@pekbiafiliyalnizli
|
Medya: Dinçer Demirsoy ⚫ 5 Yıl Önce- Diyarbakır Tenha kantinde oturmuş akşam yemeğini beklerken Fırtına timi girdi içeriye. Genelde benim yanıma gelmezlerdi. Çayımı içmeye devam ederken istikametleri olduğumu anladım. Efe sandalyeyi çekip oturdu, ''Nasılsın devrem?'' ''İyidir sen?'' Feyyaz da diğer sandalyeye oturdu, ''Bugün sivil görevde iyiymişsin.'' ''Sağ ol Feyyaz.'' Kâzım gülerek girdi araya, ''Götünü kaldırmayın şunun sonra indirmekle siz uğraşırsınız.'' Başımı ona çevirdim, "Senin için uğraşmamışlar da Kâzım. Hâlâ havada.'' Önündeki çaydan ses çıkartarak bir yudum aldı, ''Bana karşılık verme, ağlatırım seni.'' ''Kabadayı mısın sen? Polis mi?'' ''Delikanlıyım ben, birader sen bilmezsin.'' ''Delikanlılığın bu olmadığını çok iyi bilirim ben.'' ''Kes çömez kes! Çoluk çocuktan delikanlılık öğrenecek değilim.'' ''Delikanlılık öğrenilmez zaten, ya içinde olur ya da sen gibi... Neyse." ''Susma lan karı gibi. Ne söyleyeceksen söyle, delirtme adamı!'' Cevap vermek için ayağa kaşlacakken Efe durdurdu beni. O sırada Zümra girdi kantine. ''Ne oluyor burada!'' İki masanın ortasına geçti, ''Ne oluyor Kâzım? Ne dellendin yine?'' Kâzım sinirli bir nefes aldı, "Yıldırım düştü Zümra, onu da ben yaptın biliyon mu?'' ''Onu da yaparsın sen. Ne uğraşıyorsun hâlâ Dinçer'le?'' Kâzım alayla gülümsedi, ''Emir mi verdiler üstlerden?'' ''Ne diyorsun sen?'' ''Dinçer'i koru kolla diye emir mi aldın, aldım de anlayayım.'' ''Niye? Zamanında sen aldın mı?'' ''Bana böyle bir imayla bile konuşma bir daha.'' ''Madem o kadar mertsin, bugün operasyonda dediğin şeyi yap.'' Kâzım'ın bakışları saniyelik olarak beni bulduğunda çekip Zümra'ya yöneltti. "Saçmalama, sus Zümra.'' Zümra bana döndü, ''Zanlıyı Dinçer bildi, eğer o adamsa ne yaparım demiştin Kasap?'' ''Zümra, yıllardır hukukumuz var.'' ''Hani merttin? Nerede o cesaret?'' Kâzım kuyruğuna basılmış gibi dikildi ayağa. ''Tamam lan yapacağım. Ağda getirin bana, bu çömezin gözünün önünde sözden dönmem ben.'' Zümra elindeki poşeti masasına bıraktı, ''Al getirdim, teşekküre gerek yok.'' Zümra büyük bir rahatlıkla yanıma gelip oturdu. Kâzım üzerindeki tişörtü çıkartıp masanın üzerine koyarken hırsla bize bakıyordu. Efe ve Feyyaz bu durumdan en eğlenen insanlardı. Kâzım'a ağda yapıştırmaya başladılar. Nasıl bir olayın içerisindeydim ben? Kalkıp gitmekle kalmak arasındayken Zümra elini koluma koyarak durmamı istedi. Başımı sallayıp sandalyeye yaslandım. Herkes kantine toplanmış bu olayı izliyordu. Ben hariç herkes eğleniyordu. ''Bana bakın video çekip paylaşan olursa onun başka yerlerine ağda yaparım!'' ''Kâzım ağabey hatıra fotoğrafı.'' diyerek bir ağdalı selfie çekti Efe. Kâzım'ın sert bakışları yine banaydı. Sanki orada oturmasının sebebi bendim. ''Bu kıllar ne lan? Doğduğundan beri tıraş vurmadın mı?'' ''Erkek adam kılını almaz.'' ''Seni de kimse koynuna almaz, ayı.'' ''Feyyaz siktirme bana ağzının ayarını.'' ''Ağabey sen içine kazak giyiyormuşsun.'' ''Efe gül suratına sıçarım.'' ''Tamam sustuk.'' ''Rahat ol,'' dedi Zümra, ''O kaşındı. Hem bu konuyla alakalı bir söz vardır, sen bilirsin Kasap.'' ''Götüyle inatlaşan donuna sıçarmış.'' ''Adam halinden memnun,'' dedi Zümra, ''Eğlenmen gerekir.'' ''Ben değilim.'' Garip bir olayın içerisindeydim. Bundan mutlu falan da değildim. Bana nefret ediyor gibi bakan bir adam karşımdayken nasıl mutlu olurdum? Ağdanın üzerine eliyle bastırdı Efe, ''Ağabey