Yeni Üyelik
21.
Bölüm

Karabasan Geceler

@pekbiafiliyalnizli

Selam, bu kez arayı çok açmadım umarım hep böyle olur. Keyifli okumalar 🌸

"uçuklayan dudağına sorarsın beni..."

5 Yıl Önce Diyarbakır

Elimdeki kırmızı leke neyin nesiydi? Neden evimizin önünde bir sürü araba vardı? Neden koca koca adamlar bana acıyarak bakıyordu? Neden onların içinde Dinçer'de vardı? Neden ağabeyim karın üzerinde yatıyordu? Ve neden nefes almıyordu?

Turuncu torbaya konmasın diye sıkı sıkı sardığım bedenini bir saniye bile bırakmamıştım. Hava kararmıştı çoktan, asıl karanlık benim hayatımın üzerine çökendi.

Ağlamaktan kupkuru kalmış gözlerim ağabeyimin buz gibi yüzünden ayrılmıyordu. Sanki gözlerimi bir saniye çeksem ona bir şey olacaktı. Ona artık hiçbir şey olamazdı, ölmüştü değil mi? Öyle demişti polisler, belki de onlar yanılıyordu, ölmemişti.

''Artık götürmemiz lâzım komiserim.'' sesleri her zamankinden fazla yükseliyordu. Bu seslere en başından beri karşı çıkan biri vardı ama artık o da direnemiyordu.

''Dinçer ikna et kızı, alalım adamı.''

İkna edilecek o kız bendim, benden almak istedikleriyse ağabeyimdi. Kalın karı eze eze geldi yanıma. Oturdu soluma, ne diyeceğini bilemez gibi sustu sadece.

''Bugün alfabeyi öğrendi.'' diye fısıldadım güçlükle, sesim ölü gibiydi, ''Ona hediye verecektim biliyor musun.''

''Artık ağabeyini almamız lâzım.'' dedi usulca.

''Uyuyor şu an, rahatsız edemezsin.'' diye çıkıştım, ''Hiç sevmez ki uykudan uyandırılmayı, yapmayalım.''

''Uyumuyor ki,'' dedi zorlukla, ''Bir çatışma çıkt-''

''Duymak istemiyorum!'' diye bağırdım öfkeyle, ''Uyuyor ve ben yanındayım, o güvende.''

''Belçim yapma, müsaade et.''

Başımı salladım itirazla, ''Asla! Onu benden alamazsın.'' derken sıkı sıkı sarıldım.

Dakikalar geçti, vücudum titriyordu soğuktandı belki de. Ağabeyimi saran kollarım güçsüzleşmişti, sanki gelseler onu benden hemen alabilirlerdi, eskisi gibi sıkıca saramıyordum onu.

Korkuyla bana yaklaşan insanlara baktım. Ambulans duruyordu yolları açılmış evin önünde. Yanıma yaklaşan sağlık görevlilerinden köşe bucak kaçmak istesem de gidecek yerim yoktu.

''Yaklaşmayın!'' diye bağırabildim çaresizce, ''O benim ağabeyim!'' Beni sakinleştirmek için söylenen sözlere kulaklarım tıkalıydı.

Koca bir bağırış çağırış hakimdi sirenlerin aydınlattığı evin önünde. Ağabeyimi benden almak istiyorlardı. Kendimi koruyordum, ağabeyimi koruyordum. Bize yaklaşmaya çalışan herkesi uzaklaştırmaya çalışıyordu. Bir arbede çıkmıştı, herkes bana bağırırken ben sadece ağabeyimi korumaya çalışıyordum.

Dinçer'in beni kucaklayıp oradan uzaklaştırmasıyla tüm gücümle bağırmıştım. Ellerim onun göğsünü delik deşik ederken ambulansa götürülen ağabeyime bakıyordum çaresizce.

Kışın mezar kazdınız mı hiç?

Ben kazdım.

Önce karı kazıdım, sonrasında sertleşmiş toprağı. Kefen aldım birikmiş paramla, ağabeyimin kefenini aldım.

Otopsinin ardından aynı gün cenazeyi almıştım. Öldüğünde üzerinde olan kıyafetleri de bir torbaya koymuş vermişlerdi bana. Kırmızı kalemi şu an elimdeydi. O kırmızı kalemle mezarının başına öylesine konmuş tahta parçasına ismini yazıyordum.

Bekir Atalay...

Ölüm tarihini yazmak da bana düşüyordu. Ağabeyimle bir ortak noktamız daha vardı, aynı gün ölmüştük.

Cenazede beş kişi ya vardık ya yoktuk. İşini tamamlayan herkes gitmiş ben koca mezarlıkta tek kalmıştım. Üzerimde yine o mont, başımda yine aynı yazma vardı. Baştan ayağa aynı olsam da hiç aynı değildim.

