Yeni Üyelik
17.
Bölüm
@pekbiafiliyalnizli

Selamsız sabahsız olmaz, nasılsınız bakalım?

Medya 🖤

Uzun bir bölüm oldu, kısa diyenle arayı bozarım. Hadi Dinç ve Belçim size emanet.

5 Yıl Önce Diyarbakır

'Vurulmak çok da kötü değil,' derdi Fırat amcam, 'en azından yaşıyorsun lan ölebilirdin.' Hayatım boyunca çok az hak verdiğim amcama bu kez hak veriyordum. Yaşamak şimdi gözüme ölmekten güzel geliyordu.

Belçim'in çıplak göğsüme yayılmış kıvırcık saçlarını okşuyordum. Birbirine düğümlenmiş saçlarını onu acıtmadan severken dudaklarımda bir tebessüm vardı.

Gecemiz yavaş yavaş bitmiş ve gün aymaya başlamıştı. Sobadan gelen odunların yanma sesleri eşliğinde izliyordum göğsümde uyuyan kızın her bir zerresini. Yorganı ikimizin üzerine örtmüştüm, sıcacık teni üşümediğini gösteriyordu. Beyaz bir teni vardı. Elim kayıp gidiyordu soluk teninde.

Gün hızlı aymaya kararlıydı. Belçim'i uyandırmak için usulca okşadım yanağını, çenesini göğsüme dayamış ağzı hafif aralıklı uyuyordu. Ne kadar kıyamasam da kısık sesle fısıldadım,''Belçim, kalk güzelim.'' Sesimi duyar duymaz huysuzca çattı kaşlarını.

''Kalkmak istemiyorum.'' diye mırıldandı.

''Ben de istemiyorum ama odaya giren olur.''

''Yoruldum.'' diye mırıldandı, ''Biraz daha uyuyayım.''

Gülümsedim, ''Biliyorum, neyse uyu o zaman. Bizi basarlarsa da bassınlar.''

Hızlıca açtı gözlerini. Gördüğü ilk şey benim vücudum olunca şaşkın bakıyordu. Gözlerini kapayıp bir iki saniye düşündükten sonra hızla sıyrıldı üzerimden.

''Ne bu be, sarılmışsın sıkıca!'' sesi çok çıkınca hemen eliyle ağzını kapayıp devam etti, ''Kemiklerimi kırsaydın.'' diye tısladı sinirle.

''Sen de bana aynı şekilde sarıldın.''

Uyku sersemi görünüyordu. Yüzünden saçlarını uzaklaştırdı hızla. Üzerindeki geceliğin düşmüş omuzlarını düzeltti aceleyle, ''Her yerim açılmış, benim hırkam nerede?''

''Terledim diye çıkarmıştın, ayrıca yorgan örttüm üzerine görmedim, yani bilerek bakmadım.''

''Baktın ama?''

''Gözüm var çünkü Belçim.''

''Seninle şu an bu odada bulunmam bile günahken ben seninle neler yaptım ya dün gece.''

''Günaha seninleyse eğer girerim.''

''Beni yoldan çıkaran sensin.''

''Kendi yolumuzu çizeriz diye işte, fena mı?''

''Fena!'' dedi asice. Hemen yer yatağından kalkıp kapıya adımladı. Kulağını dayayıp sesleri dinledi, odanın hala loş olduğunu fark edince derin bir nefes verdi.

''Kimse uyanmaz daha, Selvi zaten arkadaşında kalıyor.'' diyerek rahatlattı kendisini. Beni buldu yorgun gözleri, sağlam kolumu başımın altına almış onu izliyordum.

''Bu rahatlık ne? Sen vuruldun biliyorsun değil mi?''

Başımı salladım, ''Aynen yaşandı öyle bir şey.''

Yanıma gelip dizlerinin üzerinde eğildi, sardığı sargıya bakıyordu tedirgince, ''Açsam acır mı?''

''Acımaz ama açma, böyle iyi.''

''Pansuman gerekmez mi?'' diye sordu meraklı kız çocukları gibi.

''Revirde yaparlar.''

''Dinçer, birazdan amcamlar uyanır. Seni görürlerse biterim ben, öldürürler ben-''

Elimi dudaklarına bastırarak kestim sözünü, ''Şu kelimeyi kullanma bir daha, kimse sana dokunamaz. Öyle kolayca ağzından çıkmasın şu söz.''

''Ne yazık ki ben gibi kaç kız için kolayca söylenen, doğruluğu olan bir söz. Sizin oralarda hükmü olmasa da bizim buralarda var.''

''Olmayacak,'' dedim, ''Oldurmayacağım, merak etme.''

Ne kadar hayır desem de açıp baktı yarama, inceledi uzun uzun, ''Diş hekimi olmak istiyordum ya ben, bundan sonra daha emin oldum. Doktor olmaz benden, diş iyidir ya.''

Sessiz olmaya çalışarak kahkaha attım, ''Halide yengem duysa üzülürdü.''

''Üzmek için demedim ki ama sadece yara bere kan bana göre değil. Yanlış bir şey mi söyledim?''

''Hayır,'' dedim düşen yüzüne bakarak, ''Şaka yaptım, hem sana diş hekimliği çok yakışır. Boş ver yara bereyle Halide yengem ilgilensin o alışık zaten kocasından.''

''Kocası kim?''

''Tanışırsınız, çok seversin Ali amcamı.''

''Ali ismini severim.''

''Dinçer daha güzel ama.''

''Hiç duymamıştım daha önce, yaygın bir isim değil.''

''Çünkü her beş kızdan dördünün adı Belçim.''

''Dalga geçme,'' dedi gülerek, ''babam koymuş adımı, sever o toplumdan ayrışmayı.''

''Niye öyle dedin?''

''Boş ver,'' dedi yüz ifadesiyle de destekleyerek, ''Konuşmaya değmez bile.''

''Sen öyle diyorsan, öyledir.'' desem de aklım takılmıştı sözüne.

Ne kadar Belçim'e belli etmesem de sızlıyordu kolum. Onu endişelendirmemek için hiçbir şey yokmuş gibi kalktım yer yatağından. Belçim sobanın etrafına astığı kıyafetlerimi sobada son kez ısıtıp bana uzattı, ''Leke bu kadar çıktı anca, sen tekrar yıkarsın.''

''Yıkadın mı bunları?''

''Evet.''

Kıyafetlerimi aldım, ''Ne gerek vardı kızım, yormasana sen kendini.''

''Kanlı kanlı mı giyecektin? Yıkadım işte giy hadi, daha fazla çıplak kalma.''

''Çıplak değilim Belçim. Altımda pantolon var.''

''Bir zahmet.'' diye atıldı sinirle.

Arkamı döndüm giyinmeye başlamadan önce. Boynumu kütletip tişörtümü başımdan geçirdim.

''Yer yatağına alışık değilsin, rahat etmedin değil mi?''

''Nerden biliyorsun alışık olmadığımı? Çok yerde yattım ben, annem işe gidince kardeşlerimle beraber salona taşırdık yataklarımızı, onu beklerdik gelene kadar.''

Yaralı kolumu geçirecekken arkamda durmayı bırakıp karşıma geçti, ''Göreceğimi gördüm zaten, niye döndün arkanı?'' diye söylenip giyinmeme yardım etmeye başladı.

''Rahatsız olduğunu düşündüm.''

''Hayatımda zorunluluklar hariç ilk defa bir erkekle bu kadar yakınım, sadece tuhaf bir his. Rahatsızlık değil, başka bir şey.''

''Anladım.'' Yalan anlamamıştım ki ama şu an anlamamı istiyor gibi bakıyordu yüzüme.

Annem gibi üstümü giydirirken aynı annemin yüzüne tutulup kalır gibi bakakaldım yüzüne. Yanaklarındaki çillere, uzun dişlerine, kısacık kirpiklerine, gözaltı morluklarına, dudaklarındaki çatlaklara. Güzel görünüyordu.

''Atlas'ın fikriydi değil mi?''

''Ne?'' diye sordum gözlerimi ondan ayırmadan.

''Yerde yatmak, hani dedin ya yatıyorduk diye.''

''Evet onun başının altından çıkmıştı. Annem yanımızda değilse güvende hissetmezdi kendisini, ben de sevmezdim annemin gidişlerini, odamda tek başıma olmak isterdim ama zorla salona götürürdü bizi.''

Üstümü giyindikten sonra Belçim'e belli etmeden sakladığım silahımı aldım elime, bakışları silahın ve benim arasında gidip gelmişti.

Gergince gülümsedi, ''Tek olmayı seviyor gibisin.''

''Tek tabanca olmak iyidir ama eşini bulunca tek olmaktan nefret ediyor insan.''

''Bu şehirde tek misin?''

Silahımı belime yerleştirirken duraksayıp yüzüne baktım, ''Benim şehrim sen oldun.''

''Silahlardan hoşlanmam.'' dedi sözümün üzerine, ''Birden fazla silahın olduğu eve girmek de istemem.''

Annemin sadece silahları için ayırdığı oda gözümün önüne geldiğinde gözlerimi saniyelik olarak kapadım, ''Siviller uzak dursun zaten silahtan, sen rahatsız oluyorsan bir daha göstermem.''