çekiyorum.'' ''Biz ne acılar gördük, iki kıl kopuyor diye kaçmayız. Çek gitsin.'' İki metre kılı tüyü vardı herifin, Efe ağdayı çektiğinde acıdan kıpkırmızı olmuştu yüzü. İkinciyi de çektiler, üçüncüyü de, gözleri dolmuştu. Dördüncüyü çekecekleri sırada kantini terk ettim. Hak etmediğim bir nefret yüklüydü üzerimde, nefret suç değil miydi lan? Islık çalarak bahçede turlarken akşam yemeği saatinin gelmesini bekliyordum. Sol ayağımı diğerinin önüne atıp sırtımı ağaca yaslayarak kalabalık bahçede gözlerimi gezdirdim. Herkes en az üçerli grup hâlinde takılırken tek olmak kötü bir histi. Tüm teşkilat toplanıp beni yalnızlaştırma politikası gütmemişti elbette, sadece ben biraz soğuktum. Bana göre gayet normal olan şeyler diğer insanların nezdinde garip karşılanıyordu. On beşimde gittiğim psikolog bu durumu sosyal anksiyete olarak tanımlamıştı. Bilmem belki on beşimdeyken öyleydi ama şimdi farklı. Göreve başlamadan önce amcamın seni bir yere götüreceğim diyerek bıraktığı psikolog kapısından çıkarken farklı bir teşhis konulmuştu bu duruma. Babama göre aynı amcamdım, anneme göre içine kapanık, kardeşim Atlas'a göre ayı, Halide yengeme göre onun biricik melankoliğiydim. Okuldaki kızların söylediğine göreyse yabani öküzün tekiydim. Arkadaşlık kurma konusunda çok başarılı değildim. Belki de gözümü açtığımdan beri yanımda hep bir arkadaş olduğundan buna çaba bile göstermemiştim. Atlas... Benim ikizim, diğer yarım. Her ne kadar çoğunlukla anlaşamasak, hayatın farksız düzlüklerinde dursak da biraderimdi o benim. Beyaz ve siyah kadar farklıydık. O çok gülerdi, bense gülmezdim. Atlas bazen kafamı açınca Demir'in yanında alırdım soluğu. Makul bir adamdır Demir, her şeyiyle iyi bir insandır önce. Derdin varsa dinler, çare arar, gecenin kör saati gel desen gelir. Kardeştik biz. Doğduğumdan beri çevrem o kadar kalabalıktı ki başka bir dünya yok sanırdım. Tüm dünya bizim evden ve bizim bahçeden ibaret sanırdım. Öyle olmadığını görünce ise bocalamıştım. Koca kalabalık dünyada kendimi kaybettiğimi yeni anlamıştım. Değişmeye çalışıyordum ama biliyordum ki mesleğimi yaparken değişmeme de ihtiyaç vardı. Beceriyordum da bunu. İnsanlarla iletişimde olmaya çalışıyordum. Gelip geçerken selam veriyordum lan örneğin. Bu meslekte yalnız kalabilirdim, bir tane bile arkadaşım olmayabilirdi. Sadece işimi yapar o ufacık odada kalırdım. En sonunda da kovanı bile bulunmayacak olan bir kurşuna yenik düşerdim. ''Lan bizim timde Dinç diye bir çocuk vardı...'' diye anlatılacak hikayelere konu olmazdım mesela, görünmeyen adam olurdum, görünmek istemeyen adam daha çok. 23 yaşındaydım ben, bilmediğim çok vardı ama tek bildiğim şey artık görünmez adam olmak istemediğimdi. Ben o hikâyelerde bile olsa yaşamak, yaşanmak istiyordum. Ben bir şey olmak istiyordum. Derin bir nefes çektim içime, sıkkındı yüreğim. Yakında geçecek miydi bu sıkıntı? İçeriye girenlerden yemek saatinin geldiğini anladım. Çakılı kaldığım yerden zincirlerimi çözüp arkalarından yemekhaneye adımladım. Maskesi yüzünün yarısını kapatan aşçı tabldotuma musakka koyarken göz çizgilerinden tebessüm ettiğini anlamıştım. Ben de teşekkür eder gibi kısa bir baş hareketi yaptım. Elimdeki tabldotla oturacak yer ararken Fırtına timinden bir kişi bile elini kaldırmadı. Oysa tam karşılarındaydım. Yemekhanenin küflü sandalyelerinin konulduğu en dip köşedeki masaya adımladım. Genelde buraya kimse oturmuyordu. Herkese