Ağabeyimin mezarının başında duruyordum. Kara ve soğuk bir toprak vardı avuçlarımda. Ölümün rengiydi kara. Ağabeyim ölmüştü, ben de öyle. Onunla kurduğum tüm hayaller, tüm umutlar sönmüştü. Çığlık çığlığa ağlamak istesem de bir fısıltı çıkaracak gücüm yoktu. Nefes almaya bile gücüm yoktu.

Saatlerdir ayrılmıyordum başucundan. Ben gidersem korkardı, benim gitmemden hoşlanmazdı ağabeyim. Hava kararıyordu, yalnız başıma mezarlıktaydım. Eskiden olsa korkunç gelirdi şimdi hiç öyle değildi.

Hayatımdaki tek can bağım, uğuruna her şeyden vazgeçebileceğim o masum adam şimdi bu toprağın altında yatıyordu. Tam da okumayı söktüğü gün, hayallerine kavuşacağı gün, çok istediği kırmızı kurdeleyi takacağı gün onu öldürmüşlerdi.

Teröristlerle çıkan çatışmada vurulmuş ağabeyim. Vurmuşlar onu, hiç acımadan. Kaç kurşun isabet etmiş ne bakabildim ne de sorabildim.

Ben ölürsem eğer ağabeyime kim bakar diye düşündüğüm geceler çektiğim ıstırap yok olmuştu, ağabeyim ölmüştü. Şimdi bana kim bakacaktı?

Ağabeyimin ölümü üzerinden yedi gün geçmişti. Yedi gündür yaptığım tek şey onun toprağını sevmekti. Sabah erkenden mezarlığa gelip hava kararana kadar başında duruyordum.

Günlerdir ağzımdan tek kelime çıkmamıştı. Ağabeyin öldü dendiğinden beri ağzımı açmamıştım. Sessizliğim ömre yayılır mı bilmiyordum, ömrüm olacak mı onu da bilmiyordum. Olsun istemiyordum artık.

Bir misafirhanede kalıyordum, mezarlığa uzak olsa da her gün yürüyordum bu yolu. Ağabeyim için değiyordu.

Bu sabah yine onun başında almıştım soluğu. Çok özlemiştim, saatlerdir görmediğim ağabeyimin kara toprağına sarıldım. Şu toprakları kazısam altında ağabeyim vardı, sarılacağım kadar yakındı ama bir daha sesini duyamayacağım kadar uzaktı bana.

Saat öğlene gelirken her zaman sessiz olan kabristandan tanıdık sesler yükseldi. Başımı kaldırıp bakmadım bile. Saniyeler içinde etrafımı sardılar.

''Belçim?'' diye seslenen Selviydi. Dönüp bakmadım.

''Belçim, ah kızım, ah kadersizim ah.''

''Ah ah ah gerçekmiş vallah ölmüş.'' diyordu yengem.

''Allah rahmet eylesin.'' diye konuşmaya başladılar.

Selvi yanıma diz çöktüğünde baktım yüzüne. Ağlıyordu usulca, ''Çok üzüldüm.'' dedi. Bana sarılıp ağlamaya devam etti.

''Belçim sen nasılsın?'' diye sordu, cevap vermedim ama soruların ardı arkası kesilmedi.

''Baban yüzünden olmuş diyorlar ha Belçim?''

''Teröristlere bir kere bulaşırsan ya kan akıtırsın ya kanın akar, uzak duramadınız ki.'' diye söylendi amcam.

''Yazık oldu sabiye, gün yüzü görmedi dünyada. Öte dünyada rahat eder inşallah.''

Yalandan ağlayıp ahlanıp vahlandıktan sonra üşüdüklerini bahane ederek gitmeye başladılar. Selvi sıkı sıkı tuttuğu ellerimi bırakmıyordu, ''Belçim sen nerede kalıyorsun, hadi bizim eve gel.''

Yengem Selvi'nin etlerini sıkıştırmaya başladı hemen, ''Başımıza bela mı alacağız?'' diyordu yüzüme baka baka, ''Benim canım kıymetli, toprak olamam sizi de etmem.''

''Of anne yeter!'' diye yükseldi Selvi, ''Bekir öldü ya, Bekir! Hala neyin peşindesin!''

''Ölenle ölünmüyor, Allah kurtardı bu sefaletten çocuğu.''

''Anne sus!''

''Ne yalan mı? Peşinden sürükledi garibanı, dağ başına çıktılar. Başına belayı da bu kız dolamadı mı? Senin ne işin olur askerle polisle teröristle. Dinlese lafımızı ağabeyi yaşıyor olurdu.''

Selvi yengemi dinlemeden bana eve gelmeye teklif etti. Kabul etmedim, babası zorla alıp götürmese gidesi yoktu yanımdan.

