@pbilecen
|
Hepimiz hayatlarımızı ilmek ilmek dokuruz. İleriye yönelik atılan her bir adım, bir sonraki adımı getirir ve en umursamazımız bile geleceğini belli bir noktada planlar. Sadece dünyayı dolaşmak için ya da en basitinden alacağı sıradaki yeni arabayı, çantayı düşlerken zengin babasının parasını yemek için bile olsa.
Bazılarımız da tüm hayatını belli planlar içerisinde yaşar. Attığı her adımı sadece metaforik olarak değil, fiili olarak bile bir düzene yerleştirir. Bu korkulardan kaçma durumu, kendini güvene almadır. Konfor alanımızı belirler ve ondan ilerisini düşünmek bile istemeyiz. Saatinde içilmeyen bir kahve bile konfor alanımızı bozarak bizi alt üst edebilir. En azından o günü…
Ben bu iki uç nokta arasındaki yolumu dengelemeye çalışıyorum. Konfor alanımı, en önemlisi de elimdeki tek hazinem olan kalbimi korumaya çalışıyorum. Bana bunun mantıklı bir hareket olup olmadığını sorabilirsiniz. Kendini güvenceye almanın tüm hayatımı kolaylaştırıp kolaylaştırmadığını da. Doğruyu söylemem gerekirse bu hayat en basit tabiriyle yorucu ama hangimiz yorulmuyoruz ki?
Tesellimin züğürt avuntusu olduğunu biliyorum. Kimseye güvenmemenin, belli bir ölçüye kadar insanları hayatıma sokmanın bana ödettiği diyetler oluyor tabi ki. En basitinden gerçekten canım yanarak ağlamam gerektiğinde bile yanağımı kendi omzuma yaslamak dışında elimde bir seçenek olmuyor. Yine de mutluyum. Çünkü kırılıp parçalanıp yarım kalmaktansa bunun yorgunluğuyla başa çıkmayı biliyorum.
Kısaca buna Pavlov’un köpeği hayatı diyebiliriz. Kimden, saat kaçta, hangi yerden kötülük geleceğini biliyorum ve ona göre davranıyorum. Böylece ödüllerde cezalarda benim için sıkıntısız bir bilinmişliğe tabi tutulmuş oluyor. Anlayacağınız otur derlerse oturuyorum, kalk derlerse kalkıyorum. Bunun insan hayatına uygulanmış versiyonunu şöyle özetleyebilirim: Seni seviyorumlar geliyorsa gülümse ve başını eğ, sen kırıldığında kalbinden kalan parçaları toparlayamayacağını hissettiğin noktaya geldiysen kaç. Oldukça basit, temel içgüdüler. Tüm özel hayatım bu koşullar altında ilerledi. Yirmi dört yaşına kadar bunun tek bir kötü yanını da görmedim. Tatlı flörtler, güzel arkadaşlıklar kurdum ve bu hayatı elimden geldiğince yaşadım. Erasmus zamanı kendime güzel bir çevre oluşturdum ve zamanı geldiğinde geri buraya döndüm. Yüksek lisans hayatım beni motive edecek düzeyde ilerlememi sağlıyor. Aldığım bursun bir süre sonra burnumdan getirerek benden geri alınacağını biliyorum ama stüdyo dairemde yarı zamanlı işimle, kitaplarım ve müziğimle yaşamak buna değiyor. Her adımı planlı olanlar çılgınlığından bir miktarda olsa kurtuldum ve bu noktada anı yaşa diyebiliyorum kendime. Çünkü sürekli planlılık için muntazam biri olmam gerekiyordu ve hadi ama bu hayatta evren, kader, şans, ilahi adalet ya da her neye inanıyorsanız o var. Yani ne kadar plan yapsanız, mükemmel olsanız da bir noktada işler elinize yüzünüze bulaşabiliyor. O yüzden kontrolcü olmayı da bir kontrol altında tutarak elimden bıraktım ve bu başarıyla bir ödülü hak ediyorum. Eğer ‘carpe diem’ çılgınlığının revaca geçtiği dönemde yaşasaydım kendime bunu hatırlatmak için dövme bile yaptırabilirdim. Neyse ki, benim neslim bunun ucundan döndü. Şu anda ‘777’ çılgınlığı mevcut ama bunu da dövme yaptıracak değilim. Tükenmez kalemlerle yapılan totemler neye yetmiyor sonuçta, değil mi?
Tüm bunların sonunda benim bir yanımın kalpsiz olduğunu düşünebilirsiniz. Sonuçta iş birilerini kalpten umursama konusuna gelince toptan deli gibi koşarak kaçıyorum. Kimse beni yakalayamaz, ebeleyemez, sobeleyemez. En azından öyle düşünüyordum. Yaklaşık son dört aya kadar her şey kendi belirlediğim rutinde, ufak tefek sapmalarla beni yıkmadan ilerliyordu. Gerçi size yalan söylemeyeceğim hayatım bir noktada alt üst olma noktasına gelmişti ama onun altından kalkabiliyordum. En azından tüm gücümle savaşıyordum ama o savaşı güzel bir yenilgiyle kaybettiğimde bunu umursamadım. Kim rüya gibi bir aşka karşı savaşıp ona yenilmeden ayakları üzerinde durabilir ki?
