Yeni Üyelik
4.
Bölüm

Gazap Üzümleri

@pekbiafiliyalnizli

5 Yıl önce -Diyarbakır

Yaz mevsimine tezat geçen soğuk gecede dışarıda esen rüzgâr; penceremin perdesini havalandırıyordu. Yatağımda uzanmış rahat uyumak için koyu renk aldığım perdeyi seyrediyordum.

Her esişte daha kuvvetli aralanıyordu perde, fırtına vardı dışarıda Benim içimde de vardı aynısından. Sadece rüzgârımla rahatsız edeceğim kimsem yoktu, perdem bile.

Kaçakçılık operasyonun ardından iki gün geçmişti. Durgunlaşmıştı yine buralar, Haydar ağabey bizim mevsimimiz gelmedi henüz diyordu. Ben de o mevsimi bekliyordum sessizce.

Odamdaki sessizliği dolduran telefonumun kuvvetli çalışı oldu. Ekranda kardeşim vardı. Görüntülü arıyordu. Kulağında beyaz kulaklıklarını takmış, üzerine bir sporcu atleti geçirmiş Ortaköy sahilde yürüyordu. Demek yine babaannemlerin yanına gitmişti.

Telefonu karşıma alıp aramasını cevaplandırdım.

''Günaydın lan.''

''Lan mı? Kapa kapa.''

''İşine gelirse bizde böyle koçum.''

''Jüjüyle kahvaltı ettim az önce, kadın eski İstanbul hanımefendisi. Nasıl kibar kibar konuşuyor. Şimdi senin böyle konuşmana kusasım geldi.''

''Babaannem nasıl?''

Koşmaya devam ederken bir yandan da benimle konuşuyordu. Alnındaki terleri omzundaki havluyla sildi.

''Çok iyi, keyfi yerinde. Anneme yeni silah hediye almış, sana soracaktı bu olur mu diye. Daha uyanmamıştır diye kıyamadı.''

''Markası neydi?''

''Silah markasından ne anlarım ben? Bana yiyecek markası sor.''

''Hızlı koşma, tempon hızlı Atlas.''

''Jüjü peşime şoförü Enver ağabeyi takmış, anlamadığımı düşünüyor. Enver ağabey de dr watson gibi havalarda. Dakika başı rapor veriyor.''

Astımı vardı Atlas'ın. Ona karşı hep korumacıydık biz. Bunun ayarını iyi yapıyorduk ama. İşe yaramaz bir adam gibi hissettirmiyorduk kendisini. Sadece iyi olsun istiyorduk.

''Ben yokken bu sevginin kıymetini bil, izne geleyim babaannemin dizinden ayrılmayacağım.''

''Aynen kardeşim aynen, sosyal medyaya Jülüyle fotoğraflarımıza bakarsın. Beni nasıl öpüyor buruşuk dudaklarıyla.''

''Sensin buruşuk, doğru konuşsana lan babaannemle. Jüjü ne anasını satayım! Doksan yaşında kadın.''

''Keh keh gülüyor, babaannem kafasına o salak topuz tokalarından başka bir şey takmıyor.''

Öyleydi sahiden. Babaannem eşini kaybettikten sonra uzun bir süre Ankara'da bizimle yaşamıştı. Bizim de lise çağımıza denk gelmişti bu ölüm. Bizimle kafayı dağıtmıştı, eskisine göre daha eğlenceli bir kadına dönüşmüştü. Hepimiz çok severdik babaannemi.

''Jüjü bana sosyeteden birilerini ayarlayacak.''

''Lan o kadar zarif kadından bunu mu istedin?''

''Ben istemedim, o teklif etti.''

''Arsız herif seni.''

''Eskiden erkolar çok erken evleniyormuş.''

''Erko ne lan?''

''Erkeğin kısaltması, şimdiki gençler öyle diyor.''

''Lan erkek uzun bir kelime mi?''

''Demir'i hatırlamıyor musun? Çocukken yeter diyemez yeto derdi.''

Güldüğümde Atlas hemen bana da laf çarpıttı, ''Sen de umadı derdin, umadı Dinç derdi sana da.''

''Demir sana da İtlas derdi biraderim.''

''Olsun bana yemek veriyordu, ben affettim onu.''

''Koşudan sonra ye bir şeyler.''

''Babaannemin peşine taktığı şoföre bir Ortaköy kahvaltısı ısmarlatırım.''

''Paran yoksa atayım?''

''Ben de para olmaz mı? Attığın resimlerle kendi çektiklerimi sattım nft olarak. 1000 dolar kazandım.''

''Sen bana at lan o zaman!''

''Paraya mı ihtiyacın var? Dur Ali amcama söyleyeyim atsın sana.''

''Amcama bir şey söyleme üç kağıtçı herif, paraya ihtiyacım yok.''

''Dinç?''

Ciddileşmişti sesi, ''Söyle başımın belası?''