Günler sonra gördüğüm farklı yüzlerin ardından yine döndüm ağabeyimin mezar taşına. Kalabalıktan rahatsız olmuştur şimdi o, yüreğinde hiç sevgisizlik barındırmayan ağabeyim severdi yengemi. Yengemler hak etmezdi onun sevgisini. Ağabeyimi kimse hak etmezdi, belki ben bile.

Yeterince mutlu edebilmiş miydim onu? Yarı kadar aç ölmüştü... Bana kırgın gitmişti, en çok da bunları düşününce kendimi öldürmek istiyordum. Zaten yapacaktım da, sadece doğru zamanı bekliyordum.

O doğru zaman lütfen hemen gelsin, çünkü artık benim için ölmediğim her an yanlış zaman.

Kış bitmez bilmez gibiydi bu şehirde, belki de benim mevsimim artık sadece kışta kalacağından eriyen karlardan çok yeni yağan karlara dalıyordu gözüm. Hayatın hep en kötü tarafını düşüne düşüne ölecektim de bir gün.

Ağabeyim öleli on beş gün olmuştu, misafirhanede kalmaya devam ediyordum. Yemediğim akşam yemeğinin ardından odama çekildim. Beyaz kılıflı yastığımı ıslatmaya başladığımda kapı çalındı. Kalkıp açtım, misafirim olduğunu söylediler.

Üzerime kimin olduğunu bilmediğim bir hırka giyip odadan çıktım. Misafirhanenin girişindeki karşılama koltuklarında oturan Elife öğretmeni gördüm. Hızlıca odama geri dönecekken beni çoktan fark eden Elife öğretmen gitmeyeyim diye yolumu tutmuştu çoktan.

''Başın sağ olsun.'' dedi gözlerinden iri iri yaşlar akmadan hemen önce.

Sarıldı birden, ağladı dakikalarca. Kendini suçluyordu en kolayını seçerek.

''O kurdeleyi hediye etmek istemesem belki de şimdi yaşıyordu, her şeyin suçlusu gibi hissediyorum kendimi. Günlerdir perişanım Belçim. Vicdanım rahatsız, rüyalarımda onu görüyorum, çok kötüyüm.''

Onu avutamazdım çünkü daha ben kendimi avutamamıştım. Saatlerce konuştu, tek kelime etmedim. O da bunu anlamış ve anlayış göstermişti. Ona gitmemiz için dil dökse de kabul etmemiştim. Sonunda pes etti.

Elimi tuttu sıkıca, ''Sen çok güçlü bir kızsın, sakın bakışlarında gördüğüm şeyi yapma Belçim. Ağabeyin yaşasaydı eğer senin mutlu olmanı isterdi, acılısın, belki şu hayatta yaşayacağın en büyük acıyı yaşadın sana akıl vermek haddim değil ama lütfen güçlü dur.''

Odama girdim halsiz adımlarla. Günlerdir bomboş bakan gözlerimi izledim küçük banyonun küflü aynasında. O aynayı kıracaktım bir gün, çok yakındı vakit.

Yine ağabeyimin başındaydım. Zaman mekan kavramını çoktan yitirdiğim hayatımın en yaşanabilir anları ağabeyimin yanındakilerdi.

Kar yağmaya başladı, soğuk daha da üşüttü beni. Kıpkırmızı olmuş ellerimde asker yeşili bir eldiven vardı, boynuma haki renk bir atkı dolanmıştı, ayağımdaki botlar da erkek botuydu.

Başımı yasladığım omuzun sahibinin gözleri de yeşildi.

Ağabeyim öldüğünden beri yanımdan bir saniye bile ayrılmamıştı Dinçer. Her mezarlığa gelişimde yanımdaydı, misafirhaneyi o ayarlamış yan odamda kalıyordu. Ağzımı açıp tek kelime etmememe rağmen beni anlar gibi bakıyordu.

''Gidelim ister misin?''

Başımı olumsuz anlamda sallayacak takatim yoktu, sustum sadece o da beni her zamanki gibi susuşumdan anladı.

Başımı uzattığımda yaslanacağım bir omuz oldu bana, sevgisi geçici değilmiş onu anladım. Yoksa geceleri çığlık çığlığa uyanıp hüngür hüngür ağlamalarımı, acıdan ona vurmalarımı çekmezdi, çekemezdi.

Benimle beraber acı çekiyordu, hep acı çeken bir adama benziyordu, şimdi ise birlikte aynı acıyı çekiyorduk.

''Artık gidiyoruz, itiraz etme üşüdün.'' dedi saatler sonra. Ona yasladığım başımı ondan ayırıp kalkmak gelmiyordu içimden. Ağabeyimin yanından ayrıldığımda sanki ona ihanet ediyor gibi hissediyordum.

Ayaklarımda derman arayıp ayağa kalkmaya çalışırken Dinçer birden kucağına aldı. Rahatsızlık duymadan kollarımı boynuna sarıp birkaç saniye sonra beni arabaya bırakmayacakmış gibi başımı boyun girintisine sakladım.

