Yeni Üyelik
23.
Bölüm

23. Bölüm

@payelll

 

 

Tek bir şey için ağlanmaz, birikmiştir.

Frida Kahlo

 

 

Holdingdeki odasında, ceketini bir yana savurmuş koltuğa oturmuş, İstanbul’a bakıyordu. Asla inanmıyordu olanlara, babası onun için özel bir insandı. Evet, Selen için baskı yapmıştı ama bunların hiçbiri ona bunu yakıştırmasına neden olamazdı. Hayatında tanıdığı en onurlu insandı Mustafa Yıldırım.

Buna nasıl inanmıştı İlbilge? Bunca yıl içinde kocaman bir nefreti yaşatmasına inanamıyordu. Akıl alır gibi değildi. Konuşmak diye bir şey vardı, sormak mesela. Neden bu kadar karışık bir yol seçmişlerdi? Tüm bu olanları saçmalık olarak görüyordu. Belki onların acısını onlar gibi hissedemiyordu ama yine de saçmaydı. On sekiz yaşında sevdi onu, ilk kalp atışı ilk kalp kırıklığıydı. Ondan sonra ne atmış, ne de kırılmıştı kalbi. Terk edilmişliğinin derin sancısını yaşıyordu. Ölse aklına gelmezdi böylesi bir neden. Ortaya çıkanlardan da belliydi ki babası ve Ece yengesi bir oyunun içindeydi. Babasının Ece yengesine olan aşkı gerçek miydi?

“Kahretsin! Lanet olsun!”

Aklında beliren yeni sorular vardı, İlbilge ile Hazar gerçekten birbirine âşık mıydı? Oynadıkları oyun için mi öyle görünüyorlardı? Kendi başındaki belayı da düşündü. Selen’le evlenmeye mecburdu. Ne babası ne amcası ne de yengesini el ayağa düşüremezdi. “Biri bir hata yaptı hepimiz kurban edildik.”

Masanın üzerindeki telefon canhıraş çalınca uzanıp aldı. Güvenliğin aradığını görünce açtı. “Bu gece buradayım.”

“Sinan Bey, kapının önündeyiz. Hazar Bey ile İlbilge Hanım vuruldu!”

Bakışları kapıya ulaştı. Telefonu indirip avucunda sıktı. Koştu, asansörün düğmesine sürekli basıyor, açılması için anın geçmesini bekliyor ama zaman ona o kadar uzun geliyordu ki merdiveni kullanmak istediğinde kapı açıldı. Bir dakika sürmüyordu aşağı inmek ama ona saat gibi gelmişti. Kapıya koştu, güvenlikler kapının ve çıkışın etrafını sarmıştı. Yaklaşınca durdu, yarım saat olmamıştı yanlarından ayrıları, yerde kanlar içinde yatan iki çocukluğuna bakarken olduğu yere çakıldı.

“Ambulans çağırdık efendim, birazdan burada olurlar.”

“Ne ambulansı? Siz neredeydiniz? Kaç kişisin, bu nasıl oldu?”

Hiçbiri tek kelime edemedi.

Sinan bir adımda İlbilge’nin yanına yere dizleri üzerine çöktü. Yarasına baktı, biri omuzundan biri karnından iki kurşun gördü. Hazar’a döndü. Biri göğsünde biri boşluğunda iki kurşun da onda vardı kan kaybediyordu. Yaşıyorlardı.

Tişörtünü çıkarıp Hazar’ın karnına bastı. “Buraya gelin!” diye bağırdı. “Üzerinizdekileri verin!” Güvenliklerden ikisi gömleklerini çıkarıp Sinan’a yaklaştılar. Onun doktor olduğunu bilen güvenlikler ne diyorsa yaptılar. Yaraların üzerine sabitlenen kumaş parçaları kanın yavaşlamasın neden olurken ambulans sesleri uzaktan duyuldu. “Lütfen,” dedi fısıltıyla ama etrafındakiler duydu. “Hadi çocuklar beni yalnız bırakmayın!” Lütfen. Lütfen. Lütfen.” Başını gökyüzüne kaldırdı. “İlbilge… Hadi Hazar.”

