@pembekuyruklutilki
|
Uyarı! Bu hikâyede olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar, şiddet/korku, cinsellik bulunur. 18 yaş altı bireylerin okumaması önemle rica(!) olunur. Hikâyenin sonunun 'okura göre mutsuz' sonla bitmemesi durumuna henüz karar verilmemiştir. 080224
Zindandan çıkmak için özgürlük kölesi olmayı seçmek normallerin vereceği bir karar değildir. Normal olmayı da anormaller istemez zaten, anormal olmayı iltifat olarak kabul ederler ki anormal olmanın da kötü bir yanı yoktur. Anormalliği nasıl gördüklerini normallere sorarsak...
Kahkahaları tek saniyede durdurmak istemişti o an, izin verdi gülmelerine, sadece izin verdi, özgürlük için.
İzlediği sahneyi tek saniyede başka bir sahneye çevirmek istedi başka bir an, izin verdi o sahnenin bir süre daha yaşanmasına, sadece izin verdi, özgürlük için.
Yüksek sesleri tek saniyede susturmak istedi diğer bir an, izin verdi seslerin daha da yükselmesine, sadece izin verdi, özgürlük için.
Akan kanların tamamının tek saniyede boşalmasını istedi çok başka bir an, izin verdi ellerine kanı durdurması için, sadece izin verdi, özgürlük için.
Bir anormal, özgürlüğün ne kadar kölesi olabilirdi peki? Özgürlük için ne kadar ileri giderdi? Ya sen?
"Yapamayacaksan ben yapayım, devamını sen getir ya da tamamını ben yaparım, biliyorsun benim için çok da sıkıntı değil."
"Darlama beni Defne, yapacağımı söyledim. Kendimi hazırlıyorum duruma, görmüyor musun?"
Güldü Defne. Yapamayacağıma olan inancı tamdı. Açıkçası yapabilir miyim, ben de bilmiyorum ama içten içe kendimi hazırlıyorum olacak her şeye. Çok zor bunu yapması ama başka da çarem kalmadı, dipteyim, dipteyiz. Bana kalsa giderdim her şeyi bırakıp ama söz verdim bizimkilere, yaşayacağım onlar için, yaşatacağım bizi.
"Yapmak zorunda değilsin, biliyorsun. Bizim için kendinden ödün vermek zorunda değilsin. Beni bırakman yeterli."
Defne'nin sözleri ulaştı yine kulağıma. Onu bırakmayı her şeyden çok isterim ama yapamam. Kendisini ne kadar sevsem de ona güvenemiyorum. Çok manipülatif olduğu için güvenmemem gayet normal. Neler yapacağından az çok eminim.
Derin bir nefes aldım. "Hazırım. Sen burada kal, lütfen. Yapacağım, göreceksin."
Kafeye doğru yürürken düşünmeyi bıraktım, düşünürsem yapamazdım. Düşünürsem her şeyi mahvederdim. Hayvan iç güdüsüyle hareket etmem gerekiyordu. Düşünme, sadece yap.
Masalarına geldiğimde ona baktım, masadakilerin tümü de bana... Düşünme, düşünme, düşünme, sakin ol. Lanet olsun, böyle bakmaları çok rahatsız edici, özellikle de onun bakması...
"Konuşabilir miyiz beş dakika?"
Yaptım. Girişi yaptım, devamı kolay olacak.
Gözlerini kıstı bana bakarken, inceledi baştan aşağı. Kendimi gördüm onda bu saniyelerde.
"Siz arabaya geçin, ben hesabı öder gelirim birazdan." dedi masadakilere. Onlar kalkıp giderken başlangıcın bir tık kolay olduğunu hissettim. Bu da devamının zor olacağını gösteriyordu. Tanrı asla bana kolaylık vermezdi çünkü.
Karşısına oturdum gözlerinden gözlerimi çekmeden, çekingen değildim, cüretkâr mıydım, orası tartışılırdı.
Pek yumuşak baktığını söyleyemeyeceğim, oldukça sert bakıyordu ama bana etki ettiğini de söyleyemeyeceğim.