Titreyen parmaklarımla ve duran zihnimle bir hesap yapmam gerekirse yeni hayatımın 103. gününde burada yıkılmaya her an hazır bir şekilde hastane koridorundaki soğuk bir sandalyede midemde yükselen ağrı ile oturuyorum. Gerçi ağrının midemden mi yoksa kriz geçirme eşiğine ramak kalmış kalbimden mi kaynaklandığını henüz anlayamadım ama olsun. Doktorların ameliyattan çıkıp da bana haberi verdikleri ana kadar deyim yerindeyse kazık yutmuş gibi dimdik omuzlar ve kalkık bir çeneyle burada hiçbir zayıflık emaresi göstermeden oturacağım. Göz pınarlarıma gelen yaşları geride tutacağım, titreyen dudaklarımı sabitleyeceğim ve kimseyle konuşmayacağım ki dağılmayayım. Çünkü kendimi biliyorum sesimi duyduğum an tınısındaki çaresizlik beni dizlerim üzerine çöktürecek.
İşin özü dokunsalar ağlayacak modunun kanlı canlı örneği olarak dakikalarım saatleri, saatlerim günlerimi kovaladı. Kaza haberinin peşinden bulunmaları için harcanan bir buçuk gün ve ameliyatta harcanan yedi saatin peşinde hala ayaktayım. Albert elime çay, su ya da yiyecek bir şeyler tutuşturmaktan vazgeçerek sadece eşlik ederken onu dövmekle yanımda olmasına sevinmek arasında git gel yaşıyorum. Gerçi yanımda olmasının nedeni benden ziyade ameliyattaki arkadaşı için de olsa yine de bana ona gösteremediğim bir güç veriyor. Ki hakkını yiyemem kendisi benim içinde bir dayanak noktasıydı.
Avuçlarım arasında duran telefon ailesine haber vermem için gözleri varmışçasına beni taciz etse bile hareket edemiyorum. Şok başlı başına vücudumu ele geçirmiş gibi ve ben ne yapacağımı bilmiyorum. Kendimi sorgulayıp kızıyorum. Hangi ara onun içime bu denli işlemesine izin verdiğimi çözmeye çalışıyorum. Güvenilir arkadaşlık çizgisinden, dönülemez aşka ne zaman kucak açtım bilmiyorum. Onun deyimiyle tel örgüler arasında olan ve bir kuş misali sakladığım kalbimi nasıl ellerine verdiğimi ve bundan mutluluk duyduğumu anlamıyorum.
Hani aşk birdenbire, apansız karşısına çıkardı insanın? Eğer öyle olsaydı ondan kaçabilirdim. Gelen faciayı fark eder ve yaşanılacak günlerin güzelliğindense sonradan gelecek acıyı öngörür ve ondan vazgeçerdim. Oysa burada kalbim kendi göğsüm yerine ameliyathane kapısının arkasında can çekişir gibi hissederken bildiğim tüm duaları ediyorum. Ki ben dua etmem. Yaratıcıya inanıyorum ama onun benimle olduğuna dair olan inancımı kaybedeli çok oldu. Yalnızlığa alışmış biri öyle bir kaybolmuşluk içine düşüyor ve öyle çaresiz hissetmeye alışmış bir hale geliyor ki yaratıcı tarafından bile terk edildiğini düşünüyor. Şimdiyse sahip olduğumu bile bilmediğim bir çabayla ona yakarıyorum. Ona kavuşmam lazım. Eğer orada bir yerde beni görüyor, duyuyor ve acımı hissediyorsan bil ki dayanamıyorum. En azından nefes alıyor olduğunu, yaşıyor olduğunu bilmem lazım. Hayatımda o olmadan yaşayabilirim ama eğer tüm benliğim o olmuşken beni, bensizlikle bırakırsa nefes alamayacağımı biliyorum. Zihnim her ne kadar ipleri salıverdiğim için kendine kızsa da kalbim geçirdiğimiz mutlu anların rüyasıyla kanatlanıyor. Nereden geldiğini anlamadığım bir güç ciğerlerimi doldurmama ve her şeyin yolunda olacağına inanmama sebep oluyor.
Omzumdaki elin varlığını hissedince bakışlarım takıldığı boşluktan ayrılıp açılan kapıya kayıyor. Nefesimi tutarak ayaklanıyorum. Karşıdan gelen doktorun yüzünde yorgun da olsa bir gülümseme var. Bunu hayal edemem. Bu kadar gerçekçi bir rüyayı uykusuzluğa, umutsuzluğa rağmen hayal edemem. Tuhaf beynim umutsuz olsaydın zaten gülümseme olmazdı diye benimle çekişirken ellerimdeki telefonu son gücümle sıkıp gelen haberi bekliyorum. |
0% |