen çıtaları kırıyor Hazar. Neden korkuyorsun?”

Ona geri dönmenden diyemedi. “Her şeyin birbirine girmesinden.”

Açıklamayı yetersiz bulsa da sakinleştirici etkisi vardı. Yatağın ucuna yürüdü, Hazar’a kaldırdı başını. “Sence ben bunu göze alır mıyım? On senedir tek düşündüğüm şey gerçeklerin gün yüzüne çıkması, bilmediğim şeyleri duymak, uykularımı kaçıran kabuslardan kurtulmak, Mustafa’nın ölümünü izlemekken ben bunu göze alır mıyım?”

İlbilge karşısında ela gözleriyle kararlılıkla bakıyordu ama gelsin de biri bunu Hazar’ın kalbine anlatsındı.

“Her şeyin sonunda Yıldırım kardeşler benden nefret edecek,” dedi İlbilge.

Hazar konunun kapanmasını istedi, kimsenin zarar görmemesini diledi. “Konuyu açmadım farz et, hadi devam et. Sizi ben bırakacağım.”

Başını sağa sola sallayıp valizin başına döndü. “Bu arada ben yokken kendine dikkat et. Döndüğümde Hazar Kırkhan İlbilge Payidar’ı aldatıyor gibi haberler görmek istemiyorum.”

“Ne?” diye bağırdı. “Ne haberi?”

“Duydun işte, adın yanımda anılıyor. Ben gelemem öyle şeylere, yalan bile olsa kaldırabileceğim şeyler değil. Ben yokken ayağını denk al.”

Gözlerini kırpıştırarak bakıyordu Hazar. Uzun siyah kirpikleri inip kalkıyordu. Sanki Hazar her gün biriyle anılıyordu da kadının dediğine bakıyordu. “Tamam!” dedi sert bir sesle. Odadan çıkarken İlbilge başını eğerek gidişini izledi. Kapı sertçe çekilince sessiz bir kahkaha bıraktı.

“Aptal!”

                           

 

                                                                        ***

Asistan Pelin ile Pınar havaalanında hazır bekliyordu. Hepsi iş kıyafetlerinden arınmış, rahat giyimleriyle uçağın kalkış saatine kadar son kontrolleri aralarında paslaşıyorlardı. Sinan, Hazar ve İlbilge on dakika kalkacak uçaktan önce son konuşmalarını yapıyordu.

“Piyasa fiyatını biliyoruz, rakamı yüksek tutarlarsa anlaşmaya yanaşmamalıyız,” dedi Sinan.

“İlk kahve işimiz olduğundan bizi bir nebze acemi göreceklerdir,” dedi Hazar. “Pabuç bırakmayın, bir dünya şirket var.”

“Onun gibisi yok,” dedi İlbilge. “Sizce auramı kullanmalı mıyım?”

“Ne?”

“Ne?”

İkisine bakıp kahkaha attı. “Şaka! Ama duyduğum kadarıyla Türk kadınlarına zaafı varmış.”

“Nerden duydun?” dedi Hazar kaşları çatık.

“Giriyorsun Google’a önüne bir sürü haber çıkıyor. Adam kahve kralı, hakkında binlerce haber var.”

Sinan ile Hazar açık ağız birbirine baktı.

“Ben de geliyorum,” dedi Hazar.

“Saçmalama!” dedi İlbilge. “İşimizi yapıp geleceğiz.”

“Seni onunla yalnız bırakmayacağım,” dedi Sinan.

Hazar yüzünü buruşturdu. Yağmurdan kaçarken doluydu bu sözler.

“Kendinize gelin beyler. Ne kadar kıskançsınız! Ben kendime bakabilirim.”

Pınar, “Uçağa geçmemiz gerekiyor efendim,” dedi hemen yanlarına gelip.

“Tamam,” dedi İlbilge.

Sinan ile Hazar el sıkışıp ayrıldı. Sinan asistanının yanına geçerken İlbilge ile Hazar birbirine döndü.