yer vardı bir bana yoktu. Şimdilik yoktu. Musakka pilav ve cacık vardı menüde. Cacığı pilavın üzerine aktarıp kaşığımın ucuyla karıştırmaya başladım. Musakkanın üzerine süs niyetine konulan domatesleri kenara ayırıp musakka yemeye başladım. Bu yemeği en iyi Bahar yengem yapıyordu, küçükken ondan isterken çekindiğim için Atlas benim yerime isterdi. Atlas herkesten bir şeyler isterdi, şeytan tüyü vardı onda. Herkese kolayca sevdirirdi kendisini. Bense onun yanında sahiden yabani kalıyordum. Yemeğimi iştahla yerken gür bir kahkaha koptu yemekhanede. Fırtına eğleniyordu bu akşam. Her yemekte böyleydi bu adamlar. En yenisinin bile en az üç sene mazisi vardı, daha dünkü çocuk olduğumu da biliyordum, yerimi de. Yemeğin ardından çıktım yemekhaneden. Bahçeye çıkar çıkmaz ağzına sigara koyanların aksine çay çekmişti canım. Demli bir çay... Kendime karton bardakta da olsa bir çay bulup açık havada içmeye başladım. Arka bahçeye geçip büyük bank masaların birine oturdum. Karton bardaktaki çayımdan koca bir yudum aldım. Ağzıma gelen kağıt tadı çayın tadını bastırsa da sıcak çay bu sıcağa rağmen iyi gelmişti. Bir bardak çay eşliğinde sohbet edilecek dostumu aradım. ''Kardeşim?'' ''Nasılsın biraderim?'' ''İyiyim şimdi çıktım otoparktayım. Beni bırak sen anlat, asıl sen nasılsın? İyi mi oralar?'' ''Buralar,'' Gözlerimi etrafta gezdirdim, ''Issız.'' ''Geleyim mi yanına, ıs olurum?'' Güldüm, ''İşine bak sen, nasıl gidiyor?'' ''Dinç, ben ciddiyim. Sıkkın geliyor senin, uçak bileti bakıyorum şimdi.'' ''Demir, ağabey saçmalama. Her zamanki hâlim lan, bir sorun yok.'' ''İlk zamanlar ekiple anlaşması zor olur diyordu babam, onlar mı bir sorun çıkardı?'' ''Başka ne dedi amcam?'' ''Ne diyecek benim Dinçer'im üstesinden gelir dedi, övdü işte biraz seni anlatayım lan mutlu mu olacaksın?'' Gülümsedim, ''Kıskanma beni oğlum.'' ''Ne kıskanacağım lan? Siz hep iyi bir ikiliydiniz zaten.'' ''Siz de öyle, yani onunla...'' İç çekişini duymuştum, hassiktir Dinçer zamanı mıydı lan şimdi? ''Bizim prenses nasıl?'' Konuyu değiştirme girişimim işe yaramıştı. ''Okulda cadı, kim bilir oraları kime dar ediyor?'' ''Yapmaz benim Yaz'ım.'' ''Hafta sonu geliyor eve, görüntülü ararız seni müsait olursan.'' ''İşler belli olmuyor birader, bilirsin işte.'' ''Bilmez miyim, doğduğumdan beri biliyorum.'' ''Eee yengemler nasıl?" ''Babamlar yok ortalıkta. Birbirinden güzel hanımlarla çay içeceğiz.'' ''Nispet yapma, bozulurum bu konuya.'' Güldü, ''Kıskan lan biraz.'' ''Neyini kıskanacağım? Neyse benim diğer yarım nerede?'' ''Staja bıraktım sabah, hâlâ çalışıyor.'' ''Şaşırtıyor bu herif beni.'' ''Beni de şaşırtıyor ama hırslı, üstesinden gelecek.'' Uzun uzun konuştuk Demir'le, az da olsa eskiye dönmüştüm. Varacağı yere geldiğinde vedalaştık, ''Demir bir sorun falan olursa habersiz bırakma beni, yengelerimi de öp yerime. Ufaklıklarında ensesine geçir iki tane, selam söyleme yarın onları ararım.'' ''Eyvallah kardeşim, dikkat et kendine ama annemi senin yerine öpmem hadi iyi geceler.'' Gülümseyerek çektim telefonu kulağımdan. Bu herif çocukken de kıskanırdı annesini. Şimdi yine çocukluğundaki gibi uzanacaktı annesinin kucağına. Ne çok isterdim annemin yanında olup ona sarılmak. Neredeyse 2 aydır görmemiştim annemi. Yaşım kaç olursa olsun onun özlemi başa çıkılmaz bir duyguydu. ''Nereye daldın gittin?'' Başımı çevirdiğimde Zümra ile karşılaştım, üzerinde sivil kıyafetler vardı. ''Eskiyi