Ali ve Nilay, karların arasında yan yana yürürken dışarıdan bakan biri için adeta bir kartpostaldan fırlamış gibiydiler. Sessizliğin ve doğanın tadını çıkararak yürüyen iki kişi, karların üzerine düşen güneş ışıklarıyla parıldayan bir hale içinde gibiydiler. Bu görüntü sakin, huzurlu ve masumdu. Ancak onların çevresinde yavaşça daralan bir çember vardı; görünmez, sessiz ve tehlikeli bir çember.
Bu çember, arkalarında bıraktıkları geçmişin, sakladıkları sırların ve kaçmaya çalıştıkları gerçeklerin yarattığı bir ateşten yapılmıştı. Nilay’ın karanlık geçmişi, peşini bırakmayan ve her an yüzüne vurulabilecek bir tehdit olarak etrafında dönüyordu. Ali'nin, Nilay hakkında bilmediği gerçekler, onları hem birbirlerine yaklaştıran hem de aralarına bir uçurum koyan bir gölge gibiydi. Bu gölgelerin altında kalan her adım, onları daha da tehlikeli bir sona doğru yaklaştırıyordu.
Nilay, Ali’nin yanında yürürken kalbindeki çelişkilerle boğuşuyordu. Onunla olmanın verdiği mutluluk, geçmişinin getirdiği korkuyla sürekli bir savaş halindeydi. Ali'ye karşı hissettiklerini ve içinde sakladığı sırları nasıl bağdaştırabileceğini bilmiyordu. Her şeyin bu kadar güzel görünmesi, ona bu güzelliğin aslında ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyordu. Ali’nin gözlerinin içine baktığında, ona bir şeyleri anlatmak istediğini hissediyordu, ama kelimeler boğazında düğümleniyordu.
Ali ise, Nilay’ın sessizliğini ve düşüncelere dalmış halini fark ediyordu. Onun ne kadar güzel ve zarif olduğunu bir kez daha düşündü. Nilay'ın gizemli hali, Ali'nin içindeki merak duygusunu besliyor, ancak bu merak altında bir tür korku barındırıyordu. Nilay’ın geçmişinde ne olduğunu bilmemek, ona bir türlü rahat vermiyordu. Yine de, bu sorularını dile getirmekten çekiniyordu çünkü cevapların onları bu huzurlu görüntüden alıp bir felakete sürükleyebileceğinden korkuyordu.
Kardaki ayak izleri, onların bu yürüyüşünün dış dünyadaki tek kanıtıydı. Ama bu izler bile karın altında kaybolmaya mahkûmdu. İkisi de, içlerinde taşıdıkları bu ateş çemberinin onları ne zaman ve nasıl saracağını bilmiyordu. Her adımda, kartpostalın arkasındaki gerçeği biraz daha hissediyor, ama bunu yüksek sesle söylemekten kaçınıyorlardı. Gerçek, çok yakında su yüzüne çıkacaktı.
Kaç saattir yürüyorlardı, ne kadar mesafe gitmişlerdi, farkında değillerdi. Kaldıkları otel onlardan çok uzakta görünüyordu. Birlikte olmak sanki onları zamandan ve mekandan ayırıyordu. Ne havanın soğukluğu ne de karlar üzerinde yürümenin zorluğu onlara engel olabiliyordu. Rüzgarın uğultusu ve karların çatırdaması dışında ikili başka hiçbir ses duyamıyordu. Sessizliği bozan Ali oldu. "Nilay," dedi, yutkundu, "Şey," dedi ve başını eğdi. Bu kesik kelimeler, bu boğuk ses, Nilay’ı artık kaçamayacağı sorulara karşı savunmasız bırakıyordu. Artık anlatması gerektiğini hissediyordu. Ali ile bir geleceklerinin olması, birbirlerine daha çok yakınlaşabilmeleri için bazı soruların ve cevapların verilmesi gerekiyordu.
"Dinliyorum," dedi Nilay, Ali’nin hala kesik kesik cümle kurmaya çalıştığını görerek. "Ben... seni... gördüğüm günden beri... içimde tuhaf şeyler oluyor," dedi Ali. Nilay, ona cesaret vermek istedi. "Aynı tuhaflık bende de var," dedi.
Ali, Nilay’dan aldığı cesaretle biraz daha rahatladı. "Sürekli seni düşünüyorum. Tek başıma kaldığım zamanlarda seninle konuşuyorum. Zamanımın çoğunu düşlerimde seninle geçiriyorum," dedi. Ali daha konuşmasını bitirmeden Nilay araya girerek, "Sen, bu dünyada başıma gelen en güzel şeysin. Ömrümün en güzel anılarını seninle yaşıyorum. Bundan birkaç yıl önce böyle duyguların olduğunu bana sorsalardı inanmazdım," dedi. Durdu, derin bir nefes aldı. Sanki dışarıdaki havayı tek başına içine çekiyor gibiydi. Sonra devam ederek, "Sana anlatmam gereken bazı şeyler var," dedi başını iyice önüne eğerek. Yüzündeki ifadeyi Ali’nin görmesini istemedi.