''Ankara'dayken Ayaz timi toplandı, konuşurlarken cama tırmanıp dinlemeye çalıştım. Sizin timde sorunlar varmış, öyle dediler.''

''Yok sorun falan. Hem sen nasıl yakalanmadın lan?''

''Bundan gerisini duymadım zaten, Alphan amcam yakaladı. Bileklerimden tutup yere fırlattı beni. Bir daha onları dinlersem Bahar yengemin yaptığı yemeklerden vermeyecekmiş bana.''

''Ne güzel tehdit etmiş seni.''

''Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü, Allah korusun dedim. Halide yengem de beni yerden kaldırıp sağıma soluma baktı. Nasılım doktor hanım dedim, yaşayacaksınız dedi. Yaşayacakmışım Dinç.''

Güldüm keyifle, ''Manyak herif.''

''Ağabey?''

Ağabey dediğinde ise asıl ciddi meseleye girdi.

''Mutsuz musun orada? Yeni ekip sorunlar olur tamam ama ne bileyim böyle hayal etmemiştin ki sen. Üzülüyor musun ağabey? Kırıyorlar mı seni?''

Kırıyorlar beni kardeşim, kırıyorlar.

''İyiyim ben Atlas, sorun her ekipte olur. Şeker dükkanı işletmiyoruz. Halledemeyeceğime inanırsam eğer; Basar istifayı gelirim. Sen bakarsın bana.''

''Bakarım tabi.'' dedi neşeli bir sesle, ''Mutsuzsan eğer seni oraya bağlayan hiçbir şey yok. Çık gel.''

''Eyvallah kardeşim.''

Biraz daha konuştuktan sonra oturup bir şeyler yemesini söyledim. Kapatmadan önce her zamanki sorusunu sordu.

''Dinç?''

''Hı?''

''İtiraf et senden yakışıklıyım değil mi?''

''Yürü git lan işine.''

Telefonu kapatıp komodinin üzerine bıraktım. Ellerimi yatağa bastırıp başımı geriye atarak derin bir nefes aldım.

Görünmez adam olurdum genelde. Bu çocukluğumdan beri böyleydi. Atlas benim aksime çok daha hareketliydi. Astımı olmasına rağmen onu durduramazdık. Bazen ilacının bittiğini bile fark etmezdi, o zamanlarda krize girdiğinde biz yetişirdik imdadına.

Çok girişken birisiydi, bazen insanlarla nasıl bu kadar kolay iletişim kurabiliyor şaşırırdım. Kreşten beri tüm okullarda başkan olmak isterdi, bu beraber okuduğumuz son okul olan liseye kadar sürdü. Başkan seçilsin diye adaylar dahil tüm çocuklara rüşvet verirdik. Demir ve Mustafa bunun yanlış olduğunu söyler daha legal yollarla yapmamızı isterlerdi. Ama yine de kardeşlerini yalnız bırakmazlardı.

Çocuklara rüşvet verdiğimizi annem şüpheli davranışlarımızdan anlamış ve hepimize bir ayar vermişti. Biz yanlış olduğunu bile bile birbirimiz için her şeyi yapmıştık. Hayatımda asla yapmam dediğim şeyleri bir bir Atlas için yapmıştım. Beraber büyüdüğüm kardeşlerim için her şeyi de yapardım, bilirdim ki onlar da benim için her şeyi yapar.

Sadece Atlas yemeğini paylaşmaz o ayrı, heriften canını al yemeğini alma. Çocukken sakladığı yiyecekleri bulup yerini değiştirmiştim o anki yüz ifadesi aklıma geldiğinde gülümserim. Canını almışım gibi bakmıştı yüzüme.

Anıları başka zaman hatırlamak için geri gönderdikten sonra başımı kaşıyarak yataktan kalktım. Dışarıda kopan fırtınaya şahit olmak adına odamdan çıktım. Dışarıya adımımı atar atmaz sert rüzgâr bana da bulaşmıştı. Ceketimi almaya gerek görmeden ayrıldım.

Ben insanların kötü diye nitelendirdiği havaların müptelasıydım. Herkes kendi köşesine çekilirken ben bu havalarda bulurdum kendimi. Belki de bu yüzden insanlarla uymuyordu zamanlarımız. Farklı zamanlarda yaşıyorduk hayatı.

Eğitimlerin tamamının olduğu arka bahçeye kadar yürüdüm. Başımı kaldırdığımda gördüğüm tepeden bana bu kez bir güneş selam vermiyor, koyu bir karanlık karşılıyordu. O kız yoktu burada, olsun mu isterdim?

Ellerimi cebime koyup kararsız bakışlarımı çektim tepeden. Ne ağacı olduğunu bilmediğim bir ağacın gövdesine yasladım sırtımı. Kuru rüzgârın beni çepeçevre sardığı bu sabaha da güneş doğmuştu.

