Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Belçim

@pekbiafiliyalnizli

Selam!

Medya: Belçim

Bu bölüm Belçim'in ağzından. Bu hikaye için yazdığım en uzun bölüm oldu. Rekor oy ve yorum bekliyorum boynu bükük.

Belçim için şuraya bir papatya ekelim 🌼

Keyifli okumalar💚

5 Yıl Önce Diyarbakır

Belçim'den

Hayat koskoca bir ağaçtır. İri gövdeli, iri dallı, iri yapraklı kocaman bir ağaç. İnsanoğlu tırmanmaya çalışır o ağaca, ne kadar katedebilirse o kadar yaşar hayatı. Hızlı hızlı tırmanmak iyi bir insan yapar mı peki? Hayır, nasıl tırmandığına göre değişir.

Peki ben neresindeyim o ağacın? Ya ayaklarım daha gövdesine bile zor değiyor, ya da en tepesindeyim. Nasıl tırmandığımı da bilmiyorum üstelik.

Hayat bana göre mücadele etmek demek. Yaşamak için mücadele, mutlu olmak için mücadele, para kazanmak için mücadele. Her şeyle mücadele. Bazı geceler kendinle bile mücadele. En zoru da bu. Kendinde mücadele edecek bir şey bulamaman.

Peki hayat sana göre ne demek?

Dün gece okuduğum kitabı bitirmek için ikiye kadar ayakta kalmıştım. Klasik bir aşk öyküsüydü bu, sonunda oğlan ve kız kavuşuyordu. Mutlu son severdim ben, o kadar acının mükafatıydı sonsuza dek mutlu yaşamak.

Köye yeni gelen imamın okuduğu ezanla açtım gözlerimi. Güzel okuyordu. Ev camiye yakın olduğundan çok net duyuyorduk. Bu sabah bir başka net geliyordu sesi.

Yatakta biraz daha oyalandıktan sonra bu kadar tembellik yeter dedim kendime. Kalkmak için doğrulduğumda
sırtıma giren sancıyla canım acıdı.

Başımı kaldırıp pencereye baktığımda açık olduğunu gördüm. Selvi gece oda çok sıcak oluyor diye açık bırakıyordu. O başlıklı bazada uyuduğu için tüm rüzgâr benim sırtıma vurmuştu.

Haklıydı. Çok küçük bir odaydı. Geçen yaz kendi ellerimle yaptığım boyası da atmıştı çoktan. Küçük odayı iki genç kız olarak ikiye bölmüştük. Benim tarafımda cam kenarında eski ama sağlam bir sedir vardı, ahşap bir giysi dolabı ve yer yatağı.

Selvi'ye ise yengem yeni büyük bir gardrop almıştı. Renkleri uyumlu masa ve sandalye ve elbette her sabah makyaj yapacağı bir ayna.

İkimiz de odanın bize düşen payından memnunduk. Ayrım yoktu aramızda, sadece bu evin bir kızı vardı. Bu odaya her girdiğimde bunu daha iyi anlıyor, unutmuyordum.

Yer yatağımdan çıkıp pencereyi kapattım. Bir yandan da yatağında döne döne uyuyan Selvi'ye söyleniyordum.

Yüzüstü dönüp yatarken birden sıcaklanıp yorganı kalçasına topluyordu. Köyümüz sabahları serin olurdu. Üşüyecekti, akılsızdı bu kız. Üzerini örtüp, açık bırakarak uyuduğu saçlarını yastık düğmesinden kurtardıktan sonra gece yanıma aldığım suyu komodinine bıraktım. Kendine su almaz benim getirdiklerimi de hemen içerdi. Birazdan da susardı garanti.

Bazen huysuz olsa da seviyordum Selvi'yi.

Odadan çıkıp alt kattaki banyoya girdim. Bu saatlerde ev haklı uyurdu. Banyoda işlerimi bitirip kurulandıktan sonra odama geçtim. Eski ahşap dolaba katladığım tek sıra elbiselerime bakınmaya başladım. Elime geçen allı elbiseyi geçen gün giymiştim, beyaz çiçekliyi de son görüşmemizde. Farklı bir elbise arıyordu ellerim, sanki varmış gibi ufacık dolabı karıştırıyordum.

Aklıma düşenle beraber duraksadım. Bugün onunla görüşemeyecektik ki. Yoktu, göreve gideceğim demişti günler önce. Dediğinden beri aklımdan çıkmazken sabah mahmurluğuyla unutuvermiştim yokluğunu.

Zaten yoktu ki. Ne kadar olmuştu tanışalı? Neden on yıldır hayatımdaymış gibi davranıyordum ben?

Elimdeki basma fistanı dolaba sıkıştırırken kızdım kendime. Öfkeyle bir pantolon giydim bacaklarıma. İnce penyeyi başımdan geçirip üzerime kalın kumaştan çitilmiş bir yelek aldım. Kabarık saçlarımı topuz yaptıktan sonra odamdan çıktım.

Her sabah soğuk olan ama güneşin eksik olmadığı bir bahçemiz vardı. Klasik köy bahçesiydi işte. Birkaç tane büyümesi yarım kalmış ağaç ve bol bol ot vardı. Büyüdükçe tırpanla biçtiğim otların yine biçilme vakti gelmişti.

İlk işim tavukları kümesinden çıkartmak oldu. Su kaplarının içine düşmüş yaprakları ayıklayıp yemlerini verdim.

Ardından bostanları sulamak için işe koyuldum. Evimizin arka bahçesine fideler ekmiştik. Sabah erken saatlerde sulamazsam kimse yüzlerine bakmazdı. Ninem bostana inerken düşüp kalçasını çatlattığından beri ona buralar yasaktı. Hortumu elime alıp bostanın başına geçtim. Dikkatle fideleri sulamaya başladım.

Güneş yeni yeni doğarken onu izlemekten alamadım kendimi. Bu çok uzun sürmedi tabii. Sulama bitince vakit kaybetmeden ayrıldım bostandan. Ahıra adımladım, tornavida, motor yağı gibi malzemeleri koyduğumuz dolaptan hayvanların yanına giderken giydiğim kıyafetlerimi alıp giyindim. Saçlarıma da yazma taktıktan sonra ilk olarak büyükbaşlara uğradım.

Dinçer'in alnındaki gülüşü okşadım gülümseyerek, ''Günaydın, nasılsınız?''

Dinçer büyük gözleriyle bana bakıyordu. Şimdi adaşı yanımda olsa şaşkın bakar ve, 'Günaydın demelerini mi bekliyorsun Belçim?' derdi. Ben de evet derdim, bekliyorum.

Hayvanlarla iç içe olunca onlar insanın en yakın dostu oluyordu. Geçici olarak çobanlığını yaptığım bu hayvanlar da benim dostumdu. Mesela o bilmese de Dinçer'e kızdığım her şeyi onlara söylüyordum. Uzun uzun söyleniyordum hepsine. Tamam bir akıl vermiyorlardı ama dinliyorlardı beni.

Yumuşacık tüylerini okşadıktan sona küreği elime alıp ahırı temizlemeye başladım. Küçükbaşların temizliği diğerlerine göre daha kolaydı. Hızlıca bitirip sularını tazeledikten sonra bacağındaki pansumanı yenilemem gereken Pamuk'u kucakladım.

Ahırın dışına çıkartıp son gelen baytarın bıraktığı malzemelerle yarasını sarmaya başladım. Bunu yaparken bir yandan da onunla konuşuyordum.

''Tamam ben de üzüldüm gitmesine ama arkasından bayılman biraz abartıydı bence Pamuk.''

Pamuk, 'Hayır abartı değildi.' der gibi gözlerime bakarken ben devam ettim.