Belime yerleştirip montumu üzerine çektim.

''Nasıl gideceksin?'' diye sordu endişeyle.

Elimi uzattım, ''Tut elimden götür beni.''

''Geldiğin yoldan geri git Dinçer, seviyorsan zaten gitmeleri.''

Kinayesine gülümsedim, ''Merak etme gidiyorum.''

''Nasıl olduğunu sordum, yürüyerek gidemezsin. Dün kar yağdı, yaralısın, ya yine ateşin çıkarsa? Bayılır kalırsan. Polissin sen! Bu köyde tekinsiz insanlar var, başına her şey gelebilir.''

''Şşştt sakin ol. Bir arkadaşımı aradım, geliyor beni almaya. Revire gideceğiz ilk iş. Kimse beni görmeden ayrılacağım köyden. Telefonum hep açık olacak eğer tek sorun olursa haber vereceksin. Sorun olmasa bile haber ver.''

''Niye ki?''

''Sesini duyarım işte, fena mı?''

''Fena,'' dedi endişeyle, ''Yaran belki mikrop kaptı, iyi bakamadım bile sana. Sen hem neden bana geldin ki? Daha güvenli bir yere gidebilirdin.''

''Dün verdim sana bunun cevabını. Sen biliyorsun artık.''

''Dün, dünde kaldı,'' dedi gözlerini kaçırarak, ''Baygın gibiydin, terliydin, zaten çok şey hatırlamıyorum ben. Unutalım gitsin.''

Kırgınlıkla baktım yüzüne, ''Baygın değildim, ateşim vardı o da sana çıkıyor zaten. Çok iyi hatırlıyorum ne olduğunu.''

Gözleri doldu, korkuyor gibiydi, ''Ben unuttum Dinçer, sen de unut, lütfen.''

''Ben hatırlıyorum beni öptüğünü, ilk öpücüğümü kimin aldığını nasıl unuturum?''

''Yalancı!'' diye fısıldadı sinirle, işaret parmağı göğsümü bulmuştu, ''Asıl sen beni öptün.''

''Unutmamışsın işte,'' keyifle gülümsedim, ''Aferin benim kızıma.''

''Gülmesene!'' diye kızdı , kıpkırmızı olmuş dolgun yanaklarını saklamaya çalışıyordu, ''Oldu öyle bir şey ama zamanı geriye alsak istemezdik belki de.''

''Zamanı geriye alsak daha önce öperdim seni.''

Şaşkınlık ve utançla baktı yüzüme, ''Çok açık sözlü oldun sen.''

''Yüreğimi açmışım sana, sözlerimi mi açmayacağım?''

''O konuda da ciddi miydin yani? Şey, hoşlanmak dedin ya hani.''

''Hoşlanmak demedim, aşığım sana dedim. Ve evet, sözlerimin arkasındayım.''

Bir süre ürkekçe baktı gözlerime. Yusuf abi geldiğine dair mesaj attığında bölündü aramızdaki sessizlik. Gitmek için odanın penceresine adımlayamıyordum bir türlü. Dünden pişman gibi bakıyordu yüzüme. Sözleriyle desteklemek ister gibi konuştu.

''Dinçer, belki yaşım o kadar küçük değil ama bunlar benim için büyük şeyler. Bir erkekle bu kadar yakın olmak korkutuyor beni. Birisi görse namusum kalmaz, hele amcam görse...'' İçli bir nefes aldı, ''Korkuyorum, çok korkuyorum hem de. Dün gece yaşanmadı sayıyorum, unutmak istiyorum, benim hayatım bir öpücükle dağılamaz. Ne kalbim ne de aklım yiter gider sana. Çünkü benim sana değil, kendime ihtiyacım var. Güçlü kendime.''

Onun gibi teklemedi sözlerim, kararlılıkla konuştum.

''23 yaşındayım, hiç sevgilim olmadı. Ailem gibi gördüğüm kadınlar hariç kimseyle seninle olduğum kadar yakın olmadım. Namusa gelirsek eğer, benim de namusum var. Dün gece seninle sadece öpüştük. İstedik ve öpüştük. Eğer kendini kötü hissedersen kahrolurum Belçim. Sakin kendini kötü hissetme. Duyguların sana ne diyorsa onu yaşa, bana güvenebilirsin. Ben seni asla yarı yolda komam.'' İçimi kaplayan ihtimalle duraksadı sözlerim, ''Ha dersen ki pişmanım...''

''Pişmanım,'' dedi kaçış yolu bulmuş gibi, nefes sesi yankılandı sanki aramızdaki ufacık mesafede.

Ardından söyleyeceğim her şeyi etkisiz bıraktığında ağzımdan tek bir şey çıktı.

''Eyvallah.''

Sustu, sessizlik ona hiç yakışmıyordu. Yüreğime yerleşen ağırlıkla beraber etrafı kontrol ederek yaramla geldiğim yerden yeni yaralar alarak ayrıldım.

Birinin ne hissettiğini anlamak için çaba göstermenin ne demek olduğunu onun karşısındayken anlamıştım. Belçim'in sustuklarını düşünürken etrafımda dönenler pek umurumda değildi.

''Kâzım'ın yarım aklından sana da mı bulaştı lan? Yaralı bereli ve bizsiz nereye gittin oğlum sen?''

Onun ismini duyduğumda ilgimi çekmişti kalabalık odamdaki muhabbet. Yatağıma sessiz sessiz uzanırken baskın yapmışlardı Tüm tim toplanmış sınırlı ilk yardım bilgileriyle beni tedavi etmeye çalışıyorlardı.

''Yaralandığımı fark etmedim ağabey.''

''İlk yaran mı?''

''Yok abi ufak tefek var bir şeyler.''

''Hiç sıktılar mı sana?''

''Sıkıntı olacak derecede sıkamadılar daha.''

''Abi pazısı geniş ya bu adamın, biraz bez daha keselim.''

''Temizlediniz yarayı değil mi lan? İyi olsun çocuk.''

''Bir şeyler sürdük işte, temizlenmiştir inşallah.''

''Lan inşallahla adam mı tedavi edilir? Rüstem sen sıhhıyeci değil miydin lan?''

''Soyadım Hekimoğlu diye beni sıhhıyeci yaptınız ağabey ya.''

''Helal olsun bize, iyi yapmışız.''

''Kaynatmayın!'' diye çıkıştı Yusuf abi, ''Oğlum sen nereye gidiyorsun bizi bırakıp, bu timde ayrı gayrı yok. Kavgaya da beraber gidilir, düğüne de.''

''Yusuf abim haklı, kız isteme ustası Melih'tir.''

Melih orta boylu martı kaşlı bir çocuktu. Benden iki yaş kadar büyüktü güler yüzlü birisiydi.

''Bir keresinde eski bir arkadaşa kız istemeye gittik. Kız tarafı Çorumlu, bizimki de bilmiyor tabii, yirmi kişi oturmuşlar karşımıza konu Çorumdan açılınca bu 'Kapatın şu muhabbeti Allah aşkına ya Çorum'dan adam çıkmaz.' dedi, kızı vermediler bu sığırın yüzüne.''

Melih sırıtıyordu, ''Harbi sıkı geceydi ya.''

Enver abi ensesine vurdu, ''Ulan kırdığın ilk pot sanki, masum yüzlüsün diye dayak yemeden geldin bu günlere kadar.''

''Siz varken tek dayak yemem zaten ağabey.''

''Duydun mu Dinçer oğlan?''

Yusuf abinin kinayeli sözüne başımı salladım, ''Duydum ağabey.''

''Dün hep beraber gezmeye çıktık, nöbetçiler falan sorarsa, komiser ağız ararsa diyeceğiniz budur. Yalan değil,'' dedi Yusuf abi, ''Eğlendik.''

''Benim yüzümden zor durumda kalmayın ağabey, ben sorumluluk alırım.''

''Otur oturduğun yerde, bu yaşta başlama kuralları çiğnemeye. Emirsiz göreve çıkmaya senin daha beş senen var. Dün gece bizim aramızda kalacak, ağzımız bir olsun.''

Timdeki herkes birlikti bu konuda. Ağzımı açamamıştım. Yaramı öyle ya da böyle hallettikten sonra karnımı doyurmaya başladılar. Birisi çorba uzatırken diğeri ekmek atıyordu ağzıma. Garip bir an oluyordu.

''Abi ben içerdim.''

''Lan oğlum al iç işte, nazlanma.'' diyerek kaşığı ağzıma sokuyordu Enver abi, ''Benim kızımdan bir yaş arasın aslanım sen.''

Ağzıma bütün ekmek atan Melih'e ters bir bakış attım, ''Fırını getir sok birader.''

Melih sırıttı, ''Pardon kardeşim.''

Karnımı doyurduktan sonra da gitmemişlerdi. Yusuf abi eliyle böldüğü elmayı kasaturasının ucuna batırıp bana uzatıyordu, ''Sağ ol ağabey.''

''Biz gideriz şimdi merkeze, rapor işini Melih halleder yat dinlen. Ağrın sızın olursa ağlanıp sızlan, olmadı ilaç içersin. Önemli bir durum olursa da haber et, gelelim yanına. Hadi şimdi dinlen aslanım.''

