@pekbiafiliyalnizli
|
Herkese yeniden merhaba, nasılsınız? Umarım iyisinizdir. Keyifli okumalar ⚫ 5 Yıl Önce Diyarbakır Ankara demek memleket demekti. Sert esen rüzgarıysa hayat. Ankara'yı özlediğimden mi bu kadar güzel geliyordu yoksa güzel olduğundan mı, bilmiyordum. Eski bir arkadaşa küfür etti diye kafa attığım devremin beni mahkemeye vermesiyle meslekten uzaklaştırılışımın onuncu günüydü bugün. Ekiptekilere göre göreve başladığımdan beri izne çıkmadığım için özel harekatın bana yaptığı kıyaktı bu. En dürüst şekildeyse terörist sanılan biriyle aramdaki bağdan dolayı bana şaibeyle bakan meslektaşlarımın gazı gitsin diye bir süre istirahat etmemi söylemişlerdi. Bunda kavgamın da payı vardı. Göreve başladığım ilk günden beri neredeyse doğru dürüst başka bir yerde uyanıyordum. Kâzım'dan, Zümra'dan, özel harekatın insanı derde sürükleyen havasından uzak olmak bana iyi gelir diye düşünürken bu mesleğin kederine bağlandığımı anladım günden güne. Kafayı yiyordum sıkıntıdan. Diyarbakır'a dönmenin yollarını arıyordum ama geçit yoktu. Çoktan alışmıştım oradaki yalnızlığıma, Ankara'nın kalabalığı fazla gelmişti, sendelemiştim. ''Dinçer şu topa doğru vursana ya, yeniyorlar bizi!'' ''Lan Dinçer doğru oynasa sanki bizi yenebilecekmiş gibi konuşma.'' ''Olsun adam oynamıyor ki dikiliyor öyle, neyse kötü oynuyor diye kaybetmenin suçunu ona atarım sen devam et böyle.'' Kapalı spor salonunda maç yapıyorduk. Demir, Atlas, Mavi, Mustafa ağabey ve yakın birkaç arkadaşımız vardı. Ayağıma gelen topu isteksizce kaleye şutladım. Top fileyi havalandırırken üzerimdeki üniformayı çıkartıp omzuma astım, ''Benden bu kadar, eve geçiyorum.'' Arkadaşlarımız gitmemem için söylenirken bizimkiler sessizdi. ''Dinçer yeni geldik daha, gitmesene oğlum daha Diyarbakır günlerini anlatacaksın.'' Neyini anlatacaktım, ne vardı anlatacak, ''Pek keyfim yok siz oynayın maçınızı, sonucu yazarsınız.'' ''Oyunbozanlık yapmasana birader.'' ''Lan adam sizin gibi kamu çalışanı mı?'' diyerek araya girdi Atlas, ''Koskoca polis adam, yorgundur gitsin dinlensin. Ben size anlatırım Diyarbakır günlerini.'' Eyvallah diyerek çıktım spor salonundan. Ankara'nın soğuğunda yürümek istemiştim. İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği dar kaldırımlarda çocukluğum geçmişti. Kafamda bir sürü düşünceyle yürürken kendimi okulumun bahçesinde bulmuştum. Anaokulu, ilkokul bitişikti. Çocukken boyum demir bahçe kapısını açmaya yetmediğinden Mustafa ağabey açardı, o açamadığım kapıya bayağı bir üstten bakıyordum şimdi. İçeriye girdim, ailecek hepimiz bu anaokulunda okumuştuk. Teneffüste mutlaka arka bahçede buluşurduk, küçük bir çam ağacının gölgesinde durur konuşurduk. Çocukken toplaştığımız o arka bahçeye adımladım. O çam ağacı artık küçük değildi, ben de tek değildim. Benden önce gelmiş ve ağacın altına toplanmışlardı. Atlas elindeki topla duvarla paslaşıyordu, topu sahaya o getirdiği için elbette bırakmamıştı. Demir etrafı inceliyordu, Mustafa ağabey bana bakıyordu Mavi ise muhtemelen bir kız arkadaşıyla mesajlaşıyordu. Hepsi beni fark ettiğinde Atlas topu bana pas attı. ''İki sene anaokuluna gittiğim içim travmam var tetikleneyim diye mi buraya geldin?'' ''Hanginiz takip etti?'' Mavi işaret parmağıyla usulca burnunu kaşıdı, ''İzinizden gidiyoruz komiserim.'' ''Komiser değilim oğlum ben, memurum daha. Bu gidişe olmayacağım da zaten.'' ''O nasıl söz Dinçer, daha kaç oldu polis olalı? Hemen pes etmek yakışmıyor sana, umutsuz konuşmayı bırak.'' dedi Mustafa ağabey, ''Atanamadığımda bana söylediklerini kendin de uygula.'' ''Siz ona bakmayın,'' dedi Demir, ''Çok olumsuz bir durumda değil, sadece biraz kafayı toparlaması lâzım.'' ''Ulan devlet sırrı gibi bize anlatmıyorsunuz yaşananları.'' ''Polis devletin bir koludur, dolaylı yoldan devlet sırrı zaten mal.'' ''Mustafa ağabey bak kardeşin çok kaba konuşuyor, ayıp değil mi?'' ''Beni niye ağabeyime şikayet ediyorsun oğlum ya, ben seni Dinç'e şikayet ediyor muyum? Üç yaşında mısın sen?'' ''Mavi bağırama,'' diye uyardı Mustafa ağabey, ''Rahatsız oluyorsa öyle konuşma.'' Mavi saygılıydı ağabeyine karşı, ''Sen ne dersen öyle olsun ağabey.'' Atlas istediği olmuş gibi sırıttı, ''Ya siz nasıl kardeş olabilirsiniz? Bir Mustafa ağabeyimin efendiliğine bak, bir de senin serseriliğine.'' ''Ona kalsa siz de benzemiyorsunuz.'' Atlas bana baktı, göz ucuyla, ''Evet, ben tekim.'' Yanlarına gidip sırtımı aynı onlar gibi duvara yasladım. Atlas anaokulunda kimse yemesin diye çam ağacının altına gömdüğü çikolatayı ararken Mavi de ona yardım ediyordu. Aklı selimler olarak sessizce etrafı izliyorduk. Montumun cebinden sigara paketini çıkartıp ağzıma bir tane koyarak yanımdakilere uzattım. İkisi de ilgilenmeyince cebime koydum. ''Günde kaç tane içiyorsun?'' ''Bilmem, gidiyor öyle.'' ''Yüzün sivilcelendi.'' dedi Demir. ''Stresten.'' ''Zayıfladın.'' ''İştahım yok.'' ''Gözlerinin altı çöktü.'' ''Çok uyumaktan.'' ''Dinçer.'' ''Efendim.'' ''Hassiktir oradan.'' Nadir küfür eden bir adamdan içten bir siktir duymak beni gülümsetmişti, ''Abdestin gitti.'' ''Küfür abdesti bozmaz.'' diye atıldı Atlas, ''Amcam öğretmişti.'' diyerek karı kazmaya devam etti. Demir öfkeliydi, ''Ne bu hâlin? Daha devam edecek misin ruh gibi dolanmaya?'' ''Belli değil.'' dedim sigaramdan içerek. ''Bizle konuş Dinçer, olmuyor böyle.'' Cevap vermedim. Demir öfkeyle solurken Mustafa ağabeyin bir bakışıyla bana söyleyeceği şeyleri yutmuş Mustafa ağabey konuşmaya başlamıştı. ''Son dönemde biraz gerginsin, farkındayız. Konuşmak istersen buradayız Dinçer, biliyorsun değil mi?'' ''Sağ ol Mustafa ağabey, biliyorum da pek konuşasım yok.'' ''Tabi susmayı seversin sen.'' dedi Demir. ''Sen de biraz sussan ona karşı, belki böyle olmazdı.'' ''Ben davranmam gerektiği gibi davrandım, her şeyden önce bir asker oğluyum ben, hukuk adamıyım toz pembe bakamazdım olaya. Dünyanın bin bir türlü hali varken iki lafa inanacak da değildim. Bunun için bakmıyorsan yüzüme, harbiden ayıp ediyorsun Dinçer.'' Bir anda ciddileşmişti ortam. Demir hep kendini daha iyi ifade ettiğinden asıl kızdığım noktanın benim sözümü hiçe sayması olduğunu ona anlatamıyordum. Anlatasım da yoktu. Sigaramı kara attım, ''Sen kendine göre haklısın, demedim say. Neyse ben yorgunum eve geçelim hadi.'' ''Ne evi ya, yemek yiyelim önce.'' diye diretmişti Atlas. Onu bundan en kolay vazgeçirme yöntemini de biz biliyorduk. ''Hesabı sen ödersen gideriz birader.'' ''Zaten ev yemeği gibisi de yok.'' diyerek topuyla beraber en önden arabaya koştu. Hep beraber Demir'in arabasına bindik. Atlas'ın seçtiği saçma sapan şarkıları dinlemek zorunda kalmak arka koltukta ortada oturmaktan daha kötü bir histi. ''Sizi eve bırakayım Kartal'la Tibet'i kurstan alacağım.'' ''Annemler evde yok mu?'' diye sordum, ''Onlar niye almıyor oğlanları?'' ''Dün yemekte pazar günü evde olmayacaklarını söylemişlerdi Dinçer.'' ''Duymadım.'' dedim sakince. Etrafımda konuşulan şeyleri duymaz