Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@payelll

 

 

 

Gel be gel işte. Küfrüm tövbeme karışsın, aklım fikrime. Öyle bir gel ki bana nefes nefese.

Cemal Süreyya

 

 

Yanında hiç hoşlanmadığı genç adamla eğlence merkezine giren Yağmur, eğer Barlas içeride değilse Giray’ı boğmayı düşünüyordu. Hangi bayrağa selam verdiği belli olmayan Giray, Yağmur’un tarafını tutuyordu ama işte beylerinde arasında görünüyordu. Barlas’ın bu gece burada olacağını söylemiş, plana dahil olmuştu. İsterse olmasındı, Bahar ona bir bakış atınca her şeyi yaptırabiliyordu.

Yoğun müzik sesi kulaklarına dolunca etrafına bakınmaya başladı. “Sana güvenen aklıma sıçayım, Giray,” diye mırıldandı. Yanındaki adam ona eğildi. “Bir şey mi dedin canım?”

“Ah… Hayır, yani evet kalabalıkmış diyordum.”

“Evet, insanlar eğlenmeye geliyor.”

“Evlenmezler ama eğlenmek için kız avına çıkar. Hepsi…” mırıltısını bu kez dişlerinin arasına sıkıştırdı. “Ya öyle görünüyor.”

“Hadi gel geçelim.”

Müziğin de ritmiyle bir süre sonra gevşedi Yağmur. Yanındaki Tunç ona uzun zamandır asılıp duran uslanmaz çapkınlardan biriydi. Mecburiyetten onu arayıp bu gece takılalım demişti. Gözü kapıdaydı, yarım saat sonra Barlas yanında güzel bir kadınla içeri girdi. Gözlerini kıstı Yağmur. Kadını süzdü biraz, güzeldi. “Ne buluyorlar ki bu çam yarmasında?”

“Ne dedin?” dedi Tunç.

“Çok eğleniyorum diyordum.”

“Uzun zaman sonra beni araman heyecanlandırdı Yağmur. Ama güzel oldu, harika bir başlangıç yapabiliriz.”

Yağmur ilk kez ona başını kaldırıp baktı. Fena değildi, güzel bir yüzü, şahane gözleri vardı. ‘Kıpırdasana kalbim’ dedi içinden ama kalbinde en ufak bir hareket bile olmuyordu. “Umarım Tunç.” Başını kapıya çevirdi tekrar. İlbilge İle Hazar onların hemen ardından da Giray ve Bahar duruyordu. Bakışları biraz kenara kaydığında Barlas’ı geldiği kadınla gülüşürken yakaladı. Hırsla yerinden kalkacak olduysa da verdiği sözü hatırlayıp oturdu. “Arkadaşlarım da buradaymış, ben onlara bir merhaba diyeceğim.”

Yağmur adeta kaçar adımlarla kalkıp arkadaşlarının yanına giderken onlar kendi locasına geçiyordu. Dördünü de otururken bulduğunda hemen geçip selam bile vermeden oturdu.

“Ben çok sıkıldım bu oyundan.” Ellerini çenesine vermişti.

“Daha yeni başladık Yağmur,” dedi Bahar.

“İyi o zaman git Tunç ile sen otur.”

“Onu da çağırırız,” dedi İlbilge. “Bu kadar sıkılma, bir işe girdik alnımızın akıyla çıkacağız.”

“Gidin Barlas’a işaret falan yapın, beni görecekse görsün.” Hızla ayağa kalktı. “Tunç’u sepetleyeceğim ondan sonra. Hiç erkek çekemiyorum, yapımda yok.” Konuşarak gidiyordu.

“Giray kalk!” dedi Bahar. “Barlas’ı bul, onları da bu masaya çağır, ben de gidip Tunç ile Yağmur’u getireyim. Hızlandırılmış plan olsun artık yoksa infilak edecek Yağmur sonra biz Barlas’ın tarafına geçmek zorunda kalacağız.”

Giray ok gibi fırladı. “Sen iste Sultan’ım.”

İkisi iki ayrı yöne giderken İlbilge ile Hazar onları izledi. “Buradaki amaç nedir ve neden Giray sizin kankanız gibi hareket ediyor?” dedi Hazar.

“Amaç kışkırtma, ama kime diyorsan orası karışık. Yağmur oyuna geliyor, fark edemiyor ya da ediyor üzerine uğramıyor. Bir garip intikam meselesi.”