Onların sedyeye yatırılışını seyretti ama omuzları çökmüştü. Üzeri çırılçıplak ikisinin yanına ambulansa bindi. Paramediklerin elinden cihazları aldı, tek tek yerleştirdi bedenlerine. Solunumlarını geçirdi başlarından. Gözlerini cihazlardan bir an bile ayırmadı. “Bırakamazsınız beni!” dedi. Ellerini başına doladı. Hazar’ın kalp atışı yavaşlıyordu.

“Doktor Bey,” dedi kadın. “Tansiyon yükseliyor.”

“Hemen …. Verin.”

Ambulans doktoru ilacı hazırlarken o kendi kalp atışının duracağını hissediyordu. Saniyeler içinde tansiyon düşerken cebindeki telefona uzandı. Babasını ararsa ikinci bir kriz kaçınılmaz olurdu. Selim amcasını arasa ilk krizi yaşayabilirdi. Defne! Defne’yi aradı. Saat gece yarısı olmuştu uzun uzun çaldı telefon, uykulu ses “Abi?” dedi.

“Defne kalk! Hazar ile İlbilge vuruldu. Babama söylemeyin, annem gelmesin. İkra ile kızlara gidiyorsunuz. Selim amcana söylerken dikkatli davranın.”

“Ne? Abi!”

“Duydun mu beni Defne?” dedi sertçe.

“Duydum abi.” Telefon kapandı. Defne’ye hastanenin adını atıp telefonu çenesine dayadı, çıplak olduğunu hatırlayınca tekrar mesaj attı. “Bir tane tişört getir.”

İlbilge’nin saçlarında kan vardı, Hazar’ın tüm bedeni kan içindeydi. Parçalanan kıyafetler kenarda kanlar içinde duruyordu. İlbilge’nin çıplak bedenine bakmıyor, başını çeviriyordu. “Çıkarırken üzerini kapatın,” dedi.

Geldikleri özel hastanenin kapıları sonuna kadar açıktı, kapı önünde birçok doktor bekliyordu. Önce İlbilge’yi indirdiler, ardından Hazar’ı. Arkalarında yere atladı, gücü bedeninden alınıyor gibiydi. Bacakları titriyordu ama sedyelerin arkasından hızlı hızlı yürüdü. Doktorlar aralarında bildiği dili konuşuyorlardı, duymuyordu. Gereken makinaların adı geçiyordu, umursamıyordu. İlaçlar iğneler söylüyorlardı birbirlerine, ne umurundaydı. Kulakları uğulduyordu. Robot gibi koşuyordu. Ameliyathanenin kapısı yüzüne kapanana kadar yürüdü. Cam kapılar kapandığında gözlerini sıkıca yumdu. Bir gece için fazla darbe almıştı. Olduğu yere ayaklarının üzerine çöktü. Başını ellerinin arasına aldı.

“Ölmeyin lan!” Ucu bucağı boş olan koridorda başı ellerinin arasında sarsılarak ağlamaya başladı. Babasına da… Amcasına da… Yengesine de… Hepsine lanet ederken buldu kendini. “Ölmeyin!” diye bağırdı. Hızla kalktı. Gözyaşlarını elleriyle sildi. Burnunu çekip derin nefes aldı.

 

                                                                     ***

 

Zil öyle sert ve hızlı çalıyordu ki evdekilerin yüreklerini ağzına getirirken hepsini ayağa dikmişti. İlay koşarak aşağı inerken kalanlar da peşine düşmüştü.

“Ablamla abim nerede?” dedi Altınay. Onlar odalarından çıkmıyordu.

İlay ablasını duyunca kapıya daha hızlı koştu. Az daha kapıya çarpacaktı. Hızla açtı. Karşısında Defne ile İkra’yı gördü.

“Ne?” dedi İlay. “Ne oldu?”

“Üzerinizi giyinin, hastaneye gidiyoruz.”

“Bir şey oldu,” dedi Aybüke. “Ablamla abim evde yok!” dedi onlara yaklaşırken. Selim Bey ağır ağır iniyordu.

“Ne oluyor?” dedi üst basamaktan.

Sezen Hanım hemen arkasındaydı.

“Önce sakin olun, ablamızla Hazar abi…” dedi ama devamını getiremiyordu.

“Abla…” dedi İlay. “Ne oldu konuşsana!” dedi ve ağlamaya başladı, Defne’yi sarsıyordu.

“Vurulmuşlar, abimle konuştum. İyiler, yaşıyorlar yemin ederim.”