Yine aynı şekilde sonlanacaktı gecemiz. O beni misafirhaneye bırakacak yan odama geçecekti. Sesimi duyduğu an yanı başımda bulacaktım onu. Beni sakinleştirecek, bebek gibi bakacaktı bana.

Kanlanmış üstümü başımı da o değiştirmişti zaten, kustuğumda ağzımı da o silmişti. Ateşlendiğim geceler yine onun kucağında bulmuştum kendimi.

Bu adam neden beni çekiyordu?

Beni usulca yatağıma bıraktı, üzerimi örttü nazikçe. Taramadığım için birbirine dolanan saçlarımı sevdi, ''Göz bebeğim, ben senin yanındayım.'' dedi. Demese de olurdu, beni benden bile çok düşünen tek adamdı o.

Gitmesine izin vermedim, elini bırakmadı elim. Bana soru dolu gözlerle bakarken yatakta geri giderek ona yer açtım. Elimle yanımı işaret ettim, biliyorum o boyla asla sığmazdı bu yatağa ama tereddüt bile etmeden yanıma uzandı.

Misafirhanenin düşük derecede yanan kaloriferi beni ısıtmıyordu, ısınmak için başka bir şeye ihtiyacım vardı. Aramızdaki o mesafeyi yıkıp atan ben oldum. Başımı göğsüne yasladım, sindim onun güven veren kokusuna. O da çok gecikmedi beni sarıp sarmalamakta. Elini belime doladı, onun kolunun altındaydım artık. Üzerimizi örttü, saçlarımda gezindi büyük eli. Kalbimi okşar gibi okşadı saçlarımı.

''Çok acıyor canın, biliyorum.'' dedi usulca, ''Nasıl dayanacağını bilemiyorsun, dayanmak da istemiyor gibisin. Çok tanıdık geliyor bu acılar bana, ailemden biliyorum. Biz çocukken en yakın arkadaşlarını kaybettiler. Bize söylemezlerdi ama anlardık, annemin gizli gizli yaşadığı yasını da, amcamların çektiği acıya da şahittim ben. Geçiyor be güzelim, Allah çarpsın hiçbir acı ilk günkü gibi kalmıyor. Dayan, ben başını uzattığında omuz olurum sana.''

Kızarmış gözlerimden akan sıcacık yaşlar Dinçer'in göğsüne akarken hıçkırmamak için direniyordum. Boğazımdaki koca yumru geçmiyor, beni her saniye zorluyordu. Geçecek diyordu ama ben geçmesini bekleyemeyecek kadar acı çekiyordum.

Gün batarken yine ağabeyimin yanından ayrılıyordum. Daracık sokakları hayalet gibi yürürken kolumdan tutulup çekilmemle kendimi eski bir kerpiç evinin içinde buldum. İfadesiz bakan gözlerim karşımdaki kişiyi görünce öfkeyle parladı.

''Belçimim, nasılsın kızım?'' diye soran babamdı. Karşıma çıkmaya utanmayan babam.

Gitmeme izin vermeden hapsetti beni o eve. ''Ağabeyin ölmüş,'' diye konuştu hırsla, ''Benden uzak kaldın bak başına neler geldi, yanımdan ayrılmasan yaşardı ağabeyin.''

Bileklerimi kurtaramadım ondan. Beni çekip bağrına bastı, vicdanını rahatlatmaya çalıştı, asılsız şeyler dökülüyordu ağzından.

''Ağabeyine kıydılar kızım,'' dedi mahsun bir sesle, ''Bekir'i polis öldürdü.''

Her zamanki yalanlarını dinlerken artık eskisi gibi öfkelenmiyordum. İçimde yaşadığım acı o kadar büyüktü ki başka hiçbir duyguya yer yoktu içerimde. Tıka basa acıyla doluydum.

''Uğuruna çocukluğundan beri sefil olduğun ağabeyin de bıraktı seni. Hani değdi mi bari kendini paralamana? Yaşatabildin mi ona güzel bir hayat?''

Bu sözleri canımı yakıyordu işte.

''Hayat okuldan ibaret değil işte anla, okumakla hiçbir şey kazanamazsın. Ağabeyin öldü senin, şimdi intikam zamanı. Senin ağabeyini polisler öldürdü, onun kanını yerde mi koyacaksın?''

Tek ses etmememe sinirleniyor ama alttan alıp beni iknaya çalışıyordu.

''Kimin yanına sığınacaksın? Kimsen yok, o polis yüzüne bakar mı senin? Sormaya yüzüm yok, alacağını almıştır senden. O polis senin en büyük düşmanın artık. Kimlerin evladı olduğunu bilsen anlardın beni. O aile senin suratına tükürmez bile. Bak susmuş dilin, bağlamışlar ağzını. Ziyan olacaksın Belçim, kuruyup gideceksin kendinden yirmi yaş büyük adamların elinde. Aklını kullan benimle gel, intikamını al.''