Birkaç dakika sonra yanlarında yeni üyelerle locaya gelmişlerdi. Yer açmak için Hazar İlbilge’yi iyice yanına çekmişti. Ortamlarda hiç sorgulanmadığından kolunu İlbilge’ye sarmıştı. Yağmur biraz rahatlamış görünüyordu. Barlas’ın kız arkadaşı Bahar’la çoktan muhabbette girmişti.

“Bu kim?” dedi Barlas, Giray’a sokulup. Yan yana oturan Yağmur ve Tunç’un görüntüsüne gözlerini kısarak bakıyordu.

“Yağmur’un erkek arkadaşı,” dedi Giray, arkadaşının bakışlarına sırıtarak.

“Bak sen… Sonunda sevgili mi yapmış.”

“Yapmış demesek, ergen misin oğlum? Ne güzel işte peşini bıraktı.”

“Ya… Doğru. Bana ne hem.” Yanındaki kadını Bahar’a kaptırmış gibi görünüyordu. Tunç gayet ilgiliydi oysa Yağmur ile. Sinirleri bozluyordu baktıkça, bir ara samimiyetlerine yüzünü buruşturmadan edemedi. Yağmur, Tunç’un söylediği bir şeye o an kahkaha atınca hırsı biraz daha büyüdü.

“Ne o kadar komik Yağmurcuğum, bizde gülsek?” dedi Kinaye barındıran sesiyle. Yağmur hiç görüntüsünü bozmadı. “Tunç bir şeyler anlatıyor da Barlascığım, nasıl anlatılır ki sana hay Allah.”

“Öyle mi? Seni iyi görmek çok güzel, hep böyle kal.”

Sana mı soracağım diye çıkışacaktı ki dilini ısırıp gülümsedi. “Hiç şüphen olmasın canım.”

“Canın çıksın,” diye mırıldandı Barlas. Arkasına yaslanıp etrafını izlerken aniden sıkıldı. Geliyorum diyerek ayrıldı locadan ama dönmedi. Kız arkadaşı ortada kalmıştı. En sonunda telefon açmıştı Barlas’a ama aldığı cevapla yüzü tamamen düşmüştü.

“Canım,” dedi Yağmur. “O hep böyledir, bir var bir yok. Dengesizdir biraz anlıyor musun beni?”

“Neden böyle oldu anlamadım ama sanırım haklısın. Birlikte gelmiştik ve çok güzel eğleniyorduk. Neyse nasılsa beni bulur, o zaman görüşürüz.”

“Tabii tabii ona haddini bildir, bir kadın bu şekilde bırakılır mı hiç; hadsiz arkadaşımız kusura bakma.”

Bahar ile İlbilge dudakları sıkılı hâlde bakışıyorlardı. Yağmur kuralsız bir kadındı, canı nerede ne yapmak istiyorsa ona koşardı. Dili de buna dahildi.

Kadın gidince Tunç’a eve kendi gideceğini söyledi Yağmur. Tunç bozulsa da belli etmedi. Yalnız kaldıklarında arkasına yaslanıp kahkaha attı. “Bu plan tutar.”

“Ne sandın?” dedi Bahar.

“Kıskandı,” dedi Hazar.

Yağmur ona tek kaşı havada döndü. “Saçmalama Hazar, o kim ve neden kıskansın?”

Hazar omuz silkti. “Kıskanç adam kıskanç adamı tanır.”

“Diyorsun?” derken başını kaldırdı İlbilge. “Gerçi dün bir esmedin değil ama.”

“Bir dakika ya hemen kendinize dönüyorsunuz anladık çok âşıksınız!” dedi Yağmur.

“Bence de kıskandı ama,” dedi Giray.

“Rol değişince balta vurmak istedi, sadece bu,” dedi Yağmur.

“O da bir neden tabii,” dedi Bahar. “Neyse… Evlerimize gidelim artık. Nasılsa ortaya çıkacak, bu şekilde devam.” Şen bir şekilde gülümsedi. “İki gün sonra nişanımda görüşürüz.”

 

                                                               ***

 

Taytını ve tişörtünü üzerine geçirmişti. Günlerden pazardı, üç saat sonra Bahar ile Giray’ın nişanına katılacaklardı. Tatlı bir yaz akşamıydı, başını gökyüzüne kaldırıp derin nefes aldı. At kuyruğu yaptığı saçları beline salınmıştı. Adımlarını kapıya çevirmişti.

“Bekle!” diyen sese göz devirip döndü.

“Efendim Hazar?” Kot pantolonlu ve beyaz tişörtlü Hazar gözlerinin ışıldamasına neden olsa da başını çevirdi.

“Ben de geliyorum.”

“Neden?” Ellerini beline bırakmıştı.

Hazar kadının sağına soluna bakındı. “Senin saçların ne kadar uzamış.”