düşünüyordum.'' Karşıma geçip oturdu, ''Ne kadar eskiyi?" '"Geçmişe daldım komiserim.'' ''Zümra, üzerimde üniforma yokken sadece Zümra.'' Başımı salladım, ''Anladım.'' ''Sigaran var mı?'' ''Yok.'' ''İçiyor musun?'' ''Bağımlısı değilim, nadiren içerim.'' ''Polis Özel Harekat duman altıdır Çömez, içmiş kadar olacaksın.'' ''Dinçer, üzerimde üniforma yokken sadece Dinçer.'' Başını salladı onaylar şekilde, ''Anlaşıldı.'' ''Tek derdimiz sigara dumanı olsun, her gülün dikeni vardır.'' ''Bizim gül fazla dikenli.'' ''O gülün her şeyi kabulüm.'' ''Kabulün olduğu belli, yoksa kulağımıza geldiği kadar iyi bir hayatın varken burada olmazdın.'' ''Hayatım kulağınıza geldiği kadar iyi değil, çok daha iyi. Ben iyi değildim, devamı bulmaya geldim.'' ''Polis Özel Harekat kiminin cefası, kiminin devasıdır.'' ''Senin neyin oldu?'' ''Cefam.'' dedi iç çekerek, ''Olmaya da devam ediyor.'' ''Niye hâlâ buradasın?'' ''Bu işin cefasını bile seviyorum.'' ''Bu aralar bana da cefa olacağa benziyor.'' ''Seçimini yap o zaman Dinçer. Bu cefayı çekecek misin? Yoksa bu diyardan gidecek misin?'' ''Bu diyardan gitmeye niyetim yok.'' ''O zaman Fırtına'nın esişlerine karşı kuvvetli dur. Fırtınaya mağlûp olanın Fırtına'da işi olmaz.'' ⚫️ Kulağımda kulaklık spor yaparken bir yandan da Zümra'nın dediklerini düşünüyordum. Sandığımdan daha sancılı başlayan görevim belli ki daha zor olacağa da benziyordu. Fırtınaya karşı güçlü duracaktım, Fırtına'yı hak etmek için. Kolumdaki yara henüz kavuşmadığı için kendini belli ediyordu bugün. Elimdeki ağırlığı yerine bıraktım. Üzerimdeki sweatshirtü çıkartıp yarama bakacakken spor salonuna Fırtına timi girdi. ''Lan bak yine burada bulduk seni.'' ''Herif spor salonunda yatıyor maşallah.'' ''Spor salonunda yatıyorsa vücutçu olsaymış, yanlış meslek seçimi. Karı kız düşürmek için yapıyordur.'' Ben burada yokmuşum gibi konuşan Kâzım'ı, ''Aynen.'' diyerek geçiştirdim. Oysa bizi 'Kaslı olmak zorundasınız lan!' diye eğitmişlerdi. Feyyaz kolunu attı omzuma, ''Hay maşallah adamın %90'ı kas.'' ''İğnedir onlar.'' dedi Kâzım ağzındaki kürdanı çevirerek, ''Artık estetikle bile yapıyor herifler.'' ''Baya hâkimsin.'' diyerek elimdeki eldiveni çıkardım. ''Siktir lan, ben bu kasları dağda bayırda yaptım. Öyle soktuğumun fitnessıyla değil.'' Bir insan nasıl her şeyden nefret eder lan? ''Bunlar yine başladı, lan o kadar iddialıysanız geçin ağırlıkların altına.'' ''Ağabey aynı siklette bile değiller, Çömez'e baksana amına koyayım herif ayı gibi.'' Okulda ayı diyerek geçilen dalgalar aklıma geldiğinde yine o hisleri yaşadım. ''Sikletirim seni Efe! O ayıysa biz de tavşan mıyız lan?'' ''Tamam Kâzım ağabey bir şey demedim.'' ''Boyun kaç senin Çömez?'' ''1,93.'' ''Hay maşallah!'' ''Kaç kilosun?'' ''88.'' ''Tamam, ayı gibi herifsin anladık.'' Kâzım çoktan çıkartmaya başlamıştı üstündeki kazağı. Esneme hareketleri yaparken Efe de omzuna masaj yapıyordu. Kendi kendine iddialaşıyordu benimle, daha birkaç gün önce kolumun yaralandığını bile bile. Bunu umursaması normaldi. Belirledikleri ağırlık normal şartlar altında benim için çerez olsa da bugün zorlanacağımı biliyordum. Bu durumda bana da kabul etmek düşmüştü. 