"Bir defaya mahsus." diye başladım otoriter bir tonla. Normal konuşma tonum bile böyleydi benim fakat kendime konuşuyormuşum gibi hissettirmişti karşımdaki adam. Karşımda bana, benim gibi bakan bir adam vardı ve ben bundan zerre rahatsız olmamıştım.
"Yüz bin lira karşılığında bir defa yapacağım. Katiyen yapmayacağım şeyler var. Bu kağıtta yapmayacağım şeyler yazıyor, öte yandan bir anlaşma bu. Tek seferlik."
Önüne bıraktığım kağıdı alıp okumaya koyuldu. Sesli söyleyemeyeceğim şeyleri yazmıştım, sesli söylediğim şeylerden bir şey anlamadığını ama çıkarımlar yaptığını görebiliyordum.
Okuduktan sonra küçümsercesine baktı gözlerime, gözlerinden geçen o iki saniyelik kuşku ve sorgulama, yapmaya çalıştığım şeyde mantık aramayı denediğini gösteriyordu.
Araladı dudaklarını. "Yapmayacaklarını keyifle yapacak olan yüzlerce insan varken neden kabul edeyim? Ne zevk vereceksin bunlar olmadan? Üstelik yüz bin lira... Kabul edeceğimi düşünüyorsan aklını hiç kullanmayan birisin..."
Önündeki kağıdımı sakince alıp katladım ve siyah kapüşonlumun cebine koydum. Keyifle ayağa kalktım ve gözlerine ufak bir gülümsemeyle baktım.
"Kabul etmemen işime gelir. Hoşçakal."
Ellerimi ceplerime koyarak yürümeye başladım. Kafeden çıkıp Defne'ye seslendim.
"Kendin gördün, bebeğim. Olmadı, gitmenin zamanı gelmiş sanırım."
Sözlerimden rahatsız bir şekilde homurdandı.
"Yapmayacaksın öyle bir şey. Ben daha yaşamadım, yaşamadan da vazgeçmeyeceksin."
Kafamı iki yana sallayıp gözlerimi devirdim. Haklı olması canımı sıkıyordu, aslında haklı olması değil, bu duruma gelmemiz canımı sıkıyordu. Tanrı'nın bizi rahat bırakmaması canımı sıkıyordu. Çaresizlikle yürüdük eve doğru.
Ertesi gün evden çıkarken ev sahibiyle karşılaşmayı beklemiyorduk. Hem genç olduğumuz hem de öğrenci olduğumuz için paragöz karakteri daha da coşuyor, buna genç ve öğrenci nefreti de ekleniyordu. Ülkenin genç ve öğrenci nefreti bitmeyecekti.
Elimdeki son parayı da adama verdim sussun biraz diye. Kirayı geciktirince çıldırıyor, evden atmakla tehdit ediyordu üstü kapalı.
Ev sahibi gidince Neşe bana döndü üzgün ve tedirgince. "İlaçların parasıydı ama o. Şimdi ne olacak? Başka para var mı?" Küçük bir çocuktan farksızdı Neşe, adı gibiydi genel olarak. Benimle ya da Defne ile konuşunca biraz gerilir veya üzülürdü sadece. İkimiz de bir çocukla nasıl konuşulması gerektiğini bilmeyen kaba insanlardık çünkü.
Defne korkutucu gözlerle baktı adamın ardından. "Lanet herif. Ölümün benim elimden olacak, bekle." diye mırıldanınca kaşlarımı çattım.
"Şu kan aşkını yok etmeni isteyemem ama biraz daha bastıramaz mısın, Defne? Bir daha karakola düşmek istemiyorum ne nedenle olursa olsun. İnan bana, bir gün izin vereceğim, gitmeden dilediğin kadar kan dökmene izin vereceğim."
Yoğun sevgi dolu gözleriyle baktı gözlerime, umutla, heyecanla, kan dökme arzusuyla... Etrafa baktım, kimse yoktu apartman girişinde, Defne'ye dönüp gözlerimi bir kez yumdum ve açtım. Her zamanki gibi şeytani bir şekilde gülümseyerek elini yanağıma yerleştirdi. "İnan bana, tatlım, dökeceğim kanların hepsi senin için olacak. Bizi bu hâle düşürenler cezalarını çekecek, her birimizin yaptığı fedakarlıkların bedelini ödeyecekler. Özellikle senin..."