Güneş kendini belli ettiği ilk an bir hareketlilik meydana gelmişti. Üzerime üniformalarımı geçirdim. Harekat emriyle armalardaki yerimizi aldık. Şef olayı anlatmaya başladı.

''Köyde saklanan liste başı teröristlerden birini istiyor bordolar, sağ salim buraya dikkat Fırtına! Sağ salim yakalayıp dostlarımıza teslim edeceğiz. Anlaşıldı mı?''

''Anlaşıldı şef!'' diyerek tek ses konuştuk.

''Kim haber uçurdu şef? Yine muhbirimiz mi?''

''Muhbirimiz ya, muhbirimiz.''

Başımı Efe'ye çevirdim, ''Kim bu muhbir?''

''Ben bilmem, biz bilmeyiz. Bir Şef bir de Haydar abi bilir''

''Anladım.''

Köye vardığımızda kol kol ilerledik. Hangi evde kaldıklarını bildiğimizden işimiz kolaydı. İşimizi zorlaştıran en büyük şey rehinelerdi. Evin etrafını sardık, Kâzım da çatıya konuşlanmıştı.

Haydar abinin kapı kıran tekmesiyle ilk unsur süzüldü içeriye. Etrafı tutanlardan biri de bendim. Asıl hareketlilik içerideydi ben o hareketlilikten şimdilik muaf olsam da bana verilen görevi en iyi şekilde yapmaya çalışıyordum. Pencereden atlayan adamı kaçmasına müsaade etmeden etkisiz hâle getirdim. Çil yavrusu gibi dört tarafa dağılan adamlardan birinin peşine düştüm, belimdeki silahımı alıp ayağını hedefledim. Kurşun hedefine kavuşmuştu.

Sıcak çatışmaya girmek için tutuşuyordum, bir hevesle içeriye ilk adımımı attığım sırada Haydar ağabey tuttu omzumdan, ''Sakın dellenme Çömez! Kal yerinde uçanı kaçanı avla.''

''Anlaşıldı.''

Kuşun bile uçmasına fırsat vermemek için kollamaya başladım.

''Destek atın lan!'' diye bağıran Efe'nin sesiyle düşünmeden içeriye daldım. Düşünmem gerektiğini şef bas bas bağıra bağıra anlatacaktı birazdan ama ben şimdi düşünmedim.

Silahınla kontrol ede ede adımlarken girdiğim odada Efe bir silahla burun burunaydı. Belimden aldığım silahı gölgemden hızlı çekip ateş ederken bugün burada yankılanan son kurşunun sahibi olduğumu bilmiyordum.

Efe üzerine yığılan leşi bir hamlede kenara atarken kalkması için elimi uzattım, eldivenli elimi kavrayıp kalktı, kısa bir şekilde sarılıp, ''Eyvallah birader.'' derken elini omzuma vurdu birkaç kez.

Benim gözüm tam omuriliğinden vurduğum adamda kalırken o dakikadan sonra ekip kapıdan girdi. Nefes nefese elimle terleyen alnımı sildim.

''Kahraman mı oldun lan çömez?''

Kâzım'ın alaylı sözlerini umursamaya vaktim kalmadan Şef geçti karşıma.

''Sana yerinden ayrıl diyen oldu mu lan!?''

''Şef be-''

''Kes lan! Bir de konuşacak mısın? Benim emrim yerleştirdi seni oraya, mıhlandın sen! Nasıl sökersin lan mıhını!?''

Efe bir adım öne atıldı, ''Ölüyordum şef, beni kur-''

''Astro konuş dedim mi lan sana! Hepiniz başka alem olmuşsunuz!''

Öfkeyle başındaki miğferi çıkartıp yere fırlattı. Kimseden çıt çıkmazken şef bir süre bana bağırdı. Bu sözleri hak etmiştim, emir her şeydi bizde. Ne için olursa olsun çiğnenmemesi gereken en önemli şey... Bunları bilsem de moralim bozulmuştu.

Şef azarının ardından bana son bir bakış atıp ayrıldı odadan. Timdekilerin gözleri üzerimde gezinirken kendimi işe yaramaz bir adam gibi hissetmiştim. Şefin emriyle teröristleri ayıklarken hiç beklemediğim bir el değdi omzuma.

''Takma lan, şef asabi bu günlerde. Haksız da sayılmaz oğlum ama ben anlıyorum seni. Sen girmesen ben girerdim. Umursama lan salla gitsin, yaşlandı herif birkaç yıla yaşlı bakımevine ziyarete gideriz. Siktir et.''

Kâzım'ın garip desteği iyi gelse de ben takacaktım. Zaten sessizdim Şef'in azarı üzerine sesimi duymak istemediğini hissederek daha da susuyordum. Armaya geçip yola çıktık.

''Bordolara teslimatı biz mi yapacağız Şef?''

''Sizin gözünüz bir süre bordo görmesin Fırtına, coştunuz son günlerde.''