İlbilge iki gündür kızları görmemişti. Hazır boş vakti varken Yıldırımlara bir uğrayıp gelmeyi planlıyordu. Eli istemsizce saçlarına gitti. “Ya evet, yarın kuaförde randevum var zaten, biraz kısaltırım.”

“Tamam.” Hazar çapkınca göz kırptı. “Yarışalım mı?”

“Yok artık, on yaşında mıyız?”

“On dokuz senenin lafını mı edeceğiz?”

Dudaklarını sağa sola kıvırdı İlbilge, gülümser gibi bir tavrı vardı. “Kaybedeceksin!” dedikten hemen sonra ok gibi fırladı. Hazar arkasından bakıp kahkaha attı. “Benim bir adımım senin çeyreğin.”

İlbilge başını çevirip bağırdı. “Tavşan da kaplumbağaya öyle demişti.”

Hazar’ın gülüşü soldu. “Gel buraya!”

İlbilge kendi evlerinin hizasını geçmişti, Yıldırımlara çok az kalmıştı. Arkasına bile bakmıyordu, villanın kapısından girdiğinde yavaşlıyordu ki ayaklarının yerden kesilmesiyle kocaman çığlık attı.

“Bırak beni kaplumbağa!” dedi

Hazar omuzuna attığı kadını sıkıca tuttu. “Bilmem gerekiyordu, ne haddime bir Payidar’ı yenmek.”

Tepe aşağı kahkaha attı İlbilge. “Ha şunu bileydin.”

Bahçenin köşesinde Mila ile oynayan Sinan gördükleriyle gözlerini kapatıp sıkıntıyla nefes aldı. “Ne oldu dayıcım,” dedi Mila minicik elleriyle dayısının yüzünü avuçladı. Gözlerini açıp gülümsedi Sinan, bakışlarını küçük kızdan kapı önünden eve yürüyen çifte çevirdi. “Hiç dayıcım, yorulduk sanki.”

“AA… Bak Hazar dayım gelmiş hem de teyzemle.”

“Evet, hadi koş.” Küçük kız onlara doğru koşarken Sinan da kalkıp toparlandı. Hazar Mila’yı kollarına alırken o, İlbilge’ye bakıyordu. Bir kadın bu kadar göz alıcı olamazdı, olmamalıydı. Bakışlarını çekti, o Hazar’ındı. Yasak bir meyveden hiçbir farkı yoktu. Dokunması günah, sevmesi sevap olan yasak tatlı bir meyve.

Yanlarına yürüdü, İlbilge’nin Hazar’ın Mila ile oynamasını izleyen kadını izlemekten vazgeçti. “Hoş geldiniz.”

“Merhaba Sinan, kızlara bakmaya geldim. Neredeler?”

“Odalarında, pek çıkmıyorlar.”

İlbilge eve doğru yürüdü. “Ben bir bakayım.” İçeri girdiğinde yengesine seslendi, ama hizmetçilerden biri onun üst katta olduğunu söyledi. Kendi evi misali üst kata çıktı. Kızların odalarını eğer değişmediyse biliyordu. İkra’nın kapısının önüne geldiğinde tam çalmak üzereydi ki Zehra Hanım çıktı.

“Merhaba yenge.”

“Hoş geldin kızım.” Kadın kapıyı arkasından çekmişti.

“Kızları merak ettim, uyuyor mu İkra?”

“Şimdi daldı, sakinleştirici alıyor.”

Kadının iki günde çöken göz altlarına, belirginleşen çizgilerine dikkat kesildi. “Zor bir süreç.”

Kadın gözleri nemli başını iki yana salladı. “Çok zor, İkra kendine gelemiyor. Kaldıramıyor, yalan diyor sürekli ama kendi de inanmıyor.”

“İnanması güç, mutlu bir evliliğin bir günde çöküşü kolay kaldırılabilecek bir durum değil. Zamanla toplayacaklar.” Elini yengesinin koluna bıraktı. “Biz yanlarındayız nasılsa, ailemize sahip çıkacağız.”

“Elbet kızım elbet.” Gözlerinin nemini parmaklarıyla alan Zehra Hanım, “Defne yan odada, uyuyor mu bilmiyorum ama o daha sakin.”

“O çok güçlü bir kadın, daha çabuk toplayacak. Ben bir bakayım müsaadenle.”

“Tabii, ben de aşağıya iniyorum.”

Hemen yandaki odanın kapısını tıklattı. Gir sesiyle gülümseyerek adımı içeri attı. Defne odasının arka bahçeye, yani kendi evlerine bakan tarafında koltukta oturuyordu. “Gel abla,” dedi Defne. İlbilge geçip karşısındaki koltuğa oturdu. “Nasılsın?”