Kapıya adımlayan time baktım, ''Eyvallah ağabey sağ olun.'' Hepsi çıktığında yatağa yaslanmayı bırakıp yastığı aşağıya indirerek yattım. Derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım. Sağlam elim dudaklarımı buldu, hâlâ Belçim'in izi olan dudaklarımda gezindim bir süre.

Pişmanım demişti, ne kadar doğruydu söylediği? Neden yalan olduğuna inanmak istiyordum? Neden kabullenemiyordum pişmanlığını?

Çünkü sözde değil, sahiden aşık olmuştum ona. Bu yaşıma kadar ilk defa bu haldeydim. Beni kucaklayan Diyarbakır olmasa da o olmuştu. Belki de iyi birisi olmasına tutuldun diyordu beynim, kalbimse onunla aynı fikirde değildi. Belkiler, acabalar yoktu. Tek gerçek göğsümün orasındaki ufacık gül yaprağıydı.

O yaprağı tek bir kelimeyle kopartıp atacak değildim. Sabredecektim, amcamlar gibi dokuz seneyi bulsa da, sabredecektim.

Uyudum, uyandım terli terli. Sızlayan kolumla mücadele ettim bir süre. Aylar önce Belçim'e aldığım elbiseyi karşıma asıp küflü sandalyeme oturdum. Bir sigara eşliğinde izledim

Aradan geçen bir haftada kolum iyiydi. Belçim'le aramız onun değimiyle, 'Annengil nasıl?' seviyesindeydi. Aynı konuyu açarım diye bana sürekli annemleri soruyordu. Oysa ben rahatsız olur diye eskisi gibi bakmıyordum bile yüzüne. Az aşık gibi bakıyordum mesela, çok aşık gibi baksam kaçırıyordu gözlerini. Gözlerini kaçırmasını sevmiyordum.

Sol elimdeki dolma kalemi çevirerek bir senkron tutarken birazdan başlayacak toplantıyı bekliyordum. Toplantı odasına her zamanki gibi ilk gelen bendim. Timin diğer üyeleri de yavaştan gelmeye başlamıştı.

''Yine erkencisin oğlum ya, bizim okulda da sen gibi bir eleman vardı bilim adamı oldu, aferin böyle devam.''

''Biz kimsenin adamı olmayız evelallah.'' diye atıldı Melih. Böyle gereksiz çıkışları oluyordu bazen, alışmıştım.

''Melih?'' diye seslendi Yusuf ağabey.

Melih burnunu çekerek baktı Yusuf abiye, ''Efendim ağabey.''

''Sus biraz oğlum.''

''Tamam ağabey.''

Sıkıntıyla alnını ovalayan Yusuf ağabeye yaklaştım, ''İyi misin ağabey?''

''Şu herifi bulursak daha iyi olacağım, yukarıdan bastırıyorlar Ekrem şefe o da gergin, ters kelepçe yapıp önüne atana kadar yüzüne bakılmaz.''

Toplanmamızın nedeni de buydu. Kod adlı bir teröristi yakalamamız emredilmişti. Ona dair bilgileri geçti Yusuf abi, herkes gergindi.

''Yarın gün aymadan Ejder'le yola çıkıyorsunuz. Herkes hazırlığını yapsın!''

Ekrem şefin emrinin ardından toparlanmaya başladık. Not defterini toplarken şef yanıma geldi. Kır saçlı bir adamdı, boyu benden kısaydı. Bir süre dik dik baktı yüzüme. Sohbet etmeye başladık, timdekiler de bizi izliyordu.

''Alıştın mı time?''

''Alıştım şef.''

''Bir sorun var mı?''

''Yok şef.''

Elini yaralı koluma koyup bir iki kere vurdu, ''Kaynaşmışsın bizimkilerle belli, seni koruyacak kadar sevmişler.''

Özel harekatta her şey duyulur demişti Ali amcam, haklıymış. ''Timdekilerin bir suç-''

''Suçları yok şef, ben sorumluluk alırım diyeceksin. Yusuf senden önce söyledi bunu, geç kaldın.''

Bakışlarım Yusuf ağabeyi buldu, ''Duyulmaması gereken bir olaydı, duyurmadık şef.''

''Aferin,'' dedi şef, gözlerini hepimizin üzerine gezdirerek, ''Bu çocuğu bağrınıza basmanızaydı bu, bir daha benden habersiz usulsüzlük yaparsanız sizi zımparalarım koçum! Duydunuz mu lan beni?''

Ekrem şef aklımızı aldıktan sonra sigara yakıp uzaklaştı yanımızdan.

Melih arkasından bakarak söylendi, ''Hayatımın şu evresine geçmek istiyorum anasını satayım ya, posta koyup bir köşede sigara içmek istiyorum. Kimse bana bir şey diyemesin istiyorum.''

''Melih çok hayal kurma,'' dedi Enver abi, ''Dışarıda yağmur var lan.''

''Haklısın ağabey, sustum.''

Günün diğer yarısı operasyon hazırlığıyla geçmişti. Merkezde işim bittiğinde kendimi spor salonuna attım. Spor yaparken düşündüklerim önemliydi, enerjimi düşündüğüm şeylerden alıyordum. Ama bu kez düşündüklerim on dakika tutmuştu beni spor salonunda.

Odama geçmek için binadan ayrıldım. Tüm gün çalıştığım için yağan karın farkında bile değildim. Ankara'dan daha çok kar yağıyordu buraya. Şimdiden diz kapaklarıma yaklaşmıştı, böyle yağmaya devam ederse geçerdi de. Köylere daha çok yağıyormuş, bir arkadaş öyle söylemişti.

Bir süre dolandım yağan karın altında. Bize hiç fotoğraf atmıyorsun diye kızan yengem aklıma geldiğinde telefonumu devrelerimden birine uzatıp fotoğrafımı çekmesini istedim. Fotoğrafa hiç bakmadan aile grubuna gönderdim. Çirkin çıksam da kabul ederlerdi nasılsa.

''Diyarbakır'da son durum.''

İlk gören Atlas olmuştu

İlk gören Atlas olmuştu.

Atlas: Uzun boyundan mııı serin suyundan mııı?

Mustafa abim: Yakışıklı kardeşim benim.

Demir: Fotoğrafın her detayı güzel.

Halide yengem: Benim biricik kuzum ne kadar yakışıklısın. Amcanın gençliği geldi aklıma. Ama üşürsün hadi içeriye geç.

Annem: Biraz daha dursun Halide, baksana sevmiş.

Gülümseyerek yazdım, ''Odamda olmadığımı nereden biliyorsunuz hanımlar?''

Annem: Sen eğer bir şeyi yapacaksan olay yerinden ayrılmazsın, yaramazlık yaptığında da böyleydi.

Atlas: Ben ama hemen kaçarım değil mi anne?

Annem: Evet anneciğim, ve bundan mutlusun öyle mi?

Atlas: Çok mutluyum anne.

Ali amcam: Güzel oğlum benim, keyifler yerinde gibi duruyor. Var mı bir sıkıntı?

Atlas: Ya amca ya, siz Dinç'in akşam yemeğini ondan önce öğreniyorsunuz bir de soruyorsun.

''Ne var lan akşam?''

Atlas: Kuru pilav ve yoğurt.

Ali amcam: Turşu da var, eksik söyleme.

Atlas: Ben de turşu isterim, neyim eksik?

Alphan amcam: Lan daha geçen hafta kıtlık var gibi beş bidon turşuyu yaşıma başıma bakmadan kaç kat taşıtmadın mı sen babası kılıklı?

Atlas: Yaşında ne var amca ya, kız olsam bakarım sana.

Bahar yengem: Kimse bakmasın, bakanı benim onun.

Alphan amcam: O kadar.

Atlas: Halide yengemin kıskançlıklarına alıştık da sen çıkma barı sarışınım.

Halide yengem: Aaa ne kıskançlığımı gördün Atlas?

Atlas: Ya yenge ya amcam bir kere amcam Eminönü'ndeyim demiş sen de bunu Eminelerdeyim anlayıp evi terk etmişsin.

Ali amcam: Abartma oğlum lan.

Halide yengem: Yanlış anlaşılma olmuştu orada, hem kıskanmak dozunda iyidir bir kere.

Babam: Yani yenge bu dozu biraz aşmış sanki.

Annem: Halide'me laf edene bak. Sevgililik zamanımızda görevde kaldığımız karakola kimliğini kullanıp gelmedin mi sen. Görevden dönmüşüz yorgun argın dinlendirmedi bile, savcı ya hani benimle konuşan askere on demlik çay demletip içmemişti. Az değildin sen de.

Babam: Seninle herkes konuşamaz.

Annem: Devam etseydi bu tavırların sen de konuşamayacaktın.

Babam: Üç çocuğumuz var.

Annem: Allah bereket versin.

Babam: Seviyorum seni.

Annem: Sağ ol.

Atlas: Ne kadar da sevgi dolu bir annem var.

Halide yengem: Dinçer, dikkat ediyorsun değil mi kendine bebeğim?

Demir: Ne bebeği anne, benden uzun adam. Deme şöyle.

''Kıskanmasana oğlum sen, süt annem o benim.''

Demir: Şu lafı etmesen olmaz değil mi lan uyuz oluyorum.