olmuştum. ''Babam davalarla uğraşıyordu annemlerin de her zamanki işleri var işte. Yengemin de acil ameliyatı çıktı. Gece yarısına doğru gelirler.'' diye açıkladı Atlas, ''Hem biricik oğulları kırk yılın başında eve geliyor.'' ''Atlas haklı, özlediler seni Dinç.'' ''Dinçer'den bahseden kim, ben kendimi diyorum.'' ''Ulan her hafta evdesin zaten, yurt köşelerinde sürünüyor gibi davranıp her hafta sonu Ankara'ya gelmiyor musun?'' ''Sen yurt müdürlerinden daha disiplinlisin, seninle eve çıkacağıma Akgün'le çıksaydım keşke.'' ''Akgün ağabey seni döverdi.'' dedi Mavi, haklıydı Akgün döverdi onu. ''O kıroyla ismim aynı cümlede bile geçmesin, iyi ki Pelin'i falcıya götürüp Akgün'ün doğru kişi olmadığını söyletmişim, bak hemen sonlandırdı arkadaşlığını.'' ''Lan sen ne yaptın?'' ''Bu aramızda kalsın, duyarsa bu kez çenemi kırar.'' dedi korkuyla. ''Bu yaptığın çok adice, hayatlarıyla oynuyorsun insanların.'' ''Abartmayın ya, Pelin fala inanacak kadar salaksa benim ne suçum var? Hem fal günah değil midir Demir hocam?'' ''Öyle, ama insanları birbirinden ayırmak daha büyük günahtır.'' Yaşanmışlıkla gülümsediğimde arabadakilerin bana baktığını fark ettim, koltuğa yaslayıp derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım. Eve gelene kadar çıtım da çıkmamıştı. Arabadan indim, çocukluğumuzdan beri bu kocaman sitede ailecek yaşıyorduk. Hepimizin evi yan yanaydı. Bahçesi çocukken çok büyük gelirdi bana, şimdi de büyüktü belki ama sıkıntıyla yürüdüğünüzde hemen bitiveriyordu. Zile basacakken Atlas anahtarını çıkardı, ''Evde kimse yok.'' ''Zerrin abla?'' ''İzinli.'' ''Anladım.'' diyerek içeriye geçtim. Odama çıkmak için merdivenlere adımladığımda Atlas seslendi, ''Dinçer, yemek yemeyecek misin?'' ''Yok aç değilim ben.'' ''Ben açım ama.'' ''İyi ye sen.'' diyerek merdivenleri çıkmaya başladım. Son basamağı da geçip odama gitmek istesem de arkamı döndüm, yemek yapmaktan anlamazdı bu adam. Ufak çocuklar gibi benim yüzüme bakıyordu şimdi, ''Geldim başımın belası, geldim.'' Mutfağa girdik beraberce, en kolay yapabildiğimiz şey fırına bir şeyler sürmekti. İşten kaçmasın diye ona da görev vermiştim. O fırınlayacağımız sebzeleri yıkarken ben de makarna suyunu koyuyordum. Annem fırında sebze severdi, babam da ne olsa yerdi. Kartal seçiciydi yemek konusunda. ''Makarnayı neyli yapacaksın?'' ''Koy salçayı gitsin.'' ''Yağlı da yapalım mı, babam sever.'' ''Babam hepsini yer.'' ''Ben de yerim.'' ''Kartal bunlarla doymazsa benim kartımdan hamburger söylersin.'' diyerek kartımı masaya bırakıp mutfak kapısına adımladım. ''Sen nereye?'' ''Uyuyacağım Atlas.'' ''Bu saatte mi?'' diyerek Fırat amcamdan aldığı saatine baktı, ''Daha saat altı.'' ''Gözlerim kapanıyor.'' Yanıma kadar gelip elini alnıma koydu, ''Ateşin de yok, hasta mısın oğlum?'' ''Değilim, sadece uyuyacağım. Sen takıl öyle.'' Merdivenleri geçip odama yürüdüm. Yanımdaki oda Atlas'ındı. Ardına kadar açık kapıdan içeriye bakınca bir savaş alanından farksızdı. Atlas'ın odasında sadece onun fotoğrafları vardı. Kendi resimlerini asmak için bir duvarı başka renge boyatmıştı. Bazen ben de kendimi onun gibi sevmek istiyordum. Kokan odasının kapısını çekip kendi sade odama girdim. Lisede birden boy atınca yatağa sığmamaya başlamıştım, bunu sorun etmeden yatmaya devam etmiştim. Ne zaman Atlas serçe parmağım yatağa sığmıyor diye ortalığı ayağa kaldırdı o zaman değişmişti yataklarımız. Annemler neden söylemedin diye bayağı bir kızmıştı bana. Neden söylemediğimi bilmiyordum, belki de o kadar önemli olmadığı içindi. Belki de ben o kadar önemli olmadığım içindi. Lacivert ağırlıklı odada en sevdiğim şey yatağın karşısındaki duvara asılı duran fotoğraftı. Ailecek yaptığımız mangaldan bir fotoğraftı. Yaz ve Mavi henüz annelerinin karnındaydı. Demir kucağında kedisiyle Fırat amcamın boynunda otururken Atlas Alphan amcamın kucağındaydı. Bense Ali amcamın önünde duruyordum, amcam ellerini omzuma koymuş ve dik dik bakmıştı kameraya. Poz verirken onu örnek aldığımdan onun gibi bakmıştım. Seviyordum amcam gibi olmayı. Yaşanmışlıklarıyla, karakteriyle, mesleki başarısıyla hiçbir şeyle onun tırnağının ucu kadar bile değildim. Olabilirdim, eğer istesem yapabilirdim ama artık umut etmek istemiyordum. Geleceğe yönelik düşününce geçmişimde kalanlar acıtıyordu. Bilgisayar masasına yöneldim, bir ara bilgisayar oyunu oynamayı severdim. Kafamı boşaltmak için açtığım oyunu kapatmam on dakika sürmüştü. Gardıroptan birkaç parça eşya alarak banyoya adımladım. Hızlıca duş aldıktan sonra üzerimi giyindim. Bilgisayar masasının üzerinden kulaklığımı takıp rastgele bir şarkı açtıktan sonra yatağa sırtüstü uzandım. Koyu gri tavanla bakışırken şarkının sözleri kulaklarımdan girmeye başladı. Adını bilmediğim bir kadın sanki söyledikleriyle çektiğim acıyı ifade ediyordu. O şarkıyı söyledikçe söyleyemediklerim beni mahvediyordu. Bir sürü şarkı çaldı, Türkçe, yabancı, rap, arabesk hatta oyun havası. Saatlerce hepsini dinledim. Şarkılar değişti ama her şarkıda kendime çekecek bir acı buldum. Hepsinin sebebi de aynıydı. Ruhsuz bakışlarla tavanı izlerken görüş alanıma annem girmişti. Hızla kulaklığımı çıkartıp toparlandım, ''Anne?'' Üzerini bile değiştirmeden odama gelmişti. Oysa annem çok disiplinli bir kadındı. Ne olursa olsun çıkartırdı üniformasını. ''Kapıya vurdum ama duymaman normal.'' Bir komutan gibi karşımda dururken yatakta oturuyor olmak saygısızlık gibi gelince ayağa kalkmaya niyetlendim ama beni omzumdan bastırarak oturtup yanıma yerleşti, ''Kalkma kalkma Selim'le Atlas yemeği hazırlıyor, biz de bulaşıkları yıkarız. Ne dinliyorsun bakayım?'' Kulaklığımı uzattım, kulağına yaklaştırdı, ''Erik dalı dinlemek için çok mutsuz görünüyorsun.'' Gülümsedim, ''Denk gelmiş.'' ''Yemek yapmışsın kardeşlerine.'' ''Kartal geldi mi?'' ''Geldi, seni bekliyorlar.'' ''Aç değilim anne.'' ''En son Bahar'ın keklerinden yemişsin, aç olman lâzım.'' ''İştahım yok bu ara.'' ''Neden?'' Mutsuzum anne, çok yorgunum. Sanki aylardır çektiğim acıların hepsi basıyor damarıma. En çok da onun gidişi koydu, ''Bilmem, belli bir nedeni yok.'' Başını salladı usulca, ''Yemezsen bile gel yanımızda dur, aylardır sensiz yiyoruz zaten.'' ''Biz de sensiz yerdik anne, insan alışıyor.'' Gülümsedi, ''İnsan her şeye alışıyor, iyi ki alışıyor.'' Hep bir arada olduğumu akşam yemeklerini özlemiştim. İlk geldiğim gün herkes toplanmış öyle yemek yemiştik. Şimdi de ailecek oturuyorduk salondaki kahverengi masada. Bu akşam yemeklerinde gündemimiz genelde Atlas olurdu. ''Bileti aldırdım erkenden uçağım var, beni havaalanına kim bırakıyor sizce?'' ''Demir.'' ''Ali.'' Kartal yeni takmaya başladığı gözlüklerini burnunun ucuna kadar ittirerek bilmiş bilmiş konuştu, ''Fırat amcam bırakıyor, çünkü onun eski sevgilisinin numarasını bulmuş 'Dördüncü çocuğumuzu doğuran karım uyurken gel desen yine gelirim.' diye mesaj atarım diye tehdit etti.'' ''Lan!'' diye bağırdı Atlas, ''Sen nerden duydun bücür?'' ''Tibet duymuş o