150 kilo kaldıracaktık, ağırlıkların yanına geçtik karşılıklı olarak. Uzattığım eldivene bakmadı bile. Nasır olmasın diye hep eldiven giyerdim, Kâzım'ın elleri ise nasır bağlamıştı çoktan. Eğildik aynı anda kavradık ağırlıkları. Acısa da kolum inat ettim, mantıklı olan hiç girişmemekti bu işi bense şu an gece boyu sızlayacağına emin olduğum kolumu biçiyordum. Kendimi ispat etmek istiyordum belki, kabul görmek istiyordum. Hırsla kaldırdım ağırlığı, ne annemden ne de babamdan aldığım yeşil gözlerimde beliren tek duygunun hırs olduğunu biliyordum. Kolumun acısını umursamadan hırsıma yenik düşmüştüm, bu mağlubiyet bana bir galibiyet armağan etmişti. Kâzım'ın küfürleri eşliğinde elimdeki ağırlığı usulca yerine bıraktım. ''Elin kaydı Kasap, yoksa alırdın.'' diyen ekip arkadaşları sahte bir teselliye girişirken Kâzım onlara siktiri çekip karşıma geçmişti çoktan. ''Hiçbir hikâyen yokken sana sağda solda anlatılacak bir hikâye armağan ettim, hadi dolaş tüm binayı çaycısına kadar Kasap Kâzım'ı nasıl yendiğini anlat.'' Bana omuz atarak çekip gitti spor salonundan diğerleri de kaçışmıştı sağa sola. Arkalarından bakarken içeriye spor yapmak için birileri girdi. Baş selamı verdik birbirimize. ''Devrem kolun kanıyor.'' Başımı salladım, beklediğim bir şeydi. Eşyalarımı toplayıp çıktım spor salonundan. Kolumun çaresine bakıp duş aldıktan sonra odama geçtim. Halil'in duvardaki fotoğrafına gitti bakışlarım, ''Bu Kâzım'la nasıl arkadaşlık ettin birader sen?'' Eşyalarımı yatağın üzerine bırakıp çarşafı jilet gibi duran yatağa uzandım. Ertesi sabah da yattığım gibi kalkmıştım. Kahvaltının ardından kaçakçılık operasyonunun ikinci ayağı için hazırlandık. Toplantı odasına Çağatay'ın anlattıklarını dinlerken bir yandan da elimdeki kalemle kağıda bir şeyler karalıyordum. Toplantının ardından Şef'in görev dağılımı gerçekleşti. Bu dağılıma ilk isyan eden Kâzım oldu. ''Ben bu Çömez'le sırt sırta vermek istemiyorum şef, dün bir bugün iki. Ben sahadaki adama güvenmek isterim.'' ''Çömez'i sizler eğiteceksiniz Kâzım, Fırtına nasıl olunur öğretin adama işte.'' ''Ben bu herife bir şey öğretmem Şef.'' ''Çömez bu işin okulunu okumuş, eğitimini almış karşımıza lâyık görmüşler ki gelmiş. Uzatmaya gerek var mı şef?'' Zümra'nın sözlerinin ardından Kâzım daha da sinirlenmişti sanki. ''Bunu eğitimde bildiklerini ben bir ayda yaşadım, tükettim. On yılı geçti özel harekâttayım bu yaştan sonra bebe avutamam. Seninki gibi iyimserlik uğramıyor bana Zümra komiserim.'' ''İnsanlık da mı uğramıyor?'' Şef'in elini masaya vurması üzerine hepimiz as duruşa geçtik, ''Kes Fırtına Kes! Bu yeni çocukla alakalı dişe dokunur bir olay gelmedikçe konusu açılmayacak! Gözümü kapatsam ekibi emanet edeceğim adamım bir deliye laf yetiştiriyor!'' ''Şef be-'' ''Sus Zümra, yıllardır Kâzım'ın deliliklerine alıştık bir de sen çıkma.'' Kâzım ağzında bir şeyler gevelerken Zümra sessizleşip başını salladı. ''Memlekette ortalık yanıyor, harekat başkanlığından her gün enseme üflüyorlar Fırtına'da yaprak kımıldamıyor! Bugün sert esmezseniz sizi kurak araziye sürerim lan!'' Şeften yediğimiz çerezlik azarın ardından görev yerimize ulaşmak için armaya bindik. Bu sefer armayı kullanan Kâzım'dı. Uzun yıllardır buralarda görev yaptıkları için bölgeleri avuç içleri kadar iyi biliyorlardı, ben ise geçtiğimiz her yola bakarak aklıma kazımaya çalışıyordum. Yerleşim yerlerinden uzakta kurulan üç katlı bir binaya baskın yapıp kaçakçılara el altından destek sağlayan herifi gün batmadan Şef'in önüne koymazsak bu gece geçmek bilmezdi. Armadan inip uygun yerlere konuşlandık. ''Görüşün nedir Balta?'' diye sordu Haydar ağabey. ''Yedi kişi saydım.'' ''On