“Allah’ım…” dedi Selim Bey, eli kalbine giderken. “Oğlum, kızım…”

“Abla hayır…” dedi İlay. “Ablam vurulmuş diyor abla,” derken Aybüke kardeşini kendine çekip sarıldı. “İlay sessiz ol amcam.”

“Abla!” dedi feryat dolu sesiyle. “Abi…”

“İlay sus!” dedi Altınay, ama gözleri sel olmuştu çoktan.

“Arabalara!” dedi Aybüke. “Hemen.”

“Biz kullanırız,” dedi İkra. “Hadi!”

 

Aybüke ağlayan İlay’ı asla susturamıyordu ama araması gereken biri vardı. Sinem yengesinin telefonunu tuşladı. Uzun çalışlar sonunda açıldı.

“Aybüke kızım…” dedi uykulu ve telaşlı ses.

“Yenge… Ablamla Hazar abim kaza geçirmiş, hastaneye gidiyoruz.”

“Aman Allah’ım…” derken kadın örtüsünü atıyordu üzerinden. “Sadık Bey…” diyordu eşine, ağlıyordu artık. “Nerede nasıllar?”

“İyiler yenge,” dedi ama İlay’ın sesi işleri karıştırıyordu.

“Yalan söylüyorsun, kim ağlıyor? Hazar, oğlum.”

Aybüke hastanenin adını söyleyip kapattı. Kendi gözyaşları usulca akarken İlay’ı bastı bağrına. Ablası öyle yapardı. Ablasından öyle öğrenmişlerdi.

Gazetecilerin arasından geçtiler. Kapılar arkalarından kapanmıştı. Kata çıkarlarken koşuyorlardı. Selim Bey’in koluna Sezen Hanım ve Altınay girmişti. Adam yere yığıldı yığılacaktı. Oğlum diyor kızım diyor başka bir kelam etmiyordu.

Sinan’ı yerde başı önünde otururken buldular. Sinan sesleri duyunca ayağa kalktı. İlay koşuyordu en önden. “Sinan abi ablam?” dedi ne diyecek bulamadı. Sinan kızın başını ellerinin arasına aldı. “Ameliyattalar. Sakin ol. Bekleyeceğiz.”

“Sinan oğlum ne oldu?” dedi Selim Bey otururken. Dizlerinde derman kalmamıştı. Ağlıyordu koca çınar. Böyle bir acı görmemişti. Yaşamamıştı. Kalbine ağır geliyordu.

“Holdingdeydik,” derken Defne ona tişört uzattı. Alıp başından geçirse de elleri bedeni kan içindeydi. “Toplantı yapıyorduk üçümüz. Ben odama geçtim, onlar gidecekti. Ben… Duymadım. Aşağıdan güvenlik aradı. Başka bir şey bilmiyorum.”

İlay’ın üzerinden baktığında Kaan’ı gördü. “Kaan biliyordur belki.”

“Geçmiş olsun, nasıllar?” dedi Kaan.

“Ameliyattalar,” dedi Sinan.

“Tamam,” dedi göz ucuyla İlay’a bakarken. “Çıkana bekleyelim.”

“Neyi bekleyeceksin?” dedi hırsını ondan alırcasına. “Gidip kimin yaptığını bulsana.”

“İlay!” dedi Altınay kolundan tutup çekti.

“Arabayı bulduk,” dedi Kaan, canı yanan kadından aldığı bakışlarını Sinan’a çevirdi. “Terk edilmiş, ekip çalışıyor, parmak izleri arıyoruz. Kameraları incelemeye devam ediyoruz. Bulacağız.”

Melek girdi en son koridora, ardından Sadık Bey ile Sinem Hanım. “Selim…” diyordu kadın. “Ne oldu oğlumuza…”

“Bilmiyorum Sinem Hanım,” dedi Selim Bey hıçkırırken. “Vurmuşlar çocuklarımı.”

Kaza zanneden kadın bir an donup kaldı. “Silah mı?” dedi titrek bir sesle. Selim Bey bir daha hıçkırdı. Sinem Hanım eşinin kollarına yığılırken bir kez daha ağladı Selim Bey. Bir odaya alını sakinleştirici verildi Sinem Hanım’a.

Melek İlay’ın yanına sokuldu usulca. Kendinden geçer gibi ağlıyordu İlay. Kızın elini tuttu. “Ağlama, yaşıyorlar neden ölmüşler gibi ağlıyorsun?” dese de kendi de ağlıyordu.