anlattı.'' ''O nereden duymuş?'' ''Bahar yengem söylemiş.'' ''Bahar yengem nerden duymuş?'' ''Alphan amcam söylemiş.'' ''O nereden duymuş?'' ''Mavi söylemiş.'' ''Maviş nerden duymuş?'' ''İnek içmiş dağa kaçmış, yeter ağabey ya!'' Atlas, Kartal'ı kafasına hafifçe vurdu, ''Ağabeye of denmez bebe, ben senin bezlerini yıkadım.'' ''Tek kullanımlık bezin neyini yıkadın?'' ''O değil de bu fitne fesatlığımı kim duydu da yaydı bulmam lâzım, ailede düşmanlarım olabilir.'' ''Hangi sevgilisinin numarasını buldun?'' diye sordu babam. Atlas ve babam dedikodu konusunda bir numaralardı, iştahla anlatmaya başladı, ''Mine adı, Halide yengeme söyledim ama ser veriyor sır vermiyor. Doktor olduğunu öğrendim sadece, Fırat amcamı bir muayene ettirmeye götürürüm artık.'' Annemle babam birbirine bakıp gülümserken Atlas onu kimin duyduğunu düşünüyordu. Bense başka şeyler. Omzuma dokunan Atlas'la başımı masaya çevirdim. ''Kardeşin sana bir şey söylüyor Dinçer.'' babamın sözüyle Kartal'a baktım, ''Söyle aslanım.'' ''Yarın okula bizi sen bıraksana ağabey ya, hem seni sınıf arkadaşlarım hiç görmedi.'' ''Beni gördüler ya, yetmiyor mu?'' ''Atlas ağabey sen arkadaşlarımdan borç istedin, siz farklısınız.'' ''Benim bırakmalarımın neyini beğenmedin nankör.'' diye söylendi Atlas. ''Tamam ben bırakırım sizi.'' Kartal haberi Tibet'e vermek için masadan kalktı, o gitmeden her zamanki gibi yumruklarımızı tokuşturmuştuk. ''Seninle hava atmak istiyor,'' dedi annem, ''Çok özledi seni.'' Gülümsedim, ''Çok büyümüş.'' ''Sen de büyümüşsün.'' dedi babam, devamını getirecekken annemin bakışları engel oldu. Atlas'ın ısrarıyla kendimi Ali amcamların evinde bulmuştum. Bize kapıyı Halide yengem açmıştı, Atlas hiç görmemiş gibi sarılırken ben yengemin buyur etmesiyle içeriye geçtim. Salondaki geniş koltuklara oturduk, Atlas amcam yok diye bacak bacak üstüne atarak koltuğa yayılmıştı. ''Amcamla Demir nerede yenge?'' ''Namaz kılıyorlar üst katta.'' Atlas bacaklarını düzeltip ellerini dizlerine koydu, ''Allah kabul etsin, neyse ki benim kalbim temiz.'' ''Senin kalbini yesinler.'' dedi yengem yanağından makas alarak. ''Sen ye yenge, güzel kızlar da yesin.'' ''Kızlara dikkat et,'' dedim, ''Gidiyorlar hemen.'' ''Bana gelen kız bir daha gitmez, sen rahat ol.'' ''Hiçbir kız durduk yere gitmez,'' dedi yengem, ''Her gidişin bir sebebi vardır.'' O sebepleri sikmek istiyordum ama bunu yengemin yanında söyleyemiyordum. Halide yengem önümüze bir sürü yiyecek bıraktıktan sonra yanıma oturdu, ''Zayıflamışsın Dinçer, her şeyi geçtim bu mesleğin için de iyi değil.'' ''Yok yenge, bilerek verdim.'' ''Bilerek de al öyleyse, sağlığın çok önemli.'' ''Beni boş ver yenge, sen nasılsın var mı hastanede bir yamuk.'' ''Yamuk yok olanı da hallediyoruz tatlım, seni de hiçbir zaman boş vermem ayrıca yerin hep ayrı.'' dedi yanaklarımı severek. Koca adamlar da olsak ailelerimiz tarafından beş yaşındaymışız gibi seviliyorduk. Tatlı tabağından başını kaldırdı Atlas, ''Benim yerim de ayrı mı yenge?'' ''Tabii Atlascığım, hepinizin yeri ayrı.'' ''Sadece bir tabak sütlaç verdin de ondan dedim.'' Yengem gülümsedi, Atlas da ona bakarak gülümserken yengem birden ciddileşti, ''Kalk git dolaptan al, kardeşinle konuşuyoruz.'' Atlas içine kaçarak mutfağa koşturdu. Arkasından gülümsüyorduk, ''Çok saf bir yanı var bu çocuğun, güldürüyor beni.'' ''Beni de.'' ''Dinçer, Belçim nasıl?'' Kendi kafamın içinde günde binlerce kez zikrettiğim ismini başkasından duymak da can sıkıcıydı, ''Bilmem, iyidir herhalde.'' ''Eskisi gibi yakın değilsiniz sanırım?'' ''Terk etti beni.'' Üzüntüyle duraksadı bir süre, ''Sebebi neymiş?'' ''Beni istemiyormuş.'' Yengem dizimi okşadı, ''Çok gençsiniz daha, bazen olmaz tatlım, olurunu ararsın da olmaz işte. Bunu da bir yaşanmışlık say ve hayatına devam etmeye çalış.'' ''Sen amcamı yaşanmışlık sayıp da hayatına devam ettin mi yenge?'' ''Bizim hikayeyi anlatmaya başlarsam sabah olur. Amcanla bizim aramızdaki en büyük his sevgiydi, gerçek sevgi hiçbir zaman yarım kalmaz. Sekteye uğrar ama yarım kalmaz. Unutma o kız kaderinse tekrar bulur o seni.'' ''Muhabbet koyuysa müsaade edelim.'' Biz sohbete dalmışken amcam ve Demir gelmişti, ''Bizim sohbetimiz hep koyu oğlum, gelin siz de katılın.'' Demir yengemin yanına oturdu, amcam da saçımı okşadıktan sonra koltuğuna oturdu, ''Naber aslanım?'' ''İyidir amca, sen nasılsın?'' ''Bildiğin gibi, bizde iş bitmez.'' ''Bilmem mi,'' dedi yengem yaşanmışlıkla, ''Onu ilk gördüğümde de üniforması vardı, hâlâ üzerinde. Hiç bitmez işleri.'' ''Senin işin farklı sanki güzelim, az mı beklettin beni hastane kapılarında?'' ''Tam kapıya gelecekken acil bir rektum ameliyatı çıkıyordu, ne yapsaydım?'' ''Benim de bir kansız çıkıyordu, ne yapsaydım?'' Gülümsedik beraberce, ''Ev sütlaç kokuyor.'' ''Sana yapmıştım, Atlas mutfağa gitmişti kendine bir tabak daha almak için.'' ''Atlas mutfaktaysa o sütlaç kalmamıştır güzelim.'' ''Anne ben size demiyor muyum bu açı almayalım eve diye.'' ''O nasıl söz, o benim şekerim.'' ''Ben eriteceğim şimdi o şekeri.'' diyerek mutfağa gitti amcam. Yengemler de peşlerinden gitmişti. Ben de öylece duvardaki tabloları izlemeye daldım. O sırada telefonum çaldı. ''Efendim Akgün.'' ''Demir'le Atlas yanında mı?'' ''Ali amcamlardayız mutfakta Atlas'ı dövüyorlar.'' ''Kap gel ikisini de, Fırat amcamın evindeyim.'' ''İyi misin sen?'' ''Bira falan varsa getir evden.'' ''Ali amcamın evindeyim dedim.'' ''Tamam gül suyu getir o zaman!'' Demir önden öfkeyle hızlı hızlı yürüyordu, Atlas ona yetişmeye çalışırken ben yavaşça arkalarından gidiyordum. ''Ne olmuş tüm sütlacı yedimse, göz hakkım mı kalsaydı?'' ''Ne gözmüş lan bu on iki kase sütlacı da yemiş.'' ''Yeşil ya ondan.'' ''Yarasın Atlas, yarasın at herif!'' Fırat amcamın evine girmiştik, bu gece nöbetçi olduğundan bu ev bizimdi. Hep öyle olurdu, o evde olmadığında ev bize kalırdı. Akgün salonda dertli dertli oturuyor, sinirle sehpanın üzerindeki küllükle oynuyordu. ''Dökül.'' dedi Demir karşısına otururken. Akgün de çok geçmeden anlatmaya başladı. ''Ben bu kızı anlamıyorum. Gün geliyor başı belaya girince ilk aradığı ben oluyorum, gün geliyor kalp nakli olacak olsa haber vermiyor. Lan mutlu olduğunda dumanla da olsa bana haber gönderen kız dizinin kadrosuna seçildiğini söylemeyi unutmuş. Hassiktir oradan ya!'' ''Unutmuş de geç, ne takılıyorsun sen?'' diye söylendi Demir. ''Demir sen biliyor muydun bu siktiğimin dizisine seçildiğini?'' ''Aynen.'' ''Sen biliyorsun, Atlas biliyor, Yaz biliyor, ulan sessiz sedasız Dinçer biliyor, bir kaşık suda boğacaklar birbirlerini ama Mihre bile biliyor ben bilmiyorum.'' Atlas, ''Ben her şeyi bilirim.'' dedikten sonra mutfakta bulduğu dondurmayı yemeye devam etti. ''Senin bizden farkın ne?'' diye sordu Demir. ''Pelin'in gözünde sizden bir fazlası olmalıyım ben.'' ''Niye lan niye?'' ''Onunla büyüdük oğlum biz.'' ''Biz de yanınızdaydık sizin, beraber büyüdük.'' ''Olsun biz daha beraber büyüdük.'' ''Akgün