''Bakma öyle, seni görsün diye yere attın resmen kendini. Sen yere düşmeden gelip kucaklayacak mıydı? Selvi'nin her akşam izlediği dizilerde yaşamıyoruz Pamuk. Hem sen bir kuzusun farkında mısın?''

Pamuk itirazla meeledi.

''Bugün tam beş gün oldu gideli. İlk gittiği gece tüm konuşmalarımızı anlattım ya sana. Özlemiş işte seni, yanında olmak istiyormuş. Ama sen aldanma erkekler hep böyle söyler diyor Selvi, haklıdır belki.''

İncecik bacağını sardıktan sonra melül melül bakan kuzumu öptüm.

''Sen seneye miss kuzu seçileceksin, Dinçer'den daha iyilerini bulursun. Aşkı bırak, kariyerine odaklan tamam mı?''

Pamuk sahiden Dinçer için üzülüyordu. Özlüyordu onu, acaba görüntülü görüştürse miydim? Özlemişlerdir birbirlerini.

''Anladım, seviyorsun onu ama bu kadar bağlanma Pamuk. Hep gidebilir, bir daha hiç dönmeyebilir.'' derken kısılmıştı sanki sesim, sahiden hiç dönmeyebilirdi...

Sıkıntıyla iç çekip Pamuk'u öperek özel yerine bıraktım. Diğer kuzular ona hırçın davranıyordu, onun annesiyle özel bir alanı vardı. Annesi onu hep koruyordu.

Ahırdan çıktıktan sonra üzerimi değiştirip ellerimi bir kalıp sabunla beraber iyice yıkadım. Düşünceli bir hâlde eve geldiğimde yengem de uyanmış ak düşmüş saçlarına yazmasını geçirirken esniyordu.

''Günaydın yenge.''

''Günaydın kızım, hallettin mi işleri?''

Lastik ayakkabılarımı çıkartıp eve girdim, ''Hallettim yenge.''

''İki dakikada hamur yoğurdum, gözleme yapalım kahvaltıya oğlanlar ne zamandır istiyordu.''

Evimizde yemek işleri yoğundu, ''Tamam yenge.''

Yengemle beraber evin damına çıktık. Hamur işlerini hep burada yapardık. Yanıma aldığım yazmayı saçlarıma kapattım. Yengem teknenin başına eğilecekken inleyerek elini sırtına bastırdı. Telaşla yanına varıp koluna girdim.

''Aniden eğilmesene yenge, fıtığın var.''

Bir eli sırtında yakınıyordu, ''Bıçaklıyorlar sanki sırtımı, ah bu hastalık en beteri kızım.''

''Dinlen sen.''

''Hamuru zar zor yoğurdum, açıver hadi kızım.''

''Ben hallederim yenge.''

Dama çektiğimiz musluğu açıp ellerimi dirseklerime kadar yıkadıktan sonra yengemin uzattığı beyaz önlüğü taktım. Ardından sofra bezi serili yere eğilip hamur teknesinin başına geçtim. Elimi değdirerek havasını aldığım hamuru kendine getirmek için bir iki dakika yoğurmaya başladım. Yengem plastik sandalyeye sırtını yaslamış ahlanıp ohlanıyordu.

''Sen biraz daha yat yenge, Selvi'yi uyandırıver o da pişirsin hızlıca biter.''

''Kız okuldan yorgun geliyor Belçim, uyusun. Ben pişiririm.''

''E sırtın ağrıyor yenge.''

''Olsun olsun bisleğeçi alıp geleyim ben, sen payla hamuru.''

Hamuru hızla bezelere ayırıp üzerini temiz bir bezle örttüm. İlk bezemi sofranın üzerine alıp altını üstünü unladıktan sonra oklavayı elime alıp açmaya başladım.

Otla ve patatesle içlerini doldurduğum gözlemeleri yengem pişiriyordu. Ara sıra elindeki nemli bezle üzerinde un yanığı oluşan sacı siliyordu. Sabah güneşi yorgun yüzüne vururken ara sıra iç çekiyordu.

''Bugün de gidecek misin ota?''

''Hayvanları teslim ettikten sonra giderim yenge, öğleden önce Özlem ablaya uğrayacağım. Boncukların parasını verecek.''

''Bir daha sor bakalım iş var mıymış.''

''Sorarım yenge.''

''Fidan'ın kızı evleniyor, yazma oyası istedi senden. Geçenkileri beğenmiş, eli değer mi diye sordu. Tek yazmaya iki yüz lira vereceğim, Belçim yapar mı diyor.''

İş bitmeden yeni iş geliyordu, şükür ediyordum bu duruma, ''Ederim tabii yenge, yaparım ben.''

''İyi söylerim Fidan'a.''

''Sağ ol yenge.''

Oklavaya sardığım otlu gözlemeyi sacın üzerine bırakıp yeni bir bezeyi unladıktan sonra açmaya başladım.

''Kendine çeyizlik yapman gerekirken el alemi hoş ediyorsun. Kadersiz kızım benim.''

''Niye öyle diyorsun yenge? İş bu, yaparım tabii.''

''Artık evlilik çağındasın Belçim. Vaktin geliyor.''

Açılmasından en hoşlanmadığım konu buydu. Öfkeyle oklavaya sarılı hamuru açtım.

''Selvi benden büyük, ilk sıra ondadır.''

Sözüm sinirlendirmişti yengemi, ters bir bakış atmıştı suratıma.

''Selvi seninle bir mi kızım? Selvi'nin eli ekmek tutacak, ilk önce okulu bitirip o cübbeyi üzerine giyecek. Sonra dengi dengine bir oğlanla evlenecek. Anlı şanlı düğününü yapacağım, Emine'nin kızı yüksek mektepte okuyup davullu zurnalı düğün yaptı diyecek millet.''

Selvi'yle ilgili bunun gibi çok hayali vardı yengemin.

''Mutlu olsun Selvi,'' dedim hamuru açmaya devam ederken, ''Bahtı güzel olsun.''

''Olacak, ben kızımın tahtını güzel yaptım. Bahtı da güzel olacak.''

Son hamuru da açtıktan sonra kenara koydum.

''Ben pişirmeye devam edeyim, sen çayı koy. Ayran da çalkala kızım, amcan ayran ister.''

Üzerimdeki unları silkeleyip damdan eve girdim. Küçük mutfak tüpüne büyük çaydanlıkları yerleştirip pınardan doldurduğum suyla çayı koydum. Kahvaltılıkları dolaptan çıkartıp yuvarlak tepsiye yerleştirdim. Gözlemeyi bala, yoğurda sürerek yemeyi seviyorlardı.

Koca koca kazanlarda yaptığım elma pekmezinden iki kase koyduktan sonra tepsiyi kucaklayıp dama taşıdım. Hava güzeldi, bugün damda ederdik kahvaltımızı.

Herkes teker teker uyanmıştı, hatta ninem sabah dedikodusu için mahallede dolanmaya çıkmıştı bile. Abimi uyandırmak için odasına girecekken kapı birden Musa ağabey tarafından açıldı. Altında sadece iç çamaşırı vardı herkes rahat gezerdi evde ama ben söyleyemesem de rahatsız olurdum. Gözlerim kaçacak yer arardı.

''Günaydın ağabey.''

''Günaydın.'' diye homurdanıp banyoya adımladı.

İçeriye girip uykucu abimi gıdıklayarak uyandırdıktan sonra onun dama çıkmasının ardından yatağını toplamaya başladım. Ağabeyim döşekte rahat edemiyordu, onun için baza almıştım. Musa ağabeyin de yatağını düzelttikten sonra odayı havalandırmak için camı açtım. Dağınık ortalığa da el attıktan sonra evin en büyük uykucusu Selvi'nin yanına gittim.