Layık görülmediğim kişi yolun sonunda hep Dinçer oluyordu. Ailesinin yüzüme bile bakmayacağını kuzeni sayesinde öğrenmiştim. Amcasının oğlu bile terörist diyorsa annesi babası yüzüme bakar mıydı hiç?

''Şimdi gidelim çıkalım yuvamıza, sen hayatın dağlarda döndüğünü bir gör, buranın nefesini solu bakalım eski kız olabilecek misin?''

Kolumdan tutup beni çekiştirmeye başladı. Gitmemek için dirensem de fayda etmiyordu. O sırada babamı durduracak ses duyuldu.

''Belçim!'' diye bağırıyordu Dinçer, ''Neredesin?''

Dinçer'in sesini duymasıyla kolumu bıraktı, silahına davrandığında anlamıştım Dinçer'den ödünün koptuğunu.

''Yarın gece yarısında bu evin avlusunda ol, ağabeyinin ruhu için.''

Babam kaçarak uzaklaştı, Dinçer'in sesi yankılanıyordu etrafta.

''Belçim! Ses ver kurban olayım!''

Bir köşeye sinip gitmesini beklemek istedim, acımasız olmak istedim aynı hayat gibi ama onun sesindeki içimi ısıtan ton beni eritiyordu.

Yorgun adımlarla tahta kapıyı açtığımda dar sokağın bir ucunda gördüm Dinçer'i. Yanıma koşturdu hemen, beni görünce derin bir nefes aldı, gözleri bileklerimden başlayarak vücudumda gezindi. Sağlam olduğumu görünce derin bir nefes çekti içine.

''Çok merak ettim seni.''

Ona doğru bir adım attığımda uçurumdan düşer gibi olmuştum. Dengemi kaybettiğimde beni tuttu güçlü kollarıyla. Gözlerim kapandı usul usul, bir ceset gibi yığılıp kaldım kucağında. Ben onun kolları için sadece gereksiz bir ağırlıktım...

Misafirhanede açtım yorgun gözlerimi. Dudaklarımın kenarı yara olduğu için acıyla inledim, Dinçer'di her soluğumda bana koşan. Belimden destekleyerek su içirdi. Ardından önüme yemek bıraktı. Yemek istemiyordum ama zorla elleriyle yedirdi.

Banyo yapmak için kalktım, eski ahşap dolaptan havluyu aldığımı görünce karşıma geçti.

''Kapının önündeyim kulağım sende, çok üşütme kendini.''

Gitmesinin ardından banyoya attım kendimi. Keçeleşen saçlarımı zar zor şampuanladım, yara bere içerisindeki vücudumun neresine dokunsam ağzımdan bir inleme çıkıyordu. Zorlukla durulanıp havluya sarıldım. Banyodan çıktığımda üşüyeceğime emin olduğumdan titremeye başlamıştım bile. Ama odada gördüklerim beni üşümekten kurtarmıştı, prize takılı ısıtıcının karşısına geçtim usulca. Kenarı küflü sandalyeye yavaşça otururken gözlerimden ılık yaşlar dökülmeye başladı.

Beni düşünüyordu bu adam, her şeyimi düşünüyordu.

Başıma gelen her şey beni ondan uzaklaştırıyordu sanki, ama o bana yakınlaşıyordu. Bir tezatlık vardı bu işte, hiç hoşuma gitmeyen bir tezatlık.

Saçlarımdan akan damlalar odanın parkesini daha fazla ıslatmasın diye kalkıp giyinmeye başladım. Dinçer'in benim için aldığı kıyafetleri geçirdim üstüme. En son onun hırkasını giyip fermuarını çektim.

Dinçer'in gittiğini düşünsem de kapının önüne bakmak istedim. Gıcırdayan kapıyı açtığımda odanın karşısındaki duvara tek omzunu yaslamış, gözleri kapımda dolaşan Dinçer'i gördüm. Beni gördüğünde derin bir nefes aldı.

Kapıyı araladığımda içeriye geçti.

''Isıtıcı yeterli mi, bir tane daha bulurum hemen.''

Gerek yok der gibi başımı salladıktan sonra yatağın ucuna oturdum. Dakikalar sonra elinde bir bardak ballı ıhlamurla geldi. Elime tutuşturup elimi okşadı usulca, ''İç,'' dedi, ''Seversin.''

Ağabeyimle içmeyi severdim, yalnız başıma içtiğimde sadece gözyaşım karışmıştı o ıhlamura.

''Saçlarını taramayacak mısın?''

Keçeleşmiş saçlarımı taramaya gücüm yoktu ama buna gönüllü birisi vardı.

''Yandaki markete bakacaktım ama uzaklaşmak istemedim. Benim tarağım var, iş görür mü?''