bu kız senden büyük değil mi?'' diye sordu Atlas. ''Sikerim yaşını başını.'' ''Küfür edip durma.'' diye uyardı Demir. ''Hani Akgün'den büyük ya belki Pelin'i ablası gibi seviyordur.'' diyerek güldü Atlas. ''Atlas seni döverim lan.'' diyerek hamle yaptı Akgün. ''Pelin de seni kardeşi gibi seviyor olabilir.'' Bu münakaşanın sonunda Atlas'ın alnına buz tutuyordum, Demir de Akgün'ü sakinleştirmeye çalışıyordu. ''Alın yazımı silecek derecede vurdu bana.'' ''Abartma dondurma kabı geldi.'' ''Kaşındın!'' dedi Akgün, ''Pelin'le şaka yapma bana ulan, bin kere dedim!'' ''Niye Pelin ilah mı?'' ''Benim için ilah da silah da, sana ne oğlum!'' ''Seviyorsun yani?'' ''Neyini seveyim o sarının? Gıcığın teki, çok bilmiş lan bir kere. Sürekli beni düzeltiyor, sürekli! Ağzımı açsam eleştiriyor, kekoymuşum, serseriymişim. Bir kere bile güzel söz etmedi bana, ben onun neyini seveyim?'' Peki ben o'nun neyini sevmiştim? Saatlerce konuşmanın sonunda hiddetle ayaklandı Akgün, ''Ben içmeye gidiyorum, gelen gelsin.'' diyerek kapıya yürüdü. Atlas arkasından, ''Beleş mi?'' diye bağırdıktan sonra beklediği onayı aldı. Yayıldığı koltuktan kalkacakken Demir bileğine yapışıp yanına çekti. ''Bir o kalsın içmediğin, otur şurada!'' Demir herkesi gitmemeleri için ikna etmişken sessizce kalktım oturduğum yerden. ''Hayırdır,'' dedi Demir, ''Seni de mi kaybettik?'' ''Yok,'' dedim, ''O beni kaybetti.'' Daha önce hiç gelmediğim ufak bir meyhanede Akgün'le karşılıklı rakı içerken hayatımı sorguluyordum. O ise kendini. ''Ulan ben neyim bu kızın gözünde?'' ''Hiçsin.'' dedim kadehimi masaya bırakırken. ''Harbi mi lan?'' ''Harbiden hiçsin.'' yoksa gider miydi? Akgün'le çok farklı iki adam olsak da bu masada hiç olmadığımız kadar aynıydık. ''İlkokulda aşı olmuştuk, koluna koyduğu pamuğu saklıyorum hâlâ.'' Cebimdeki yazmasını hatırladığımda gülümsedim, ''Çöpe at gitsin, kanlanmış lan bir kere.'' ''Sikseler atmam,'' dedi, ''O çekip almadan ben atmam oğlum.'' ''Çekip atmaz, korkakça çekip gider.'' ''Gidemez oğlum o benden, izin vermem!'' Yükselen sesiyle beraber bize dönen bakışlara aldırmadık, ''İzin almaz, habersiz gider.'' ''Gitmez, o kadar da değil lan. Aklımı bulandırma.'' Çatalın ucuna taktığım beyaz peyniri rakıyla mideme yuvarlarken Akgün sek içmeye devam ediyordu. ''Bu kızı ilk gördüğümde çarpıldım lan, cadının tekiydi ama çarpmıştı beni.'' Benimki de cadıydı, üzerime yavru köpeği salmakla tehdit eden bir cadı, ''Beni de çarptı, sonradan...'' ''O gözleri yok mu o gözleri, alaşağı ediyor her seferinde beni. Beşiktaş'a küfür etse affederim lan.'' ''Gözleri de güzeldi harbiden, neresi çirkindi ki zaten.'' ''Sarı saçlı diye çirkinim deyip dururdu aptal! Lan sen kim çirkinlik kim.'' ''Güzel,'' dedim bir yudum rakı alarak, ''Çok güzel lan, hayal gibi.'' ''İki saattir Atlas'ın anlattığı o köylü kızdan bahsediyorsun değil mi lan?'' Kadehin dibini hafifçe masaya vurup son yudumumu içtim, ''Namaz kılarken bana yazılsın diye dua ediyordum, şimdi rakı masasında eğliyorum gönlümü.'' ''Sende gönül falan koymamış o kız, git bak onda kalmışsın sen.'' ''Nerede bilmem, nasıl bilmem, kiminle bilmem. Tek bildiğim şey ben aşığım lan o kıza.'' ''Dinçer kırılmayacaksan dürüst olacağım lan.'' ''Kırılacağım kadar kırıldım, söyle gitsin.'' ''Siktir oradan! Ne oldu lan, köylü kızın teki bağladı seni kendine sonra çekip gitti diye yıkıldın mı? Bu kadar mısın oğlum sen, kalk kendine gel. Aileni düşün, sana verdikleri emekleri düşün. Günlerdir peşinde hepsi, kimseye yüz vermiyorsun, sen zaten çocukken de böyleydin. Köpekler gibi koşturarak polis oldun lan sen, sik sik muhabbetlere bırakacak mısın üniformanı? O mesleğin kokusunu aldın bir kere, şimdi en iyi ihtimalle Bahar yengemin yanında garsonluk mu yapacaksın, kesecek mi oğlum bu seni?'' Ertesi gün kazan gibi bir kafayla açmıştım gözlerimi. Akgün'le saatlerce içmiştik, bizi gelip eve getiren Mustafa ağabeydi. Demir bu konularda sertti, beni gördüğü yerde söylenecekti, biliyordum. Banyo yapıp odamdan çıktığımda saat on ikiye geliyordu. Evde kimse yokken gittiğimiz yer Bahar yengemin kafesi olurdu. Büyük kafenin kapısından girdiğimde tanıdık yüzleri gördüm. Akgün kenardaki masada sessizce kahvaltı ederken Demir elinde tepsiyle servis yapıyordu. Akgün beni fark ettiğinde Demir'i işaret edip buradan gitmemi söyledi. Anlaşılan bozuktu bize. Arkaya geçip kendime bir önlük aldım. Demir elimdeki çekip önlüğü aldı. ''Ayyaş almıyoruz, bereketini kaçıracaksın dükkanın.'' ''Ayıldım, zil zurna değilim.'' ''İyi.'' dedi buz gibi bir suratla. ''Sabah çocukları kim bıraktı okula?'' ''Ben, yerini dolduramadım ama idare ettik.'' ''Kaldırsaydınız.'' ''Gün ayarken Mustafa ağabey zor soktu sizi eve, hatırı var diye ses etmiyorum dua et.'' ''Kasaya mı bakayım, servis mi yapayım?'' ''Sen bu ara doğruyu yanlışı ayırt edemiyorsun birader, otur meyhane arkadaşının masasına kahvaltını et sonra konuşacağız.'' Akgün'le kafenin ücra köşesinde kalmış masada sessizce kahvaltımı ediyorduk. Atlas'ın yardım ediyorum bahanesiyle müşterilerin siparişlerini yemesi yüzünden Demir'le kavga ediyorlardı. Önüme koyduğu dört yumurtalı omleti yerken kapıdan içeriye giren Pelin'i fark ettim. Pelin sarı saçlarını attıra attıra yürürken Akgün bozgun bir şekilde sigarasına davranmıştı. ''Dinçerciğim nihayet döndün askerden.'' Ayağa kalktığımda sarıldık. ''Uf adam askerde değildi ya, polis bu adam polis.'' diye söylendi Atlas. '''Ay pardon, özel kuvvetlerle özel harekatı karıştırıyorum, Kırklareli ile Kırıkkale'yi de öyle.'' ''Bunun konumuzla ne alakası var Pelo ya?'' dedi Atlas çocuk gibi mızmızlanarak. Pelin, Atlas'ın omzuna vurdu, ''Sen niye kızgınsın be?'' ''Dizideki kızı bana ayarla dedim, hala tık yok.'' ''Setteki kız dediğin Beren Saat.'' ''Eee?'' ''Kadın evli.'' ''Lan evli olmasa sana bakacak sanki.'' diye söylendi Akgün. Pelin göz devirdi Akgün'e bakarak, ''Bu da mı buradaydı, ben de diyordum nereden geliyor bu eril koku.'' ''Eril meril düzgün konuş Pelin, küfür ediyorsan da Türkçe et.'' ''Ben sana neden küfür edeyim, ben sen miyim? Sen önüne gelen küfür eden, ırkçı, cinsiyetçi, eril yer yer faşist bir kabadayısın.'' Atlas kaosun verdiği hazla sırıtıyordu, ''Bir cümle içinde bu kadar hakaret, mükemmelsin sarışın.'' Akgün öfkeyle fırladı masadan, ''Sen nesin peki? Tek derdin ünlü olmak, kafayı yemişsin. Sen yeteneğin sayesinde mi seçildin kızım o diziye? Siktiğimin cast direktörü nasıl bakıyordu sana. Farkındasın tabii çakalın tekisin kaçmaz senden, ünlü olmak için görmezden geliyorsun çünkü her şey mübah. Birkaç yıla ağlaya ağlaya o yarım bıraktığın okuluna döneceksin, senden hiçbir şey olmayacak!'' Pelin'se çok alışıktı Akgün'ün bu hallerine, ''Şimdi sana unutamayacağın bir tokat atardım ama yeni manikür yaptırdım.'' ''Nolur sarışın, beğenmez mi o ırz düşmanı direktörün?'' ''Sana senin anladığın dilden konuşacağım,'' diyerek önüne gelen sarı saçlarını bir hamlede arkaya savurup Akgün'ün