Yorganı kafasına kadar çekmiş uyuyordu. Yorganı tutup yüzünden indirdim. Ağzı hafif aralıktı, komik görünüyordu. Benden bir yaş büyüktü Selvi. Kızıla boyadığı saçları, beyaz yastık yüzüne yayılmıştı. Köşeli bir yüzü vardı, en büyük pişmanlığı on beş yaşındayken ip gibi aldırdığı incecik kaşlarıydı. Yüzüne ince kalsa da kaşları güzel bir kızdı Selvi. İşveli ve cilveliydi.

''Kalk hadi uykucu, kahvaltı hazır.''

Tek gözünü açıp mızmızlandı, ''Sabah sabah neden gözleme kokuyor burası.''

Şakağını dürttüm, "Gözleme açtık çünkü akıllım.''

''Haha çok komik.''

Kafasına vurdum hafifçe, ''Uyan hadi okula geç kalacaksın.''

''Uf hiç gidesim yok Belçim.''

''Selvi mızmızlanma kalk hadi.''

Eliyle gözünü ovalamaya başladı, ''Gözleme yemek istemiyorum. Mısır gevreği getirsen bana ama inek sütü koyma, kokuyor. Marketten süt almıştım.''

Endişeyle ayağındaki yorganı çektim, ''Ayağına ne oldu senin Selvi!''

''Ay ne olmuş?''

''Bu ayağının hâli ne?''

Korkarak yatağından kalktı zıplayıp duruyordu, ''Ne var ayağımda?''

Keyifle ellerimi yatağa bastırıp geriye yaslandım, ''Ayağın tutuyormuş, git kendin al.''

Önüne toplanan saçlarını nefes nefese arkaya itti, ''Yuh Belçim ya! Sabah sabah ödüm koptu.''

''Ayrıca ineklerimin sütleri kokmuyor, uygun olmayan silajlarla beslemiyorum hiçbirini.''

''Ne kıymetli ineklerin varmış ya.''

''Onların sayesinde para kazanıyorum, hepsine gözüm gibi bakmak görevim. Çok kıymetliler hanımefendi.''

''Mö desem bana da gözün gibi bakar mısın?''

Saçlarını karıştırdım, ''Şebek seni, hadi hazırlan. İlkokul talebesi gibi başında yarım saat harcıyorum ya.''

Selvi'nin yanından ayrılıp dama kahvaltıya çıktım. Merdivenlerden başım görünüz görünmez amcam konuştu.

''Tütün makinası odada kaldı, getir Belçim.''

''Tamam amca.''

Çıktığım merdivenleri geri geri inip amcamın odasındaki tütün makinasını alıp tekrar merdivenlere yöneldiğim sırada Selvi yakaladı beni, ''Yeni aldığım sutyenleri bulamadım, banyo yapacağım.''

''Gardrobun çekmecesinde.''

''Bulamadım.''

''Uf diğerlerini giysene.''

''Onlar dik göstermiyor.''

''Ne bu çaba?'' diye söylene söylene odaya geçtim.

''Of Belçim seviyorum giyinmeyi kuşanmayı, sen unuttun cinsiyetini valla.''

Çekmeceden aldığım sutyeni eline verdim, ''Ağzına kadar çıkar tamam mı?''

''Göğe kadar dikeceğim.'' diye söyleniyordu arkamdan.

Dama çıktım tekrar, tütün makinasını uzattım, ''Buyur amca.''

''İki saatte getirdin.'' Dedi aksi bir sesle.

''Selv-''

''Ayran koyuver kızım amcana.''

Sürahiye yönelip biten bardağını doldurdum.

''Macit ağabeyin kaymak istediydi onu da getiriver kızım.''

Ayaklanacağım sırada Sedat ağabeyim karıştı lafa, ''Otur Belçim, iki susak bir şey ye. Bir oraya bir buraya koşup durma.''

''Kaymak getireyim otururum ağabey.''

''Selvi getirir.''

Sedat ağabey yeni boşanmıştı karısından. Üç çocuğu da yengemde kalmıştı. İstanbul'da yaşıyordu onlar. Boşanmanın ardından yengem yeni bir kız bulmak için buraya çağırmıştı oğlunu. Evlendiği kız pek iş bilmiyor diye yakınıyordu yengem, oysa kız ufacık yaşta kaçmıştı oğluna. Buna ağzını açıp kızı geri göndermemişti ama. Bu evde gördüğüm yanlışları dile getirdiğim ilk gün yetimliğim vurulmuştu suratıma. Bir daha da cesaret bile edememiştim ağzımı açmaya.

''Para atacağım çocuklara, siz de var mı ana?'' diye sordu Sedat ağabey.

''Ben de para ne arasın oğlum.''

''Arabanın tamirine tonla para gitti, kuruş yok.'' dedi amcam.

Musa ve Macit ağabeyden de çıt çıkmamıştı.

''Maaşımı alıp elinize saydım, çocuklara ne göndereceğim ana ben? Gözleme mi?''

''O hayırsızla evlenirken düşünecektin.''

Sedat ağabeyim annesini alkışladı, ''Boşadın bizi yaptın yapacağını artık yeter ana.''

''Ben mi boşadım? Çocukların sümükleri ağızlarına akıyordu.''

''Siliverseydin ya ana. Ne diye kızın başına kaktın?''

''Açma şu mevzuyu Sedat.''

Her zamanki gibi gergindi sofra. Yiyen kalkıp işlerine gidiyordu. Musa ağabey özel güvenlikti, Macit ağabey ise sanayide çalışıyordu. Sedat ağabey de şoförlük yapıyordu.

Amcama çayını koyduktan sonra odama geçtim. Kenara koyduğum paradan biraz alıp Sedat ağabeyin peşine düştüm. Çıkmak üzereyken yakaladım.

''Bu kadar yeter mi?''

Elimdeki paraya baktı, ''Gerek yok Belçim, ben hallederim.''

''Yeğenlerim için gönderiyorum, al ağabey.''

İstemeye istemeye aldı parayı, ''Maaşımı alayım ödeyeceğim.''

Öderdi, daha öncekiler gibi. Eğer ödemese vermezdim ben bu parayı kolay kazanmıyordum.

''Hayırlı işler.''

Amcam tütün sararken yengem de ona yardım ediyordu. Ağabeyim doymuş ve eğitime gitmişti. Ninem hamurişi yiyemediği için dünden kalan çorbayı ısıtmıştım ona. Dişsiz ağzıyla içerken bir yandan da bana dua ediyordu.

''Hatim indirdin ana.'' diye konuştu amcam alayla.

''Hak edene indiririm.'' dedi ninem.

''Üç aylığın yarın mıydı senin?''

''Hemen maaşıma göz diktin, bu ay maaşımı Belçim'e vereceğim.''

''Çoluğa çocuğa dağıtma ana, işim var benim o parayla.''

''Benim paramla iş düşünmeseydin, torunumun o para. Karnımı doyuyor, sırtımı keseliyor, diş hekimi olunca bana diş bile yaptıracak.''

Amcam sararmış dişleriyle güldü, ''Ha ha diş hekimi olacak senin torunun.''

''Okul mevzusu kapandı,'' dedi yengem, ''Yine kızı doldurup üşüştürme başımıza.''

Sessizce gözlememi yerken ısırdığım küçük lokma boğazıma oturmuştu.

''Ben bir Selvi'ye bakayım.''

Hızlı hızlı merdivenleri inip odama yöneldim. Selvi kapıyı kilitlemişti.

''Üstümü giyiniyorum.''

''Benim.''