Doğduğumdan beri bordolarla iç içe olduğum için timde veryansın edenlerden olmadım. Şef'in kızgınlığında payım olduğu için kendimi suçlasam da bunu belli etmemek, göze batmamak en iyisiydi.

Merkeze geldiğimde operasyon raporlarını halletmeye başladım. Kulağımın arkasına bir kalem sıkıştırıp sıkkın bir şekilde kağıt dolduruyordum.

''Dinçer.''

Başımı dosyadan kaldırıp Zümra'ya baktım, ''Efendim komiserim.''

''Gel biraz konuşalım seninle.''

''Peki komiserim.''

Elimdeki kalemleri bırakıp ayaklandım. Bahçeye adımlayan Zümra'nın peşinden giderken Kâzım'ın bir kaç küfrünü botlarımla zemine daha sert basarak duymamayı tercih etmiştim.

Kırık güneşli bahçede ağaçların gölgesine sığınmıştık. Karşılıklı oturduk.

''Şef acemi olduğun için bir hata yapmanı istemedi.''

''Farkındayım.''

''Bize defalarca bağırdı, defalarca kızdı, küfretti. Bunlar normal şeyler Dinçer. İncik boncuk işi yapmıyoruz. Ölümün ucundayız.''

''Anlıyorum.''

''Geçen operasyonda biraz sert çıktım sana. Amacım diğerleri gibi bağırıp çağırmak değildi. Kâzım gibi bir adam olman bir hayal kırıklığından ibaret olur.''

''Kim ki Kâzım? Niye onu örnek alayım? Neden onun gibi olayım? Siz hayatı Fırtına'dan ibaret sanıyorsunuz.''

Bakışları yüzümden düştü, karşıya çevirdi esmer yüzünü. ''Hayatımız Fırtına'dan ibaret çünkü.''

Bu çok belli oluyordu işte.

Karşıya bakıyorduk ikimizde, karşıda ne mi vardı? Hiçbir şey, hiçbir şeyi seyrediyorduk sıkkın bakışlarla.

''Ateşin var mı Dinçer?''

Zümra'nın sorusuyla pantolonumun cebinden çakmağı çıkartıp uzattım, sigara yakacak diye beklerken o pantolonunun cebinden çıkan ipi yakmıştı. Baş ve işaret parmağıyla yanan ipi söndürüp çakmağı geri verdi.

''Söküğe baştan müdahale etmezsen önünü alamazsın.''

''Alamayacak gibiyim.'' derken başımı yine karşıya çevirdim.

''O zaman dikiş dikmeyi öğren.''

''Öğrenirim.''

Bir süre daha oturduk serin havada.

''Çıkıyorum ben, birkaç gün yokum ortalıkta. Kâzım'a uyma, onun kaybedecek hiçbir şeyi yok. Kaybedecek en ufak bir şeyin varsa bulaşma o herife.''

''Denerim.''

Kötü niyetli bir kadın olmadığı aşikardı. Bu ekipte ondan başka iki kelam edebildiğim kimse yoktu zaten.

Operasyonun üzerinden bir hafta geçmişti. Ara sıra küçük operasyonlara gitsek de genel olarak sessiz geçen bir hafta olmuştu. Ya da benim için sessizdi, diğerleri hâlinden memnun görünüyordu.

Zümra ortalıkta yoktu, en son bahçede görmüştüm. İzne ayrılmıştı. Bu ayrılık Kâzım'ın sinirlerine yansımıştı. Gelene geçene saldırıyordu. Ara sıra ben de hedefi oluyordum. Aynen Kâzım amca deyip geçiştiriyordum.

Bir yığın dosyayı masaya bırakıp rahat olmayan sandalyeye oturdum. Bu süreçte tüm bilgi belge işlerini ben halletmeye başlamıştım. Dosya mı hazırlanacak, sen hazırla Dinçer. Kağıt mı imzalanacak Şef'e sen götür Dinçer, Raporlar savcıya mı verilecek sen ver Dinçer.

Avcumda ufacık kalan klavyeyle bayağı iyi anlaşıyorduk bu ara. Bilgisayar ekranına çocukluğumda bile bu kadar çok bakmamıştım. İşim nihayet bitince sekmeyi kapatıp sandalyede geri yaslandım. Elimi yüzümü yıkamaya gidecekken önüme kalın bir dosya bırakıldı.

Efe elini omzuma koydu, ''Birader şunları da hallediver.''

''Yeni bitti işim Efe.''

''Kimse sen kadar hızlı yapamıyor be Dinçer.''

''Ne yalvarıyorsun lan herife.'' diye çıkışan Kâzım'dı, ''Çömez değil mi oğlum bu, bize de tepe tepe iş yaptırdılar ağzımızı açtık mı?''

''Bu konuda Kâzım ağabey haklı çömez, hem sen çok güzel yapıyorsun lan biz sana güveniyoruz. Ben sana kahve getiririm. Hadi kolay gelsin.''