İçim dolmuştu sevgiyle, Defne'nin bana olan sevgisi o kadar yoğundu ki ister istemez aynı sevgiyle doluyordu içim. Bizim birbirimize olan sevgimizin türü evrende var olmayan bir türdendi. Ne âşıkların sevgisindendi ne kardeşlerin ne arkadaşların... Bizimki eşsizdi. Kimsenin anlayamayacağı türdendi, hiç ama hiç kimsenin anlayamayacağı türden. Birbirimize ne arkadaş diyebiliyorduk ne âşık ne kardeş ama "Her şeyim" diyebiliyorduk kolayca çünkü öyleydi. Birbirimizin her şeyiydik.
Eda ile Neşe'yi evde bırakarak kampüse doğru yola çıktık Defne ile, yolda sürekli tartıştık sessiz bir şekilde çünkü her gördüğüne öldürmek istercesine bakıyordu. Sakinleşmesi için elini tuttuğumda gözlerinde yine yoğun sevgi vardı, sakinleşmişti.
Fakülte binasına doğru yürürken yan yana dizili motorlara baktık. Fazlasıyla seviyordum motorları, hız huzur veriyordu. Dayanamayıp motorun selesine parmak uçlarımı değdirdim, elimi çekip fakülte binasına döndüm. Kafede teklif yaptığım adamı ve yanındakileri görünce başka bir yere bakamadan göz göze geldik. Gözlerimi kaçırmaktan haz etmezdim bu yüzden gözlerine bakmaya devam ederek binaya yürümeye devam ettik. O da gözlerini çekmiyordu ama inattan değil de daha fazla inceleyecek bir şeyler varmış da ondan bakıyordu sanki.
Yanından geçerken kaşlarını çatarak bakmıştı, bense gayet düz bir yüzle binaya girdim. Aynı kampüste değildik bildiğim kadarıyla aslında ama arkadaşlarının çoğu bu kampüsteydi. Kendi kampüsünde olmamasının sebebini de onun birinci öğretim olmasına bağlıyordum. Benim derslerim akşam oluyordu ikinci öğretim olduğum için ve şu an da akşamdı zaten.
Karşılaştığımız için utanıyor muyum? Hayır, karşılaşacağımızı bilerek, beni tanıyacağını bilerek ona gittim.
Ben o teklifi yaptığım için utanmam gerektiğini düşünmüyorum. Bu hâle düşmeme sebebiyet verenlerin utanması gerekiyor.
Halihazırda kampüste haftada iki veya üç defa görüyordum onu, çok parası olduğu için ona gitmiştim, bana istediğim parayı sorunsuz verebileceğine inandığım tek kişi olduğu için ona gitmiştim. Sessizce reddetmişti yalnızca. Beni okulda görmeyi beklemiyordu gözlerinden anlaşıldığı üzere, geriye tek bir soru kalıyordu bana: Öyle bir teklifi ona sunan, o reddettikten sonra keyifli bir şekilde masadan ayrılan ve bugün gözlerinin önüne çıkan ben, onun aklını bugünden sonra kurcalayacak mıydım, kurcalamayacak mıydım?
Tahminlerime göre kurcalayacak, isteklerime göre kurcalamayacaktım.
Shakespeare dersi bittikten sonra sınıftan çıkan kalabalığın arasına yılan misali sızmayı amaçladım ve kolay bir şekilde ulaştım. Evimizin satılmasını destekleyen aptallardan birinin yanından geçerken arkamdaki aptalların beni itmesi tam da istediğim bir şeydi. Önümdekilere arkamdakilerle birlikte çarparken hedefimin bol cebinden rahatlıkla Airpods kulaklığı alarak avucumda saklar şekilde elimi cebime koydum ve öfkeli bir ifade takınarak arkamı döndüm.
Sınıftakiler benden haz etmezlerdi. Derste hocanın sorularına en çok cevap veren bendim, daha sonra akıllarınca beni havalı bulup benimle arkadaş olmaya çalıştılar fakat kendimi aşırı beğenmiş tavırlarımla onlarla her küçümsercesine sert dille konuşmamdan sonra benden nefret ettiler. Onları bilerek ittiğimin zerre farkında olmadan gardlarını aldılar bana. Bakışlarımdan rahatsız olmaya başladılar. Bazıları korkuyordu içten içe, o korkuyu hissediyordum. Bu da hem benim hem de Defne'nin aşırı hoşumuza gitmişti çünkü o korku ruhumuza yaşam sunuyordu.