Birkaç saniye sonra kapıyı açtı nemli saçlarıyla. İçeriye girip kapıyı örttüm, ''Şunun kopçasını taksana.''

Sırtını dönmüş beni bekliyordu. Kopçayı takıp ellerimi çektim.

''Hâlâ hazırlanmadın mı sen?''

''Musa çıktı mı?''

''Çıktı.''

''Babam damda mı?''

''Evet.''

''O zaman bu elbiseyi giyeyim.'' diyerek poşetten çıkardığı elbiseyi üzerine tuttu. Dar kesim fuşya rengi bir elbiseydi.

''Akşam yakalanırsan kızarlar, tatsızlık çıkınca ağlıyorsun.''

''Karşılarına geçip kıyafetime karışamazsınız diye bağır dediğinde tokat yiyordum az daha.''

''Laf anlayacak türden insanlar değiller.''

''O zaman ben de gizli gizli sözümü geçiririm.''

Elbisesini üzerine tutup etrafında döndü, hevesini kırmak istemiyordum. Toplumun bir kesimi için çap dışı kalan konular bizim için hâlâ sorundu, ''Giy bakalım nasıl olacak.''

Fermuarını çektiğim elbise Selvi'ye çok yakışmıştı.

''Alttan çorap mı giysen Selvi?''

''İstersen ilkokuldaki gibi pantolon giyeyim Belçim?''

''Görürlerse kızacaklar diye diyorum, seni düşündüğümden.''

''Sen akşam gözcülük yaparsın bana.''

''Sabah sağ salim çık da akşamı hallederiz.''

''Saçlarıma şu tokayı taksana, internetten altım.''

Gümüş ince tokayı saçlarına taktım. Kızıl saçlarında toka çok güzel durmuştu. Makyajını da yaptığında hazırdı.

"Dip boyam gelmiş."

"Sorun bu mu şimdi?"

"Alttan siyah siyah saçlarım çıkıyor, ağlayayım mı?"

"Ağlama güzelsin sus."

Gülümseyerek bana sarıldı.

''Selvi bugün çok özendin, okula gidiyorsun değil mi?''

Saçlarını parmağına doladı, ''Öğleden önce ders, öğleden sonra mars.''

Gözlerimi açtım öfkeyle, "Nereye yine?''

''Akşam anlatırım.'' Diyerek havadan bir öpücük attı.

''Selvi bak kimseye güvenme.''

''Bunu bana sen mi söylüyorsun? İki gündür tanıdığın bir adamı anlata anlata bitiremedin ya.'' Diyerek gülümsedi alayla.

''Dinçer herkes değil.''

''İsmi bir hayali arkadaşa göre fazla karizmatik.''

Omzuna vurdum, ''Hayali falan değil, boyayla beraber beynin de mi akıyor senin?''

''Aynen Belçim koskoca polis bir çobanın yanına gelip onunla sohbet edecek, arkadaşım ol diyecek. Dertlerini anlatacak. Çikolata bile verecek. Hem de anlattığın kadar yakışıklıysa."

"Yakışıklı demedim!"

"Anlattıklarınla demesen de dedin. Gür kirpikli yeşil gözlü, biçili burnu olan, kaşlarının karasına vurulduğun bir hayalet."

''Kimseye vurulmadım ben ayrıca sensin hayalet!''

''Tabi tabi, kardeşini de bana ayarlayalım hatta.''

''Maalesef Selvi kardeşi aptal kızlardan hoşlanmıyormuş.''

''Gıcık şey.'' diyerek somurttu.

Selvi makyaj çantasına yanına alacağı malzemeleri koyarken ben de çalışma masasının üzerindeki kalemleri buruk bir tebessümle okşayarak kalemliğine koyuyordum.

''Para al yanına.''

''Kafeye Ceren'in arkadaşları da gelecek, öderler herhalde.''

''Para al dedim, kendi yediğini öde. Elden hayır bekleme.''

''Uf ne olacak iki kuruşluk kahveden ya.''

''Sizin gittiğiniz kafelerde iki kuruşa kahve mi var? Uzun zamandır hesap ödemediğin belli.''

''Hesap ödeyenlerim var canım.''

''Ne büyük gurur.''

Selvi hazırlanınca ilk ben çıktım odadan. Evi kontrol ediyordum, amcamlar yukarıdaydı. Diğerleri de ortalıkta yoktu. Sağ salim çıkartım Selvi'yi dışarıya. Arkasından el sallarken akşamı nasıl halledeceğimi düşünüyordum.

''Belçim! Sofrayı topla kızım!''

Yengemin çağrısıyla dama çıktım. Amcam tüm Diyarbakır'a tütün sarmaya yemin etmiş gibi otururken ninem öğle yemeği için fasulye kırıyordu. Yengem ise bağımlısı olduğu çekirdeği çitliyordu.

Oval tepsiye kahvaltılıkları toparlamaya başladım.

''Selvi'm nerede Belçim?''

''Dersi çok erkenmiş az önce çıktı yenge.'' Yalancı çoban Belçim!

''Bir şeyler yeseydi kızım.''

''Yedi, merak etme.''

''Harçlığı var mıymış sordun mu?''

Hesap ödeyeni varmış, ''Sordum, var dedi.''

''Ne güzel okuyor güzel kızım.'' diye gururlandı yengem.

''Kızdan yana yüzün gülüyor Emine.'' dedi amcam sardığı tütünleri sıraya dizerek.

''Koskoca avukat olacak benim kızım, avukat anası diyecekler bana.''

Tepsiyi karnıma yaslayarak kaldırıp merdivenleri indim. Dağınık küçük mutfağı toplamaya başladım. Bulaşık makinasına çok deterjan gidiyor diye kullanmaya kapatmıştı yengem. Güğümde ısınan suyu leğene döküp bulaşıkları yıkamaya başladım. Sıcak su olmayınca lekeler çıkmıyordu.

Mutfakta işim bitince evi toplamaya başladım. Yatakları kaldırıp çarşafları düzlettim. Camları açıp odaları çalı süpürgesiyle süpürdükten sonra ortalığın tozunu aldım. Kalabalık olduğumuz için çok çabuk dağılıyordu ev. Her sabah bu işler rutinim hâline gelmişti.

Yengem damdan inmişti, salonun camını silerken yakalamıştı beni.

''Belçim makinayı açacağım kızım, odaları gez ağabeylerinin kirlileri varsa ayırıver.''

''Ağabeyleriminkini sen alsan yenge.''

''Niyeymiş o?'' dedi elini beline koyarak.

''Özel eşyaları oluyor da.''

''İki dondan mı çekiniyorsun kızım?'' diye bağırdı hiddetle.

''Yok yenge ondan değ-''

''Tamam gönlün yoksa de bana, ben toplarım.'' Söylene söylene odalarına gitti.

Koca koca adamların kirli iç çamaşırlarını toplamak hoşuma gitmiyordu. Bunu hangi şekilde söylersem söyleyeyim yengem zaten bana kızardı.

Ev işleri bittiğinde saat on olmuştu. Ninem kırdığı fasulyeleri geçirdi musluktan.

''Az toplamışım içine patatesle patlıcan da katalım da türlü gibi olsun, yoksa yetmez bu kadar başa bu aş..''

''Güveç kabında yapayım mı ninem? Öyle daha yumuşak oluyor, yersin.''

''Çocuklar beğenmiyor çok pişince, sen her zamanki gibi yap. Ben çorbamı yerim.''

''O nasıl laf nine? Ben küçük çömlekte sana özel pişiririm. Hep sana özel yapmıyor muyum?''

''Ah kızım ah,'' dedi ninem iç çekerek, ''Kalın ince bir imiş, hayıf ömrüm çürümüş.''