Cebinden çıkardığı ufacık kahverengi tarağa baktım, ona sırtımı döndüğümde arkama geçti. Beyaz bir havluyu sırtıma örterek saçlarımı arkaya çekti.

''Acırsa söyle.''

Acıtmazdı, biliyordum. Her teline dikkat ederek taradı saçlarımı. Hayatımda ilk defa birisi saçlarımı tarıyordu.

''Öreyim mi?'' diye sordu hevesli bir sesle. Başımı salladığımda örmeye başladı.

''Yaz okula giderken saçlarını yapmaktan nefret ederdi, hep biz yapardık. Oradan biliyorum bir şeyler.'' diye açıkladı yanlış anlamamı istemez gibi.

''Atlas bir ara saçlarını uzatmıştı, Mavi şampuanının içine tüy dökücü krem koyunca Fırat amcam kel kalmıştı, bir ara yüz yüze bile getirmedik onları.''

Saçlarımı ördükten sonra örgüyü sol omzuma bıraktı. Açıkta kalan ensemden öptü, ''Üşümüş tenin, hadi uyu artık.''

Başımı sallayıp önünden kalktım. Beni yatırdıktan sonra üzerimi örttü her zamanki gibi.

''Harekat merkezinde gitmem lâzım,'' dedi. Günlerdir uğramadığı için ona kızdıklarını biliyordum, benden gizlemeye çalışsa da biliyordum, ''Bir iki saate geleceğim yanına göz bebeğim, kendini asla yalnız hissetme, değilsin.''

Dinçer'in gidişinin ardından uyumaya çalıştım. Günler sonra onun yanımda olmadığını bildiğim ilk uykumdu bu. Tedirgindim, çokça korkuyordum. Nefes alamaz hale geldiğimde çıktım yataktan. Odanın penceresini açarak derince nefesler almaya başladım.

Yüzümü defalarca kez soğuk suyla yıkadım ama hiçbir şeye fayda etmiyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamamak için savaş veriyordum. Su gibi akan gözyaşlarımı elimin tersiyle silip her sabah baktığım o küflü aynaya baktım. Ağabeyimin yüzü vardı karşımda, bana kırgın bakan gözlerini gördüm, dayanamadım.

İçimde kocaman bir fırtına yer edindi, kocaman bir kaybedişle lavabodaki sabunluğu aynanın ortasına vurdum. Banyonun her yerine yayılmış parçalardan iri olanı seçip duvar dibine çöktüm. Ağabeyim öldüğü ilk gün yapmam gereken şeyi şimdi yapacaktım.

Sol bileğimi açıp ayna parçasını değdirdim. İnce bir sızı yayıldı, soğukkanlı bir şekilde devam ederken banyonun kapısı açıldı. Hızlıca yanıma gelen yabancı elimdeki ayna parçasını çekip aldı benden. Bileğimi tutup kesiğe baktıktan sonra beni buldu gözleri. Karşımdaki adamı daha önce hiç görmemiştim. Hali tavrı Dinçer'in yakınıyım diye bağırıyordu.

Beni kucağına alıp yatağıma taşıdı, ellerimdeki kesikleri tedavi etmeye başladı.

''İlk intihar edişin belli, doğru noktayı bulamamışsın.''

Son derece rahat şekilde konuşuyordu.

''Başın sağ olsun. Ölüm ne çok iyi bilirim, yıllardır bir ölümle baş etmeye çalışıyorum. Geçiyor diyenleri siktir et, geçtiği yok. Sadece her geçen gün ölme isteğin azalıyor, buna da yaşamak diyorlar.''

İçimi daha da daraltan sözlerine devam etmeden önce bir sigara yaktı.

''Ağabeyini unutmayacaksın hiç ama acın hafifleyecek. Şimdi onsuzken gülmek bile ihanet gibi geliyor sana ama geçecek. Çok acıtıyor insanı ama geçiyor. Geçer diyenlere kulak ver, geçiyor.''

''Daha çok gençsin, yanında doğru bir adam var. Dinçer iyi bir insandır, ailesine de güven. Ne diyorsa yap, seni üzmez, sana zarar vermezler. Kimsen kalmamış kızım hayatta, senden farklı değilim zaten. Ben yapamıyorum ama sen kendini düşün. Bencil ol, şu hayatta bencil olup mutsuz olan bir insan yok. Merak etme yaşadıklarının hesabını yukarıdaki sorar, sen artık kendi hayatına bak.''

Hafif bir gülümsemeyle devam etti sözlerine.

''Dinçer köpek gibi aşık sana, yoksa yardım istemek için o kadar insan varken beni aramazdı. Belçim şu yaşıma kadar benim hayatıma hiç yaz gelmedi, gelir mi orası da meçhul. Sen git bu şehirden, kendi yazını bul, diğer türlü kara kıştan çıkmaz hayatın. Hadi Allah'a emanetsin.''