“Neden ağlıyorum biliyor musun?” dedi sertçe. “Benim nnem babam yok, ablam var. Bilemezsin! Kimse bilemez! Anne bildim ben onu, baba bildim ben Hazar’ı. Kimse bilemez!”

Oradaki tüm kalplere birer hançer sapladı İlay. Hepsinden kan aktı, İlay’ın gözyaşları gibi. Kaan içinde hissetti kadının acısını, kederini ve korkusunu.

Sinan önünde eğildi. “Abicim, biz seni anlayamayız ama sen amcamızı anlayabilirsin. Onları kurtarırken amcama bir şey olacak. Lütfen İlay.”

Biliyor ama kendine hâkim olamıyordu ki İlay. Başını salladı. Bacaklarını kendine çekip kollarını onlara sardı. Başını kendine gömerek sessizce ağladı.

Bir saat sonra koridorun ucundan iki kişi daha geliyordu. Zehra Hanım ve Mustafa Bey. “Anne babamın ne işi var burada?”

“Ben gelmek istedim, bugün yanınızda olmayacaksam neden yaşıyorum. Evde bir hareketlenme olduğunda anladım bir şey olduğunu, anneni zorla konuşturdum.”

Sinan bir baş eğişle kabullendi. “Ama heyecan yapma, lütfen baba.”

“Sakinim merak etme, kardeşimin elini tutsam yeter.” Oğlunun yanından yavaş adımlarla geçti Mustafa Bey.

“Oğlum tutamadım vallahi,” dedi Zehra Hanım. “Çıktılar mı?”

“Hayır henüz bekliyoruz.”

Mustafa Bey, Altınay kalkınca Selim Bey’in yanına oturdu. Adamın yaşlı elinin üzerine elini bıraktı. “Merak etme, iyi olacaklar. Onlar bizim çocuklarımız, kolay kolay vazgeçmezler.”

Gözlerinden yaşlar yuvarlanan adam omuzlarını sarsarak ağlamaya başladı ama tek söz edemedi.

Yağmur, Bahar, Giray ve Barlas da gelip sessizce bir köşede beklemeye başladılar. Kızlar ağlıyor, beyler için için ağıyordu. Buz gibi bir hava hâkimdi ortama. Kaan arada telefon alıyor, ama belirgin bir gelişme olmuyordu. Saldırıyı yapanlar toz olup uçmuştu. Gitgide daha karışık olmaya başlayan konunun altında kalıyordu Kaan. Herkes bir şey saklıyor gibi geliyordu ona. Bilmediği başka düşmanları yoksa şayet. İlay’a bakıyordu arada, kendinden geçmişti. Artık gözyaşları sessiz sedasız akıyor, iki ablasının arasında oturuyor, biri elini tutuyor diğeri başını omuzuna yaslamıştı. Dudakları sürekli kımıldıyordu, gözleri kapalı dua ediyordu.

Kapı açıldığından hepsi birden ayaklandı. Çıkan doktor bilgi vermek için öne çıkanlara baktı. Kırklı yaşlarında bir erkekti. “İlbilge Hanım’ın ameliyatı tamamlandı. Bu gece yoğun bakımda kalacak. Omuzunda bir karın boşluğundan iki kurşun çıkarttık. Tehlikesi yok denecek kadar az. İyi olacak.”

“Oğlum?” dedi Selim Bey.

“Hazar Bey’in doktoru az sonra çıkacak. Geçmiş olsun.”

Doktor uzaklaşırken kapı tekrar açıldı, bu kez üç doktor çıktı. “Geçmiş olsun,” dedi kalp doktoru Ayça Hanım.

“Oğlum nasıl?”

“Açıkçası durumu kritik,” dedi başka bir doktor. “Kurşunlardan biri kalbine çok yakındı, çıkarttık ama tehlike devam ediyor. Sağ böbreğine giren kurşun böbreğe zarar vermiş, elimizden geleni yaptık. Kırk sekiz saat içinde herhangi bir terslik olmazsa böbreği kurtarabiliriz. Kontrolümüz altında, uyutacağız. Dua edin!”