Ben dediğini anlamaya çalışırken kollarımdan sarılıp göğsüne çekti beni, ''Melek kızım benim. Seni evlendirmeden ölürsem, gözüm açık gider.''

''O nasıl laf nine? Ölmek falan,'' Ne demişti Dinçer'in kardeşi? Hah hatırladım, ''Sen daha 18 yaşındasın.''

Ninem dişsiz ağzıyla gülümsedi, ''O nasıl laf kız?''

''Birinden duydum.''

''Senden bile ufağım he?''

Kınalı ellerinden öptüm, ''Ufaksın he.''

Çok zayıf bir kadındı ninem, öperken kemikli yüzü acıtıyordu canımı. Ama öpmesine mutlu oluyordum.

''Ben ocağa yemeği koyayım nine, sonra Özlem ablaya gideceğim. Paramı almaya.''

Ninem rengi gitmiş mavi gözleriyle etrafı süzdükten sonra göğsünden kartını çıkardı, ''Al şunu çek maaşımı, kartına atarsın.''

''Yok nine olmaz.''

''Sus kız, al hadi o kadar para biriktiriyorsun bir katkım olsun.''

''Amcam kızar.''

''Aman o her şeye kızıyor, hadi git çek at hesabına.''

Ellerini öptüm, ''Sağ ol nine.''

''Sen gireceksin o mektebe.''

''İlk olarak da seninle ağabeyimin dişlerini yapacağım.''

Ninem sırıttı, ''Altın diş isterim.''

''En değerlisinden.''

Büyük güveç kabına yaptığım yemeği taş fırına atıp evden çıktım. Biz kasabaya yürüyerek yarım saatlik bir mesafede yaşıyorduk. Taşlı yolu arabayla yanımdan geçen insanların havalandırdığı tozu üstümden silkeleyerek yürüyordum.

Bu yolculuk sırasında aklıma düşen kişi Dinçer olmuştu. Ne yapıyordu acaba şimdi? Arasa mıydı? İstediğin zaman arayabilirsin demişti. Hem bir daha ne zaman müsait olacaktım belli değildi. Telefonu cebimden çıkardım. Selvi'nin eski telefonuydu bu. Nokia asha 205. Tuşluydu ama resim falan açılıyordu Dinçer belki resmini atardı. Atar mıydı? Ah Belçim, adam sana niye resmini atsın!

Aramaya karar verdiğimde üzerimi düzlettim. Topuz olan saçlarımı açmaya niyetlendiğim elime vurduktan sonra kendime gelmek adına derin bir nefes aldım. Neydi bu heyecan?

Hafifçe öksürerek telefonu kulağıma götürdüm. Karnıma kramp girmişti, gözleme mi dokunmuştu acaba?

Dört kere çalmış ama açmamıştı, beşinci çalışın sonunu dinlerken kapatıp kapatmama arasında gidip geliyordum. Altıncı çalışım da cevapsız kaldığında kapatıp telefonu cebime sıkıştırdım.

Neden açmamıştı? Acaba bir şey mi olmuştu? Görevdeydi, nasıl gidiyordu peki görev? Onun için endişeleniyordum. İyi olsun ve o tepede yanıma gelsin istiyordum. Sohbet edelim, beni kızdırsın ama güldürsün istiyordum. Utandırsın ama gülsün istiyordum.

Bana ne oluyordu böyle? Hayra çıkardı umarım.

Yol kenarındaki çeşmenin musluğunu açıp elimi yüzümü yıkamaya başladım. Boynumu nemli ellerimle soğuklatırken çeşmenin arkasında gördüğüm modifiyeli araba tüm göz zevkimi bozmaya niyetlendiğinde içinden sahibi indi yarım kalan işini tamamladı.

Görmemiş gibi yaparken o hemen yanıma geldi.

''Belçim!''

Musluğu kapatıp ellerimi havaya silkeledim. Yoluma gidecekken önüme geçti. Üzerinde düğmeleri açılmış siyah gömlek ve içinde beyaz bir atlet vardı.

''Yolumdan çekil Dündar.''

''Aynı köyün insanıyız neticede, selamı da mı çok görüyorsun bana?''

''Evet.'' dedim yüzüne dik dik bakarak.

Bu hâlim onu daha da keyiflendiriyordu, ''Bu suratsızlığınla evde kalacakmışsın, yengen öyle konuşuyormuş.'' Keyifle gülümsedi, ''Ama merak etme ben alırım kız seni.''

Elini saçıma uzatacakken hızla eline vurdum, ''Eline koluna mukayyet ol, kırarlar bir gün.''

''Hadi ya,'' dedi alayla, ''Kim kıracakmış?''

''Bir daha yoluma çıkarsan görüsün.''

Onu geçip yoluma devam ederken o yılmamış yine karşıma geçmişti.

''Annemi göndereceğim, yakında başlarız düğün hazırlığına. Bu kadar naz yeter, her erkek usanırdı ama ben dayandım.''

''Ne nazı? Rahatsız oluyorum senden, bunu anlamayacak kadar aptal mısın?''

''Amcanla yengen her gün orada burada sizden konuşuyor. İki yetimsiniz, bir seneye kalmaz kapıya koyarlar sizi. Seviyorum seni diyorum, istiyorum. Param var, pulum var, göbekli bir adamın kuması olmaktansa var bana hanımlar gibi yaşatayım seni, elin hizmetçiliğini yapma.''

''Haklısın aslında.''

Gülümsediğinde sabah içtiği nargilenin aromasını bile duyumsamıştım. ''Hah şöyle yola gel. Arabayla bir tur attırayım mı sana?''

Başımı salladım, ''Olur.''

Herkesin görüş alanından çıkıp çeşmenin arkasına geçmiştik. Tam tahmin ettiğim gibi tenhaya geçtiğimiz an beni çeşmeyle kendi arasında bırakmaya niyetlendi.

''Bir öpeyim mi kız?''

''Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı neydi Dündar?''

''Ne bileyim kız, boş ver şimdi onu bunu.''

Aramızdaki mesafeyi kapatacak son adımı da bittiğinde saçlarıma dokunmak için uzattığı kolunu tutup arkaya çevirdim, ''Senin hakkına kötek düştü.'' Acıyla bağırırken arka bacağına tekme attığımda çakıl taşlarının üzerine yüzüstü serilmişti.

''Bir daha bana yaklaşırsan o kolunu kırarım, şimdi çatlamış olabilir. Geçmiş olsun.''

Onu arkamda bırakıp yoluma devam ederken aklımda babam vardı. Küçüklükten beri bize kendimizi savunmayı öğretirdi. Bir gün bizi terk edip gideceği içindi belki de bu hazırlık. İşime yarıyordu bana öğrettikleri, o yanımda olsa hiçbirine gerek kalmazdı belki.

Özlem ablanın dükkanına gelmiştim nihayet. Kuaförü vardı, ağda yaptığı kadınların dedikodusunu yapmasıyla meşhurdu.

''Günaydın Özlem abla.''

''Günaydın ablam, bir ağdam var bitirip geliyorum.''

Ağda odasına girdi. Her yeni müşterisine bir önceki müşterisinin dedikodusunu yapardı. Selvi'yi burada göndermiyordum artık. Dedikodu yapmayan ağdacı bulmuştum kuzenime.

Yarım saat sonra özlem abla nihayet çıktı içeriden. Çekmecesinden aldığı zarfı uzattı, ''Al gülüm.''

''Sağ ol abla.''

''Geçen gün başıma gelene bak Belçim, otur kız anlatayım. Gülsüm bize çay getir.''

Gülsüm'ün çay getirmesini beklemeden anlatmaya başladım.