Halide yengem: Çocuklar dövüşmeyin öpüşün barışın.

Babam: Takıntılı kadın ya, bir gram değişmedin yenge Allah çarpsın.

Ali amcam: Ben onun o değişmeyen yanına vurgunum.

Halide yengem ekranı kalplere boğarken Atlas ilgisiz kaldığı saniyelerde boğulmuştu.

Atlas: Hazır gruptaki herkes memurken ve maaş günü gelmişken size bir şey diyeceğim.

Demir: Dökül.

Halide yengem: Söyle bebeğim benim

Atlas:

Demir: Allah Allah ne zaman refaha kavuştu ki zaten

Demir: Allah Allah ne zaman refaha kavuştu ki zaten.

Mustafa abim: Bana bakma bu ay, köy okuluna harcadım tüm parayı.

Demir: Staj parasıyla kedim ameliyat oldu, üstü de bana kalsın oğlum.

Atlas, Mustafa ve Demir'i gruptan attıktan sonra konuşmaya başladı.

Atlas: Gereksizler gittiğine göre gerçek ailemle baş başa kaldım. Ben sizin gibi memur değilim, iki kuruş para alıyorum. Kendime yeni ayakkabı aldım, biliyorsunuz ki sahte ayakkabı giyemiyorum ayaklarım acıyor. Bu ara kanal el değiştirdi, öyle zor dönemlerden geçiyorum ki bonfile yerine pirzola yiyorum.

Halide yengem: Canım benim, kıyamam ben sana. Benim ocakta yemeğim var, kapatıp geliyorum.

Atlas: Yenge ameliyathane nöbetindesin sen, ne yaptın hastanın böbreklerine yumurta mı kırdın?

Ali amcam: Şşştt karıma laf yok. Onun yerine ben attım sana.

Alphan amcam: Ulan ben kendi ibanımı değil seninkini ezbere biliyorum, neden acaba?

Atlas: Çünkü beni çok seviyorsun amcam.

Alphan amcam: Binlik çalışır benden sana, git pirzola ye aç.

Annem: Attım bir şeyler, insanları bıktırma güzel çocuğum benim.

Atlas: Anne geçen ay senden istediğimde paramı idareli harcamam konusunda nutuk attın, bir ara döveceksin sandım.

Annem: Döverim de severim de.

Atlas: Dinç'i döv, beni sev.

''Ben ne yaptım lan, uslu uslu kar yiyordum?''

Halide yengem: Yapma şunu Dinçer, bak hasta olacaksın.

''Elimdeki karı attım yenge.''

Atlas: Eve kadın mı attın?

''Ulan yanlış duyarsın anladım da nasıl yanlış okuyorsun oğlum?''

Atlas: Bir an ödüm koptu, sevgililiğe falan karşısın ya sen böyle devam et

''Allah Allah ben mi karşıyım?''

Atlas: Dinçer, önce ben sevgili yapacağım sonra sen. Anasınıfında konuşup anlaşmıştık ya, unuttun mu?

''Anasınıfında konuşmuşsak nasıl unuturum oğlum, aklımda.''

Atlas: Sakın benden önce evlenme. İlk gelini ben getireceğim. En çok altın bize takılacak! Karım büyük elti olacak! İlk ben evleneceğim!

Atlas'ın ısrarcı hali aklıma Fırat amcamı getiriyordu. Bazen bir şeyi kırk kere desen de olmazdı. Bakalım onun istediği olacak mıydı?

Belçim'den

Kar taneleri gökten zalim yeryüzüne süzülüp oraya tutunuyordu. Çocukluğumdan beri alışık olduğum o mevsim benim heyecanlandırmıyordu artık. Kış demek külfet demekti benim için. Kış demek üşümek demekti, kış demek eziyet demekti.

Belki de babamın bizi bir kış günü terk edişinin de etkisi vardı bu mevsime olan sevgisizliğimde. Her kış aklıma geliyordu terk edişi. Büyüdükçe daha iyi anlıyordum gitmekle en iyisini yaptığını. Giderek beni kurtarmıştı belki de, mutlu olmalıydım.

Kışı sevmemenin bir başka yanı da çalışamıyor oluşumdu. Sürü hazır ottan yiyordu, ilkbahar gelene kadar onlardan uzaktım.

Pamuk hariç, onu ziyarete gidiyorum. Küçük olduğu için annesinden ayırmaya kıyamamıştım. Ama çoktan parasını ödemiştim, o artık benim kuzumdu. Benim ve bizim. Dinçer'le tanışmamıza vesile olmuştu, önemliydi.

Dinçer, ismini her geçirdiğimde irkiliyordum sanki. Kötü bir his değildi, beni aydırıyordu.

Tüm ev işlerini bitirip ağabeyimi uyuttuktan sonra kendimle ve hislerimle baş başa kalabilirdim artık. Tüm gün iş yaptığım için yer kokuyordum, herkes içeride dizi izlerken aradan çıkartmak en iyisiydi. Giyecek eşyalarımı usulca banyoya koydum. Salona girdiğimde sıcak sarmaladı beni. Saatlerdir soğuk mutfakta iş yapmaktan tutan buzlarım çözülüyordu sanki. Sobaya biraz daha yaklaşıp ellerimi uzattım.

Herkes farklı bir alemde haberleri izliyordu. Selvi tırnaklarını törpülerken babasına belli etmeden sakız patlatıyordu. Yengem örgüyü eline almış iş yapar gibi görünmek için boş ipi çitip duruyordu. Amcam tek gözü kapalı sigara içerken diğerleri de mayışmıştı. Önlerine koyduğum meyve tabağında çürük çarıklar hariç hiçbir şey kalmamıştı.

Eski halının üzerine düşmüş ezik meyveleri eğilerek toparlamaya başladım. ''Halıya kirden bakılmıyor,'' diye söylendi yengem, ''Kış çatmadan yıka dedim ama kim duyar benim lafımı.''

Duymazdan gelme konusunda ustalaşmak istiyordum ama başaramıyordum, ''Sen yıkasaydın yenge, ha doğru ya bir tek iş yapmaya gelince ortaya çıkan fıtığın vardı.''

Amcamın ve işe yaramaz çocuklarının dik bakışları beni bulduğunda yerden doğrulup meyveleri kenara koydum.

''Yengenle adam gibi konuş,'' diye uyardı amcam, ''Saygısızlık etme.''

Cevap vereceğim sırada Selvi cırlayarak uzandı kumandaya, ''Bu adamın haberleri çok komik oluyor.'' diyerek aşağı köyün duyacağı kadar sesini açtı.

''Uzmanların yaptığı araştırmaya göre evlenmek ömrün kısalmasına neden oluyor. Şimdi mikrofonumuzu sokaktaki evli insanlara uzatacağız diyeceğim ama evli herkes öldüğü için Karaca Ahmet'teyiz. İki kulhu bir elham okumaya değil elbette, bugün mezar taşıyla derdi olan Ahmet Sorun'la birlikteyiz. Evet Ahmet bey, sorun nedir?''

Atlas'ın sesi kendisinden önce gelmişti kulağıma. Yönümü küçük televizyona çevirdim. Ne zaman onu görsem gülesim geliyordu. Çünkü çok saçma bir tarzı vardı. Güneşli havada montla çıkıyordu kamera karşısına, şimdi ise kar yağışlı havada gömlek ve güneş gözlüğüyle duruyordu. Boynunda çok anlamsız bir papyon vardı.

Dinçer'le tıpatıp benziyorlardı. Atlas aralarındaki tek farkı o gün bana söyleyecekken Dinçer ağzını kapatmıştı. İkisini karıştırmakta haklıydım yani. Anneleri bile ayırt edemezdi bunları.

Ev halkı cidden sevmişti Atlas'ın saçma sapan haberlerini.

''Bu herif ne dedi lan şimdi?''

Selvi ekrana girmiş sırıtıyordu, ''Evlenin diyor işte adam baba.''

Selvi'ye göz devirdim. Yılışık yılışık bakıyordu ekrana. Atlas olduğu için sorun etmek istemesem de sonuçta Dinçer'in aynısıydı. Bu yüzden biraz kıskanıyordum.

''Ayak altından çekil,'' diyerek omzuna çarparak önünden geçtim, ''Ezen olur.''

Yengem Selvi'ye çarpmamışım da onu bıçaklamışım gibi dikildi hemen, ''Kız sen niye vuruyorsun yumruk kadar kıza?''

Selvi beni savunmaya girişti, ''Yumruk kadar ne anne ya, vurmadı çarptı hem.''

Para olayından beri yüzüne bakmıyordum Selvi'nin. Bana kendisini affettirmeye çalışmalarını da umursamıyordum. Kuzey Işıklarını görmeye götürse bile affetmezdim.

Çok durduğum için nefes alamadığım salondan çıkmak istiyordum. Cayır cayır yanan sobanın üzerindeki güğüme uzandım, ağzına kadar doldurduğum güğüm elime hafif gelmişti, ''Su koymuştum, nerde?'' diye sordum ev halkına bakarak.

''Selvi saçını yıkadı doldurmayı unutuş kız, derslerde aklı tabii.''

Öfkeyle nefes verdim, ''İşim vardı suyla.''