Omuzlar bir kez daha çökerken geçip giden doktorun arkasından baktılar. Dinmeyen yaşlar, gerin bekleyişler, yorgun beden ve ruhlar. Hastane bir doldu, bir boşaldı. Sinan basın açıklaması verdi, suçluların bir an önce bulunacağını ve adalete güvendiğini söyledi. İlbilge ve Hazar’ın durumlarının iyi olduğunu kimsenin sevinmemesini de üzerine basarak söyledi. Yapan her kimse onu dinleyecekti nasılsa. Gazetecilere açıklama yaparken bahçenin kenarında sürekli saçlarını kaşıyan, ileri geri tedirginlikle hareket eden Tuğra’yı gördü. Konuşması bitince içeri girdi. Korumalardan birine onu içeri almalarını söyledi. Köşede onun gelmesini bekledi. Tuğra başı önünde yaklaştı yanına.

“Ne arıyorsun burada?”

“Hazar abim nerede? Onu görmek istiyorum.”

Sinan onu baştan ayağa süzdü. Bir rahatsızlığı olduğu belirgin genç adamın omuzundan tuttu. “Gel bakalım, Hazar abin nasılmış soralım.”

“Burada bekleyebilir miyim? O çıkana kadar. Dışarda aklımı kaçırıyorum.”

Hazar bu çocuğa ne yapmıştı da bu kadar sevilmişti? Sinan onun omuzundaki kolunu sıktı. “Kal.”

Hazar’ın uyuduğu üniteye girmek için izin aldılar. Cam paravanın önüne gelince Tuğra ellerini cama yasladı. Bedenine takılı kablolara bakıyordu. Bandajlı çıplak bedenine… “İyi olacak değil mi?”

“Olacak!” dedi Sinan, derin bir nefes alırken. O gece onlara siz kimsiniz, hiçbir kan bağımız yok dediğine pişmandı. Aynı kandan gelmek gerekmiyordu, ikisi de o kadar ondanlardı ki… Sinan gelmiş geçmiş tüm ailesinin bu insanlar olduğunu hissediyordu. “Otuz saat sonra uyanacak.”

“İlbilge abla uyandı mı?”

“Bekliyoruz, birazdan uyanacak.”

Tuğra başını kaşıdı. “Ona bir şey olmasın, Hazar abim yaşamaz. O…” Sağa sola sallandı. “O çok seviyor yengeyi. Öyle böyle sevmiyor, çok sevmek nasıl bir şey ben… Ben bilmiyorum ama Hazar abim biliyor.”

Sinan ona bakarken kalbine bir kurşun yedi, kan yok yara yok. Kesif bir acı kalbini delip geçti. Bir ihtimal diyordu, oyun oynuyorlardı. Zorla gülümsedi. “Ölüme yürüyecek kadar…”

“Zaten hep öyle derdi, öl dese ölürüm.”

“Ölmesinler, yaşanacak çok şey var.” Tuğra saçma bir şekilde başını sallıyordu. “Hadi gel, bir şeyler yiyelim.”

 

 

                                                                      ***

 

İlbilge gözlerini araladığında kendini boş bir çuval gibi hissediyordu. Tavanı gördü, “Hazar…” dedi. Kurumuş dudaklarından Hazar döküldü.

“Abla.”

Başını çevirdi. İlay biraz gerisinde oturuyordu. Dağılmış, yıkılmış, ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş.

“Hazar nerede?”

“Uyuyor.”

“Doğru söyle İlay.” Yaşlar şakaklarından saçlarına ulaşıyordu.

“Vallahi billahi uyuyor.” Ablasına yaklaştı. Elini avuçlarına alıp sıktı. “Abla beni çok korkuttun.”

“Ne bu hâlin İlay?”

“Ablam ölüyordu, çok korktum.”

İlbilge kardeşine kınar gibi baktı, sonra ilgilenecekti bu hâliyle. “Korkma! Daha çok işimiz var.” Elini kurtarıp İlay’ın saçlarına götürdü. “Ağlaman gereken yerde değiliz. O yer bu yer değil. Yaşıyorum bak!” İlay onu anlamıyor gibi tekrar ağlamaya başladı. “Hazar’ı görmek istiyorum. Git hastaneyi ayağa kaldır, ablam sevgilisini görecekmiş falan de.”

Gözyaşları arasında gülümsedi İlay. “Oldu bil.”

İlay odadan çıkarken, “İlay,” dedi cansız sesiyle. İlay hızla döndü. “Bana Kaan’ı çağır, Sinan da gelsin.”