''Birisi aradı beni, yok işçilere hak ettikleri parayı vermiyormuşum falan. Tüm verileri saydı takır takır, ayol ne diyeceğimi bilemedim. Bana da üretici firmadan gelen fiyat belli. Ben de dolandırılıyormuşum, e doğal olarak size de üç kuruş veriyordum. Neyse düzenledik o gün, bugüne kadar yaptığın tüm işlerin ederi bu ablam. Kusura bakma hakkını helal et.''

''O verilere bakayım mı ben de. Hak etmediğim parayı almak istemem.''

Önüme dizdiği kağıtlara baktım. Dinçer'in işiydi bu, halledeceğim deyip kökten halletmişti sahiden. Bu zarftaki paradan bir kısmını ayırdıktan sonra kalanını hiç bölmeden kartıma yatırdım.

Ufak ufak para biriktiriyordum. Bunu sadece Selvi ve ninem biliyordu, yengemler bilse o parası bu parası diye alırlardı benden. İleride okuyacaktım ben, paraya ihtiyacım olacaktı. Ağabeyimle yeni bir hayat kurmam gerektiği zaman zorluk yaşamayayım istiyordum. Şimdi yeni bir hayata yetecek kadar param olmasa da biliyorum bir gün olacaktı.

Köye dönüş yoluna geçmeden önce bir mağazaya girdim. Ağabeyim için birkaç şey almam gerekiyordu. İki kazak ve bir tişört aldım, köyde hep lastik ayakkabı giyiyorduk. Şehre indiğinde giydiği ayakkabısı yırtıldığı için ona bir ayakkabı aldım. Ücretini ödedim para üstünü beklerken mağazanın vitrininde bir elbise gördüm. Eflatun renginde koyu mor çiçekleri olan güzel bir elbiseydi. Uzun zamandır kendime hiçbir şey almamıştım. Mağaza görevlisine döndüm.

''Şu elbise ne kadar?''

''Beş yüz lira.''

Yutkunarak önüme döndüm. Paketleri alarak ayrıldım mağazadan. Zaten o kadar beğenmemiştim.

Ağabeyime aldıklarımı yengemden gizli gizli odama soktum. Gördüğünde hoşuma gitmeyen şeyler söylüyordu. Cevapsız bırakmazdım onu ama bazı sözleri ağabeyimi bulunca deliriyordum.

Sürüyü günler sonra hevessizce götürdüm meraya. Bugünkü mera başka bir yerdi. Dinçer gelince onun yanına giderdim, şimdi orada yenecek ot kalmalıydı ki onun yanına gitmek için bahanem olmalıydı.

Çıkınımda sakladığım not defterine bir şeyler çiziktirmeye başladım. Aklımdakileri ufak not kağıdına döşerken bu yolun sonunda görmem muhtemel zararları umursamıyordum. Sayfayı yırtıp büyük taşın altına koydum.

Ardından bulduğum bir ağacın altına kıvrılıp Dinçer'le sohbet etmekten bir türlü bitiremediğim kitabımı okumaya başladım.

Gün içinde Dinçer bana geri dönüş yapmamıştı. Ben aramadan arama dediğim için mi aramıyordu? Yoksa daha görmemiş miydi çağrımı?

Hayvanları ahıra bıraktıktan sonra ot toplamak için tarlaya çıktım. Bunların kurusunu şehirdeki pazarda satıyordum. Otları yıkadıktan sonra kurutmak için evin damına çıktım. Büyük beyaz örtünün dört tarafına taş koyup örtünün üzerine otları sermeye başladım.

''Belçiiim!'' diye bağırıyordu yengem.

''Damdayım yenge.''

''Ağabeylerinin ütülenecek kıyafetleri var, iniver aşağıya.''

''Ot seriyorum yenge.''

''Hızlıca yay da gel, ütü beklemesin fişe taktım.''

Derin bir nefes alıp otları sermeyi bitirdim. Damdan inip dağdan taraftaki odaya girdim. Evde küçük küçük altı oda vardı. Dışarıdan büyük görünen ama aslında odaları ufacık olan bir evdi burası. Herkes iç içeydi maalesef. Ütü masasının ardına geçip takım elbiseleri ütülemeye başladım.

Yengem dalından kopardığı armutları bir tabağa koymuş yanıma gelmişti. Uzattığı armutları reddedip işime döndüm. Sol bacağını üzerine koyarak cam kenarındaki sedire yerleşti.

''Ne kadar verdi Özlem?''

''Hak ettiğim kadar.''

''Bize de destek olursun bu ay.''

Buhar basarak beyaz gömleği ütülemeye devam ettim, ''Olurum.''

''Bir zahmet, aileyiz biz. İnsan ailesinden para dönmez.'' dedi çenesini dikerek.

''Öyle yenge, dönmez.''

Son gömleği de ütülediğimde ütüyü fişten çektim. Olgun armutların hepsinin yiyen yengem telaşla araya girdi.

''Selvi'nin de mektebe giydiği kıyafetleri ütüleyip çekseydin fişi.''

''Selvi kendisi ütüler yenge, bostana bakacağım işim var.''

''E bunları kim askılayacak?''

''Sen.''

Odadan çıkarken arkamdan, ''Gelirken marul da topla, ayran salatası yaparsın!'' diye bağırıyordu.

Bostana geldiğimde hortumu alıp fideleri sulamaya başladım. Her şeyin farkındaydım ama susman gerekiyordu. Tek bir lafımda kendime hep itiraf ettiğim ama başkasından duyunca sinirlendiğim o sözleri söylerlerdi yüzüme.

Telefonumun sesi su sesini bastırdığında heyecanla cebime koyduğum telefona uzandım. Dinçer arıyor olabilir miydi?

İçimdeki heyecan ekrandaki yazıyla söndü, ''Efendim Selvi?''

''Yaklaştım, beni eve soksana.''

''Oyalan biraz, marul toplayıp geliyorum.''

Taze marullardan iki tanesini söküp evin yolunu tuttum. Evin önünde Selvi'yi beklemeye başladım. Babası, Sedat ve Macit ağabeyi evdeydi. Onlar odalarındayken bir şekilde içeriye sokmalıydım onu.

Sokağın başında beliren Selvi'yi kolundan kavrayarak içeriye çektim. ''Belçim!'' diye bağıran amcamın sesini duyduğumda telaşla Selvi'yi kümese soktum. Amcam damdan eğilmiş bana bakıyordu.

''Efendim amca.''

''Yemek nerede kaldı?''

''Hazırlıyorum amca.''

''Karpuz da kes.''

''Tamam.''

Arkasını döndüğünde nefes vererek kümesin kapısını açtım. Selvi tir tir titriyordu, bu kız hak etmiyordu bu korkuyu. Kimseye yakalanmadan odasına soktuğumda kahkahalarını serbest bıraktı.

''Bugünü de atlattık.''

''Nasıldı okul?''

Saçlarındaki tokayı çekip alırken, ''Gitmedim ki,'' dedi umursamaz bir sesle, ''Dolaştık bütün gün.''

''Aferin Selvi!''

''Ne bağırıyorsun kızım ya, korktum.''

''Annen kızım avukat çıkacak diye dualar ediyor, sen okulun yolunu bulamıyorsun.''

''Üf klasik annem ya.'' diyerek saçlarını havalandırdı.

''Adalet okuyorsun, avukat olacağım diye kandırıyorsun kadını bir de. Nasıl dua ediyor her gün sana.''

''O akıl olsaydı şu an Dicle üniversitesi hukuktaydım canım.''

''O zaman müsaade etseydin de ben gitseydim Dicle üniversitesine.''

Sessizleşti Selvi, ''Hâlâ orada mısın sen?''