''Ne yapalım kızım yoksa, kalkıp ben mi doldurayım güğümü şu halimle?''

''Tamam yenge bir şey demedim.''

Öfkeyle çıktım salondan. Terli terli odama geçtim. Normal insanların kolayca eriştiği şeyler benim için hep mücadele sonucu kazanmam gereken şeylerdi. Banyo yapmak bile.

Bu evde mengeneyle sıkıştırıldığımı hissediyorum. Mutsuzluk her yanımı sarmıştı, Selvi'yle aramızın kötü olması beni daha da kısıtlamıştı. Evdeki kimse bizi sevmiyordu, sevilmediğimiz yerde kalma konusunda oldukça başarılıydık. Ama artık başarısız olmak istiyordum.

Kendimi pis hissettiğim için mutsuzdum. O kirli histen kurtulmak istercesine uzandım yerdeki yatağıma. Dün Dinçer'le uyuduğumuz yatağa sırtüstü yattım. Gözlerimi utançla kapattığımda dün yaşadığımız şeyler bir bir düştü gözümün önüne.

Bana âşık olduğunu söylemişti. Ben âşık olunacak neye sahiptim?

Bu soruya cevap bulamadığım için olsa gerek huzursuz hissediyorum kendimi. İtiraf ettiği anda hissettiklerimi yazıya dökmezdim. Sanki kocaman bir fanusa kapatılmış kelebekler fanusu kırarak özgürleşmişti. Öpmüştü beni, karşılıksız bırakmamıştım onu. Ölsem cesaret edemeyeceğim şeyi ondan cesaret alarak yapmıştım. İçimdeki hisler öyle kuvvetliydi ki engel olamamıştım kendime.

Elimi usulca dudaklarıma çıkardım, dün onu öptüğüm dudaklarıma... Sadece dudaklarını değil, yüzünün her santimini öptüğümden habersizdi.

Dinçer yanıma geldiğinde sıradan bir köylü kızı olmadığımı hissettiriyordu bana. Dahasıydım sanki, her şeyin fazlasıydım. Değerliydim, özeldim ve hatta güzeldim.

Bunların ne kadarı doğru bilmiyordum. Peki hislerin doğrusu yanlışı olur muydu? Bir insan yanlış hissedebilir miydi?

Dakikalarca ikimizi düşündüm. Dünü çıkarmadım aklımdan, gözlerinin rengini kattım gözlerimin rengine. Ondan bir parça olmak istercesine kavrulmuştum dün gece. Peki şimdi ne hissediyorum?

Kaygılıydım. İlk defa yıktığım tabularımı Dinçer yeniden yapar mıydı, yoksa ateşe mi verirdi?

Dudaklarımdaki aptal tebessümle dünkü anıları bininci kez düşünürken bir kitap çarptı gözüme. Duygu Asena'yı gördüm uzun zaman sonra. Birkaç sene önce okuduğumu gören yengem elimden almıştı kitabı. Aynı dönemindeki gibi yazarın kitabı bana yasaklanmıştı.

Yataktan kalkıp dolabın altında küflenmeye başlamış kitabı aldım. O zamanlar köy okuluna bağış yapmaya gelen mavi saçlı bir kız hediye etmişti bu kitabı bana. 'Oku,'' demişti, 'Çok seversin.'

İlk okuduğumda çok garip gelmişti. Kadın ve erkeğin eşit olmadığı bir hayatta yaşayacağımı düşünüyordum. Çünkü ufak dünyamda başka yaşam bilmiyordum. Duygu Asena tüm bunların tersinin de mümkün olduğu bir dünya var diyordu.

Dinçer'in ailesi gibi mesela, hiç tanımıyor olsam da anlattıklarından hissediyordum. Tertemiz bir aile kokusu geliyordu ondan, mutlu bir aile. Asla sahip olamayacağım bir aile.

Kitabımın sayfalarını dolandım durdum, altını çizdiğim o cümlede gezdirdim gözlerimi.

''Bir cam kavanozda yaşamışlığımla, beynimin içindeki tüm güzel hayallerle, o hayallerin yıkılışındaki şaşkınlığımla... Kendi kendimle çok güzel eğlendim...''

Buruk bir tebessüm esir aldı beni. Bir cam kavanozda yaşıyordum, bir sürü güzel hayalim vardı, henüz gerçekleşmeden yıkılmasından ödüm kopuyordu. Kendimle ise hiç eğlenememiştim.

Başka şeyler de vadediyordu Duygu Asena, kendim olmayı, güçlü olmayı, tek başıma başarabilmeyi. Bu kuvvetli hislerle sarıldığım test kitaplarımı alıp pencerenin önüne kuruldum. Dolabıma sakladığım mumları yakıp kendime derme çatma yaptığım çalışma alanımı ışıklandırdım. Yengem odanın ışığını kapatmaya gelmeden kapattım ve ders çalışmaya başladım.

Bu evde yaşadığım her sorun bana çalışma isteği veriyordu. Biliyordum ki bu evden yalnızca okuyarak kurtulabilirdim. Kendime güveniyordum, bir gün elbet bir gün beyaz bir önlük geçirecektim üzerime. Hayaller kurulduğu gün başlarmış gerçek olmaya, az kalmıştı, hissediyordum.

''Belçim!''

Abimin bağırmasıyla elimdeki kalem yere düşmüştü. Öyle dalmıştım ki sorulara korkmuştum. Endişeyle baktım bana bakan abime, hemen kalktım oturduğum yerden, ''Ağabey, ne oldu?''

''Üşüdüm ben, odamızda kar var.''

''Nasıl olur ağabey? Kar dışarıya yağıyor.''

''Hayır hayır,'' dedi öfkelenerek, söylediği şeyin tersini söylediğim zaman çok sinirleniyordu, elimi tuttu hemen, ''Bak gel göstereyim.''

Canımı acıttığını bilmeden beni peşinde sürüklüyordu. Odaya gelmiştik, cam en gürden açıktı. Halı üzerine yağan karın suyunu emmiş ve ıslanmıştı, abimin yatağının üzerinde de karlar vardı. Sahiden dediği doğruydu.

Ağabeyim üşümesin diye bir sürü odun attığım soba da sönüp gitmişti. Saatlerdir odama kapanıp onunla ilgilenmediğim için kendimi suçlu hissetmiştim.

''Kim açtı camı?'' diye söylendim cama adımlayarak, hızla kapatırken çoraplarımın ıslanmasını umursamadım. Pervazın dibindeki yarım sigarayı gördüğümde durumu anlamıştım. Abimin yatağını toparlarlarken halının ıslanmayan yerlerini de kıvırmaya başladım.

''Kar güzel yağıyor ama değil mi Belçim? Kardan adam yapacaktık.''

''Şimdi olmaz ağabey, yarın yaparız.''

''Olmaz!'' diye bağırdı ağabeyim, ''Şimdi gidelim, sen dedin ki kar yağsın gideriz, kar yağdı.''

Yatağı kenara toplarken ağabeyime baktım, ''Ağabey yarın gideceğiz, şimdi hava soğuk.''

Ne kadar sakinleştirmeye çalışsam da o bir şeyi tutturunca vazgeçirmek çok zor oluyordu.

''Gidecektin, sen öyle dedin!''

Ağmaya başladığında elim ayağım boşalmıştı. Ayağa kalkıp karşısına geçtim, ''Ağabey ağlama ne olursun. Hava soğuk çıkarsak hasta oluruz.''

''Sen bana söz verdin. Bana yalan söylemeyecektin hani?''

''Yalan değil.''

''Yalan söylemeyecektin ama söyledin!''

''Ağabey yapma,'' dedim yalvarır gibi. Ben onu sakinleştirmeye çalışırken tüm ev halkı da başımıza toplanmıştı.

''Ne oluyor lan gece gece!'' Amcamın bağırışıyla ağabeyim korkarak arkama geçmişti.

Amcamın ardından söylenme sırası yengemdeydi, ''Gece gece ne bu gürültü? Okuyan çocuk var evde, derslerine nasıl çalışacak bu gürültüde.''

''Ben de size bir şey soracaktım yenge. Gece gece dışarıda fırtına koparken kim açtı bu camı?''

Yengem hayretle odaya girip dövünmeye başladı, ''Aman yarabbi, ev göl gibi olmuş.''

Amcam sararmış dişleri ve bıyıklarıyla pis pis baktı ikimize. ''Ulan bir kere de hayırlı bir şey yapın şu eve, uğursuz geldiniz uğursuz gideceksiniz.'' diyerek odasına gitti.

''Niye camı açık bıraktırdın oğlana kız! Sen odana erkenden çekilip telefondan erkeklerle mi fingirdiyorsun?''

''Beni Selvi'yle karıştırma yenge.''

''Kızımın adını ağzına alma, iftiracı seni. Bir gecemiz de hayırlı bitsin be.''

''Ağabeyim açık bırakmaz camı, ne malum ya Selvi'nin sigara içerken açık unutmadığı?''

Selvi'nin yüzündeki kan çekilmişti, ''Anne yalan söylüyor, ben sigara içmem ki.''

Ne kadar kolay yalan söylüyordu. Yengem o yalanları çoktan su gibi içmişti bile. Buna mı inanmayacaktı. Cırlamaya başladı hemen, ''Ümmet Muhammet aşkına, kız sen niye iftira atar oldun benim kızıma?