kişiler,'' diyerek girdim araya, ''Üçüncü katın balkonunda çay sigara yapan üç kişi var.'' Kulağıma Kâzım'ın sert nefes sesi gelmişti, ''Şekerli miydi bari çay?'' ''En az sen kadar. şekerli Kâzım.'' dedi Zümra. ''Yani?'' ''Sıfır şeker.'' Kâzım'ın imalı gülüşünün ardından Haydar ağabeyin onayıyla harekete geçtik. Kapıyı tekmeyle açan Zümra'nın ardından çapraz bir şekilde içeriye girip temiz bir operasyona başladık. İkinci kata beni es geçerek çıkan Kâzım'ın peşinden etrafı kontrol ede ede ilerledim. Öldürmeyecek kurşunlar sarf ediyorduk. Üçüncü kata çıktım, usul usul ilerlerken bir boğuşma sesiyle odaya girdim. Kâzım bir bıçakla burun burunaydı, adamın el bileğine sıktığım kurşunla beraber bıçak yere düştü. Bayılan adamın Kâzım'ın üzerinde kalmasına fırsat vermeden kenara itip elimi Kâzım'a uzattım. Elime küfreder gibi baktıktan sonra tutmadı, ayağa kalkıp ağzında biriken kanla karışık tükürüğü kenara fırlattığım adamın üzerine attıktan sonra odadan çıktı. Üçüncü katın çatısında kıstırdığım asıl adamı öldürmemem gerektiği için silahımı omzuma astım, ikili bir münakaşaya giriştik. Suratıma yediğim yumruğun hırsıyla adamı sağlam kolumla ayak bileğinden tutup çatıdan sallandırdım bir kaç saniye. Adamın bağırtılarına ekip yanımıza gelirken hiçbir şey olmamış gibi bir hamlede içeriye çektim. Bu hamlemin Zümra'yı sinirlendireceğini düşünmemiştim. Adamı çekip aldı kollarımın arasından. ''Bu ekibe bir deli yeter Çömez, en örnek almaman gereken kişi Kâzım. Gençsin daha sakın karıştırma.'' Derin bir soluk verip merdivenlerden inen Zümra'yı takip ettim. Şef'in emrini yerine getirmiş adamı sağlam bir şekilde teslim etmiştik. Üzerimdeki üniformayı çıkartıp sivil kıyafetlerimi giydim. Buralar çok sıcaktı, incecik bir tişört giyip silahımın üzerine çektim. Giyim konusunda pek iyi değildim, dümdüz bir erkek gibi giyiniyordum. Dolabımda genelde koyu renkler vardı, Halide yengemin gözlerimin rengini ortaya çıkardığını söyleyerek bana hediye ettiği haki rengindeki gömlekleri giymiyordum uzun zamandır. Gözlerimin rengine baksın istediğim birileri yoktu hayatımda. Odamdan çıkmadan önce ahşam masanın üzerinde duran çikolata paketi çekti dikkatimi. Bu çikolatayı Atlas eğitimden dönerken getirmişti, koca kutuyu açıp içinden bir paket çikolata alarak cebime koydum. Atlas her şeyi yerinde yemeyi severdi, o çocukluğundan beri yemek için yaşardı. Ben ise hayatımı devam ettirmek için yemek yerdim. Odamdan çıkıp bahçeye indim. O sırada Fırtına'nın geri kalanları bu akşam yemek yiyecekleri mekanları tartışıyorlardı. Beni fark etmedikleri için selam vermeden yanlarından geçip gittim. Nizamiyedeki polislere kolay gelsin diyerek ayrıldım. Sivil olarak dışarıya çıkıyor olsam da buraları henüz keşfetmemiştim. Arabamla şehir merkezine inip nerede ne var diye gezmek gelmemişti içimden. Yalnız başıma bunu yapmak istememiştim. Kim bilir belki de o ikinci kişiyi arıyordum. Ellerimi koyu gri pantolonumun cebine sokup yürüyordum. Atlas olsa boynundaki kamerayla buraları çeker ve sonra nft olarak satardı. Gittiğimiz her ülkede bir sürü fotoğraf çekip onları satarak çok iyi para kazanmıştı. Atlas hayatı boyunca aç kalmazdı, bir şekilde işe yarardı o adam. Benim ise bildiğim çok az şey vardı. Telefonumu cebimden çıkartıp biraderim için bir fotoğraf çekip gönderdim, ''Ne kadar eder bu?'' Paranın kokusunu alan biraderim anında cevap verdi, ''Sen alacaksan mı, ben alacaksam mı?'' ''Sen