“Tamam.”

Yatağından kalkmasına izin verilmediğinde getirilen tek çözüm görüntülü aramaydı. Altınay, Hazar’ın odasının yanındaydı. Ekranı yoğun bakım odasına çevirmişti. Aybüke de ablasına uzattı telefonu. Bir karışlık ekrandan Hazar’ın çıplak bedenindeki kablolara bakarken gözlerinden yaşlar düştü. Derin ve huzurlu bir uykunun kollarında acılarını hissetmeden yatan bir insanın tüm acısını hissetti. “Neresinden vuruldu?”

“Kalbine yakın bir tane bir tane de böbreğine almış, biraz kritik durumu ama şu ana kadar iyi gitti. Atlatacak.”

Telefonu kardeşine uzattı. “Evet, geçecek ve ben bunların hesabını keseceğim.”

“Abla bunu kim yaptı?”

“Rauf’tan başkası olamaz. Elimizde hiçbir delil olmasa da o yaptı. Kaan gelmedi mi?”

“Birazdan burada olacakmış, İlay konuştu.”

“İlay kendini o hâle getirirken siz neredeydiniz? Parçalanmış.”

Aybüke ablasının ayak ucuna otururken gözlerini yumdu, onun da ağlamaya hakkı vardı. “Abla bilemezsin ortalığı birbirine kattı. Onun sana düşkün olduğunu bilirdik de bu kadar bilemezdik. Susturamadık, durduramadık. Kaan’ı payladı, Melek’i eşekten düşer gibi çarptı. Annem babam yok, ablam var dedi.”

İlbilge bir daha ağladı, Aybüke de gözlerini sildi.

“Abla…” dedi Aybüke. İlbilge yaşlı gözlerini ona çevirdi. “Üzgünüm,” dedi İlbilge.

“Bizi çok korkuttunuz, bir daha böyle bir acıyı yaşamak istemiyoruz. Bitir bu işi, gücümüz kalmadı. Birimize bir şey olursa biteriz.”

“Bitireceğim.”

Kaan, Sinan ve İlay odaya girdiğinde ikisi de gözlerini siliyordu. İlay kaşlarını çattı. “Neden ağlıyorsunuz, abime bir şey mi oldu?”

Aklı nasıl çalışıyordu İlay’ın? “Hayır, İlay,” dedi İlbilge. “Aybüke’ye döndü. “Dışarda bekleyin siz, İlay da dahil.”

Kızlar çıkarken Sinan yatağa yaklaştı. Uyandıktan bu yana ilk kez görüyorlardı birbirlerini. Sinan yanağından makas aldı. “Günaydın, iyi misin?”

İlbilge bundan hep nefret etmişti, el hareketi asla sevmiyordu. Sinan’ın eline vurdu, gülümserken. “Yapma şunu, iyiyim.” Sinan da kötü göründü gözüne. O gece onlara posta koyan Sinan gitmiş, yıllar önceki Sinan dikilmişti karşısına.

“Geçmiş olsun,” dedi Kaan.

“Teşekkür ederim Kaan. Kalemin kâğıdın var mı?”

“O kadar uzun mu?”

“Meselemiz hem uzun hem karışık ve çok eski. Hazır mısın?”

“Önce bana size bunu kim yaptı onu söylesen çünkü biliyorsun?”

“Biliyorum ama kanıtım yok. Şeytanla anlaşmaya oturacağım sen de bana yardım edeceksin.”

“Bu bir emir mi?”

“Bu benim için önemli. Bizim için, Yıldırım, kırkhan ve Payidarların sırları… Sana dev bir şebekeyi çökertme şansını vereceğim sen de bana benim istediklerimi. Kabul mu?” Kabul etmek istemeyen adama bakarken gözlerini kıstı. “Seni müdür yapacak terfi alacaksın, genç yaşında hem de. Yer yerinden oynayacak Türkiye’de, bunu sen yapacaksın. Yoksa ben buradan kalkmadan hepsini kurşuna da dizerim ve sen tek bir delil bile bulamazsın! Tarafını seç!”

“Usulsüz bir şey yapamam.”

“Merak etme bende meraklı değilim. Yasal olacak. Sadece benim için birkaç şey saklayacaksın ben de sana istediğinden fazlasını vereceğim.”