karşısına dikildi, ''Bana bak sahte kabadayı, başarılı olduğumda yüzüme gülüp beni tebrik etmek yerine hep köstek oldun. İnan senin desteğine hiç ihtiyacım yok, bana dostlarım yetiyor. Birkaç yıla elinde rakı kadehiyle beyaz camdan izleyeceksin beni, artık anca orada görürsün.'' Akgün'ün omzundaki hayali tozları silkeledi, ''Hadi şimdi sana eyvallah.'' Tokattan beter olan sözleri işittikten sonra Akgün'e ''Eyvallah.'' diyerek gitmek kalmıştı. ''Çok fazlaydı.'' dedi Demir. ''Hak etti.'' diye konuştu Pelin, ''İnan Demir bu adama taviz verdikçe daha ileriye gidecek.'' ''Abartma,'' dedi Atlas, ''Seni düşünüyor hem öküz falan ama iyi birisi.'' ''Ben böyle düşünülmek istemiyorum, rahatsız oluyorsam konu kapanmıştır. Biz babamızdan bunu gördük.'' Demir ve Atlas, Pelin'i sakinleştirmek için ortadan kaybolurken ben yalnız kalmıştım. Masada kalan kahvaltıları toplarken genç bir kız yanıma geldi. ''Sonunda, seni buralarda görmek de varmış.'' ''Siz kimsiniz?'' ''Dikkatli bak Dinçer,'' dedi kendini işaret ederek, ''Ben ya, ben.'' O hariç hiç kimseye dikkatli bakasım yoktu, ''Tanıyamadım.'' Düşürmüştü yüzünü, ''Gözde ben, burada çalışıyorum ya hani.'' Hatırlamıştım, Atlas'a göre işe başladığından beri bana ilgisi olan kızdı, bana göreyse sadece Bahar yengemle çalışan birisiydi, ''Hatırladım.'' ''Ben de iyiyim Dinçer, sen nasılsın?'' dedi hafif gülümseyerek sitem eder gibi. ''Kusura bakma, sen nasılsın?'' Gülümsedi, ''İyiyim, seni görünce daha iyi oldum. Polislik nasıl gidiyor, Atlas üniformalı fotoğrafını gösterdi çok yakışmış.'' Ulan Atlas, ''Sağ ol.'' Gözde karşıma geçip sohbet etmeye başladı. Meraklı sorularına kısa cevaplar çıkıyordu ağzımdan. ''Yalnızlık zor oluyordur oralarda, evlensen eş götürebilir misin oralara?'' ''Evlenmem Gözde.'' ''Kesin konuşma.'' ''Masa beş hesap istiyor.'' diyerek konuşmamızı sonlandırdım. Gün ilerlerken kendimi özel harekatın bahçesinde bulmuştum. Bu kapıdan ilk kez polis olarak giriyordum. Ankara'daki günlerimde ilk ziyaretimdi bu. Nizamiyeyi aşarken annem gerisinde iki erle bahçeye çıktı. Onlara emir verirken beni bulan gözleri bir süre duraksadı üzerimde. Ardından devam etti askerliğine. Annemi ne zaman böyle görsem içim bir hoş olurdu. Çocukluktan beri bir sürü kez görsem de alışamamıştım sanki. Başka bir şeydi bu, adını koyamadığı bir duygu. ''Dinç!'' diye bir ses duydum. Harekatın çocukken oynadığımız bahçesinde gezinirken Ali amcam çıkageldi yanıma, ''Hoş geldin oğlum.'' ''Bir şeyler değişmiş mi diye bakınıyorum.'' ''Ankara'da her şey aynı, sende değişen şeyler var.'' ''Yok,'' dedim kaçamak bit cevapla, ''Ben de aynıyım.'' ''Bakalım aynı mısın.'' dedi çenesiyle karda eğitim yapan askerler işaret ederek. ''Sınavda mıyız?'' ''Sınavdayız.'' Birkaç saniye içerisinde üzerimdeki montu ve kazağı çıkardım. Koşu yapan askerlerin arasına karışmam saniyeleri, en başa geçmemse birkaç dakikayı almıştı. Tabii ki benim de önümde birisi vardı. ''Özel kuvvetlerde ekmek vermiyorlar mı lan size!'' diye bağırarak koşan Ali amcam gerisinde aç koşan askerleri sınıyordu. ''Vermiyorsunuz komutanım.'' demeye kimsenin cesareti yoktu. Benim bile. ''Ulan bizim zamanımızda günışığı göstermezlerdi, açık havadasınız kıymet bilmiyorsunuz!'' Askerliğe dair amcam en çok eskiyi özlediğinden bahsederdi. Hepsi gibi... ''Bu adama niye beton diyorlar anlamazdım.'' diye söylendi bir asker. ''Niye lan, ben hala anlamıyorum.'' ''Baksana adama kaç yaşına gelmiş bizi geçiyor anasını satayım!'' ''Yaşımda ne varmış lan!'' diye bağıran amcamla birlikte seslerini keserek koşmaya devam ettiler. ''Dinç! Solumda koş!'' emri ile hızlanıp amcamın soluna geçtim. Aramızdaki bir adımlık mesafeyi koruyordum. ''Anlat çocuk, derdin ne?'' Kaçarım yoktu, amcam anlat dediyse anlatılırdı, ''Bir kız var amca.'' ''Bende de bir kız var, yengen.'' ''Sevdim ben o kızı amca.'' ''Ben de yengeni sevdim oğlum.'' ''Ama o kız beni terk etti amca." ''Allah korusun lan.'' ''Sizi korusun amca, bizi korumadı.'' ''Haşa, o nasıl laf Dinçer?'' ''Ayrıldık.'' ''Neden bildirdi mi hanım kızımız?'' ''Hayır.'' ''Yengen anlattı bir şeyler, az çok anlıyor insan durumu. Kız kendince doğruyu yapmış, bir genç kızın önceliği kendisi olmalı Dinçer, zamanı geriye alsak Halide'nin bile o yaşlarda önceliği olmak istemezdim. Sen erkekçe düşünüyorsun.'' ''O nasıl düşünmemi isterse öyle düşünürdüm ben amca.'' ''Herkesin kendine göre öncelikleri vardır, insanın içinde kopan gürültü dışarıdan duyulmaz.'' ''Ne yapacağımı bilmiyorum amca.'' ''Ben sana diyeceğim yapacağını. Yoluna bakacaksın evladım, geriye değil ileriye bakacaksın. O kızı sevmişsin eyvallah, şimdi ayrılık varsa kaderdendir diyeceksin kabul edeceksin. Üzülmek yok, isyan etmek yok, sesini ailenden esirgemek yok. Artık yok, yassa yaşadığın bitireceksin. İsmin gibi dinç duracaksın.'' Amcamın sözleri yankılanıyordu beynimde. Akgün'ün söylediklerinin küfürsüz olanlarını söylemişti. Haklıydı, bir emir gibi sözlerini yerine getirecektim. ⚫ Hayat sadece geçen zamandan ibaretti, bu zamanı nasıl geçiriyorsanız o kadar da mutluydunuz. Son bir haftadır mutlu sayılırdım. Eskisi kadar düşünmemeye çalışıyordum, ailemle eğlenmeye çalışıyordum kısmen başarıyordum da. Nasılsın sorusunun azalmasından belliydi başardığım. Gülen adama kimse nasılsın demezdi. Ben de gülümsüyordum. Birazdan ailecek yemeğe gidecektik. Herkes odalarında hazırlanırken ben üzerime bir ceket almış bahçede onları beklerken bir sigara yaktım. Az sonra yanıma Demir geldi. ''Atlas'ı bekleriz artık iki saat.'' diyordu sıkıntıyla. ''Bırak hazırlansın sonra kombinim güzel olmadı diye tüm geceyi zehir ediyor.'' ''Kartal ondan olgun.'' ''Hayır, Atlas dünyanın en olgun adamı senin yanlışın var.'' Atlas'ın arkasından konuşmak hep eğlenceli olurdu. Herkes hazırlanmış tek tek evden çıkarken biz beylere düşen görev hanımefendilere iltifat edip onlardan bir öpücük kapmaktı. Herkes arabalarına binmiş olsa da bir eksiğimiz olduğu için hareket edemiyorduk. ''Ulan kırk yıllık askerim benim komutanlarım bu kadar bekletmedi, bir veledi bekliyoruz iki saattir.'' Odasında hazırlanan Atlas hakkında denen her şeyi duymak için camı açmıştı elbette, bunu da duyarak cama koşturdu. Elindeki kazağı çıplak göğsüne yaslamıştı, ''Fırat amca seni bekleten bekletmiş yetmiş yaşına gelmiş hala bekarsın beni kıskanma!'' ''Lan ben bu çocuğu valla döverim.'' diyerek eve atılınca Demir'le beraber önüne zor geçmiştik. Annem de daha fazla dayanamamıştı, ''Atlas! Bir dakika içerisinde kapıda ol! Emrediyorum!'' Dolan sürenin sonunda berbat kıyafetlerle ancak kapıya inmişti, ''Nasıl olmuşum, göz kamaştırıyor muyum?'' ''Daha çok göz si-'' Fırat amcamın sözünü yarıda kesen Ali amcamın ağzını kapatmasıydı. Ailecek geldiğimiz o restoranın en kalabalık ailesi bizdik o gece. Herkesin üzerinde bir mutluluk vardı. Yıllarca birbirinden hiç ayrılmamış bu can dostların arasında büyümek çok güzel bir histi. Hepsini ayrı ayrı çok seviyordum. Bu