Bana güvendiklerinden falan değildi. Tüm angarya işleri iteliyorlardı. Bunu da sen iyisin kılıfıyla gizlemeye çalışıyorlardı. Kötü olansa benim bunu anlamayacak kadar salak olduğumu düşünmeleriydi.

''Akşam rakıya gidiyoruz lan, bitir belki bize yetişirsin.''

Lâcivert kapaklı dosyayı spiralinden tutarak açtım. İç çekerek bilgisayara girmeye başladım.

Sürekli bir yerlere beraber gidip yemek yiyorlardı, hiç birine çağırmamışlardı. Bunun da bir kıdem gerektirdiğini düşünüyordum. Neredeyse iki ay olacaktı buraya geleli, artık erişmiş miydim o kıdeme? Neden bu heriflerin beni yemeğe davet etmesini istiyordum ben?

Tüm işim bittiğinde duşa attım kendimi. Dolaptan bir kat eşya alıp giyinmeye başladım. Siyah gömleğimin üzerine deri ceketimi giyip belime silahı yerleştirdikten sonra hızlı uzayan saçlarımın elime geldiği kadarını geriye yatırdım.

Aynanın hemen yanında duran Halil'in fotoğrafının karşısında dimdik durdum. O mahcubiyet yine esir almıştı beni. Utanıyordum. Bana hissettirdikleri onun yerine geçtiğimdi, sanki zorla çalmıştım onun hayatını. Oysa ne suçum vardı?

''Yemeğe gidiyoruz seninkilerle, yerini aldığım falan yok Halil ağabey. Olur mu öyle şey. Ben sadece yaşamaya çalışıyorum. Sen de kızıyor musun bana?''

Bir şehitle konuşuyordum uzun zamandır, her sözüm bir karadeliğe gidiyordu. Olsun ben yine de konuşacaktım.

''Akşam dönünce sana sizinkileri anlatırım, görüşürüz ağabey.''

Baş ve işaret parmağımı gözlerime bastırıp çıktım odadan. Fırtına'yı arayan gözlerim onları nizamiyede araçlara binerken bulmuştu. Elimi kaldırdım burada olduğumu göstermek için. Seri adımlarla yanlarına yürümeye başladım. Ben onlara bir adım attıkça onlar benden bir gaz sesiyle uzaklaşmışlardı. Üstelik görmüşlerdi de beni.

Elim havada kalakalmıştım gerilerinde. Nizamiyedeki nöbetçilere de mahcup olmuştum. Hatta şu an bahçede olan tüm polislere. Onlar da biliyorlardı durumu. Şu hâlim anlaşılmayacak gibi değildi.

Sığamıyor muydum içlerine, fazla mı geliyordum onlara? Ne zararım olmuştu lan benim bunlara?

Elimi enseme götürüp kaşıdım. Odama geri dönmeye niyetlendiğimde nöbetçi polisin sesini duydum.

''Aklın varsa tayinini iste, Kâzım büyük tutulmuş sana. Barındırmaz burada seni. İyi bir ailen varmış, öyle konuşuyor tüm merkez. Oğlum ne işin var burada? Gitsene sıcacık evine. Fırtına yıkar seni.''

Fırtına'yı sikeyim!

Merkezden ayrılıp dağa taşa yürümeye başladım. Öfkeliydim. Hepsine ayrı ayrı çok öfkeliydim. Zümra bile yoktu şimdi yanımda. Olsun isterdim, en azından birisinin yanımda olduğunu bilmek isterdim.

Günah gibi kalmıştım aralarında. Ben ister miydim böyle olsun? Halil ağabeyin naaşının üzerine gelmek ister miydim? Daha gencecik adamım, böyle büyük bir acının üzerine yeşermek ister miydim?

Yürüdükçe açılıyordu sanki içim. Dik yokuşları çıkıyordum hırsla. İçimdeki öfkeyi dağa taşa vuruyordum.

O kızı görmek istiyordum. Adını öğrenmek, sohbet etmek saatlerce. Çikolatayı beğenip beğenmediğini sormak, konuşmak istiyordum işte.

Ama ortalıkta ne hayvanlar vardı ne de o kız... Bugün iyi bir gün değildi.

Mağlubiyetle dik yokuşları çıkmaya devam ettim. Bir tepeye vurdum kendimi. Çok da yüksek olmayan bir uçurumun ucuna adımladım. Aşağısı kayalıktı, bir sürü çöp vardı aşağıda. Etraftaki yeşillikler bu çöpleri gizlemeye yemin etmiş gibiydi.

Ayağım kayar geberir giderim diye düşünmüyor, daha da ileriye yürüyordum. İçimde öyle derin bir varoluşsal sancı vardı ki; şimdi ölsem yapamadığıma üzüldüğüm hiçbir şey kalmazdı geride.

Ailemi üzdüğüme üzülürdüm, timdekiler üzülür müydü acaba?

Ne üzülecek herifler, bir rakıyla unuturlar beni. Bir rakıya değer miydim? Bakın orasını da bilmiyordum işte.

