Esra, Ali'ye karşı hissettiği kızgınlık ve kırgınlık, ruhunun derinliklerinde yankılanan bir acı gibi büyüyordu. Ali'nin onu terk etmesi, hayatına giren o gizemli kadının varlığı ve tehlikeli adamların Ali'yi arıyor olması, Esra'nın içinde bir kasırga koparmıştı. Annesini kaybettiğinden beri içindeki bu yalnızlık, kapanmayan yaralar ve derin bir boşluk, onu hep uçurumun kenarında yaşamaya zorlamıştı. Ama bu sefer, bu duygular onu annesinin mezarına getirmişti.
Ayakları, sanki kendi iradesinden bağımsız bir şekilde, onu annesinin mezarına sürüklemişti. Esra, annesinin mezarına ilk defa geliyordu. Toprağın altında yatan, bir zamanlar sıcak gülüşüyle ona huzur veren, saçlarını okşayarak onu teselli eden annesi Selma'ydı. Şimdi ise, o sıcaklık sadece soğuk bir taşın ve altındaki toprağın içinde gizlenmişti.
Mezar taşına dokundu Esra, parmaklarıyla yazılmış olan ismi okşarken, gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Toprağın üstünde, henüz kurumamış çiçekler vardı. Belli ki, biri yakın zamanda buraya gelmişti. Belki de babası, ya da yıllardır görmediği başka bir akrabası… Ama Esra'nın aklı bu detaylarda değildi. Tek düşündüğü, annesiyle geçirdiği o kısa ama güzel anılardı.
“Anne…” dedi fısıltıyla, sesi kırık ve güçsüzdü. “Neden gittin? Neden beni bu dünyada yalnız bıraktın?”
Kalbi ağırlaşıyordu. Annesi yanında olsaydı, her şey farklı olur muydu? Hayatındaki bu karmaşa, bu belirsizlikler, bu kırıklıklar yaşanmaz mıydı? Ali'nin varlığı, o gizemli kadının tehditleri, tüm bu sorunlar belki de hiç olmayacaktı.
Gözlerini kapattı ve geçmişe, annesinin hala hayatta olduğu o günlere gitti. Onun sıcak kollarında nasıl huzur bulduğunu, başını göğsüne yasladığında tüm dertlerinin nasıl da hafiflediğini düşündü. Ama şimdi, o sıcaklık yerini yalnızca soğuk bir taşa ve toprağa bırakmıştı.
Esra, toprakla örtülü mezara doğru eğildi, elleriyle toprağı kavradı. Kendi içindeki boşluğun bir yansıması gibiydi bu toprak. Ne kadar kazsa, ne kadar derine inmek istese de, annesine ulaşması mümkün değildi. Bu gerçeği kabullenmek onu daha da yaralıyordu. Annesinin yokluğu, hayatındaki en büyük yara olarak kalacaktı.
“Sen gittikten sonra her şey kötüye gitti, anne. Ne yapsam, ne denesem olmuyor… Seni özledim, çok özledim,” dedi, sesi boğuk bir hıçkırığa dönüştü. Esra, gözyaşlarına hakim olamıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar toprağa karışırken, sanki tüm acısını bu toprağa döküyor gibiydi.
Toprağın kokusu, soğuk hava, mezar taşının sertliği… Hepsi Esra’nın içindeki kaybolmuşluk hissini daha da derinleştiriyordu. Kendisini yapayalnız, kaybolmuş ve çaresiz hissediyordu. Bu mezarın başında, kendisiyle, geçmişiyle ve geleceğiyle hesaplaşma anıydı. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını biliyordu. Annesinin kaybıyla başlayan bu kırılma, onu sonsuza dek değiştirmişti.
Ali’ye duyduğu kızgınlık, bu yalnızlık ve umutsuzluk anında daha da büyüyordu. O, hayatına girmiş, onu bir umutla doldurmuştu; fakat şimdi, Ali de onu terk etmişti. Esra, Ali’nin onu nasıl kırdığını düşündükçe içindeki öfke kabarıyordu. Onu ne kadar sevdiğini bile anlamamıştı Ali. O kadar kördü ki Esra’nın acısını, sevgisini görememişti.
Ama bir yandan da, Ali’yi düşündükçe, onu özlediğini fark ediyordu. O kadar çok karmaşık duygu bir aradaydı ki, Esra ne düşüneceğini, ne hissedeceğini bilemiyordu. Annesinin mezarının başında, bu duygularla boğuşurken, sanki o mezarın soğuk toprağına gömülen sadece annesi değil, Esra’nın umutları, hayalleri ve inançlarıydı da.