Cebime sıkıştırdığım sigarayı uzattım, ''Al kanıtı, bak üzerinde Selvi'nin dudağındaki boyanın izi var.''

Selvi itiraz ediyordu yana yakıla, ''Anne benim değil bak, ben hayatımda sigara içmedim.''

''Geçen gün sigara kokuyorsun dediğimde deney yaptık anne dedin, inandım. Bu ne kız! Bu ne gece gece!'' Yengem Selvi'nin saçlarını çekiştirip etlerini sıkıştırmaya başlamıştı.

''Önce kendi kapının önünü süpürün sonra bize açın o ağzınızı. Şu kadar sabrım kaldı, beni zorlamayın.''

''Yılan çingene!'' diyerek üzerime yürüdü Selvi, ''Çok fenasın sen, sessizden korkacaksın derler, sinsi!''

''Kes sesini! Daha dökülecek çok sırrın var, iki dudağımın arasındasın unutma.''

Selvi anne dayağından odasında kaçtığında yengem hırsını bizden almak istiyordu. Biricik kızına kara değdirmek ona göre değildi.

''Musa nasıl yatacak burada, yok olmaz. Musa diğer odada yatsın, burayı da temizle hemen Belçim.''

''Diğer oda benim odam yenge, her yer sırılsıklam olmuş ağabeyim nerede yatacak?''

''Senin o yarım akıllı ağabeyin pencereyi kapatmayı akıl edememiş madem yatacağı yeri akıl etsin.''

''Düzgün konuş yenge!'' diye bağırdım bize nefretle bakıp arkasını dönen kadına. Ne o düzgün konuşacaktı ne biz gerçekten sevilecektik.

''Ne yapacağız şimdi, yenge kızdı, amca kızdı.''

İlk işim korkuyla arkama sinmiş ağabeyime sarılmak oldu, ''Uyuyacaksın ağabey, hatta bu gece beraber uyuyacağız. Sobayı yakacağım ben şimdi, sen bekle.''

Hızlıca sobaya yöneldim. Kestiğim sıvıyağ şişesinden yaptığım odunluktan odun alıp sobaya attım. Çırayı tutuşturup sobayı yakmaya çalıştım. Normalde iki dakikada yaktığım sobayı yakmak ilk defa bu kadar uzun sürmüştü.

Soba tutuşurken halıları ve yer yatağını iyice kenara ittim. Musa ağabeye ait olan yatakta yatırmak istemedim ağabeyimi. Çarşaflarını değiştirmeye başladım hemen. Çarşaf kırmızı, yorgan pembeydi. Yastık eski basma elbisemden diktiğim kılıftı ama biz beraber uyuyacaktık. Bu diğer tüm dertlerden üstündü.

Üşümüş ağabeyimi yatırıp hemen yanına iliştim. Bu yaşadığımız şey ilk değildi, muhtemelen son da olmayacaktı. Soğuktan kırılmak üzere olduğumuz anlarda bile biz hep birbirimize sarılırdık.

Sağımızda annemin solumuzda da babamız yoktu, sanki hiç olmamış gibiydi keskin yoklukları. Annemin okşaması gereken saçlarını ben okşuyordum. Babamın ısıtması gereken yuvamızı ben ısıtıyordum. Ağabeyimin her şeyiydim dahası o benim her şeyimdi.

''Isındın mı?'' diye sordum çatallaşan sesimle.

''Hiç de üşümediydim.'' diye konuştu, ''Yün çorap örmüştün ya bana, onlar korumuş mu?''

''Korumuş,'' dedim boğazıma oturan yumruyu gidermeye çalışarak, sıcacık bir gözyaşı düştü yanağıma. Yüreğimi kocaman bir kimsesizlik sardı yine, ara ara en acı şekilde hatırlatıyordum bunu.

Sessizce ağlamaya çalışmak çok can acıtıcıydı. Boğazıma batan demir teller, karnıma giren kramplar, dişlerimi sıkmanın verdiği sızı... Haykırarak ağlamak daha az can acıtıyordu. Tecrübem konuşuyordu.

''Bana masal anlatsana.''

Gülümsedim bu durumda bile masalını düşünmesine. Bir çocuk kadar temizdi ağabeyim, bir bebek kadar masumdu. ''Bir varmış bir yokmuş,'' diye başlayan masallardan birine gitti alışmış dilim. Mutlu sonla bitti masal, hayatımız da bir masal gibiydi tek şaibesi sonunun nasıl biteceğiydi.

Dışarıda lapa lapa kar yağarken üzerimde kalın bir hırka ile hızlı hızlı muhtarlığa yürüyordum. Montum yoktu, şimdi ona ayıracak param da yoktu. Muhtarlığa gelip önünden kalkan arabaya binerek merkeze indim.

İlk olarak işlerimi hallettim. Kışın daha görünür oluyordu şehirdeki çakallar, benim bir işim de onları görmekti.

Bankadan para çektikten sonra İbrahim'le buluşacağımız kafeye yürümeye başladım. Bana söz verdiği gibi örnek kitap getirecekti. Heyecanlı bir şekilde kafeye girip boş bir masa aramaya başladım. Köye göre oldukça kalabalık yerlere gittiğimde korkuyordum. Herkes bana bakıyor gibi geliyordu. Sessizce bir masaya adımladım. Oturmadan önce sırılsıklam olmuş hırkamı çıkartıp boş sandalyeye asıp kalorifere yaklaştırdım. Saçlarım ıslanmasın diye örttüğüm yazmayı çıkartıp boynuma doladım. Islanan eteğime çare yoktu. Sessizce ilişip İbrahim'i beklemeye başladım.

Beni çok bekletmeden gelmişti. Hem de kucağında bir sürü kitapla. Sözünde durmuştu. Onunla iletişimim okulla sınırlı olduğunu söylemiştim. Bana gönüllü bilgi vermekten mutluluk duyacağını belirtmişti. Ders çalışmak için buluştuğumuz zamanlarda da çay yanında kurabiye yiyerek sohbet ediyorduk.

''Sende bu heves varken benden önce mezun olursun.''

İbrahim'in dediğine gülümsedim, ''Olur mu olur, bence sen asıl derslere.''

''Stajlar keyifli hale getiriyor, yoksa çekilmez diş hekimliği.''

''Bir girsem okula, çilesini ödül sayacağım.''

''Merak etme sen girersin, zehir gibi kızsın.''

''Sence akıllı birisi miyim?'' diye sordum hevesle.

''Evet.''

''Bence sen Selvi ile arkadaş olan birine göre akıllısın.''

İbrahim bir süre düşündü, 'Övdün mü gömdün mü şimdi?''

''Orası sana kalmış.''

Çay içerek kurabiyelerimizi yerken İbrahim'in saçma okul anılarını dinliyordum. Bir gün okula giderken otobüste yer vermediği yaşlı adamın profesör olduğunu öğrenmiş, anıları beni eğlendiriyordu.

Dayanamamış ve test kitabımı açmıştım. Soru çözmeye başlamam İbrahim'i güldürse de beş dakika sonra karşımdan kalkıp yanıma oturarak bana yardım etmeye başlamıştı. Kötü niyetle yanıma oturmadığını bilsem de aramızdaki mesafeyi açarak kendimi daha iyi hissetmiştim.

Zor bir soruya dalıp gitmişken İbrahim'in omzuna konan el bana çok tanıdık gelmişti. Bir anda test kitabımdan uzaklaşıp kafamı kaldırdığımda başucumda Dinçer'i gördüm. Bir eli İbrahim'in omzundaydı.

''Selamünaleyküm.''

Sesindeki gerginlik ve İbrahim'e bakışlarındaki kurşunlar belli oluyordu.

''Ve aleykümselam.'' diye karşılık verdim.

''Pardon?'' diyerek araya girdi İbrahim, ''Omzum çıkacak elinizi çeker misiniz?''

Dinçer elini kaldırıp tekrar yerleştirdi, ''Çıkmaz elimin ayarı iyidir. Sen biraz bana yaklaş birader.'' diyerek İbrahim'i sadece omzuna dokunarak benden uzaklaştırdı.

''Ne oluyor Dinçer?'' diye sordum, ''Sorun ne?''

''Konuşalım biz seninle,'' dik dik İbrahim'e baktı, ''Özel bir mesele kardeşim.''

İbrahim masumca bir bana bir de ona baktı, ''İkiniz özel bir şey konuşacaksanız benim mi gitmem gerekiyor şimdi?''

Dinçer netti, ''Hemen kaptın birader.''

İbrahim ayaklanacakken hemen araya girdim, ''İbrahim bir yere gitmiyor, hem biz daha kurabiye yiyorduk.''

Dinçer masadaki tek tük kalmış kurabiyeleri afiyetle ağzına attıktan sonra İbrahim'e eliyle yolu gösterdi. Dinçer'in sert tavrından sonra İbrahim'in çantasını alıp gitmesi uzun sürmemişti.

Bakışlarım Dinçer'i buldu. Üniformalı olduğunu yeni fark ediyordum. Etkilenmiştim bu görünüşünden, kalbim çarpmıştı. Ama salmadım kendimi.