''Düşersen tutamam seni, çok kalıplısın.''

Daldığım düşüncelerden kulağıma çarpan bir kız sesiyle sıyrıldım. Arkamı döndüğümde kucağında bir sürü ot olan çoban güzeli karşımdaydı. Bugün o kadar da kötü bir gün değildi.

Üzerinde mavi, çiçekleri solgun bir elbise vardı, kabarık kıvırcık saçlarının üzerinde oyalı bir yazma duruyordu. Çatık kaşları ve endişeli gözleri üzerimde dolanıyordu.

''Tutmaya çalışır mısın?''

''Denerim ama ben de seninle aşağıya düşerim sanırım, gücüm yetmeyebilir.''

Garip bir his yerleşmişti içime, ''Dener misin hakikaten?''

''Ruhumu şeytana satmadım ya, denerim tabii.''

Mutlu olmuştum, bakın en azından denermiş.

''Ölsem üzülür müsün?''

''Allah gecinden versin.'' dedi kaşlarını daha da çatarak.

''Ya vermezse?''

Söylediklerim onu düşündürse de keyifli cevaplar vermek için uğraşıyor gibiydi. Ya da kafamı dağıtmak için çabalıyordu.

''Gazap Üzümleri mi okuyorsun? Yarıda bırakıp intihara kalkmış gibi bir hâlin var.''

''Sen okuma çok depresif,'' dedim uyarıcı bir tonda, ''Ufacık kızsın.''

''Allah Allah, sen kaç yaşındasın amca?''

''23.''

''Daha büyük duruyorsun.''

''Kemiklerim iri.''

Gülümsedi, ''Belli oluyor.''

O da mı beni ayı gibi buluyordu?

Okulda ayı gibisin derlerdi bana genelde. Sevmediğim insanlar sürekli böyle hitap ederdi bana. Ayı gibi olmaktan nefret ederdim. Bunu anlayan Demir birkaç kişiyi dövünce Demirsoy ailesi olarak disiplinlik olmuştuk.

''Belli oluyor derken, heybetlisin demek istedim. Hulk gibi yani. İyi anlamda. Yanlış anlamanı istemem.''

Yüzü kızarmıştı, mahcubiyeti gözler önüne seriliyordu. Birinin beni kırdığını düşünmesi ne güzeldi lan.

''Sorun değil, seni yanlış anlamadım.''

''Sevindim. Gel şu köşede dur istersen, sakat mahaldesin.''

Hâlâ kayaların ucundaydım, düşerim diye korkuyordu. Onu daha fazla endişelendirmemek için dediğini yapıp ayrıldım. Kenara geçtim, aramıza koyduğu mesafeye sadık kaldım yine. Ayaklarımızın altı yemyeşil çimenlikti, çiçeklerinse boynu bükük.

''Neden sürekli buralara geliyorsun? Havası güzel tabii.''

''Havası çok güzel.'' dedim gözlerimi ondan ayırmadan, ''Ama ben seni görmek için geldim.''

''Beni mi?'' Şaşırmıştı, ''Neden?''

''Pamuk'u görmek için.'' Hassiktir bravo Dinçer 15 yaşına döndün.

''Yoksa ona da mı çikolata vereceksin?''

Gülümsedim, ''Beğendin mi çikolatayı?''

''Eminim çok güzeldir ama bana boş paketi kaldı, kuzenim bulmuş yemiş.''

''Olsun, afiyet yani olsun.''

Başını salladı, ''Olsun.''

''Bugün hayvanlar yok yanında?''

''Bugün çalışmıyorum o yüzen yanımda değiller.''

''O senin işin miydi?''

''E tabii işimdi. Çobanım ben.''

''Yalancı çobandan sonra ilk defa bir çobanla tanışıyorum.''

Gülümsedi, gülümserken şişen yanaklarını izledim.

''Onunki gibi abam yok ama idare ederim.''

''Aba ne?''

''Çobanların sırtına aldığı üst işte.''

Başımı salladım, ''Ha anladım.''

Ayakta kalmak güç gelince yere oturdum birden. Kız da hiç tereddüt etmeden yanıma oturdu. Bu iyi hissettirmişti bana kendimi.

''Poğaça yer misin?''

Başımı kıza çevirdim, yanında yine o bez çantası vardı. İçinden bir beze sarılmış yiyecekler çıkardı. Üzeri susamlı poğaçayı bana uzatıyordu, ''Teşekkür ederim.''

''Afiyet olsun.''

Koca bir ısırık aldım, o da yemeye başlamıştı.

''Sen mi yaptın?''

''Hıhı, dün çıkın için yaptım.''

''Nereye çıkayım?''

Ufak bir gülümseme çıktı ağzından. ''Çıkın işte, bu.'' diyerek bezi işaret etti, ''Sen büyükşehirde mü büyüdün?''

''Ankara, İstanbul, sen?''