Bana çarpan ve önümdeki aptallara çarpmama sebep olan aptallar ağızlarının içinde bir özür yuvarladılar, ben de binadan çıktım. Bina kapısından çıkarken esen rüzgarın yüzüme çarpıp geçişi Defne'nin hoşuna gitmiş olacak ki yüzünde yine o tek taraflı gülümsemesi belirdi.
"Ne kadar güzel göründüğünün farkında mısın, bilmiyorum, tatlım."
Yüreğimde nasıl bir doluluk yarattığının farkında mısın, bilmiyorum, Defne'm.
Etrafa dikkatle bakarak Defne'ye yaklaştım.
"Gidip şunu satalım ve ilaçlarımı alalım, sinirimi bozmaya başladı yine şu lanet hastalık."
"Hastalığını içten içe sevdiğini ikimiz de biliyoruz, Derin."
"İlacı bırakacak kadar değil."
🔗🗝️🔗🗝️🔗🗝️
İlacı aldıktan haftalar sonra daha iyi hissediyordum ama para sorunu hâlâ devam ediyordu. Sunum ödevlerinden elde ettiğim gelir yalnızca karnımızı doyurmaya yetiyordu. Tekrar iş aramaya çıkamazdım çünkü Defne'nin elinden bu kez kesin olarak bir kaza çıkardı. İş aramaya gittiğimiz yerlerden her defasında geri çevriliyorduk. Ya deneyimimiz olmadığı için geri çeviriyorlardı ya deneyimimizin olduğunu söylesek de çocuk gibi göründüğümüz içindi ya da küçük vücudumuzla işin altından kalkamayacağımızı düşündükleri içindi. Oysa aynı fiziksel özelliklerde çalışan onca insan görmüşken Tanrı'nın ısrarla bu saçma bahaneleri yalnızca bize yollaması beni oldukça yoruyordu. Kendisi önüme engeller koymakta ısrarcıydı ve ısrardan kesinlikle haz etmiyordum.
Ders saatim yaklaşırken evden yalnız çıktım bu kez, eve dönene dek zihnimin durgun olmasını istedim. Defne olunca sürekli ona göz kulak olma ihtiyacı hissettiğimden zihnim epey bir yoruluyordu, aynı durum diğerleri için de geçerliydi. Evin annesiydim.
Kampüse girip insanlara içimden nefret dolu sözler söyleye söyleye fakültemin adının bile yazılmasına izin verilmediği binaya doğru yürüdüm. Koskoca binada iki fakülte bulunmasına rağmen yalnızca birinin adı yazıyordu, diğerine ise padişah izin vermiyordu. Binanın efsanelerden kaynaklanan adı güç veriyordu herhalde padişaha. Bizim fakültenin öğrencileri olarak defalarca itirazda bulunduk binanın adının değişmesi için fakat onların yetkisinde olmadığını ve izin verilmediğini söylemişlerdi. Bizlere verilen tek yetki nefes almaktı, nasıl alacağımız başkalarının elindeydi. Yalnızca nefes al ve ver, tek iznin.
İngiliz Romanı dersi bitince seri adımlarla binadan çıktım, o teklif gününden sonra dersimin olduğu her gün karşılaşmaya başlamıştım o adamla. Bu durumdan hiç hoşnut değildim çünkü beni her gördüğünde inceliyordu hareketlerimi, bir şeyleri çözmeye çalıştığını anlayabiliyordum. Ne olurdu sanki diğer insanlar gibi duyarsız ve umarsız olsaydı da yoluna baksaydı, saf bir merak değildi onunkisi, beni rahatsız eden de buydu. Bu düşüncemin abartılı olduğunu söyleyebilirdi duyanlar, delice olduğunu söyleyebilirdi ama ben hissediyordum işte. Gözlerinin içini görüyordum onun.
Onunla karşılaşmamalıydım.