gece hak ettikleri gibi bir çocuk olmaya çalıştım. Güler yüzlü, konuşan, susup bir köşede çekinerek durmayan... Ama büyük ölçüde başaramamıştım. Çünkü benim dünyamda az konuşmak, çekingenlik belki de biraz mutsuzluk vardı. Herkes bir şeyler konuşurken garson benim siparişimi getirmişti. Tabağı usulca masaya bırakmasını gözlerimle takıp ederken bileğine sardığı yazma dikkatimi çekti. Belçim'in taktıklarına benziyordu oyası bile neredeyse aynıydı. ''Başka bir arzunuz var mı?'' diye soran kızın yüzüne hiç gitmedi gözlerim. Benim yerime Demir konuştu garsonla. İyi olup olmadığımı sorar gibi göz kırpmasına başımı sallayarak cevap verdim. Adını anmayayım dediğim gün bile bir yerden çıkıp geliyordu işte. O an içime yerleşen ağırlık o kadar fazlaydı ki, ailemin yanındayken hissettiğim o mutluluk dibe çökmüştü. Buradan çıkıp hemen hava almak istiyordum ama yapmadım. Bir hayrımın dokunmadığı ailemi üzmek istemiyordum. Sessizce oturdum bir köşede. Anneme gelen telefonun ardından apar topar evlere dağılmıştık. Telefonun benimle alakalı olduğunu anlamıştım. Yoksa şu an tüm özel kuvvetler personelleri karşımda duruyor olmazdı. Meslekten atıldığımı, sürüldüğümü, bir daha özel harekat üniforması giyemeyeceğimi söylemeleri bekliyordum. ''Acilen Diyarbakır'a dönüyorsun,'' dedi annem, ''Ekibinin sana ihtiyacı var.'' Kendimi kötü bir haber duymaya o kadar hazırlamıştım ki ilk birkaç saniye algılayamadım. ''Artık tatil bitti,'' diyordu Ali amcam, ''Çok yattın beyefendi.'' ''Ulan biz bunun yaşındayken bırak haftalarca izin kullanmayı evlenmeye bile izin alamazdık. Belki izin verseler evliydim lan!'' Alphan amcam andı eski yılları, ''Lan ilk görev yıllarında yürümediğin komutan kızı kalmadığı için izinlerin iptal edilmemiş miydi senin?'' ''Napayım lan asker kızları güzel oluyor.'' ''Babalarının dayakları daha güzel oluyordur sarı!'' ''Gevşeme Ayaz!'' diye bağıran Ali amcam hepsini hizaya soktuktan sonra sözü anneme bıraktı. ''Bir saat içinde helikopterde olacaksın. Görev yerine bırakacaklar seni. Yaşanan her şeyi unutup çakı gibi bir polis olarak görevine dönüyorsun. İtiraz hakkın yok.'' ''Bana mı ihtiyaçları varmış?'' diye sordum. ''Senin gibi bir polise her yerde ihtiyaç vardır.'' dedi amcam. ''Acil görev neymiş? Neler oluyor Diyarbakır'da?'' ''Orasını sen öğreneceksin ve öğrendiklerini, şahit olduklarını, yaşadıklarını unutacaksın. Polis olmak unutmak demektir.'' Sonunda polisliğin neden unutmaktan ibaret olduğunu anlayacağım o yola; içimdeki deli cesaretle çıktım. Belki yine onunla aynı havayı soluyacaktık, ama bir nefes eksik... ⚫ Belçim'den Sırtımı ahşap kapıya yaslamış su bardağına doldurduğum ballı ıhlamuru içerken yorgun gözlerim test kitabındaydı. On beş dakikadır cebelleştiğim soruyla tekrar baş etmek için test kitabına kapandım. Bu eve geleli bugün tam bir ay olmuştu. Zaman denilen şey çok çabuk geçiyordu, acıtsa da geçiyordu. Ninemin bizi emanet ettiği ahiretliği Naciye nine yaşlılıktan dem vuran, hasta ve bakıma muhtaç bir kadındı. Çok da sevgi dolu olduğu söylenemezdi, ağabeyimin aşırılıklarına çok kızıyordu, benim yemeklerimi de pek beğenmiyordu. Yaşlılığın verdiği huysuzluklardı bunlar. Şimdiye kadar karşılık vereceğim bir şey söylememişti, ya da anlamamıştım ne dediğini çünkü dişleri yoktu ve kelimeler dişsiz ağzında yuvarlanıyor anlamamı zorlaştırıyordu. Çok küçük kulübeden bozma bir evi vardı. Bu kadar küçük olmasına rağmen iki katlıydı. Üst katında ağabeyimle ben alt katında ise Naciye nine yatıyordu. Biz ağabeyimle geceleri birbirimize masal anlatırken fındık sopasıyla tavana vuruyor ve bize bağırıyordu. Hâlâ kış mevsimini yaşıyorduk, şehir merkezinde karlar erirken bu dağ başına yağmaya devam ediyordu. Çok uzak bir yerdeydi bu köy, uçsuz bucaksız bir yerdeydi. En yakın ev bile yürüyerek yarım saatti. Yollar kapalıydı, bir gün hislerime hakim olamayıp kendimi yola attığımda tek bir iz bile bulamadan geri dönmüştüm, onun haricinde evden çok az uzaklaşıyordum. Tek neden yol iz bilmemem değildi, buralar çok tekinsizdi. Bazı geceler duyduğum silah seslerini duymazdan gelerek test çözmeye devam ediyordum. Yaşadığımız hayat bazı olumsuzlukları saymazsak masal gibiydi. ''Birgül odun parladın mı, saat akşam oldu kemiklerim bıydı!'' Masala biraz ara vermem gerekiyordu galiba. Elimdeki ucunu bıçakla açtığım kalemi test kitabımın arasına koyup ayaklanmaya çalıştım. Saatlerdir aynı yerde hareketsizce oturduğumdan kilitlenen ayaklarımı açmam zaman almıştı. Canım yana yana usulca doğrulmaya çalıştım, ''Geliyorum nine!'' ''Nerede kaldın, ah aymaz ah.'' Konuşurken sürekli ahlanıyor vahlanıyordu. Ağzından akan salyaları ise her zaman taktığı beyaz yazmasının ucuna siliyordu. Merdivenleri hızla inip kapıya koşturdum, ''Akşam olmadan bu gece yakacak kadar odun parlarım şimdi.'' ''Ben sana sabahtadnır söylemedim mi? Ne diye unuttun?'' ''Ders çalışmaya dalmışım.'' dedim mahcubiyetle. ''Mektep için çalışıyorsun ha?'' ''Evet, mektep için.'' ''İyi iyi çalış ona laf dedim mi ben hiç, demem mektebe laf edenin ağzı bağlansın. Resulullah bile ikra demiş, oku demiş, ya rabbel alemin.'' diye dua ede ede salona sürükledi kendisini. Beş vakit namazı kılan dini bütün bir kadındı. Abdest almasına yardım ediyordum, bunu benden o istemiyordu. Soğuk suyla abdest almasına gönlüm el vermiyor ve namaz saati her yaklaştığında sobaya bir güğüm koyuyordum. Çok güzel kuran okuyordu. Ne zaman odasında tek başına önüne kuran açsa ağabeyimle karşısına geçiyor ve dinliyorduk. Ben bazen dinlerken ağlıyordum, hatta çoğu zaman. Bu geceyi geçirecek kadar odun kırdığımda kalan odunları kuruluğa alıp nacağı kenara diktim. Tüm odunları eski bir yağ tenekesinden yaptığım odunluğa koyup içeriye taşıdım. İlk geldiğimizde sadece bir soba vardı, Naciye nine bizim için bir yerlerden soba bulmuştu nereden olduğunu da sorgulamamıştım. ''Oh oh güzelce at sobaya, etim ısınsın.'' Beni beklerken eski sedire sırtını dayamış örgü ören Naciye nine gözlüklerinin üzerinden bana baktı, ''Yemek pişti mi?'' Eyvah, ben çözemediğim sorulara dalıp yemek yapmayı da unutmuştum. Kesin çok kızacaktı bu kez, ''Naciye nine,'' dedim üzüntüyle, ''Ben valla unuttum, Allah çarpsın yoksa ben neden yemek yapmayayım ki hemen bir çorba koyayım istersen.'' Yüzünü iyice ekşitti, çenesini sallandırması da cabasıydı, ''Aman kızım aman bir şey istemez, ben dünden kalan mısır unu çorbasını ateşe attım, onu içer uyurum. Siz ne ederseniz edin, zaten senin gönlün yok ev geçindirmeye sallan dur. Evinde niye barınamadığın belli.'' Kalkıp beni dövse bu kadar bozmazdı moralimi. Sözler her zaman daha acıtıcı oluyordu. Üzüntüyle ocağa makarna suyu koydum, ağlamam yaklaştığında gözyaşlarımı geri iterek ağabeyimin yanına çıktım. Onun için eski yastıklardan çıkardığım elyaflardan yaptığım yorganın içine sinmiş Elife öğretmenin verdiği ödevleri yapıyordu. ''Ağabey napıyorsun?'' ''Teneffüste değiliz Belçim olmaz olmaz, konuşamam.'' Kapıyı örterek