Esra, annesinin mezarı başında ne kadar süre oturduğunu hatırlamıyordu. Zaman, sanki bu sessiz yerde durmuş gibiydi. Gökyüzü yavaş yavaş kararmaya başlamış, mezarlık etrafındaki ağaçların gölgeleri uzamıştı. Hafif bir rüzgar esiyordu; rüzgarın serinliği Esra’nın yüzüne çarptıkça, sanki annesinin varlığını hissediyordu. Her esinti, onun geçmişten gelen bir hatırası gibi etrafında dolanıyordu.
Cebinde çalan telefonun sesi, bu derin sessizliği böldü. Babasıydı. Esra, kaç defa arandığını bilmiyordu. Telefonun ekranında birden fazla cevapsız arama vardı. Babası, endişelenmiş olmalıydı; ama Esra, şu an onunla konuşmak istemiyordu. Annesinin mezarının başında, bu huzursuzluktan, bu dünyadan kopmak istiyordu. Telefonun ekranı karardı, ama kısa bir süre sonra tekrar çalmaya başladı. Babası pes etmeyecek gibiydi.
Telefonu eline aldı, bir an için aramayı cevaplamayı düşündü. Fakat babasıyla konuşmak, şu an dayanabileceği bir şey değildi. Onun sesini duymak, yeniden gerçek dünyaya dönmek demekti, ve Esra buna hazır değildi. Yavaşça telefonu cebine geri koydu, ama telefon susmadı. Sanki babası, Esra’nın içindeki acıyı hissediyormuş gibi, ona ulaşmak için çabalıyordu.
Esra, telefonu tamamen kapatmayı düşündü, ama bu da onu babasının endişesinden kurtaramazdı. Babasının belki de mezarlığa gelmek üzere olduğunu, onu bulmak için her yeri aradığını hayal etti. Ama yine de, yerinden kıpırdayamadı. İçinde bir ses, annesinin yanında kalması gerektiğini, onunla biraz daha zaman geçirmesi gerektiğini söylüyordu.
Mezarın başında oturduğu süre boyunca babası kaç kez daha aramıştı, Esra sayamadı. Ama her defasında, aynı kararmaz ekrana bakıp, telefonu cevapsız bırakıyordu. O anlarda, dünya sadece annesinin mezarından ibaretti, ve Esra bu dünyadan kopmak istemiyordu. Karanlık çökmeye başladıkça, Esra’nın içine de aynı karanlık doluyordu. Ama bir yandan, bu karanlık ona tanıdık ve güvenli geliyordu; çünkü annesi de bu karanlığın içindeydi.
Sonunda, mezarlığın kapılarının kapanma saati geldiğinde, Esra istemese de oradan ayrılmak zorunda kalacaktı. Ama babası, hala onu bulamamıştı. Esra, içinden bir güç toplayarak, annesinin mezarına son bir kez baktı. “Seni özlüyorum, anne,” diye fısıldadı. “Ve özlemeye devam edeceğim.” Gözyaşlarını silmeden, yavaşça ayağa kalktı. Annesinin mezarından uzaklaşmak, bir parçasını orada bırakmak gibiydi, ama gitmek zorundaydı.
Yürümeye başladığında, telefonun tekrar çalmaya başladığını duydu. Bu sefer, cebinden çıkardı ve aramayı cevapladı. Babasının sesi, karşı taraftan endişeyle dolu olarak geldi: “Esra, neredesin? Çok merak ettim seni!”
Esra derin bir nefes aldı, ama sesinde hissettiği kırıklığı saklayamadı: “Mezarlıktayım, baba. Annemin yanındaydım.”
Babası sessiz kaldı bir an. Esra, onun da ne diyeceğini bilemediğini fark etti. Sonra, babası yumuşak bir sesle, “Tamam kızım, gel eve. Bekliyorum seni,” dedi.
Esra, telefonu kapatıp, mezarlıktan çıkarken, annesinin mezarına son bir kez daha dönüp” Artık sık sık gelecem Anne. Seni yalnız bırakmayacağım. Acılarımı, sevinçlerimi sana anlatacağım. Affet beni Anne, daha önce gelmediğim için affet.” Yüzündeki yaşları silerken… Yavaşça yürüdü, içindeki boşlukla baş başa, ama bu boşluğun da bir şekilde kendine ait olduğunu bilerek.