''Oradayım. İnat ettin okuyacağım diye, gönlün yoksa bana müsaade etseydin. Şimdi üçüncü senemdeydim.''

''Gitseydin o zaman Belçim? Niye gitmedin? Ne tuttu seni? Kim için fedakarlık yaptın?''

''O kadar iyi biliyorsun ki neden gidemediği, utanmadan bunu yüzüme vuruyorsun. Yazık.''

''Öyle demek iste-''

Öfkeyle baktım yüzüne, ''Pamuk'un bacağını saracağım, yemeği sen hazırla bu akşam.''

Odadan çıkıp ahıra adımladım. Kaçıp geldiğim yer ahırdı. Pamuk'un bacağını sararken ağabeyim gelmişti yanıma. Onunla beraber sardık bacağını.

''Acımış mı?''

''Acımış,'' dedim gülümseyerek, ''Ama artık acımıyor.''

''Acıktım ben.''

''Selvi hazırlıyor yemeği, gidelim hadi.''

Ağabeyimle el ele tutuşup eve geçtik. Damdaki sofranın etrafı kalabalıktı.

''Sığmazsınız şimdi buraya,'' dedi yengem, ''Ufak sofrayı aç kızım.''

Ağabeyim duymayıp oturmak isteyince kimse kenara bile çekilmemişti. Gözyaşlarım pınarlarım da birikmiş akmak için yer ararken tuttum kendimi.

''Gel ağabey, biz mutlakta yiyelim bu akşam.''

''O nasıl laf?'' dedi kenarda sessizce çorbasını içen ninem, ''Gelin kızım buraya.''

Elinde tencereyle gelen Selvi, ''Oturun Belçim, sığarız.'' dedi.

Yengem savundu hemen kendini, ''Ay sanki kötü demişim gibi siz de, rahat etsin çocuklar diye dedim.''

''Biz rahat etmeye gidiyoruz.''

Ağabeyimin elinden tutup merdivenleri indim. Mutfaktaki masaya hazırladım soframızı.

''Kavun var mı?'' diye sordu ağabeyim hevesle.

''Karpuz bile var.'' dedim sır verir gibi.

Ellerini çırptı sevinçle. İkisinden de koydum, beraber yemeğimizi yemeye başladık. Ağabeyimin yiyecek döktüğü yerleri süpürüp mutfağı topladıktan sonra evden çıktık. Bahçemizdeki karşılıklı elma ağaçlarına kurduğumuz hamağa oturduk ağabeyimle yan yana.

''Sallanalım.'' dedi ağabeyim.

Ayaklarımı yere bastırıp salladım onu.

''Ağabey sence annem özlüyor mudur bizi?''

''Annem özler.''

''Peki babam?''

''Elma yiyelim mi?''

Gülümsedim, ''Yiyelim.''

Kalkıp dallarından bir elma alarak ağabeyime verdim. Isırdıktan sonra bana uzattı, ''Ye.''

''Ben istemiyorum.''

''Olmaz, ısır.''

Onunkinden daha büyük ısırdığımda gülerek yemeye devam etti.

Ağabeyimle bir saat kadar o hamakta dertleştikten sonra eve geçtik. İçeriye adım atar atmaz yengem söylenmeye başladı.

''İşten mi kaçıyorsun kızım sen? Sofra Selvi'ye kaldı, okuyor kız.''

''Bulaşıkları yıkarım yenge.''

''Seni bekliyorlar zaten.''

Ağabeyimi yatırdım. Uyuduktan sonra elimdeki kitabı bırakarak mutfağa geçtim. Önlüğü üzerime geçirip hızlıca bulaşıklara giriştim. Tabakları tezgaha dizerken Selvi geldi yanıma.

''Ben de durulayayım.''

Leğeni kenara çekerek ona yer açtım.

''Kızgın mısın bana?''

''Ojelerin çıkar.''

''Ağabeyim bir ton laf etti zaten, çıksın.''

''Kızdı mı?''

''Üf evet ama annem savundu.''

''Düzgün durula köpüklü kaldı.''

''Abimler zehirlenir, belki akılları başlarına gelir ha?''

''Şebeklik yapma Selvi.''

''Bugün gördün mü o adamı?''

''Seninle onun hakkında konuşmama kararı aldım.''

''Niye kıskanıyor musun yoksa?''

''Ne alakası var? Sadece duymayı hak etmediğine karar verdim.''

''Ay küfür de etseydin kız o nasıl laf?''

''Düzgün durula.'' diyerek eline vurdum.

Deterjanı eline dökerek köpük yaptı, elindeki köpüğü bana üflediğinde gülümsedim, ''Yapma şunu.''

''Surat asma bana, üzülüyorum.''

''Surat astırma o zaman Selvi.''

''Tamam dikkat edeceğim.''

''Düzgün durula demekten dilim uzadı.''

''Tamam tamam, kızma.''

Selvi'yle çayı da alarak dama çıktık. Her yemek sonrası çay içerdi ev halkı. Sedat ağabey ortalıkta yoktu, ninem de uyumuştu. Amcamın tütünü eşliğinde çay içmeye başladık.

''Belçim bir bak bana.''

Dudaklarımdaki çayı çektim, ''Efendim amca?''

''Son zamanlarda iyice serbestsin, çeki düzen ver kendine.''

Öfkeyle çenemi sıktım, ''O nasıl söz amca?''

''Erkeklerle fazla görünme ortalıkta, kahvede seni konuşuyorlardı bugün.''

Selvi girdi araya, ''Yaşlı yaşlı adamlar kızı yaşındaki birisi hakkında ne konuşuyorlar baba?''

''Sen sus kız!'' diye bağırdı amcam.

''Amcan haklı, iyice serbestleştin. Başında erkek yok diye oluyor bunlar. Bak Selvi'ye bir erkekle görünmüş mü şimdiye kadar.''

''Erkekle görünmekte ne varmış? Çalışıyorum ben. Sürünün sahiplerinin içinde erkek olan da var, ot sattıklarımın içinde de.''

''Millet çalışıyor demez, herkes biz gibi değil.''

''Milletten bize ne?'' diye çıkıştı Selvi, ''Belçim yanlış bir şey yapmaz baba. Yıl 2017 siz neleri dert ediyorsunuz. Bundan beş sene sonra mevzu bile olmayacak konular bunlar.''

Yengem kızını sustururken amcam ters ters konuşmaya devam etti.

''Haline hareketine çeki düzen ver, o kadar! Namusun biz emanet.''

İnatla diktim çehremi, ''Ben kendi namusumu korurum amca. Siz benim namusumu dert etmeyin.''

''Dik dik konuşma bana!'' dedi amcam tesbihini yere vurarak, ''Efendi ol, yumuşak konuş benimle.''

Yengem kolumu cimcikledi uyarmak için. Amcam her sinirlendiğinde beni sustururdu yengem. Kavga çıkmasın diye hep susardım. Susmak bazı zamanlar zor olsa da içim içimi yerken susuyordum.

''Yetimdiniz lan siz! Sizi sokaktan ben aldım, yıllardır kendi çocuklarımdan ayırmadım. Başında çatın, ocakta aşın var. Biraz şükür edeceğin, elimi ayağımı öpeceğin yerde yaptığına bak! Bu eve laf getirmeyeceksin! Kimse senin hakkında konuşmayacak! Adamlara laf vermeyeceksin! Yoksa kapının önünde bulursun kendini. O ağabeyini de seni de atarım sokağa. Şimdi yıkıl karşımdan!''

Dilimin ucuna kadar gelse de sözler yengemin iteklemesiyle ayrıldım damdan. Peşimden gelmek isteyen Selvi'yi bırakmamıştı yengem. Tek başıma çıktım evden. Ahıra attım kendimi. Kapının süngüsünü çektiğimde bir hıçkırık koptu dudaklarımdan.