yanına uzandım, ''Ağabey öğretmen hastalandığı için derse gelemeyecekmiş.'' Ağabeyim muzip bir şekilde sırıtıp elindeki kırmızı kalemi odanın öte ucunu fırlattı, ''Oh be ne kadar da güzel şey bu, keşke yarın kar tatili olsa.'' ''Hava yağmıyor bence tatil olmaz.'' ''Uf Belçim sus.'' dedi üzülerek. ''Tamam ağabey sustum.'' Bakmayın böyle olduğuna çok seviyordu öğrenci olmayı. En sevdiği kırmızı kalemini hiç düşürmüyordu elinden. Çok küçük bir hayatı olmasına rağmen kocaman bir hayal dünyasında yaşıyordu. Doğum gününe az bir zaman kalmıştı, koca adam oluyordu her sene. Fiziksel olarak kimseden farklı değildi sadece bizlerden çok daha masumdu. Yazın köye tatile gelen İstanbullu kızlar ağabeyimin dikkatini çekmek için hep kapımızın önünden geçerlerdi. Onu biraz daha izleyince yakışıklı yüzünün altındaki o masumluktan pek hoşlanmayarak ve hatta beğendiğimiz bu muydu diyerek uzaklaşırlardı. Buna çok şahit olmuştum. Hepsinin sonu kavgayla bitmişti. Ağabeyim için tüm cihanı karşıma alabilirdim, ağabeyim için kendimi bile karşıma alabilirdim. Israr kıyamet uçlarını makasla kestiğim siyah saçlarını yana yatırmıştı bugün. Defterlerini Elife öğretmenin ona hediye ettiği sırt çantasına toplarken az önce kalem fırlatan o değilmiş gibi özeniyordu. ''Ağabey sen beni seviyor musun?'' diye sordum ama o çatık kaşlarıyla yüzüme bir bakış attıktan sonra ciddiyetle işine geri döndü. ''Neden cevap vermedin?'' ''Çok salak bir soruydu da ondan akıllım.'' Gülsem mi ağlasam mı bilememiştim, ''Neden öyle dedin?'' ''Sen benim kardeş tamam mı? Seviyorum tamam mı?'' ''Tamam,'' dedim sarılarak, ''Ama bazen insan sevildiğini duymak istiyor.'' ''Öyle mi?'' diye sordu anlamaya çalışarak. ''Öyle.'' dedim iç çekerek. Ağabeyim bu aralar pek temastan hoşlanmadığı için kısacık sarılıp işine döndü, ''Yemek yer miyiz bu akşam?'' Aç uyuduğumuz geceler de olmuştu burada, evde çok az erzak olduğundan ağabeyimi yeterince doyuramıyordum. O yesin diye hiç yemediğimden iyice zayıflamıştım, sadece yememekten değildi bu zayıflamam... ''Makarna yapacağım.'' ''Hep makarna var, neden?'' ''Bu kez salçalı ama.'' ''Salçalıklı mı?'' ''Salçalıklı ya salçalıklı.'' Ağabeyimin yanından kalktım, odadan çıkarken adımı seslendi, ''Efendim ağabey.'' ''Seni seviyorum ben.'' Gülümseyerek, ''Ben daha çok.'' dedim. Akşam yemeğinin ardından bulaşıkları yıkadım hızlıca. Naciye nine benimle konuşmamıştı bugün. Kendi bulaşığını da yıkamıştı üstelik. Yatsı namazı okunduğunda ondan önce güğümü almaya ayaklandım. ''Abdestim var.'' diyerek odasına adımladı. Takılmamaya çalışarak dağılan salonu toplamaya başladım. Bir an önce odaya çıkıp ders çalışmak için yanıp tutuşurken Naciye ninenin sesini duydum. ''Eteğimde dolanıp durma!'' diye bağırdığı kişi ağabeyimdi. Hızla yanlarına gittim, ağabeyim bir köşede sessizce onu izlerken o söylenip duruyordu. ''Ne dur demeden anlıyor ne sustan, kılı ağarmış kocaman herife bebek gibi laf anlatamıyoruz.'' ''Ne yaptı ki ağabeyim?'' ''Tesbihimi kopardı, oyuncak mı bu? Ne diye başından atıyorsun bunu da benim yanıma geliyor?'' ''Başımdan atmadım, tesbihin boncuklarını toplar dizerim ben hemen.'' ''Elbet dizersin, dizeceksin. Ben sobanın başındayım, bunu takma peşime.'' diyerek odadan çıktı. Ağabeyime döndüm, ''Ağabey hani söz vermiştin?'' ''Boncuklar çok güzeldi ama.'' ''Ama o oyuncak değil, özel bir şey.'' ''Elife öğretmenimin kolyesini çalmıştı, ben de geri aldım.'' ''O kolye değildi,'' dedim dikte edercesine, ''Bir daha dokunma olur mu?'' ''Çok mu kızdı?'' diye sordu korkuyla, ''Döver mi ki?'' Ağabeyimin korkması çok sinirlendirmişti beni. Onun bu duygularla yaşamasını hiç kaldıramıyordum. Sabırla tüm boncukları toplayıp dizdim. Ağabeyim resim yapıyordu. Naciye nine ise yüzümüze bakmadan sedirde uyukluyordu. Tüm boncukları dizdiğimde ona uzattım, ''Buyur nine.'' Eline alıp boncukları saymaya başladı, ''Doksan yedi tane var bunda?'' ''Eee?'' ''Daha bir tesbihte kaç boncuk olur onu bilmiyorsun ama okuyacağım diyorsun. İlim ilim ilmektir.'' diye söylenmeye başladı. ''Anlatsan öğrenirdim.'' ''Bu yaşa kadar öğrenmediysen benden medet umma kızım. Ağabeyin zaten zayi ediyor her şeyi, çıktınız başıma ikiniz birden ninenin hatırı olmasa ah olmasa.'' Cümlesine devam etmesin, bize kapıyı göstermesin diye sessizleştim. Tüm akşam bize söylenmişti. Teheccüt namazı bitene kadar onu bekledim. Seccadesinin ucunu kıvırıp kalktığında ellerine uzandım. O da saçımı okşayıp odasına çekildi. Bu evde kalmak için istemediğim şeyleri yapıyordum. İki yüzlü olmayı öğrenmiştim, kendime hiç yakıştıramasam da hayat denen bu yolda şarttı. Zaten kendime yakıştıramadığım ne varsa yapmıştım, bundan mı erinecektim? Naciye ninenin her yerine yorganı sardıktan sonra dış kapının tüm kilitlerini vurup üst kata çıktım. Ağabeyim sobanın yanında mışıl mışıl uyurken usulca test kitaplarımı alıp sobanın diğer ucuna geçtim. Lambayı açtığım için kızar diye odunlukta bulduğum gaz lambasını alıp yaktım. Derin bir nefes alarak not defterimi elime aldım. ''İki yüz soruyu geçmeden sakın uyuma!'' notunun sonuna bir sürü ünlem koyup karşıma koydum ve test kitabımın kapağını araladım. Ağzımda gevmekten arkası çürüyen kalemim bile benden yaka silkse de bu işi başaracaktım. Dışarıdan gelen korkutucu sesler nedeniyle saatler sonra anca kaldırdım başımı kitaplardan. Korkuyla küçük odada gezindi gözlerim. Elimdeki kurşun kalemi o kadar sıkı tutuyordum ki kırılması an meselesiydi. Hızlıca gaz lambasını söndürüp usulca ayaklandım. Eski çarşaflardan yaptığım perdeyi usulca araladığımda çok da uzakta olmayan bir grup insan gördüm. Ellerindeki fenerler evimizin tavanına yansıyordu. Hızla ve korkuyla perdeyi çekip sessizce alt kata indim. Defalarca kilitleyip kapının arkasına ne bulduysam dayadım. Issız bir yerde yaşamanın en kötü yanı buydu, güvende değildik. Korka korka ağabeyimin yanına çıktım, uyuyan ağabeyimin dışarıya sarkan elini tutup duvar dibine çökerek gözlerimi kapadım. Onların gitmesini beklemekten başka çarem yoktu. Kendimi güvende hissettiğim çok nadir an vardı hayatımda, hepsi de tek bir kişinin yanındaydı. Şimdi güven duygusundan daha uzaktım ona. Koluma bir el değdiğinde korkuyla yerimde sıçradım. Aklımı kaybedecek gibi olduğum esnada elinde mumla karşımda duran Naciye nineyi fark ettim. Kulaklarının arkasına sıkıştırdığı yazmasıyla korkutucu görünüyordu. ''Korkma,'' diyordu, ''Gittiler.'' Derin nefesler vererek sakinleşmeye çalıştım. Naciye nine bana su uzatırken bir yandan da ellerini açmış dua ediyor ve yüzümü üflüyordu. ''Okudum seni hadi rahatla uyursun bu gece.'' ''Kimdi onlar?'' ''Dağa kim çıkar?'' Cevabımı aldığımda daha da korkmuştum. İnsan bazen doğruluğunu bilse de başkasından duymak istemiyordu. Başkasının sözleri her zaman daha korkutucuydu. ''Daha işim bitmedi benim, beş sorum var çözülecek.'' Dağınık duran kitaplarıma baktı uzun uzun, ''Çöz de yat, başındayım hadi.'' ''Sen uyu ben çöze-'' ''Hadi hadi sen