“Merak etme, her şey güzel gidecek.”

“Ya...” dedi Hazar. “Ne kadar rahatım bilemezsin.”

“Bırak şimdi,” derken arkasına baktı. Pelin, Pınar ve Sinan onu bekliyordu. Hazar’a döndü. “Öp beni!”

Hazar’ın gözleri büyüdü. “Ne öpmesi?”

“Aptal mısın sen benim sevgilimsin ya, öp yanağımdan işte; bize bakıyorlar.”

Adamın dudaklarından şaşkın ama tatlı bir gülüş fırladı, ama aynı hızla soldu. İlbilge onun oluşup dağılan gülüşüne bakıyordu.

İlk olacak bir temasın orta yerde, izleyicilerle olmaması gerekiyordu. Yalandan bir dokunuş bırakırsa kendini asla affetmezdi Hazar. Kendine yediremezdi. Sevgisine layık değildi. Ellerini kaldırıp İlbilge’nin yüzünü kavradı. Dudakları, kadının sıcacık alnına değdi. Hazar ölsündü, tam burada bu anda dünya dursaydı Hazar başka hiçbir şey istemezdi.

Mecburen çektiği dudakları sıcak teni tanıyordu artık, Hazar idamını gerçekleştirecek sehpaya çıkmış gibiydi, kimin iteceği belliydi.

“Görüşürüz Hazar,” dedi İlbilge, adamın yanağına hızlıca bir buse kondurup koşar adımlarla ekip arkadaşlarının yanına yürüdü. Hazar ile Sinan göz göze geldi, Sinan en son elini havaya kaldırıp son selamını verip gözden kayboldu.

Hazar için çetin, sabırsız bekleyişler ve bin bir kafa karışıklığıyla geçecek günler olacaktı. Eve döndüğünde anladı, her geçen gün daha çok alıştığını. Evi İlbilge’nin doldurduğunu, ısıttığını ve sevdirdiğini. Oysa bebekliğinden bu yana ev onun eviydi. Daha önce de gelip dönmüştü İlbilge. Bu boşluk başkaydı, çok faklıydı, ya da Hazar delirmeye başlamıştı. Annesinin sözü çınladı kulağında.

“Akıllının aşkla ne işi olur evlâdım? Âşıklar hep biraz delidir.”

 

 

                                                                  ***

 

Bir gün iki gün... Geçmeyen günler, anlar ve saatler. Toplantılar, imzalar, bitmeyen konuşmalar ve randevular. Hazar bunları yaparken aklı sadece Tayland’da, Sinan ile İlbilge’deydi. Perşembe akşamı Hazan’ın karşısına geçip, “Bitti mi? Yarın boş mu?” dediğinde Hakan başını iki yana sallamıştı. “Maalesef, olmayan iki yöneticimizin işleri de sizde olunca dolu.”

Eve geçip aramayı düşündüyse de saat farkından dolayı vazgeçmişti. Dört saate inen uykusu iki üçe inmişti. Gözlerini Cuma sabahına açtığında kendini daha mutlu hissetse de dönen kadının ne durumda olduğunu hem merak ediyor hem de deli gibi korkuyordu. Anlaşmayı bağlamışlardı ama bu Hazar’ın umurunda bile değildi. O, İlbige’yi yanında istiyordu. Akşam uçağıyla döneceklerdi. Kafası karışık tavırlarıyla odasına girdi, Hakan peşinden gelip günlük programını sıralarken onu dinledi. Saat dört gibi boşa çıkıyordu. Buna sevinirken Hakan’ın çıktığı kapıdan Selen girdi.

“Hazar,” diyerek içeri giren kadının yüzünde güller açar hâline aldırmadı. Sonuçta Sinan onun nişanlısıydı ve bugün dönüyordu.

“Efendim Selen,” derken ellerini masada kavuşturdu.