''Göçmeniz biz.''

''Benziyorsun göçmenlere.''

''Hayır hiç benzemiyorum.'' dedi net bir sesle, ''Hem bir kere göçmen kızları güzel olur.''

''Öyle oluyormuş.'' dedim gözlerini yüzünden düşürmeden.

Bu bir iki saniyeye tekamül etmişti. Bakışlarımızı kaçırmıştık utançla. Karın kaslarımdaki kasılma neydi lan?

Elimde kalan son lokma poğaçayı ağzıma attım.

''İlk defa benden hızlı yemek yiyen biriyle karşılaşıyorum.''

Boş ellerime baktım, ''Büyük bir ağzım var, iki çiğneyişte yutuyorum.''

''Benim ağzım da büyük, 34 tane dişim var.''

''Maşallah.'' dedim hayranlıkla.

''Senin kaç dişin var?'' diye sordu meraklı bir sesle.

''Bilmem, saymadım.''

Omuz silkti, ''İnsan ağzının içinde ne var merak etmez mi?''

''Ne olduğunu biliyorum ama kaç tane olduğunu merak etmedim hiç.'' Artık merak ediyordum, kaç tane diş var lan benim ağzımda?

''Ceketin güzelmiş.'' dediğinde başımı eğip hiç görmemişim gibi ceketime baktım.

''Teşekkür ederim. Yengemin hediyesi.''

''Kardeşlerin mi evli?''

''Hayır, amcamın eşi. Alışverişe gidince sürekli bize bir şeyler alır.''

Bana yaklaşıp gözlerini büyüterek kısık bir sesle sordu, ''Ceplerinde büyü var mı?''

Kıvırcık saçlarını çenemi gıdıklasa da çekilemedim, ''Ne?''

''Geçen gün bir komşumuzun evine yengesi büyü bırakmış. Sen de dikkat et.''

Ona yaklaşıp aynı onun gibi konuştum, ''Nasıl bulmuş büyüyü?''

''Yastığın arasına sıkıştırmış. Bak böyle uzun bir kağıttı,'' diyerek elini açtı, ''İçinde Arapça sözler yazıyordu. Önceki büyü tarama verileriyle birleştirince büyü olduğunu anlamış tabii. Cami hocasına götürmüş dolandırılmışsınız bunda şarkı yazıyor demiş.''

''Eee sonra?''

Heyecanla anlatmaya devam etti, ''Komşumuz yengesinin kapısına dayanınca ben de seyretmek için koşmuştum. Yengesi büyüde dolandırıldım diyerek ağlamaya başladı. Kadın da dolandırılmadın diye kadını ikna etmeye çalışıyordu. Ben büyülendim gibi hissediyorum ağlama yenge diyordu.''

''Tatlıya bağlandı mı bari?''

''Yok şimdi komşumuz büyü yapma videoları izliyor.''

Dayanamayıp kahkaha attığımda kız bana kaşlarını çatarak bakıyordu.

''Bakma öyle, bu nasıl hikâye?''

''Gülme çok saçma bir hikâye ama sana anlatasım geldi.'' Ben keyifle gülümserken onun kaşları düşmüştü yine, ''Gülmesene, komşuma söylerim büyü yapar sana.''

''Tamam sustum.'' Yüzümü başka yöne çevirip toplamaya çalıştım, ''Peki hangi şarkı yazıyormuş?''

Kız da bir anda kendini tutmayı bırakıp güldüğünde ben onu izlemiştim.

''Hoca rap dedi, onun sevmediği bir tarzmış.''

Sesiyle kendime geldiğimde başımı salladım.

''O otlar ne?''

''Nane topluyordum buradaki naneler iri iri, kurusu iyi para ediyor.''

''Satıyor musun?''

''Satıyorum tabii.''

''Toplamana yardım edeyim mi?''

''Yok bu kadar yeter şimdilik, başka zaman çağırırım seni.''

''Çağır gelirim.''

Poğaçalarımız bittiğinde gün de batmaya yanaşmıştı. Henüz ortalık kararmamıştı, karşımızda batan güneşi izliyorduk. Daha doğrusu o güneşi, ben onun güneş vurmuş yüzünü. Büyük yanaklı bir kızdı, onun haricinde çok zarif bir çehresi vardı. Ufacıktı gözleri, hep uykusu varmış gibi duruyordu.

''Adını söyler misin?''

Yüzünü bana çevirdiğinde bakışlarımız çarpıştı.

''Belçim.''

''Belçim.'' diye tekrar ettim ismini, ağzıma oturtmak istiyordum. ''İsmin çok güzelmiş.''

''İsim işte.'' dedi omuz silkerek.

Başımı sallayıp önüme döndüm. Bakışlarını yüzümde hissettiğimde utanmıştım. Bana bakıyordu, peki ne görüyordu? Fırtına'nın gördüklerini mi?

''Neden hep üzgünsün?''