Ali, Nilay’ın ne kadar zorlandığını anladı. "Anlatmak zorunda değilsin. Ben, geçmişini değil seni tanımak istiyorum. Her insanın karanlık bir yönü olabilir."
"Ahh Ali, geçmişimin karanlığı bir gölge gibi takip edecek bizi." Ali, bu cümlenin ağırlığı altında ezildi. Nilay’ı daha fazla yormak istemedi, kalkmak için yeltendi. Ancak Nilay, elini Ali’nin omzuna atarak, "Bu cesareti kendimde bulmuşken sana anlatmak zorundayım," dedi. Gözlerini uzaklara dikip hafifçe kıstı. Konuşmaya başlamadan gözlerinden yaşlar aktı. Ali, Nilay’a yakınlaştı, başını alıp omuzlarına yaslamak istiyordu. Nilay, eliyle Ali’yi hafifçe itti. Yaşlardan dolan gözlerini kapattı. "Anne-babamı hiç tanımadım. Aklımda onlara dair hiçbir anım yok. Kendimi bildim bileli hep yalnızım."
Ali büyük bir pişmanlık yaşıyordu. Nilay’ı zorladığını düşündü. Anlatmasına engel olmak istese de içini döküp rahatlayabileceğini düşündü. İnsan, en güvendiklerine anlatırdı, en karanlık sırlarını, en derin yalnızlıklarını. Dertleşmek insanın üzerinde hafifletici bir etki bırakırdı. Yıllarca taşınan hafif yükler anlatılmayınca gittikçe ağırlaşırdı. Akıtılan her gözyaşı aslında dökülen yüklerdi.
"Yanımda kimse yoktu. Korktuğumda, ağladığımda hep tektim. Gözlerimi açtığımda yetimhanedeydim. Hatırladığım en eski anılarım da yetimhaneden kalanlar. Bize iyi davranmazlardı. Biz lanetliydik onlar için. Öyle olmasa anne-babalar bizi terk eder miydi?" Nilay'ın sesi titredi, gözlerini yerden kaldırmadan devam etti: "Her sabah aynı soğuk duvarlara uyanmak, her gece aynı karanlıkta kaybolmak… Belki de en zor olanı, sevgiye dair bir anının bile olmamasıydı. İnsan sevgi nedir bilmediğinde, kendini nasıl sevebilir ki? Herkes bir yerlerde ailesini, evini bulur. Ama ben... Ne zaman bir yere ait hissetmeye çalışsam, o anılar tekrar gelip yakamı bırakmazdı. Sanki geçmişim peşimde bir gölge gibi dolaşıyor, beni hiçbir yere kök salamamaya mahkum ediyordu."
Nilay, gözyaşlarını silerek başını kaldırdı. "Kimse anlamazdı, Ali. Kimse bu boşluğu, bu soğukluğu anlamaz. Beni kimse anlayamaz."
"Bu genç adama karşı duyduğu duygular gerçekti. Ona karşı duyguları vardı. Hâlâ duygularının bir ismi yoktu. Yaşadığı hayattan kurtulmak için Ali’yi bir çıkış kapısı olarak görüyordu. Onu kaybetme korkusu, ona karşı dürüst olma isteğinden daha ağır basıyordu. Ali’ye karşı dürüst olmak, onu kaybetmek olabilirdi. Başlamış olduğu bu yalanı devam ettirmek artık bir gereklilikti. Ali’nin Nilay’a karşı duyduğu sevgi, artık bir koruma ve acıma içgüdüsüne de dönüşmüştü. Nilay bunu çok iyi biliyordu; erkekler kendini güçlü görmeyi, güçlü göstermeyi severdi. Nilay bu oyuna devam etmek istiyordu.
"Kazım, beni evlatlık olarak yanına aldı. Ben yetimhanedeki yalnızlıktan kurtulmak için mücadele verirken, Kazım benim kurtarıcım gibi gelmişti. Meğerse benim gibi başka çocukları da karanlık, kasvetli bir yerde toplayıp dilendiriyormuş. Kendine küçük çocuklardan bir dilenci ordusu kurmuştu." Söylediklerinin etkisini Ali’nin üzerinde görmek için durup ona baktı. "Hâlâ, Ali, hâlâ beni dilendiriyor. Başka insanların çocuklarını kaçırıp bizim gibi büyük olanlara getiriyor..."
Ali ayağa kalktı. "Artık yeter, duymak istemiyorum! Ne olursa olsun, seni koruyacağım. Artık sadece sen değil, Kazım'ın elindeki diğer çocukları da kurtaracağım." Birden kendini çok güçlü hissetti; Ali’nin yüreğindeki kor, gözlerinde alev almaya başladı.
"Ali, Kazım çok tehlikeli biri. Çok fazla adamı var. Onunla baş edemezsin, sana zarar vermesinden korkuyorum."
Ali çok kararlıydı. "Bu tür insanlar hesap vermeli," dedi.