Selen şık giyimi, fazla iyi fiziğiyle masanın Hazar’ın olduğu tarafına dolandı. “Bugün geliyorlar,” derken kalçasını masaya verip oturdu. Hazar’ın bakışları kadının masaya oturmasına odaklanmıştı. Sözleriyle başını kaldırdı. “Evet,” dedi.

Selen elini uzatıp Hazar’ın saçından fırlayan bir tutamı geriye iterken Hazar’ın bakışları kaşının üzerine tırmandı. “Birlikte gidelim mi havaalanına?”

Hazar geriye çekilmedi. Selen’in ne planladığının ötesini görmek için gülümsedi. “Gidelim Selen ama ben eve geçeceğim. Akşama çıkarım evden ancak, senin ev biraz ters düşmez mi?”

“Haklısın galiba, neyse ben kendim giderim.” Elini adamın başından indirirken Hazar’ın omuzuna indirip orada bir müddet daha oyalandıktan sonra geri çekti. Doğrulurken eteğini düzeltme bahanesiyle bedenini sergilercesine bir duruş sergileyip cilveyle döndü. Hazar iç dudağını ısırıyordu. Kadının arkasına bakmadan, “Görüşürüz,” diyerek topuklarını vura vura kapıdan çıkışını izledi.

“Buyur buradan yak!” derken elini alnına vurup geriye yaslandı. Çalan telefonu canhıraş çalınca başını çevirip baktığında İlbilge’nin aradığını gördü. Yüzünde bir gülüşle açtı.

“Canım,” dedi İlbilge kilometrelerce uzaktan.

Ama Sinan’ın yanında olduğunu düşünen Hazar, “Senin oyuncu olman gerekiyordu,” dedi.

“Ya sorma, en önce sana keserdim rolümü.”

Hazar kaşlarını çatarak bir noktaya odaklandı. “Sinan yanında mı?”

“Ah evet, burada selamı var?” dedi ama ses gelmedi karşıdan. “Seni neden aradım; Yağmur ile Barlas birbirlerine girmişler. Haberin yok mu?”

Nereden olsun telefonları açmıyordu ki Hazar. Kendi içinde o kadar çok kaos vardı ki başkasına yer yoktu. “Hayır.”

“Akşam sekizde inmiş olur uçak, yani umarım. Plan yaptık Bahar ve Giray’la. Akşamın boş olsun gelince detaylı anlatırım.”

“Ne demek akşamın boş olsun?” Sanki Hazar o yokken her geceyi eğlenerek sabahlıyordu da akşamı boş olacaktı.

“Akşam işimiz var demek Hazar, senin neyin var?”

Öldüm sensizlikten, çeneme vurdu.

“Bir şeyim yok, almaya geleceğim seni.”

“Zahmet olacak paşam, şoförü gönder istersen.”

Kadının sesindeki sert titreşimle kendine geldi. “Geleceğim.” Telefon suratına kapanınca dişlerini sıkıp Giray’ın numarasına dokundu.

“Neredesin sen?”

Giray da bağırınca tam olmuştu. “İşim vardı, sorun nedir?”

“Sen oğlum sen!”

“Beni geç, İlbilge aradı bizimkiler tartışmış mı?”

“İlbilge aramasa açmıyorsun.”

“Sadede gel!” derken bu kez Hazar bağırdı.

“İlbilge’ye anlattım. Onunla gelirsin.”

Telefon suratına kapandı, üç dakika içinde iki kez. “Hakan!” diye bağırdı. Hakan saniyeler içinde odaya canhıraş daldığında adamın sıratında inanamaz bir bakış vardı; patronu ona bağırıyordu! “Efendim.”

Hazar ona bakınca ne yaptığını anladı. “Yok bir şey, bir kahve getirsinler.”