Ve tabi ki Tanrı istemediğim engeli önüme koyacaktı.
Kampüs girişlerinden fakülteme yakın olanından çıkmak üzereyken karşılaştığım ikili, içeri girmek üzereydi. Göz göze geldiğimizde adımlarını durdurunca arkadaşı da durdu ve ona baktı. Gözlerimin içine gözlerini kısarak baktı, dudaklarını aralayınca hızla yürümeye başladım ve çıktım kampüsten.
Lanet aklını kurcalama benimle A- Hayır. Adını kullanırsam bir bağ oluşur ben farkında olmadan. Bir erkekle bir bağ oluşturmak mı? Ölmeyi yeğlerim.
Eve gitmeden yakındaki markete uğradım. Çikolata almam gerekiyordu, evde kalmamıştı ve Neşe'nin krizleri yakındı. Market rafları arasında dolaşırken karnımdaki sancıyla gözlerimi yumdum, iğne batması gibi kramplar yürümeme engel oluyordu. Tek bir adım atarsam kramplar çoğalıyor ve öfkeden kudurmama neden oluyordu. Gözlerimi açmamla Neşe'yi görmem bir oldu. Çikolatalara hamster gibi bakan küçük kıza izin verdim istediğini alması için, yapacak bir şey yoktu, krizleri gelmişti neredeyse. İstediğini alamazsa ağlayacak ve karnı daha çok ağrıyacaktı. O neşeyle rahatça yürüyüp ağzının tadına göre çikolata seçerken benim sevdiğim çikolatadan alması da gözümden kaçmamıştı. Bunu her zaman yapardı, kendine bir şeyler alırken bizim sevdiğimiz şeyleri de büyük bir mutlulukla alırdı ama özellikle benim sevdiğim çikolatayı alırken ayrı bir mutlu oluyordu. Gözlerinde minnet ve hüzün görüyordum aynı zamanda. Onlar için uğraştığım içindi. Bana kalsa çoktan gitmiştim çünkü.
Eve gidince kızların canı ne çekiyorsa onu yapmaya koyuldum. Ortak bir yemekte karar kılmışlardı, Neşe'nin ek olarak sufle isteği de vardı tabi. Bayılırdı yaptığım sufleye, özellikle çikolata krizine girdiği zamanlar dört tane yapardım, sadece onun içindi ama.
Fırından çıkardığım karnıyarık yemeğini ocağın üstüne bıraktım. Bir süre öylece baktım yemeğin üstünde tüten silik dumana, sadece baktım, boş gözlerle baktım. Kafam çok başka yerlerdeydi, hayal kuramıyordum artık eskisi gibi, huzurlu edemiyordum kendimi önceden olduğu gibi, oysa şimdi eskisine oranla biraz daha özgürdüm. Özgürlüğe biraz da olsa ulaşmak mıydı beni huzursuz eden yoksa özgürlüğün daha fazlasını istemem miydi? Özgürlüğün istediğim kadarına ulaşamayacağım korkusuydu bu çünkü önümdeki duvara tırmanmaya çalıştıkça uzuyordu duvar boylu boyuna. Kendimi duvarlarının aşılamayacağı ve çıkışının Istırapveren yuvası olduğu bir labirentte hissediyordum. Oraya bile ulaşacak kadar güçlü değil miyim de bir türlü özgür kalamıyorum yoksa çıktım da Düz Geçit ya da Alev'de miyim? Fakat benim mi labirentimin yaratıcısı daha acımasızdı yoksa onların mı?
Çok önemli: Yıllar sonra dönmek çok tuhaf bir his, aslında dönmeyecektim ama kitabı bastırabileceğimden emin değilim. Büyük ihtimalle ömrüm buna yetmeyecek, o yüzden hayatta en çok yapmak istediklerimden birini yapacağım ve bu çok değer verdiğim yazıların insanlara ulaşmasını sağlayacağım. Elimden geldiğince hızlı yazacağım önlem amaçlı. Bitirirsem beni unutmayın, tek isteğim bu. Pembe Kuyruklu Tilki vardı, diye konuşun ardımdan, biliyor musun, diye konuşun.
Bir sonraki bölümde görüşmek umuduyla.
- Pembe Kuyruklu Tilki
|
0% |