“Kabul ediyorum.”

“İyi dinle beni.”

 

Bir saat içinde tüm aile sırlarına vakıf olan Kaan, notlarını alarak dinledi. Soru sormak için arada konuştu. Sinan bir köşede dinledi, Kaan sandalyenin üzerinde otururken. Timuçin ve Cemal’in yolsuzluğuyla başlayan zincirleme detayları -birazını Kaan da biliyordu- tek tek anlattı. Rauf ile olan konuşmasını, Selen ve Sinan evlilik zorlamasını ve elinde olan fotoğrafları. Rauf’un ona olan tehdidini, açık açık konuşmalarını ve kendine gelen zarfı.”

“Sana gelen zarf açık bir delil bunu neden yok ettin?” diye sordu Kaan.

“O delil benim ailemi bitirecekti de o yüzden. Beni öldürmek niyetinde olduklarını hiç düşünmedim. Sorunları farklı yollardan çözmekti amacım. Annemi babamı ve amcamı bu işten sıyıracaksın. Bu ilk istediğim. Sana tüm diskleri ve zarfları vereceğim. Ailemi kurtar!”

İlbilge’nin ela gözlerine odaklıydı, biraz emir veriyor gibi baksa da daha çok yalvarıyordu. Onun ailesi İlay’ın ailesiydi. “Tamam.”

“Söz ver!”

“Söz!”

“Hazar o gece onları odasındaki kasaya bırakmış olmalı. Holdingdeki odasında, şifresini bilmiyorum. Hakan’a söyleyin size Tuğra’yı bulsun.”

“Tuğra burada,” dedi Sinan. “Hastane bahçesinde dolanırken buldum. Bekleme salonunda şimdi.”

“Ya…” dedi İlbilge.

“Tuğra kim?”

“Kaan,” dedi İlbilge. “Üzgünüm ama Defne’nin evinde bir kasa vardı ve o kasayı Tuğra açtı. Tüm diskler ve zarfları Timuçin’in evinden aldık.”

Kaan gözlerini devirdi. “Ben de diyorum neden gelişmiyor bu dava.”

“Ailem söz konusu olmasa böyle bir şey yapmazdık. Tuğra size Hazar’ın kasasını açacak. Ama kocaman bir sorunumuz var. Ortada Rauf’u suçlayacak tek bir delil bile yok. Ne yapsanız bulamazsınız. Adı hiçbir yerde geçmiyor. Muhtemelen ağlarına düşenler de onu tanımıyor. Ama benim bir fikrim var.”

Sinan ona döndü. “Korkmalı mıyız?”

“Hayır,” dedi Sinan’a. “Önce ailemizin görüntülerini ve isimlerini temizleyin, sonrasına bakacağız. Ben buradan çıkmadan herhangi bir girişim olmamalı. Timuçin ile Cemal konuşmadığı için yaşıyor, o ikisi bize lazım, onları korumak zorundayız. Denize düştüysem yılana sarılacağım. Şeytanı alt edemiyorsam onunla anlaşacağım.”

Kaan hayatında hiç böyle kadın tanımıştı, görmüş olduğuna sevinerek ayağa kalktı. “Hiç senin gibi bir kadın tanımadım, gücüne hayran olmamak elde değil.”

İlbilge burukça gülümsedi. “Bende benim bu yanımla tanışmak istemezdim ama hayat işte… Sevdiklerimizi korumak zorundayız.”

“Haklısın. Tuğra’yı alıp gideyim o hâlde.”

“İlay da seninle gelsin, kötü görünüyor. Buradan uzaklaşmasını istiyorum.”

“Küçük kardeşin üzüldüğünde bir cadıya dönüşüyor,” dedi Kaan.

Gülümsedi İlbilge. “Öyleymiş, çocukken hiç öyle değildi ama kolay şeyler yaşamadık.”

“Peki…” dedi Kaan. “Haberdar edeceğim.”

Sinan ile Kaan el sıkıştı, Kaan çıkınca sandalyeye oturdu. “EE… Beyaz ışığı gördün mü?”

İlbilge gülerken karnındaki acıyla inledi. “Güldürme, dikişlerim açılırsa canım yanar.”

“Canımı yaktınız, dikiş acısından bir zarar gelmez.”

“Yaşıyoruz, lütfen beni ağlatma!”

“Tamam.”