''Neden yaptın?'' diye sordum, ''Neydi şimdi bu?''

''Benim de matematiğim iyi, integrali benimle çözemez misin, illa bu lavuk mu lâzım? Test kitabı verecekse versin gitsin, ne gerek var okuldaki anılarını anlatmasına?''

''Bir de bizi dinledin oh maşallah.''

''Soru çözüyordun, dikkatin dağılmasın diye gelmedim yanına.''

''Şimdi neden geldin?''

''Gelmese miydim Belçim?''

''Hayır öyle değil, ayrıca sen neden sinirlisin? Dik dik konuşuyorsun benimle.''

Elini yüzüne çıkartıp burun kemerini sıkıp derin bir nefes aldı, ''Güzelim ben neden seninle dik dik konuşayım? Lavuğa sinirlendim.''

''Lavuk?''

''Şu giden.''

Çoktan İbrahim'i kafasına lavuk diye kodlamıştı bile.

Gözüm kafedeki saate kaydığında hemen ayaklandım, ''Benim köye gitmem lâzım, hava kararacak.''

''Bana vaktin yok mu?''

''Köy yolu uzun, araba yok yürüyeceğim.''

''Araba kapıda, köy yolunda kaybedeceğin vakti bana harcayacaksın.''

Hoşuma gitmişti bu tavrı, ''İlla benimle konuşacaksın yani?''

''İlla konuşacağım, sensiz olmaz.''

Hırkamı sandalyeden alıp üzerime giydim, Dinçer beni izlerken bakışları pek hoş değildi. Test kitaplarımı toparlamaya başladığımda bana yardı ederken söylenmeyi de ihmal etmiyordu, ''Gözüne gireceğim diye kitapevini boşatmış lavuk.''

''Söylenme, sıkı tut.''

Hesabı isteyecekken Dinçer araya girdi, ''Gitmeden ödettim lavuğa.''

''Atlas gördüm sanki.''

''Canım ağabeyim.'' diye söylendi.

''On saniye farkla.'' diye gülümseyerek önden adımladım. Arkamdan, ''On beş yalnız.'' diye bağırmıştı.

Kafeden çıktık, Dinçer siyah bir arabanın önünde durduğunda böyle bir araba beklemediğim için şaşkındım. Test kitaplarımı arka koltuğa koyarken ben anlaşma peşindeydim.

''Şimdiden söyleyeyim köy girişinde ineceğim, kimse seni görmesin.''

''Bakarız.'' dedi keyifsizce.

Arabaya binip köye doğru yol aldık, ''Bizim köyün yolunu biliyor musun?'' diye sordum ama o cevap veremeden pişman olmuştum, ''Yaralı hâlinle bulduysan şimdi de bulursun gerçi.''

''Ha şunu bileydin.''

''Kolun nasıl?''

''Çok iyi baktın bana, iyiyim.''

''Hiç de bile, bakamadım ki sana.''

''Bana öyle baktın ki, ömrümce unutmam o bakışı.''

''Başka bir şey ima ediyorsun?''

''Öyle.''

Gülümseyerek cama çevirdim başımı. Onun yanındayken mimiklerimi kontrol etmek çok güç oluyordu.

Bineli beş dakika kadar olmuştu. Dışarıda kardan göz gözü görmezken arabanın içi şimdiden hamama dönmüştü, ''Çok sıcak oldu burası.'' Dinçer hâlâ ısıtıcının derecesini artırıyordu, elimi elinin üzerine koydum, ''Yandım Dinçer, etime işledi sıcak.''

''Allah yakmasın.'' dedi.

''Amin.'' dedim.

Bu diyaloga çok geçmeden güldük. Sıcaktan terlemeye başlamıştım. Boynuma sardığım yazmayı çıkartıp dizlerimin üzerine koydum.

''Ne konuşacaksın benimle?''

''Pamuk nasıl?''

Kaşlarımı çattım hoşnutsuzca, ''İyi, selamı var.''

''Ve aleykümselam. Sen de selam söyle.''

''Söylerim.''

''Amcanlar nasıl?''

''Sırada Selvi mi var?''

''Sevda kim ya?''

Selvi'yi takmayışı en hoşuma giden huyuydu, ''Çarşıdan işin olduğu için mi çıktın?''

''Ekiptekiler ısrar etti.''

''Yeni ekibinde kadın var mı?''

''Yok.''

''Olsun mu isterdin?''

''İsterdim tabii, kadının olduğu yerleri severim.''

Hangi anlamla söylediğini bildiğimden hoşuma gitmişti, ''Sen okurken çalıştın mı?''

''Nereden çıktı bu soru?''

''Okurken hangi işlerde çalışabilirim diye düşünüyordum, önerilere açığım.''

''Vay karınca seni, çalışırsın sen. Ben çalışmadım ama, akademi zaten bayağı zordu, ailem de destek oluyordu aklıma gelmedi.''

''Garsonluk yapacağım sanırım.''

''Demir okurken çalıştı, o yardım eder sana.''

''Onun ailesi neden destek olmadı?''

''Demir istemedi, tanıyınca anlarsın iyi adamdır.''

''Sizin ailede kötü kimse yok, yani anlattığın kadarıyla.''

''Hepsi iyi insanlardır, sizinkiler arızalı mı?''

''En iyileri benim, bir de ağabeyim var.''

''Tanışamadık beyefendiyle.''

Tedirgince gülümsedim, ''Tanışmanıza gerek yok ki.''

''Var var, öyle deme.''

''Neden var?''

''Elbet bir nedeni vardır.''

Sohbet ederek yolu bitirmiştik, ''Burada indir beni, devamını yürüyeyim sorun olur.''

''Daha var eve, üşürsün.''

''Bana bir şey olmaz, durdur.''

İnmeden vedalaşmak için ona döndüğümde benden önce inmişti bile, arka koltuktaki test kitaplarımı torpidodan aldığı poşetlere koyuyordu. Ona yardım etmeme izin vermeden kendi halletmişti. Kitapları hazırlayıp arabanın kaputundaki karı silkeledi ve kaputun üzerine bıraktı. Ben dikkatle onu izlerken montunu çıkartmaya başladı.

''Dinçer ne yapıyorsun?''

''Sıcakladım, buz yanığı.''

''O öyle bir şey değil bir kere.''

Montunu çıkartıp sırtıma sardı, ''Bu bana olmaz ki.''

''Olmaz ama oldururuz.''

Omuzlarımla itmeye çalışsam da izin vermemişti, bir çocuk gibi kollarımdan bile geçirmişti, dizlerimden sarkan monta bir bakış attım, ''Ayı gibi oldum.''

''Neslin tükenmesin.''

''Amin!''

''Sen ne yapacaksın montsuz?''

Arabanın bagajından çıkardığı lacivert montu giydi, ''Yedek vardı.''

''Bana neden onu vermedin?''

''Üzerindekine kokum sindi, karışsın sana.''

Çoktan karışmıştı oysa. Kitaplarımı alıp ona baktım, ''Hadi ben gideyim.''

''Ben de geliyorum, biraz yürüyelim gören olursa tanımıyorum sapık dersin.''

Güldüm, ''Sapığa benzemiyordun hani?''

''Senin için sapık da olurum.''

Israr ediyordu, ben de en sonunda kabul etmiştim. Kolunu uzattı, ''Gir koluma, düşersin.''

''Ben karda yürümeye alışkınım.''

''Ben değilim, hadi gir.''

Koluna girdim ve yürümeye başladık. Güzel bir andı, hiç unutmak istemeyeceğim bir an.

''Belçim?''

''Efendim.''

''Pişman mısın harbiden?''

Adımlarını durdurup yüzüne baktım, hüzünlü görünüyordu. Ne kadar istemesem de üzmüştüm onu, ''Sence?''

''Pişman değilsin, görüyorum gözlerinden. Şimdi öpsem itmezsin beni.''

''Öpme.'' dedim, yalandı, koca bir yalan.

''Öpmem.''

''Dinçer, pişman değilim.''

Derin bir nefes verdi buz gibi havaya karışan buharını izledim. Gülümsüyordu belli belirsiz.

''Oh be, oh!''

''Bağırmasana.'' diye uyardım, ''Sesin gür çıkıyor.''

''Mutlu oldum, bir kere de sevinçten bağırayım be kızım.''

Gülümsedim, ''Tamam ama çok bağırma.''

''Niye öyle dedin o sabah, aklımı aldın Belçim. Ne hissettim bir bilsen.''

''Çok nedeni var, anlaman için benim yerimde olman lâzım.''

''Değil, anlarım ben seni.''

''O an yaşadığımız şeyden pişman olmadığımı bil yeter. Daha fazla bir şey söyleyemem şimdi, buna hazır değilim.''

Başını salladı sabırsızca, ''Beklerim ben seni, sorun yok.''

''Tamam sırıtma, hadi evine git.''

''Evime gidiyorum haklısın, göreve çıkacağız bu gece. Süresi on beşi aşar dediler. Kar kış kıyamet, telefonu görmez gözüm. Veda et gel dediler, burada veda edebileceğim tek kişisin.''

Göreve çıkacağız cümlesi içime oturmuştu, sanki kalbimin orta yerine bomba atılmıştı, ''Demek öyle,'' diye konuştum zar zor, ''Gitmesen olmuyor mu?''