alacaksan?'' ''100 dolar eder.'' ''Dürüst ol lan!'' ''300 dolar eder ama seninle kırışmazsam.'' ''Al, hayrını gör.'' ''Eyvallah komiserim.'' Telefonu kapayıp cebime koydum. Etraftan gelen kuzu seslerini duyduğumda başımı kaldırıp sesin geldiği noktaya baktım. Önüne kattığı sürüsünü yoldan geçirmeye çalışan çobanı gördüğümde buraların ne kadar küçük olduğunu anladım. Sırtında bebeği vardı, omzunda ise yiyecek koyduğu çantası. Bir hayli kalabalık sürüyü geçirmekte zorlanıyordu, sürücüler ise sabırsızca kornaya basıp bağırıyordu kıza. Yardım etmek adına yanına adımladım. Bekleyen arabanın önünde durdum, ''Birader geçerler şimdi sakin ol.'' ''Trafikte insanlar bitti, bir de it köpek bekliyoruz!'' ''Acil bir durum yoksa iki dakika daha bekleyiver.'' ''Şeytan diyor bas gaza, telef et hayvanları hak etmiyorlar mı ağabey?'' ''O nasıl laf lan? Bekle şurada, yoksa ben telef edeceğim seni.'' Kızın yanına adımladığımda bana baktığını gördüm. Başını çevirip hayvanları geçirmeye devam etti. Anlamadığım bir şeyler söyleyerek bunu yapıyordu. Ben de yavru kuzuyu kucaklayıp karşıya geçirdim. Başka bir şey de gelmiyordu elimden. Son hayvanlar da yoldan geçerken kız bana baktı, ''Şunu da kucaklar mısın?'' İşaret ettiği yere baktığımda kocaman bir inek gördüm, ''Cinsi ne bunun?'' ''Simental.'' İneği incelerken kız hafif bir tebessüm edip ineği de alarak yolun karşısına geçti. Sürü otlamaya başlamıştı, kız ise ayakta durmuş onları sayıyordu. Bunu hareket eden dudaklarından anlamıştım. Bir ağacın altına geçip gölgeye sığındım, kızla aramızda yine mesafe vardı. ''Toplan yetmiş yedi hayvan var.'' ''Hayır,'' diye itiraz etti bana bakmadan, ''Yetmiş sekiz.'' Gözümde bir yanılma olmazdı benim, hızlıca göz gezdirdim hayvanlarda, ''Diğeri nerede? Göremedim.'' Bir cevap vermemişti. Bu kız beni mi kastediyordu? Ayakta durmayı kesip karşımdaki ağacın altına çantasından bir minder çıkartıp serdi. Sırtındaki bebeği alıp yanına koydu ve oturdu. Şimdi karşılıklı iki ağacın gölgesinde oturuyorduk. ''Teşekkür ederim yardımın için.'' ''Önemli değil, pek beceremem bu işleri.'' ''Beceremediğini gördüm zaten, az daha koyunlara geçer misiniz hanımefendi diyecektin.'' ''O kadar da değil.'' diyerek savundum kendimi, ''Elimden geleni yapmaya çalıştım, hem huysuzdu bugün hepsi.'' Ben açıklama yaparken kız bu durumdan eğleniyor gibiydi, ''İyi dalga geçtin bugün benimle, eğlen bakalım.'' Sırtımı ağaç yasladığımda bacağını telden kurtardığım kuzu geldi yanıma. Adı neydi? Hah Pamuk. Kucağıma alıp beyaz tüylerini sevdim. Demir'e göndersem çok hoşuna giderdi. Cebimden telefonumu çıkardım, çekmeden önce sahibine sordum, ''Fotoğrafını çekebilir miyim?'' ''Pamuk'a sor.'' ''Sen benimle bir ufak dalga geçiyorsun gibime geliyor.'' Omzu silkti, ''Pamuk'a tut kamerayı. Hoşuna gitmezse kaçar, eğer giderse poz bile verir.'' Anlamsızca baktım bir süre, ardından dediğini yaptım. Pamuk kameraya poz verirken gülerek çektim fotoğrafını ve Demir'e gönderdim. Telefonumu cebime sokup bacağıma sürtünün kuzuyu tekrar kucağıma aldım. ''Sen hayvanlardan tiksinmiyor musun?'' Ellerimi yüzüne sardığım kuzunun tüylerini okşadım, ''Bundan tiksinilir mi? Adamı Allah çarpar.'' ''Ne bileyim giyimin kuşamın falan, pek de buralı durmuyorsun. Herkes kucaklamaz öyle hayvanları, sonuçta hayatları belli değil mi?'' ''Üzerime pislemedikçe hayvanlarla bir problemim yok, olamaz da.'' ''Biraz daha tutarsan Pamuk