Günün sonunu nasıl getirdiğini anlamadı, aklı dağınık bulanık ve toz dumandı. Düşünceleri birbirini kovalarken çıktı holdingden. Eve gitmek yerine annesine geçti. Aklının bir nebze de olsa dağılmaya ihtiyacı vardı. Kapıdan geçtiğinde annesini ve annesinin eşi Sadık Bey’i yan yana buldu. Sadık Bey’e karşı büyük bir saygısı vardı Hazar’ın. Sadık Bey de aynı şekilde onu sever sayardı. Salonda birer kahve içtikten sonra Sadık Bey izin isteyerek, anlıyordu ki Hazar’ın annesiyle konuşacakları vardı. Sinem Hanım oğlunun koluna girdi, onu bahçeye doğru ilerletti. Akşam güneşinin son bakışı geri yansıyordu. Hazar etrafındaki yeşilliklere, annesinin çiçeklerine bakarken iç geçirdi.

“Acaba bende mi çiçeklerle ilgilensem?”

“Sana iyi geleceğine eminim. Sorunlarını onun çözeceğini düşünüyorsan hemen başla oğlum. Anlat bakalım derdin nedir?”

“Sence?”

“İlbilge! Dönmedi mi henüz?”

“Üç saat sonra gelmiş olacak. Nasıl geleceği muamma tabii ki. Ben Sinan’a dönüyorum da diyebilir.”

“İlbilge Sinan’a karşı hâlâ bir şeyler hissediyor mu?”

“Hissetmediğini söylüyor, ona inanmak istiyorum ama mümkün değil.”

“Öyle diyorsa öyledir belki de neden ona güvenmeyi seçmiyorsun?”

“Bunu yapmak istiyorum ama olmuyor anne, delireceğim.” Annesinin kolundan çıkıp karşısına geçti.

“Akıllının aşkla ne işi olur evlâdım.” Annesi bunu söylerken kahkaha attı. “Bıkmadın şu sözden.”

Hazar annesinin karşısında omuzlarını düşürüp dudağını büktü. Kaç yaşına gelinirse gelinsin annenin yanında çocuklaşabilinirdi. Hazar da bu hakkını kullanıyordu. Sinem Hanım ellerini oğlunun yüzüne bıraktı, oğlunun gözlerinin derinliklerine kadar indi. “Annem, sen kaf dağından çiçek getirsen, ama Sinan yerden papatya koparsa ona verse İlbilge onu alır; seviyorsa eğer. Kendini boşa yoruyorsun, İlbilge’nin kalbine zorla giremezsin. Şimdiye kadar girmediysen bundan sonra da seni kardeşi gibi görmeye devam edecek. Ama... Sinan’ı sevmediğini söylüyorsa onu dinle! Ona güven!”

“Hiçbir şey yapmadan ellerimle ona mı vereyim?”

“Hazar! Sen zaten hiçbir şey yapmıyorsun. Ona sonsuz sadakatini vermekten başka bir şey yapmıyorsun oğlum. Ona söyleyemiyorsan hissettir, hissettiremiyorsan göster. Öylece durup sana gelmesini bekliyorsun, bir gün gerçekten ellerinden gidecek ve sen çok pişman olacaksın.” Ellerini oğlunun yüzünden çekti. “Sen zeki bir adamsın, koca holdingi tek başına yönetirsin, iş dünyasında babandan bile çok seviliyorsun ama konu aşka gelince sıfırsın.”

“Anne!” dedi isyan edercesine.

“Sana doğruları söylüyorum. Baban da çok zeki bir adam, ayrılırken seni yanında tutmak istedi. Ona karşı çıkmadım çünkü senin benden çok ona hayran olduğunu biliyordum. Evet seni hiç annesiz bırakmadım ama babanı da dinlemedin. O sana zamanında ya harekete geç ya sonsuza kadar sus dedi, ben de oradaydım Hazar, sen de hatırlıyorsun. Sen onun yanında olmasına, başka bir erkekle ilişki yaşamasına güvendin. Hep yanında yakında olacak, hep seni dinleyecek sanıyorsun. Sinan’ı sevmiyor tamam, ama bir gün belki çok yakında başka birine kaptıracak gönlünü, bunu bilebilir misin?”