Gülümsedi, ''Uzun zaman sonra ilk adam gibi görevim olacak, çok mutluyum. Ben bunun için polis oldum Belçim, sevin benim adıma.''

Gözlerindeki ışıltıyı öpmek gelmişti içimden, ''Sevindim ama endişelendim de, iyi bakacak mısın kendine? Söz mü?''

''Dikkat edeceğim, söz. Eğer telefonum çekerse seni ararım. Arayamazsam da merak etme, ben ait olduğum yerde olacağım.''

Göreve gideceği için öyle mutluydu ki karşımda sanki beş yaşında kıpır kıpır bir Dinçer vardı. Onun bu haline doyamadan ayrılığımızın rüzgarı esmişti.

Üzerimde onun montu varken bende ona bir şey vermek istemiştim. Boynuma sardığım yazmayı aldım elime, bileğine uzanıp bağlamaya başladım, ''Benden sana hatıra olsun.''

''Sen vermesen ben isteyecektim, dağda bakar bakar seni anarım iyi oldu bu.''

Gülümsedim, ''Çok dikkat et kendine, ben dua ederim sana. Pamuk'a da söylerim merak etmez, özlerse eğer başa çıkarım bir şekilde.''

''Pamuk özler tabii ya.'' dedi gülümseyerek.

''Sırıtma,'' dedim yalandan kaş çatarak, ''Hadi git evine.''

''Sarılayım mı bir kere?''

''Dinçer!''

''Ne olur sarılsam, özledim seni.''

Naz yapıyordum ama onu karşısında nazım bile fazla sürmüyordu. Başımı onaylar şekilde salladığımda kollarıyla sardı beni. Koca gövdesine hapsoldum. Ona sarılmayı, sıcacık hissetmeyi seviyordum. Biz sarılında başka bir şey oluyordu. Kar sanki biz hariç herkese yağıyordu.

Dinçer'i geride bırakıp eve geldim. Ondan ayrılmak bu kez daha zor olmuştu. Açık açık hislerimi söylemediğim için kızmıştım kendime ama haksız da değildim.

Ellerimde kitaplarla odama girdiğimde yatağının üzerinde bacak bacak üstüne atmış Selvi karşıladı beni. Göz devirip kitaplarımı yer yatağımın yanına bıraktım.

Selvi ayağa kalkıp karşıma geçti, ''Sizi gördüm.''

Bu hiç iyi olmamıştı işte, korktuğumu ona yansıtmamalıydım, ''İyi ne yapayım yani?''

''Elin adamlarıyla öpüşüp koklaşmaya utanmıyor musun?''

''Utanmıyorum, başka soru?''

Yanından geçecekken elini omzuma bastırıp beni durdurdu, ''Namus timsali Belçim hanıma da bak sen, köy yoluna kadar getirmişsin peşinden. Helal olsun valla, hangi büyü?''

''Selvi boş konuşma.''

''Polismiş gerçekten, hem de özel harekat. Boyu anlattığından daha uzun ve çok yakışıklı hakkını vereyim.''

''Boyu uzunsa bana uzun, yakışıklıysa bana yakışıklı. Sen kes sesini.''

''Yalan değilmiş, hayal de değilmiş Dinçer. Yakışıklı, karizmatik bir polis. Hiç mi düşünmedin, sana neden bakıyor bu adam?''

''Sana ne kızım?''

''Koskoca polis Belçim, yok muymuş dengi?''

''Benim onun dengi.''

''Bir iki öptürdün kendini diye iyice sahiplenmişsin adamı, o işler öyle olmuyor.''

''Selvi, sus.''

''Niye sen? Aklın yetmemiş belli ben söyleyeyim. Zorunlu görevde şu an, yaşı 25 falandır. Diyarbakır'a geldi, karşısına çıkan ilk köylü kızıyla ilgilendi çünkü o bir erkek. Sadece öpmekle yetinmeyecek bir süre sonra, dahasını isteyecek. Kısacası kullanacak seni, aklını başına al.''

''Senin aklın sana yetiyor da mı bana akıl veriyorsun?''

''Yattın mı onunla?''

''Kes sesini Selvi!''

''Babama söylerim, hemen gider söylerim, bu soğukta atar sizi evden. Doğruyu söyle, gittiniz mi ileri?''

''Sen beni neyle tehdit ediyorsun, kendine baksana önce. Hukuk okumadığını, onlardan kitap parası diye aldığın paraları acımadan yediğini, bakire olmadığını, aynı anda bir sürü erkeği idare ettiğini biliyorlar mı mesela?''

''Sen de benden farklı değilmişsin. Orospuluk genetik bizde.''

Suratına hiç acımadan tokat attım, ''Beni kendinle aynı cümlede bile geçirme, bir dahakine tokatla yetinmem.''

Arsız arsız bakıyordu yüzüme. Odamdan çıkacakken kapıyı kapatıp durdurdu beni.

''Dinçer biliyor mu geçmişte olanları?''

Sırtım dönük bekledim bir süre, ''Sakın beni oradan vurma.''

''Bilmiyor tabii,'' sesi keyiflenmişti, ''bilse eğer bakar mı senin yüzüne.''

Yüzüne baktım hırsla, ondan çok kendimi ikna etmek ister gibi konuştum, ''Bakar, anlatsam anlar beni.''

''Bir adam neden polis olur, devletini milletini sevdiğinden. Peki öğrense yanında durdurur mu seni?

''Sen tasalanma Selvi. Yaşanacak her şey ikimizin arasında, sana hiçbir şey düşmez.''

''Hani aslanlar gibi savunuyordun Dinçer'i? Konu geçmiş olunca indirdin gardını, çünkü içten içe sen de biliyorsun öğrendiği an bir daha bakmaz yüzüne.''

Yutkundum, sözleri ağırdı ama doğruluğu da vardı. Dinçer'i o kadar iyi tanımıyordum, belki gerçekten de giderdi benden.

Gideli yedi günü geçmişti. Görevler uzun sürüyordu, onunla tanıştığımızdan beri bunu daha iyi anlamıştım. Onsuz geçirdiğim her gün sözler verdim kendime, karşıma çıktığı ilk an Selvi'nin gammazlamasına fırsat vermeden kendim anlatacaktım. Anlarsa anlardı, anlamazsa eğer... Anlardı.

Köy yolları kapanmıştı, açılması için uğraşan da yoktu. Selvi'nin yalandan okula gidemiyorum mızmılanmalarını çekiyorduk sadece. Bir de polis yolu bekliyordum, zordu.

''Belçim! Koltukları sen yap!''

Ağabeyimin verdiği görevi emir gibi yerine getirmem gerekiyordu. Öğlene kadar tüm ev işlerini bitirip ağabeyime söz verdiğim gibi dışarıya çıkarmıştım onu. Kışın buralar her zamankinden daha tekinsizdi, tek çıkarmıyordum, köye gelen yabancı yüzler bizim için tehlikeydi.

''Evimiz çok güzel olacak, kapıları kırmızı olacak ama değil mi?''

Gülümsedim, ''Kırmızı olacak ağabey, önce yatağını bitir sonra kapıları yaparız.''

Köyün harmanına inmiştik ağabeyimle. Kardan ev yapıyorduk kendimize. Hayallerimizi kardan da olsa gerçekleştiriyorduk. Ağabeyim kendine ait bir oda hayal ediyordu, odasında bir tane de sandalye olacaktı, ben orada oturup ona masal okuyacaktım. Benim hayallerimdeki odada ise kocaman bir kütüphane vardı, tıka basa kitap dolu bir kütüphane...

''Ağabey hava kararmaya başladı, yarın devam ederiz.''

''Olmaz!'' dedi öfkeyle, ''Ev bitmeden gidemeyiz, evimizi çalarlar.''

''Kimse çalmaz, ben korurum onu. Üşüdük hem, hadi evimize gidelim.''

''Ben hiç üşümedim.'' dedi montunu severek, ''Bu montu bana mı aldın?''

Dinçer'in montu çok yakışmıştı ona, ''Bir arkadaşım verdi.''

''Arkadaşın çok güzel tamam mı?''

Gülümsedim, ''Tamam.''

Ağabeyimi eve girmeye ikna etmiştim nihayet. Koluna girdim, beraberce eve yürümeye başladık. Hava kararmıştı, sokak lambaları da yanmıyordu. Ağabeyim yürürken oyalandığı için yavaş yavaş ilerliyorduk. Evin bahçesinden girdik.

Üzerimizdeki karları silkelemeye başladım. Eve böyle girsek laf ederlerdi. Ağabeyimin botlarını çıkartıp doğruldum. Şimdi sıcacık sobanın başında otururduk. Ahşap kapıyı açmak için ittiğimde kapı birden sonuna kadar açıldı.

Sertçe içeriye çekildim. Bir el ağzımı sarmıştı, sırtım duvara çarptığında acıyla inledim. Kapalı gözlerimi korkuyla araladığımda yere diz çöktürülmüş ev halkını gördüm. Ağabeyimi de yaka paça onların yanına fırlattılar. Çenemi saran el daha da sertleşti, kulağıma yaklaşıp fısıldadı, ''Nihayet tanıştık Turna.''

 

Loading...
0%