Defne çökmüş yüzüyle omuz silkti. “Yorgun, hasta gibi. İçim çürümüş de biri beni çöplüğe fırlatmış gibi.”

“Biraz doğal bir durum sanırım. Kolay değil.”

“Kolay değil… Hiçbir zaman kolay olmamıştı ama gidiyorduk bir şekilde. Sanırım bazı şeylerin suratıma çarpmasının acısını yaşıyorum.”

“Ne demek istiyorsun? Biliyor muydun?”

“Hayır, tahmin bile etmiyordum zaten beni en çok üzen de bu. Bu kadar aptal olmamalıydım, kocam gözümün içine baka baka beni defalarca aldattı. Babamın, kardeşlerimin, sizin hepimizin parasını çaldı. Aldatıldığını anlamayacak kadar körü körüne kimse sevilmemeli.”

“Sen aptal değilsin. Para konusuna gelirsek baban yılların iş adamı o bile anlamamışsa sen nasıl anlayacaksın ki?”

“Anlamam gerekirdi. Evlendiğimden bu yana kendi parama hiç el sürmedim. Lüks yaşantım değişmedi, ne iş yaptığını bile bile bu para nereden geliyor demedim. Suç benim. Kazanıyor demek ki dedim. Meğer ailemizi soyuyormuş. Başka kadınların koynundan gelip yanımda uyuyordu. Kızına dokunuyordu o pis elleriyle.”

Kendini suçlamaya çok meyilli bir dönemden geçen kadını teselli etmenin bir anlamı olmadığını düşündü İlbilge. “Bundan sonrası için daha akıllı bir kadın olmak için çok fazla sebebin var. Kızın var. Merak etme, o paraların peşini bırakmayacağım. Hesaplarına el konuldu zaten, ayrı ayrı dava edilecek.”

“Biliyor musun?” dedi Defne. İlbilge ona neyi dercesine bakıyordu. “Evde kasa var, şifresini bilmiyorum. Ama içinde neler olduğunu biraz görmüştüm. İşimize yarar bir şeyler olabilir ya da bilmiyorum, banka hesapları, nakit para dosyalar bir kaçta disk vardı.”

İlbilge’nin gözleri kocaman olurken parladı. “Olabilir.”

“Ama şifre yok ve çok güvenlikli bir kasa.”

“Mutlaka bir yolunu buluruz açmanın. Nerede?”

“Yeri de gizli.” Genç kadının bakışları odanın içinde turladı. “Şimdi anlıyorum neden o kadar özen gösterdiğini.”

İlbilge’nin kalbi dört nala koşuyordu. “Defne! O kasa bizim için çok önemli olabilir. Kimseye bundan bahsetme. Ben abin ve Hazar ile konuşacağım. Baban duymasın, yarın gidip onu oradan alacağız.”

“Tamam. Timuçin’in oradan çıkmadan ölmesini istiyorum. Kızımın öyle bir babaya ihtiyacı yok. Umarım geberir. Bunun için elimden ne gelirse yaparım.”

Geriye çekilirken gözleri kısıldı İlbilge’nin. Defne’nin istediğinde ne kadar tehlikeli olacağını ölçüp biçiyordu. “Kim bilir, belki de düşündüğün gibi olur.”

“Umarım.”

 

 

                                                              ***

 

 

Dalga dalga yaptığı saçlarını eliyle kabartıp son görüntüsüne baktı. Kırmızı elbisesinin eteğini savurunca yırtmacı açığa çıktı. Askılarını düzeltip rujunu tazeleyip çantasına bıraktı. Odasından çıkıp aşağı indi. Kardeşleri birer birer iniyordu. En son Hazar gelmişti. Gözleri İlbilge üzerindeydi. Yine çok güzel yine çok fazla güzeldi.

“Hazar beş dakika konuşalım mı?” Hazar onaylarken kardeşlerine döndü. “Siz gidin, biz yetişiriz,” dedi. Kızlar anlam veremese de kabullenip evden ayrıldı.

“Sorun nedir?”

“Defne bir kasadan bahsetti, yarın evine o kasayı almaya gideceğiz.”

“Ne varmış içinde?”

“O da emin değil ama işimize yarayacak bir şeyler olabilir. Hissediyorum, o kasa bize bir başka kapılar açacak.”

“Kasa diyorsun, taşınmaz ki o.”