Hazar sıkıntıyla arkasını dönerek elini ensesine götürdü. “Korkuyorum! Yanımda yakınımda diye canım rahat ediyor. Bir şey anlarsa uzaklaşır.”

“Belki tam tersi olur, belki ışığın düğmesine dokunursun ama bunu sürekli Sinan’dan kıskanarak yapamazsın. Sürekli bunu ona söylersen veya hissettirirsen bir gün belki de gerçekten unuttuğu adama bir şeyler hissetmeye başlayacak. Sinan kötü biri değil, istese İlbilge’yi de geri alır. Sinan’a durduk yere diş bileme! Ve bu gidişleri çok da iyi oldu. Orada yalnız zaman geçirmeleri ikisi içinde bir şeylerin yerine oturmasına neden olmuş olabilir.”

Hızla annesine döndü, ama dönerken midesine kramplar girmiş gibi acı çekiyordu yüzü. “Ne demek istiyorsun?”

“Oğlum... Aralarında sönmeyen bir kıvılcım varsa orada alev almış da olabilir gerçekten külleri savrulmuş da. Bunu İlbilge ile ikisini gördüğünde anlarsın. Yani umarım. Kıskançlık gözlerinin önüne perde çekiyor Hazar, indir şunu. İlbilge’ye odaklan, ona kadınların seveceği yüzlerce jestten birkaçını yap mesela. Bir tane çiçek bile bir kadının dengesini bozabilir. İlbilge yalnız, gözlerinde büyük bir keder taşıyor ama bunu kimse göremiyor. Annesine o kadar benziyor ki...” Kadının gözleri çimlere odaklandı, Hazar da annesine. “Ece ne zaman içinde bir hüzün taşısa onu anlardım, görürdüm. İlbilge’nin gözlerindeki keder ışığı hiç sönmüyor. Kalbi o gece nasıl yandıysa o ateş hâlâ içinde. Kız acı çekiyor, bu aşk acısı değil. Bu, dert! Hoplayıp zıplayacağı bir çağda anne babalık rolünü üstlendi. Kalbinde nasıl bir boşluk olduğunu tahayyül edemiyorum Hazar.” Oğluna döndü. “Ve sen bu kıza yaklaşmakta zorluk çekiyorsun. Sen ona ömrünü adadın, bir tane kız arkadaşın olmadı Hazar ve hâlâ yerinde sayıyorsun. Şimdi bir de sevgilin kılığına girmişken, zaten onu neden yaptınız anlamış değilim ama...”

Hazar tüm bunları biliyordu. İlbilge gözlerinin ışığını yıllar önce kaybetmiş on sekizinde yetişkin olmuştu. Gülüşü bile değişmiş, bakışları donuklaşmış, duruşu mağrur bir hâl almıştı. O geceden önce bambaşka bir kız vardı. Nazlı, kırılan, sitem eden, tavır yapan bazen de omuz silken umursamaz bir kız. Bir gecede otuzuna basmıştı genç kız. Kız kardeşleri bunlardan nasibini almış olsalar da o, anne babasının başında koca bir saat geçirmişti. Aybüke, Altınay ve İlay anne babasını yerde kanlar içinde görmemiş, başka bir alanda tutulmuştu. O gün Hazar, bir günde büyüyen kıza bir kez daha âşık olmuştu.

Sevmenin başka bir anlamı olsaydı; korkmak olurdu. Sevdiğin insanı kaybetmekten korkmak diğer tüm duyguları alaşağı ediyordu.

“O şey...” dedi, annesi onun sesinin titremesinden bile anlardı bir şeyler olduğunu. “İş için dedim ya işe yaradı zaten hisselerimizde artış oldu.”

Kadın oğluna uzun uzun baktı. “Öyle diyorsan öyledir. Sen bana yalan söylemezsin sonuçta.”

“O zaman...” dedi karışık saçlarını biraz daha karıştırıp. “Ben gidip çiçek alayım.”