“Bizi bırakmayacaksın değil mi? Ne olursa olsun sizi seviyorum. Seni, Defne, İkra ve Melek’i. Bizim bizden başka kimsemiz yok Sinan.”

“Babamı sevmiyor musun?”

“Babana asla saygısızlık etmedim, etmeyi de düşünmüyorum. Beni anlamak zorundasın, sen de gördün. Senin başına gelse ne düşünürdün?”

“Konuşmayı. Sormayı.”

“Hep düz bir insan oldun, ilerin gerin olmadı Sinan. Haklı da olabilirsin. Sağlıklı değilim. Nefret doluyum, kindar birine dönüştüm. Canım öyle çok yandı ki sanki bunları yapmak zorundaydım. Aksini düşünmek için kendime izin bile vermedim. Hazar beni çok kez uyardı, yapma dedi. Onu dinlemedim ama o beni dinledi. Hazar, size olan düşkünlüğüyle benimki arasında kaldı. Unutamıyorum. Annemle babamı bulduğum anı silemiyorum. Odamdan sesler duyup çıkmıştım. Tartıştıklarını duydum ama odama gitmek için döndüm. Yere düşen annemin sesiyle tekrar kapı önüne geldim bu kez babam düşmüştü, onun sesiydi. Kapıyı açıp artık yaşamayan anne babanı görmek çok acı.” Dur demediği yaşlar yeniden aktı. “Ondan sonra ne zaman odamda uyumaya çalışsam annemle babamın tartışma sesleri kulağıma geldi. Elimde yastık örtü evin içinde dolanarak uyuyorum. Annemle babamın başında bir saat oturdum. Mektubunu okudum, ortaya saçılan fotoğrafları topladım. Sakladım. Anneme konduramadım. Ama babana kondurdum. Babamdan nefret ediyorum. Bunu bilen tek insansın. On sekiz sene boyunca bana eşsiz bir baba oldu ama benden annemi aldı. Babanı bile affederim ama babamı affetmeyeceğim. Ölünceye kadar kalbimde kin ateşim yanacak. Yapmış bile olsalar ne hakkı vardı dört kızı annesiz bırakmaya. Baba çıkıyor ya ağzımdan, boş. Bomboş Sinan. İçi boş bir evlâtlık benimki.”

Şakaklarını elleriyle sildi. Derin ama acılı bir soluk aldı, alırken yaraları sancıdı. “Tüm bu olanlar babanın suçu olmadığını gösteriyor. Görüntülerde annemle baban kendinde bile değil. Bilemezdim. Doğru yolu bulmak için önce yanlış yapılır.”

Sinan’ın onu teselli edecek sözleri yoktu. Kendince sonuna kadar haklıydı. Onu anlaması da imkânsızdı. Elini tutmak istedi, yapamadı. O kişi hiçbir zaman kendisi olmamıştı. “Vazgeçmeyeceksin?”

“Asla! Rauf ya hapse girecek ya kafasına sıkacak. İçeri girse bile yine ölecek. Ölümden döndüğüme göre ona hayat yok bu dünyada.”

Kapı tekrar açıldı, Kaan ile İlay içeri girdi. “Abla, Tuğra bizimle gelmiyor. Hazar abim söylemeden yapmam diyor. Başkomiserimi görünce iyice korktu.”

“Gelsin yanıma.”

Kapı önünde tutup getirdi Kaan. Tuğra ellerini önünde bağladı. “Geçmiş olsun yengem.”

“Teşekkür ederim Tuğra. Ben söylesem yapmaz mısın?”

“Sen söylersen yaparım. Bir sen bir Hazar abim. Hazar abimin sevdiği başımın tacıdır.”

İlbilge genişçe gülümsedi. Benden başka herkese söylüyor, diyen iç sesiyle daha çok gülümsedi. “İlay ve Kaan ile git, Hazar’ın kasasını aç. Sonra yine buraya gel, Hazar abin uyanınca seni görmek ister.”

“Tamam,” dedi Tuğra.

“Şükür,” dedi İlay. “Ne kadar inatçısın.”

“Hadi gidelim,” dedi Kaan. Oda bir anda tekrar boşaldı. Sinan, İlbilge’ye bakıp sırıttı. “İnsanlar üzerinde onları ikna etmek için kullandığın üstün bir yeteneğin var.”

“Sanırım…”

Loading...
0%