zeytin taneleri bırakabilir kucağına.'' Pamuk'u dikkatle otların üzerine bıraktım, kıza çaktırmadan üzerime baktım. Henüz bir zeytin yoktu. Kız yanına bıraktığı bebeğine baktım, pembe bir bebek battaniyesi vardı üzerinde. Biberonu da yanında duruyordu. O değil de bu bebek niye hiç ağlamıyordu lan? "Senin mi?" Diyerek işaret ettim bebeği. Gülümsedi neşeyle, "Benim tabii, canım o benim." Sen daha bebeksin, bu yaşta ne bebeği be kızım? ''Hasta mı?'' ''Biraz hasta, yeni doğdu daha halsiz.'' ''Niye buraya getirdin? Daha da hasta olmasın?'' ''Olmaz, annesinin yanı iyi gelir ona.'' ''Tabii orası öyle, sen daha iyi bilirsin.'' Bebeğini kucağına aldı, ''Keyfi yerinde.'' dedi neşeyle. ''Adı ne?'' ''Bir isim koyamadık daha, düşünüyorum.'' ''Kimlik çıkartmadınız mı?'' ''Kimliği kim kaybetmiş o bulacak.'' ''Babası nerede? O bakmıyor mu?'' ''Babası kim bilir kim? Nereden bilsin yavrucak.'' ''Kim bilir kim mi? Sen bilmiyor musun?'' ''Ben nereden bileyim? Bir sürü gelip geçti. Hepsini aklımda tutmuyorum ki.'' Biz neden bahsediyorduk lan? Oturduğum yerden kalkıp kızın yanına adımladım, ''Bakayım mı bir kere?'' ''Olmaz,'' dedi kendine çekerek, ''Nazarın değer.'' ''Değmez benim nazarım, bir bakayım.'' ''Bismillah de.'' diye konuştu anlaşma yapar gibi. ''Bismillah kızım bismillah.'' Kız ikna olarak kucağına aldı, bebek kangurusunun içinden çıkan sevimli kuzu bana bakarken ben de aklıma küfür ediyordum. ''Kuzuymuş bu!'' ''Kuzu tabii, sen ne sandın?'' Kendime duyduğum öfkeyle baktım kızın yüzüne, ''Bebeğin var sandım.'' ''Ne?'' Şaşkınlıkla bana bakıyordu, gülmemek için zor duruyor gibiydi. ''Açma öyle gözlerini, bebeklerin kullandığı zımbırtı değil mi bu? Kucağından indirmiyordun, ne sansaydım?'' ''Babasını falan o yüzden sordun?'' Diyerek kocaman açtı gözlerini, ''Sen bebeğim sandın öyle mi?'' Bu kız benimle eğleniyordu. ''Tamam, unut hadi.'' ''Hayatım boyunca bunu unutamam.'' dedi eğlenen bir sesle. ''Hayatım boyunca benimle dalga geçmezsin umarım.'' ''Hayatım boyunca seni görmeyeceğime göre, geçmem de.'' Ne söylediğimin farkına yeni vardığımda toparladım kendimi, ''Lafın gelişi söyledim, yoksa haklısın tabii.'' Sessizleştik birden. Söylediğim şeyi yanlış anlamamıştı umarım. Gitsem mi kalsam mı ne yapacağımı bilmez bir hâlde öylece oturdum orada. Ellerimi dizlerime bağlamış etrafa bakınırken kız da kısa otları yoluyordu. Aramızda süregelen sessizliği bozan da o olmuştu. ''Adın ne?'' Bakışımı karşıdan çekmeden konuştum, ''Dinçer.'' ''Omzun kanıyor Dinçer.'' dediğinde sessiz bir küfür savurup elimi omzuma bastırdım. Olur olmaz yerlerde kendini hatırlatıyordu bu yara. ''Sorun yok.'' ''Askersin değil mi?'' Endişeli gözlerini gördüğümde aklına başka ihtimaller getirmemesi için açık oldum, ''Polisim.'' Rahatlayan gözlerine şahit olmak güzeldi. ''Vuruldun mu?'' ''Hayır, bıçak yarası.'' ''Anladım, geçmiş olsun.'' ''Eyvallah.'' Yerden kalktım, bu omzumun artık bir çaresine baktırmam gerekiyordu. Gitmeden kıza döndüm içimde oluşan merakla, ''Senin adın ne?'' ''Bir kez daha karşılaşırsak söylerim.'' ''Ya karşılaşmazsak?'' ''Orasını yaşayıp göreceğiz.'' Kıvrılan dudaklarımı düz tuttum, ''Peki, sana kolay gelsin...'' Arkamı döndüğümde aniden duraksadım. Ona vermem gereken bir şey vardı. Cebimden çıkardığım çikolatayı uzattım, ''Yaşayıp görelim bakalım çoban güzeli.'' Şaşkın şaşkın bakan kıza göz kırpıp bir daha karşılaşmak üzere yanından ayrıldım.
|
0% |