“Zahmet olmazsa oğlum, sevdiği çiçek olsun. Sakın frezya alma!”

“Neden?” dedi kaşları birleşirken.

“Arkadaşlık ve güveni temsil eder de ondan. Ah Hazar ah... Sen İlbilge ile evlenecek falan olsan bayılırsın düğün günü. Çok aptal âşık gördüm ama senin gibisini hiç görmedim.”

 

 

                                                              ***

 

Kim ne derse desin Hazar için durum çok farklıydı. Birileri İlbilge’yi anlıyor olabilirdi ama onun korkularının üzeri kapanmıyordu. Ama doğru ama yanlıştı, hazar onu kaybetmekten korkuyordu. Yine de annesinin sözleri dinlemeyeceği anlamına gelmiyordu. Üzerini değiştirip nemli saçlarına eliyle şekil verip odasından çıktı. Islık çalarak merdivenleri hızla inmeye başladığında kızlar aşağıdan başlarını uzatmıştı. Koridorda toplanan kız kardeşler ıslığın geldiği yöne, merdivene dönmüştü ki Hazar son üç basamağı tek seferde atladı. Kendine bakan kızlara tek kaşı havada baktı. “Ne?”

“Bilmem ne?” dedi Altınay.

“Ne kadar şıksın,” dedi İlay.

“Randevun mu var?” dedi Aybüke.

“Ablanızı almaya gidiyorum.”

“Bak sen...” diyerek Hazar’ın etrafında dönmeye başladı İlay.

“Bu kadar şık hem de,” derken İlay’a katıldı Aybüke.

“Ablamda gözün mü var?” dedi Altınay. “Bize biraz öyle geldi de.”

Etrafında dönen kızlar başını döndürürken son cümle gözlerinin fal taşı gibi açılmasına neden oldu. Üçünün arasından çıkıp karşılarına geçti. “Ne diyorsunuz siz?”

“Sus!” dedi İlay.

Hazar’ın kaşları havalandı. “İlay!”

“Yeme bizi abi,” dedi Aybüke.

“Sen mi açılacaksın biz mi diyelim?”

Hazar’ın dudakları kımıldadı, kızlar üzerinde gezinen bakışlarına yer bulamaz gibiydi ki en sonunda omuzlarını indirip, başını yana çevirdi. Derin bir soluk alıp kızlara tekrar döndü. “Sizin gördüğünüzü ablanız neden görmüyor?”

“Genelde öyle olur,” dedi Aybüke. “Sen ona hep çok yakındın.”

“Yürü arkandayım enişte!” dedi İlay, bir adım öne çıkıp elini yumruk yapıp havaya savurmuştu.

Hazar gülecek gibi olduysa da başını sağa sola sallamakla yetindi. “Abi daha iyi.”

“Sana yardım edeceğiz,” dedi Altınay. Kollarını göğsünde bağlayıp tek kaşını havaya kaldırdı. “Ablama bir şey diyemiyoruz bari sana edelim. Ablam inattır, dersek Hazar böyle şöyle olacağı varsa da olmaz.”

“Nasıl?” dedi Hazar.

“Orasını bize bırak,” dedi İlay. “Git şimdi prensesi hain kralın elinden kurtar.”

“Biz de geliyoruz zaten, olay mahaline geçeceğiz,” dedi Aybüke.

“Olay mahali?” dedi Hazar.

“Yağmur ile Barlas...” dedi Altınay. “Barıştıracakmışız falan filan.” Elini havada salladı.

Hazar kahkaha attı. “Belki cehennemde barışırlar.”