Öyle zordu ki yetim olmak, hiçbir yere sığamıyorduk. Hata yapmasak da hatalı oluyorduk, günah işlemesek de günahkâr. Bu amcamdan duyduğum ilk azar değildi, her yetim dediğinde, öyle yanıyordu ki canım tüm dünyayı yakasım geliyordu.

Kaçıp gitmek istesem ayaklarıma dolaşıyordu imkansızlığım. Bir şekilde kendimi bu evde buluyordum. Mutsuzluğumun arasında mücadele ederek para biriktirmeye çalışıyordum. Gün geçtikçe daha da zorlaşıyordu sanki bu evden kopmak. Sarmaşık gibi dolanıyordum bu eve, kurtulmak istedikçe dolanıyordum. Benim bir kurtuluşum olacak mıydı? Bilmiyordum.

Gözyaşlarımı silip gaz lambasını yaktım. Tüm hayvanlar bana bakıyordu, bu beni ilk ağlarken görmeleri değildi. Bazı geceler hıçkırıklarım ninnileri oluyordu.

Otlarını tazelerken yanaklarımı silmeye devam ediyordum. Birkaç güne tekrar eski haline dönecekti ev. Bu hep böyle olurdu. Belki yarın sabah unutacaktı amcam dünü. Ben de unutup o evde çalışmaya devam etsem de kalbim unutmazdı bu çektiklerimi.

Mööleyen ineklerimi severken güzel seslerinin arasına bir ses daha karıştı. Telefonum çalıyordu. Bu saate beni kim arardı? Telefonu cebimden çıkardığımda ekranda tanıdık bir numara gördüm. Evdekiler hesap sormasın diye kaydetmemiş olsam da ezberlediğim numara Dinçer'e aitti.

''Dinçer arıyor kızlar.''

Möölemeye başlayan ineklerime baktım, ''Ne diyeyim?''

Gerçekten bir şey duymayı beklemiştim. Elimi dudaklarıma çıkardım, ''Şşşttt sessiz olun beni hevesli sanmasın.''

Yanaklarıma sızan gözyaşlarını silip sesimi düzeltmek için birkaç kez öksürdüm. Derin bir nefes alıp telefonu kapanmadan açtım, cılız bir ''Alo.'' çıktı ağzımdan.

''Hele şükür be kızım, merak ettim seni.''

Sesi telefonda da güzeldi, ''Neyimi merak ettin?''

''Her şeyini.''

Dudaklarım kıvrıldı, ''Nasılsın?''

''Beni boş ver, sen nasılsın? Sesin biraz farklı geliyor.''

''Grip oldum.'' diye yalan söyledim.

''Geçmiş olsun.'' dedi inanmayan bir tonda.

''Görevde her şey yolunda mı?''

''Yolunda yolunda, sen anlat. Seninle de operasyon konuşursam kafayı yerim artık.''

''Ne konuşmak istiyorsun ki?''

''Seni konuşmak istiyorum.''

Bu kadar açık sözlü olması kalbime etki ediyordu, ''Benim bir şeyim yok konuşulacak.''

''Yazayım o zaman?''

''Yazılacak da bir şeyim yok.''

''Sadece gözlerine yirmi sayfa mektup yazasım var.''

''Ne?''

''Tarhana diyorum, kurudu mu?''

Lafı en az ben kadar kötü çeviriyordu, ''Kurumadı daha, güneşi seviyormuş.''

''Pamuk nasıl? Özledi mi beni?''

''Bilmem Pamuk'a sorayım.''

Bölmenin süngüsünü açtığımda Pamuk hemen ayaklarıma dolandı.

''Hayvanların sesleri geliyor, ahırda mısın?''

''Evet, Pamuk şimdi yanımda. Sana diyecekleri varmış.''

Telefonu Pamuk'a uzattığımda yalamaya çalıştı. Meeleri Dinçer'e ulaştığında tekrar kulağıma yasladım.

''Mesajını aldın mı?''

''Son dediklerini tam anlayamadım Belçim,'' dedi tatlı bir şekilde, ''Sen çevirir misin?''

Gülümsedim, ''Seni çok özlediğinden bahsediyor, artık gelmeliymişsin.''

''Gelince bana sıkıca sarılacakmış, sanki öyle dedi.''

''Yok canım demedi öyle bir şey.''

''Canın mıyım ben senin?''

Dudağımı ısırdım, ''Lafın gelişi öyle dedim.''

''Tamam canım, bir şey demedim.''

Gıcık şey, kıvrılan dudaklarımı toparladım. ''Ne zaman döneceksin, yani Pamuk soruyor.''

''Dört gün sonra geliyoruz.''

Gülümsedim, ''Pamuk sayılı gün çabuk geçer diyor.''

''Sayıyor muydu ki?''

''Sayıyordu.'' dedim kendimden emin.

Gülümsemesini işittim, yanımda olsa görürdüm de. Hiç ona söylememiştim ama güzel bir gülümsemesi vardı.

''Bu arayışım sorun olmamıştır umarım. Seni zor durumda bıraktıysam karşımdaki duvara kafa atacağım.''

''Atma,'' dedim gülerek, ''Sorun olmadı.''

''Belçim, bir şey mi oldu? Ağlamışsın, kötü bir şey mi var?''

Anlamıştı, keşke anlamasaydı. ''Evdekilerle tartıştık biraz, her evde olur.''

Kısık bir küfür duymuştum. Hemen ardından gür sesini.

''Üzdüler mi seni?''

''Aile meseleleri?''

''Kırıldı mı kalbin?''

''Niye bu kadar umurunda?'' diye sordum ters bir sesle.

''Arkadaşımsın çünkü, seni merak ediyorum. Dağın tepesindeyim. Uygun bir yer bulup seni aramak için karıncalanan elimle tutuyorum şimdi telefonu. Değerlisin benim için.''

''Dinçer?''

''Efendim?''

İçimdeki o kimsesiz kız çocuğu sızısını dindirir miydi bilmem ama tutamadım dudaklarımdan kaçan büyük isteği.

''Şimdi yanımda olsan sarılırdım sana.''

''Keşke yanında olsaydım.'' dedi büyük bir istekle.

Söylediğim şeyden hemen pişman olsam da o çoktan duymuştu.

''Ben artık kapatsam iyi olacak, dikkat et kendine.''

''Belçim, hayatında neler oluyor bilmiyorum ama sesin mutsuzum der gibi tınlıyor. Hayat bu andan ibaret değil. Her şey değişir bir anda, tüm sıkıntıların kaybolur. Sakın umutsuzluk çökmesin güzel yüzüne.''

Telefon kapandığında kendi kendime sahiden ben güzel miyim diye mırıldandım. Her yanımdan ayrıldığında beni saran o boşluk duygusunu soludum. Umut veriyordu bana, heyecanlandırıyordu beni. Bilmiyordu ama bunların karşılığında yavaş yavaş kalbimi alıyordu benden.

🌼

Nasıl buldunuz bölümü?

Belçim hakkında ne düşünüyorsunuz?

Belçim'in yaşadığı hayat hakkında ne düşünüyorsunuz?

Selvi nasıl birisi sizce?

Belçim'i hayatına dair her şeyi öğrenmedik henüz. Öğrenmediklerimizi de öğrenmek için bizi okumaya devam ediniz.

Siz de sevdiyseniz onun ağzından okumayı ara sıra onun ağzından bölüm yazacağım. Dinçer'in bakış açısından anlatmaya devam edeceğim.

Okuyan herkese teşekkürler, kendinize iyi bakın.

 

Loading...
0%