elin oynasın.'' Nereye bıraktığımı bilmediğim kalemimi mum ışığından çıkan cılız ışıkla arayıp bulduktan sonra kitabı açıp çözmeye devam ettim. Kalemi tutan elim zangır zangır titrerken nasıl fizik çözecektim? Gözlerimi kapatıp konsantre olmaya çalıştım, Naciye nine sedire oturmuş beni izlerken pek de mümkün olmuyordu. Aşağıdakilerden hangisi günlük hayatta özkütleden yararlanılan durumlardan birisi değildir? Aynı soruyu yedinci defa okuyordum ama işlem yeri henüz bomboştu. Çünkü okuduğumu anlamıyordum. ''Sen böyle mi diş doktoru olacaksın?'' Öfkeyle yüzüne baktım, ''Sen git ben çözerim.'' ''Tir tir titriyorsun, bu kadar korkuyorsan ne işin var senin burada? Gencecik güzel kızsın, hayırlı bir kısmet yok muydu?'' ''Vardı da, ben hayırsızdım.'' ''Belli.'' Naciye nine başımı beklerken ilk soruyu bitirmiştim. Kendime koyduğum hedefi geçemezsem o gece uyku girmezdi gözüme. Bir soruda takılıp sabahladığım da olmuştu, görünüşe göre daha çok olacaktı. O beş soruyu çözmek 195 soruyu çözmekten daha zor gelmişti. Gözlerim dolmuştu, soruyu okuyamayacak kadar sulanmıştı. Hıçkırığımı duymasın diye nefesimi tutuyordum. Terlemiştim, karnımı da sıkıyordum, bir elim ağzımda duruyordu. Sessizce ağlamak en zoruydu ama onunla da bu ara başa çıkıyordum. Ağlaya ağlaya da olsa bitirmiştim. Etrafı toplayıp başımı yastığa koydum. Naciye nine yorganı kafama kadar çekerken söyleniyordu, ''Ses duyarsan duymazdan gel, bildiğin sureleri oku yat. Sabah da erken kalk.'' ''Tamam.'' deyiverdim, ''İyi geceler.'' ''Uyandırdı beni bir de iyi geceler diyor, tövbe tövbe.'' diyerek odasına gitti. Gözlerim ahşap tavanda geziniyordu. Ne zaman buraya yatsam hep o tavana hayallerimi yansıtıyordum. Tavan benim sinema perdemdi. Kıvırcık saçlarımı dümdüz yapıp dolaştığım hastane koridorları, asistanlarım, hemşirelerle sohbetimiz, yaka kartları, hastane terliği, bembeyaz bir önlük ve daha nicesi. Ağabeyimi Türkiye'nin en iyi doktorlarına götürecektim. Gelişmesine yardımcı olacaklardı, istediği şeyi alacaktım ona. Kimseye ihtiyacımız olmayacaktı, mutluluk inşa edecektik kendimize. Düşüncelere dalmışken sinema perdeme bir sima düşürdüm. Ne zaman onu orada görsem içime bir şey oturuyordu. Daha önce yaşadığım hiçbir acıyla tarif edemeyeceğim kadar acı bir duyguydu. Vedamın ardından bir daha görmemiştim onu. Özlemiştim, seviyordum ve hatta çoktan aşık olmuştum bile. Her şeyi bir vedayla silip almıştım. Veda ettiğime pişman değildim, çünkü benim için doğru yol Dinçer değildi. Hayatım boyunca kimseye layık görülmemiştim, Dinçer'e de layık değildim. Mantığım her ne kadar doğruyu yaptın dese de asıl yanlışı kalbime ihanet ederek yapmıştım. Benim hayattaki önceliğim kalbim değildi neyse ki, aşka da sevgiye de umut bağlayacak değildim. Bir şekilde unuturduk birbirimizi, hayat garipti. Özlemeye de çare bulurdum, aklıma geldiğinde içime akan kaynar sulara da, gözlerimi kapattığımda önüme gelen gözlerine de... Her şeye bir çare bulurdum. Umarım o da bulurdu. Ki hoş bir erkekte beni unutamayacak kadar bir etki yaratacağımı düşünmüyordum. O da unuturdu, unutmak bir anlıktı nasıl olsa. Sadece aklında böyle kalmak istemezdim. Beni suçluyordu belki de şimdi, kızıyordu bana, kalbi kırıktı. Nefret etmezdi ama o öyle bir adam değildi. Bana arkanı dönersen bir daha önüne geçmem demesi sürekli çınlıyordu kulağımda. Ondan duyduğum son şey buydu. Dudaklarıma inen tuzlu suyu hissettiğimde derin bir iç çekerek teslim oldum gözyaşlarıma. Kendimi ellerimle sarıp sarmaladım, çünkü bunu yapacak başka kimsem yoktu. Buna gönüllü olan adamı da ben terk etmiştim. Belki de yaşadığım her şey müstahaktı. Günler mutsuzlukla ama ondan da güçlü bir umutla geçiyordu. Naciye ninenin eski yeleklerinden birkaç tanesini üst üste üzerime geçirirken tarifsiz heyecan içerisindeydim. Ağabeyimin alfabeyi sökmesine bir harf kalmıştı. Ona A'yı öğrettiğim ilk gün gelmişti gözümün önüne şimdi ise sonuna gelmiştik. Tek mutluluk nedenim bu değildi, bugün Elife öğretmen ağabeyime hediye gönderecekti. Alfabeyi söktüğü için hep çok imrendiği o kırmızı kurdeleydi hediyesi. Ona sürpriz yapacaktık. İyice uzamış ve kabarmış saçlarıma oyalı bir yazma sararken ağabeyime ufak yalanlar atıyordum. ''Ağabey ben Elife öğretmenden kitap alıp geleceğim, yollar kapalı hava da soğuk sen gelirsen üşürsün.'' ''Olmaz!'' diye itiraz ediyordu, ''Elife benim de öğretmenim, ben de geleyim.'' ''Hayır gelemezsin, sen hastasın biraz burnun akıyor bir kere.'' Burnunu eliyle kapattı, ''Akmıyor artık hadi ben de geleyim.'' ''Olmaz.'' diye direttim, ''Sen evde ödevlerini bitireceksin, ben de kitaplarımızı alıp geleceğim.'' ''Ben alfabeyi bile öğrendim, karda yürüyebilirim.'' dedi masum bir çocuk gibi. ''Ağabey,'' dedim candan bir sesle, sarılmak istediğimde kollarını göğsünde bağlayıp arkasını dönmüştü. ''Ne o? Küstün mü?'' ''Çok küstüm.'' İşaret parmağımla omzunu dürttüm, ''Ama yapma böyle.'' ''Ben dua dinleyeceğim tamam mı, sen git beni de hiç sevmiyorsun zaten.'' Koşa koşa Naciye ninenin kuranına yetişmeye gitti. Şimdi gidip gönlünü alabilirdim ama hediyesini görünce vereceği tepki için can attığımdan dokunmadım. Dinçer'in bana verdiği montu giyerek evden çıktım. Bu mont beni koruyordu, sadece kardan da değildi üstelik. Montun korumadığı yüzüme yazmamı bağlayıp sadece gözlerimi açıkta bıraktım. Yol iz bilmediğim bu izbe yerde ağabeyimin mutluluğu için karları aşarken hiç zorlanmıyordum. Sonunda mutluluk varsa insana koymuyordu. Saatler sonra düzlüğe çıkmıştım. Beni bekleyen arabadan Elife öğretmenin gönderdiği paketi aldım. Binlerce şükür ederek o paketi montumun içine soktum. Eve geri yürümek şimdi en zoruydu. Sabırsızca aşmaya çalıştım dağları, bir an önce ağabeyime varmak istiyordum. Havaya sis çöktüğünde içime de bir karanlık çöktüğünü hissettim. Tek başıma ormanda olmak bana kötü günlerimi hatırlatmıştı. Daha da hızlandırdım adımlarımı. Hırsla kısacık zamanda yuva bellediğim eve yürürken ardı ardına duyduğum silah sesleri adımlarımı sekteye uğratmıştı. Korkuyla saklanacak yer aramadım, aklıma gelen tek şey ağabeyimdi. Mümkünmüş gibi daha hızlı yürüdüm, koştum... Sisten gözümün önünü bile göremezken kalın karları eze eze yürüyordum. Düştüm defalarca, ayakkabımın biri kara saplandı, ellerim kıpkırmızı oldu. Her duyduğum silah sesinde bir yıl eksildi ömrümden. Nefesim kesilmeye yakın sislerin arasından evi görmüştüm. Ansızın dinmişti kurşun sesleri. Olanlara anlam veremeyerek hızlı hızlı eve yürüdüm. Odunları kırdığım yüklükte boylu boyunca yatan birisi dikkatimi çekmişti. Yattığı yerdeki karlar kızıl rengini alıyordu usul usul. Ayakkabılarını gördüm, pantolonunu, en son elinde tuttuğu kırmızı kalemini gördüm. O an zaman durdu benim içim. Kocaman bir çığlık koptu dudaklarımdan, kendime bulduğum deli güçle ona koşmaya başladığımda birisi önüme geçip belimi sardı. Başımı kaldırdığımda Dinçer'le kesişti ağlayan gözlerim. Bir nefesim daha tükendi, yakındım ölmeye.
|
0% |