 

                                                           ***

 

Uçak ineli bir süre olmuştu, sağa sola dönerek geçirdiği zamanın sonunda omzunu verdiği duvarda açık alandan çıkanları izliyordu. Onlarca kez şahit olduğu sahneyi tekrardan yaşıyordu ama bu bekleyiş neden ona daha farklı geliyordu? Hazar da hiçbir şeyin cevabı yoktu. Cevapsız sorular yağmurunda ıslanıp duruyordu. Bir gün hastalık derecesine gelmekten korkuyordu. Her yanı korku her yanı korkuydu. Düşünceleriyle harman olurken fark etti ela gözlü güzelini. Yanından gelip geçen insanlara aldırmayan İlbilge durmuş ona bakıyordu. Arkasından gelen Sinan’ın koluna dokunmasıyla ona dönen kadına bakıyordu Hazar. Anlayamadığı birkaç kelime geçiyordu aralarında. Samimi görünüyorlardı. Hazar omzunu aldı duvardan, adım adım yaklaşmasını izliyordu kadının. Yaklaştıkça yüzünde büyüyen gülümseye karşılık verdi Hazar. Elinde tek bir kırmızı gül vardı. Uzun sapı kesilmiş, parmakları arasında çeviriyordu Hazar.

Son birkaç adımda Hazar’ın açtığı kollara adeta atladı İlbilge. İncecik bedene kollarını sararken daha geniş gülümsedi. Asistanlar da bakıp gülümsüyordu. Sinan başını sağa sola sallayıp tebessüm etmekle yetinmişti. Ayakları üzerine basan İlbilge gülümsedi. Hazar elindeki çiçeği İlbilge’nin açık saçlarını geri iterek kulağına bıraktı. “Yakıştı, hoş geldin.”

İlbilge elini güle götürdü. “Teşekkür ederim.”

“Çok yorgunum aşk kuşları eve geçiyorum, yarın konuşuruz,” diyen Sinan elini kaldırdı, Hazar’ın açtığı ele vurup yanlarından geçip gitti.

“Biz de gidiyoruz efendim,” diyen Pınar ile Pelin kıkırdayarak ayrıldı yanlarından. Hazar bir eline valizin kulpunu aldı. Kolunu İlbilge’ye sarıp çıkışa yöneldiler.

“Anlat bakalım, neler oldu?”

“Anlaştık işte, attım ya sana anlaşmayı. Bir yıllık kahve rezervimiz emin ellerde, en kalitelisiydi Hazar. Mest oldum, numune getirdim, sana ellerimle yapacağım.”

“Ellerinle?”

“Evet.” Başını kaldırıp gülümsedi.

“Şu şeyi anlat, Giray telefonu suratıma kapattı. Ne olmuş bizimkilere?”

İlbilge kahkaha attı. Başladı anlatmaya...

 

Dün gece...

Yağmur arkadaş çevresinden birkaç kızla eğlenmeye geçtiği mekânda Barlas’ı görmüştü. Oturduğu yere on beş dakika boyunca Barlas’ı kesmiş, biçmiş hatta hiçbir estetikçinin düzeltemeyeceği işkenceleri oracıkta hayalinden geçirmişti. Barlas da onu görmüş, kötü bakışlarına meydan okuyordu. Ta ki Barlas’ın yanına bir kadın gelinceye kadar. Yağmur on dakika kadar da kadınla olan sohbetli ve hatta bol kahkahalı hâllerini izlemişti. Baktı ki sohbet büyüyor, dudağında çarpık bir gülüşle yerinden kalkmıştı. Muhteşem fiziğiyle arzı endam ederek yaklaşmıştı.

“Pardon,” demişti kadına. Kadın Yağmur’a bakmış, “Evet,” demişti.

“Sevgilimin yanında ne arıyorsunuz?” derken o kadar eğlenmişti ki Yağmur. Kadının değişen yüz ifadesi ona inanılmaz bir haz verirken, Barlas’ın ağzı açık kalmıştı. Kadın, Barlas’a dönerek, “Hani yalnızdın?” demişti.

“Yağmur!” diye kükremişti Barlas.

“Aşkım, beş dakika yalnız kaldın diye hemen bir kadına sokulman ne kadar doğru?”

“Terbiyesiz,” dedi kadın Barlas’a. Yağmur’a dönerek, “Üzgünüm, bilmiyordum,” diye devam etti.