Kafamı karıştıran sözlerini bana bırakarak gitti yanımdan. Adını bile bilmediğim bir yabancının sözlerini düşündüm bir süre. Dinçer'le bir ol diyordu, peki ben onu hak ediyor muydum? Hele de bu halimle?

Hiçbir değerim kalmamıştı artık, ne zekiydim, ne de güzel. Sivilce basmıştı yüzümü, üzüntüden pul pul dökülüyordu suratım. Yaraydı dudaklarım, ne birini öpebilirdi ne de birisi öpebilirdi.

Hayatımda değer verdiğim her şey bir bir zayi olmuştu. Artık geriye ne hayallerim ne de umudum kalmıştı. Tüm bu vaziyetin içerisinde daha da kararıp yok olmak için, daha da acı çekmek için layık olduğum hayat babamın yanıydı. Babamın teklifini kabul edip onunla gittiğimde acı çekerek yavaş yavaş ölecektim. Ben artık bunu hak ediyordum.

O gece bu düşüncelerle kapadım gözlerimi. Ertesi sabah kızarmış gözlerimi açtığım yer ağabeyimin yanıydı. Dinçer bileklerimi görmesin diye yazmalarımla sarmış sonra da iyice kapatmıştım. Dinçer bugün hiç gelmemişti yanıma. Bir gözüm yolda onu beklemiştim, ne kadar kötüydü onu bekliyor olmak. Sanki ondan bir şeyle koparmaya çalışır gibiydim.

Zaten öyleydim, ondan almaya çalıştığım şey ilgiydi, sevgiydi. Ama o ben bunları istemeden bana veriyordu. Buna ne deniyordu?

''Acıkmışsındır, al ye.'' diyerek önüme uzatılan pakete sonra da sahibine baktım. Dünkü adamdı. Dinçer kendi yanımda olmasa da hep birilerini bırakıyordu.

İstemediğimi belirtsem de ısrarla bıraktı kucağıma. Ellerini açıp ağabeyimin başında dua etti. Mezarlığın girişine park ettiği arabasının arka koltuğuna oturdum.

Tabaktaki zeytini uzattığımda alıp ağzına attı, ''Bir komutan vardı bizim, kahvaltıya otuz saniye geç kaldım diye çöpe atılan zeytin çekirdeklerini saydırmıştı.''

Açlıktan yine Dinçer'in kucağına yığılmamak için bir şeyler yemeye başladım. O ise belki de kafasını boşaltmak için konuşuyordu.

''Harp okulunda yattığım ranzaya ceza vermişlerdi bir kere, bu Dinçer'in Alphan amcası var ya manyağın tekiydi. Denk düştük bir kere bununla bir komutanlıkta, karısına baktılar diye tüm bölüğe yüz tur ördek yürüyüşü cezası vermişti lan, bakmamama rağmen yürümüştüm anasını satayım!''

''Ali amcası var meşhur, pek sevmem ama iyi adamdır. Atlas'ı biliyorsundur, bak o çocuğu severim. Salak falan ama temiz yürekli.''

''Daha önce adım atmadığım bir şehirdeyim iki aydır. Timdekiler arıza, komutan bana taktı kafayı, şehrin albayı yüzümüze bakmıyor. Soğuk falan neyse hallediyoruz da, anacağımın mezarına uzak be.''

Dördüncü sigarasını ateşledi.

''Bu kadar derdin varsa niye yaşıyorsun dersen, intikam için. Annemin intikamı için, çalınan çocukluğum için, kardeşime bir gün bile ağabey olamamamın intikamı için. Beni yaşatan şey intikam, diğer türlü kırk beş cenaze namaz kılınırdı gıyabımda.''

İntikam, kulağa çok güzel geliyordu.

Dakikalarca konudan konuya atlayarak konuştu benimle. Sona geldiğinde de savunmasını yaptı, ''Konuşacak kimsem yok diye bu kadar konuşuyorum, yoksa pek konuşmam.''

Onun gidişinin ardından yine ağabeyimin başucuna geldim. Elimde onun defteri ve en sevdiği kalemi vardı. Mezar başındaki kırmızı kurdeleyi severek ödevlerini yapmaya devam ettim. Elife öğretmenin verdiği ödevleri tamamlaması gerekiyordu, artık o tamamlayamazdı ama ben tamamlayabilirdim.

Ağlaya ağlaya yaptım ödevleri, öğretmen anlamasın diye çirkin yazdım üstelik. Bu yaptığım en can acıtıcı hileydi. Her bir zerreme ilmek ilmek acı işleniyordu.

O akşam sadece acıyla kavrulmadım. O adamın aklıma soktuğu intikamı düşündüm. Babamın dediğini yapıp onun peşinden gidecektim, onlar beni polisten intikam almam için eğitirken ben onlardan ağabeyimin intikamını alacaktım. Babamın dilinden düşürmediği o intikam; sonu olacaktı.