Belki de bana karşı en yumuşak sesiydi duyduğum.

Kendi hâlime dönmem uzun sürmeden yine başımı ona çevirdim. ''Üzgün müyüm?''

''Farkında olmaman daha büyük sorun.''

''Bilmem,'' Umursamaz çıkmıştı sesim, ''Üzgünüm herhalde.''

''Bakışların düşünceli, hatta kederli. Sıkıntın olduğunu anlamamak için seni görmezden gelmek gerekir.''

Beni bu yüzden anlamadıklarını bir kez daha anlamıştım.

''Ailenle mi problemin var? Paraya mı ihtiyacın var? Polislik zor bir meslek olmalı.''

''İnsanlar kadar değil.''

''Dinçer,'' dedi yumuşak bir sesle, ''Tüm sıkıntılar geçer. Çözülmez değildir hiçbir sıkıntı. Bir şekilde yol bulunuyor.''

Benim bulamadığım o yol olur muydu bu kız bana.

İç çektim, kararsızdım. Bu kızla dertleşmek istiyordum saatlerce. İki de bir bileğindeki saate bakan küçük gözleri; gideceğini belli ederken onu bir kuş misali yanımdan kaçırmak istemedim.

''Benim hiç arkadaşım yok Belçim. Çok yalnızım bu şehirde.''

Bir kaç saniye sessizlik esti ona.

''Kimlerin emeği var yalnızlığında?''

''Bilmem, belki de en çok benim.''

Söyleyeceklerini toparlamaya çalışır gibiydi, karşımda uzun zamandır benimle özenle konuşan birini görüyordum. Ağzına kadar geliyor sonra yutuyordu sözleri, dudaklarını yalayıp konuştu nihayet.

''Eğer istersen ben senin arkadaşın olurum.''

Beklediğim teklif dudaklarından döküldüğünde mutluydum. İçimde garip bir heyecan vardı, bu sesime de yansımıştı, ''Olur musun gerçekten?''

O ise benden daha soğukkanlı ve kendinden daha emindi, ''Evet, neden olmasın? Bence iyi anlaşabiliriz.''

Bu teklifinde samimi miydi bilmiyordum. Diğer ihtimaller çökertti içimi, ''Merak etme intihar etmem yalnız kaldığım için. Bunun için yapıyorsan eğer gerek y-''

''Onun için yapmıyorum, valla kimsenin gönlünü etmek için arkadaşlık edemem. Çok sabırsız bir insanım ben, öyle başıma insan üşüşmesini sevmem.'' Yerden kopardığı otu eliyle ikiye bölüp konuşmaya devam etti, ''Benim de çok arkadaşım yok. Hem sürekli karşılaşıyoruz. Tevafuk bu.''

Gülümsedim heyecanla konuşmasına. ''Tamam olalım. Sen de ne meraklıymışsın benimle arkadaş olmaya.''

Yolduğu otları üzerime fırlattı, ''Gıcık mısın sen ya?''

Çatık kaşlarını izledim neşeyle, ''İnsan arkadaşına gıcık der mi? Ayıp.''

''Arkadaş arkadaşa her şeyi söyler. İyiyi de kötüyü de.''

Az önce kopardığım papatyayı uzattım, ''Anlaştık arkadaşım.'' Çiçeği alıp gülümsediğinde ben de ona eşlik ettim. Birkaç saniye sessizleşti sanki dünya, sadece biz vardık.

Çok geçmeden o büyü bozuldu.

''Benim artık eve gitmem gerek, amcamlar merak eder.''

O kalktığında ben de ayağa kalktım. Nane dolu bez çantasını omzuna vurdu. Omzuna düşen kıvırcık saçlarına dokunmak gelmişti içimden.

''Bir daha seni nerede görürüm?'' Daha yanımdayken bile göresim gelmişti.

''Yarın hayvanlarda olacağım, her zamanki merada.''

Başımı salladım. Onu daha fazla tutup zor durumda bırakmak istemiyordum. Gitsin de istemiyordum. Neydi içimdeki bu karmaşa?

''Belçim... Teşekkür ederim.''

''Teşekkür etmeni gerektirecek bir şey yapmadım ki.''

''Arkadaşım değil misin? Teşekkür etmek istedim.''

''Peki madem.'' dedi, munzur bir ifade geziniyordu tatlı yüzünde.

''İyi akşamlar.''

Arkasını döndüğünde seslendim, ''Belçim!''

Durdurdu adımlarını, yüzünü bana çevirdi, ''Efendim?''

Omuz silktim, ''Yok bir şey, ismini ağzıma yakıştırmaya çalışıyorum.''

''Çaba sarf etmene gerek yok, yakıştı.'' Göz kırpıp yoluna gitti.

Gidişini izliyordum. Biraz yürüdükten sonra yüzünü bana çevirdi. Gülümsüyordu, evet gülümsüyordu. Aynı şimdi benim gülümsediğim gibi.

 

Loading...
0%