“Ah bu erkekler hep aynı canım, sen kusura bakma lütfen, benimki sorunlu. Kadın görmeye görsün, atsan atılmıyor satsan alan yok. Başıma kaldı. Biraz hasta!” derken elini havada deli dercesine çevirmişti.

Kadının ağzı büyükçe açıldı. Bakışları Barlas’a döndüğünde adamın tek eliyle yüzünü kapatmasıyla dişlerini sıktı. Elindeki içeceği Barlas’ın tepesine boşalttı. “Pislik!”

Barlas inledi.

Kadın uzaklaşırken Yağmur arkasından sırıtarak bakıyordu ama önüne döndüğünde Barlas’ın kendisini boğacak bakışlarıyla kaşları havalandı. “Sana havada karada ölüm yok Bari.”

“Sen manyaksın!” diye bağırdı Barlas.

“Sen de adi!” diye bağırdı Yağmur.

“Bıktım senden!”

Yağmur dudaklarını büzmüştü. “Canım, bunlar iyi günlerin.”

Gece kulübünün içinde birbirlerine bağırıp ağızlarına ne gelirse saymaya başladıktan on dakika sonra dışarı atılmışlardı. Dışarıda da bir tur çantasının nasibini alan Barlas delirme noktasına gelirken nezarete düşmüşlerdi en nihayetinde.

Yağmur babası duymasın diye İlay’ı aramıştı. İlay son sürat geldiği emniyete geçen sefer ki komiseri görünce tatlı tatlı sırıtmıştı.

“OO... Avukat Hanım...” demişti komiser.

Adının Kaan olduğunu hatırladığı adama başını eğerek, “Merhaba komiserim, adım İlay Payidar. Komiserim, ne tesadüf yine mi siz?”

“Onu benim demem lazım, yine mi siz?”

“Bu kez avukat olarak geldim, müvekkilim Yağmur Sever.”

“Adamı benzetmiş müvekkiliniz.”

“İkisi de benim arkadaşım aslında, bir tartışma geçmiş aralarında.”

“Ben bilmem, halkın huzurunu bozmaktan nezarete attım.”

“İyi etmişsiniz, halkın huzuru önemli. Şimdi çıkarabilir miyiz?”

“Aslında...” dedi komiser masasından kalkıp masanın diğer yönüne dolanırken İlay adamın uzun boyuna, geniş bedenine bakmaktan kendini menederek direk gözlerine baktı. Gözleri de mi güzel... Valla ya, yüzü de güzel.

“Aslında içeri atmayacaktım ama hanım olan müvekkiliniz ortalığı birbirine kattı.” Ellerini cebine atan Kaan komiser İlay’ın karşısında durdu.

“Komiserim durum şu; aralarında bir gönül meselesi var. Kimseye zarar gelmez ikisinden de. Bu gecelik rica edeceğim. Bakın hukuk diliyle bile konuşasım yok çünkü bu ikisi hukuka aykırı.”

Kaan gülümsedi. Güzel gözleri kısılırcasına gülümsedi.

“Bir de şey... İkisinin de babaları büyük iş adamları. Buraya yığılmalarını istemeyiz, değil mi?”

Kaan yüzünü buruşturdu. “Al götür,” derken yüzünü buruşturmuştu. “Hiç uğraşasım yok. Yalnız Avukat Hanım.”

“İlay, İlay Payidar.”

“İlay Hanım, geçen sefer tırnaklarınız ne kadar uzundu. Bu gece kuzu gibisiniz.”

“O gece hırsım büyüktü. Hem biz meslektaş sayılırız. Kabalık sevmem, hak etmiyorlarsa.”

“Davalarda işe yarıyor mu bu dil?”

İlay gülümsedi. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”

Adamın kaşları havalandı. Tatlı diliyle iki arkadaşını da az önce alıp götürmesini söylemişti değil mi? Dudaklarını büktü. “Mümkünmüş.”

 

 

 

Loading...
0%