Kaybedecek hiçbir şeyim olmadığı için gözüm kapkaraydı. Az sonra canım kayıp gitse ellerimden razı gelirdim, hiçbir şeyim yoktu, ölebilirdim.

Uğuruna yaşanacak bir şey bulmuştum işte, ağabeyimin intikamını aldıktan sonra ölecektim. Beni ağabeyimin intikamı yaşatacaktı.

Hava iyice kararmış, gece yarısına az kalmıştı. Kar üzerime yağarken okşuyordum ağabeyimin karlanmış toprağını. Sessizce söz verdim ona, intikamını alacaktım. Bir avuç toprak sakladım ceplerime, götürdüğüm yerde yeşertecektim.

Ağabeyimin mezarından kalktım zar zor, ona veda ettim gözyaşıyla. Arkamı döndüğümde gördüğüm yüz Dinçer'e aitti. Yine dakikalardır arkamdaydı, dakikalardır korumuştu beni. O gözlerini benden ayırmazken benim yaptığım planları bilse yine öyle bakar mıydı bana?

Yanıma geldi, ellerini açıp her zaman yaptığı gibi dua okudu ağabeyime. Ayakta kalmaya gücüm tükendiğinde sırtımı usulca Dinçer'in göğsüne yasladım. Ne zaman ondan gitsem son kez sığınmak istiyordum sıcacık göğsüne, ılık dudaklarına. Bu gece bir fazlası geliyordu içimden, çok daha fazlası.

''Belçim,'' diye seslendi ciddiydi sesi, ''Sana bir şey diyeceğim, bu gece o güzel sesini duymam şart.''

Sırtımı göğsünden çekip karşısına geçtim, ne oluyor der gibi baktım yüzüne. O ise hem kararlı hem de arafta görünüyordu. Yeşil gözlerinde dolaşan sisler ona hiç mi hiç yakışmıyordu. Çok geçmeden buz gibi havaya karıştı nefesi.

''Benimle evlenir misin?''

Şaşkınlıkla bakakaldım yüzüne. Ağabeyimin mezarı başında iki yol ayrımında kalmıştım. Ya babamla gidip hak ettiğim gibi acı çeke çeke ölecektim, ya da Dinçer'in uzattığı elinden tutup bir bilinmeze adım atacaktım. Hangisine layıktım ben?

Hayatımda artık yol ayrımı yoktu, gideceğim yolu seçmiştim. Üzerimde eski püskü kıyafetlerle soğuk bir gecede yürüyordum. Başıma geleceklerin merakı ve koca korkusu vardı sinemde. Göğsüm heyecandan ve korkudan telaşla inip kalkıyordu.

Uzun yolun sonunda yavaşladı adımlarım. Ciğerlerime nefes doldurdum. Gözlerimi bir saniye bile kırpmadan baktım yaşayacağım yere.

Buz gibi olmuş elimi sıcacık bir el sardı. Ilık bir öpücük bıraktı elime, ısıtmak ister gibi. Beraberce adımladık içeriye. Görkemli bahçeyi aştığımızda sıra sıra dizilmiş evlerin ilkine girdik. Zile bastık, orta yaşlı bir kadın açtı. İçeriye girmeye tereddüt etsem de elini belime sararak beni yönlendirdi.

Büyük eve girdik, uzun koridordu geçtikten sonra salona geldik. Beyaz ahşap masada daha önce hiç görmediğim bir sofra kuruluyordu. Etrafında da yüzleri gülen insanlar. Bakışları bizi bulduğunda hepsinin yüzündeki gülümseme silindi. Herkes tek tek ayaklanırken kalkmayanlar da vardı.

''Hoş geldiniz.'' dedi içlerinden en çabuk toparlanan. Amcalarından biri olmalıydı, ama hangisi bilmiyordum.

Herkesin bana baktığını hissederek gözlerimi kaçırdım ürkekçe. ''Hoş bulduk.'' dedi.

''Güzel bir sürpriz oldu oğlum.'' diyen babasıydı. Diğer aile üyeler de mutlulukla bakıyordu. Konuşulan şeyleri heyecandan duyamıyordum. Ta ki konu bana gelene kadar.

''Öyle olsun istedik baba.''

''Hanım kızımız kim oğlum?'' diye soran da diğer amcasıydı.

Dinçer belimdeki elini daha sıkılayıp beni kendine çekti, ''Tanıştırayım, sevgili karım Belçim Demirsoy.''

O andan sonra herkesin yüzümde koca bir şaşkınlık belirmişti. Masadan kalkma zahmetinde bulunmayan Atlas'ın sandalyeden düşme sesiyle kapadım gözlerimi. Dinçer tüm bu karmaşanın içerisinde şakağıma sıcacık bir öpücük bırakıp karanlığımı aydınlattı. Hayatıma yeni bir sayfa açılmıştı, ben artık Belçim Demirsoy'dum.

 

Loading...
0%