“Sen ben ve Sinan gideceğiz. Sinan’ı katmak istemezdim ama Defne’nin abisi, bilmesi gerekiyor. Defne demez mi abim neden bilmiyor.”

“Der. Tamam.”

“Şimdi gidebiliriz,” dedi keyifle.

“Ne kadar şıksın, sen mi nişanlanıyorsun?”

“O da olur bir gün.” Eteğini eliyle savurunca açılan yırtmaca gözlerini kıstı Hazar.

“Burası dikilmemiş sanki.”

“Yürü!”

“Allah’ım sabır.”

“Ne yapacaksın sabunu?”

 

                                                            ***

 

Elindeki fotoğrafı kuaförüne çevirdi. “Bu sarıyı görüyor musun Şenol?”

“Görüyorum şekerim, annen değil mi?”

“Annem.”

“Ne kadar güzel kadındı. Babamın en sevdiği müşterisi annendi. Hiç unutmuyorum buraya gelip gittiği günleri.” Kırk yaşında olan Şenol baba mesleği olan kuaförlüğü devir aldığında Ece hayattaydı. İç çekti adam. Arkadan bağlı saçlarına gitti eli.

“Bu saç renginin aynısını yapacaksın. Ama aynısı olmazsa külahları değişiriz.”

Fırçasını havaya kaldırdı Şenol. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Ben o boyaları çocukken karıştırıyordum. Sarının en güzel tonu bu, her kadında durmaz bu renk ama annen efsaneydi bu konuda.”

İlbilge gülümsedi. “Hadi görelim. Biraz da kısal ama çok değil.”

Bu kez makasını kaldırdı Şenol. Makası açıp kapatıp şıklattı. “Hadi başlayalım.”

Saatler sonra kalktı koltuğundan İlbilge. Şenol’un bile ağzı bir karış açıktı. Besmele çekip saçları havalandırdı. “Allah’ım… Sen bizi koru.”

İlbilge şeytanca gülümsedi. “Sen mükemmel birisin.”

“Sen bir cadısın ama. Hazar’a acımaya başlıyorum.”

Aynaya yaklaşıp annesinin fotoğrafını yüzüne tuttu. İçinde bir hüzünle gülümsedi. “Annem kendini doğurmuş sanki. Bu kadarını tahmin etmemiştim Şenol. Ellerine sağlık.” Kumral saçları yoktu artık, başak sarısı parlıyordu İlbilge’den.

Öğleni geçmişti ama o yeni geliyordu holdinge. Toplantılarına Hazar ile Sinan girmişti. Pınar da kalan işlerini halletmişti. Asansörden indiğinde Pınar elindeki kalemi düşürdü. “Ho… Hoş geldiniz efendim.”

“Merhaba Pınar. Odama bir kahve, lütfen. Amcama uğrayıp geliyorum.” Aklında bir bahaneyle Mustafa Bey’in odasının kapısına kadar gelip durdu. Derin bir nefes alıp tıklattı. Amcasının sesini duyunca gülümseyerek odaya girdi. Mustafa Bey’e hiç bakmadan, “Amca sana bir şey sormam gerekiyor. Tecrübelerine ihtiyacım var.” Başını kaldırdığında Mustafa Bey’in büyümüş bakışlarıyla buluştu. Adamın dili tutulmuştu, rengi atmaya başlamıştı. “Amca?” dedi gözlerini kısarak.

Dudakları kımıldadı Mustafa Bey’in. İlbilge durup ona bakmaya başlarken saçını annesinin yaptığı gibi kulağının ardına sıkıştırıyordu. Adamla göz göze duruyordu. Bakışlarını annesi gibi sevimli bir tavra soktu. Birkaç kez annesi gibi kırpıştırdı. Yavaş iki adım attı masaya doğru, annesinin usul, parmak uçlarında gezdiği adımlarıyla.

“Mustafa…” dedi gülümseyerek.

Mustafa Bey’in rengi küle dönerken boğazındaki kravata ulaştı eli. “Ece…” derken sesi zor çıktı.

“Amca?” dedi cümlesini tamamlarcasına.

Kravatı çekiştiren el göğsüne indi. “Ece!” diyordu. “Ece sen misin?”

Gözleri kısılan İlbilge beş saniye kıpırdamadı yerinden. “Amca!” dedi sert ve sessiz bir tonda.

“Ece,” dedi Mustafa Bey. Masaya yığıldı.

Dişlerini birbiri üzerinde sürten İlbilge, “Sana kolay ölüm yok!” diye mırıldandı. Kapıya koştu, yönetici katını inletircesine bağırmaya başladı. “Sinan! Hazar! Pınar ambulans çağır.”

   

 

Loading...
0%