@pesimistyazar
|
Gece bir hayli ilerlemişti. Ali ve Nilay, hem yorgunluktan hem de uykusuzluktan bitkin düşmüşlerdi. Urfa'nın pek de işlek olmayan bir caddesinde, üç yıldızlı bir otel buldular. Yine yan yana, fakat farklı odalarda kaldılar.
Esra ise Ali Hoca’ya ulaşmanın getirdiği rahatlıkla, birkaç gündür içinde bulunduğu huzursuz ruh halinden bir nebze olsun kurtulmuştu. İçindeki sıkıntı hafiflemiş, geleceğe dair biraz daha umutlu hissetmeye başlamıştı.
Sabah erkenden kalktı Ali Hoca. Diyarbakır’a gitmek için vakit kaybetmeden hazırlıklara başlamak istiyordu. Pencereden süzülen güneş ışıkları, odanın içini aydınlatmıştı. Ali, hızlıca giyinip eşyalarını topladıktan sonra, yan odadaki Nilay’ın kapısını çaldı. İçeriden hiçbir ses gelmedi. Bir süre bekledi, ardından kapıyı birkaç kez daha çaldı, fakat yine ses yoktu.
Ali’nin içini bir huzursuzluk kapladı. Nilay'ın sabah erken kalkacağını biliyordu, ancak bu sessizlik onu tedirgin etmişti. Bir an duraksadı, sonra kapının tokmağını çevirmeye karar verdi. Kapı kilitliydi. Endişesi artmıştı; Nilay’a bir şey olmuş olabilir miydi?
Hemen otelin resepsiyonuna inip durumu bildirdi. Resepsiyon görevlisi:” Sizinle gelen bayan sabah erkenden ayrıldı.” “ Ayrıldı mı?” “ Evet. Çıkarken size bir zarf bıraktı. Buyrun”
Ali’nin elleri o kadar titriyordu ki zarfı zorlukla tutabiliyordu. Derin bir nefes alarak, titreyen elleriyle zarfı açıp içindeki mektubu okumaya başladı.
“Beni affet, Ali. Hayatına girdiğimden beri huzur yüzü görmedin. Sana hep sorun çıkardım, seni istemeden de olsa zor duruma soktum. İlk kez Kazım’dan uzaklaşmayı başarmışken, tekrar Diyarbakır’a dönüp onun beni bulmasına izin veremem. Beni merak etme, başımın çaresine bakarım. Duygularını karşılıksız bıraktığım için de özür dilerim. Seni bu çekilmez, korkunç ve utanç dolu hayatıma ortak etmek istemiyorum. Hayatımın en güzel anlarını seninle yaşadım. En güzel anılarını da seninle biriktirdim. Sen çok iyi, temiz kalpli bir insansın. Belki başka bir hayatta her şey farklı olabilirdi. Lütfen kendine iyi bak. Seni hep hatırlayacağım… Nilay.”
Mektubu okudukça, Ali’nin içi boşalıyormuş gibi hissetti. Nilay'ın her kelimesi yüreğinde derin bir iz bırakmıştı. Olayların bu noktaya gelmesi onu derinden sarsmıştı. Nilay’ın hayatındaki ağırlığı ve kendi çaresizliğini düşündükçe, gözleri doldu.
Ona yardım edememenin verdiği acıyla boğuşurken, içinden bir ses Nilay'ın doğru olanı yaptığını söylüyordu. Fakat diğer yandan, onu bırakıp gitmesini bir türlü kabullenemiyordu. Belki de onu bir daha asla göremeyecekti. Bu fikir Ali’yi sersemletti. Sendelemeye başladı. Bulduğu ilk banka çöktü ve bir süre sessizce oturdu. Zarfı ellerinde sıkı sıkı tutarak, Nilay’ın izini sürüp sürmemeyi düşündü. Ama Nilay’ın kararlılığı ve mektuptaki son sözleri, onu geri adım atmaya zorladı. Ne yapacağını bilmiyordu; tek bildiği şey, Nilay’ın kendisi için farklı bir yol çizmiş olmasıydı.
Diyarbakır’a doğru yola çıkarken, Nilay’ın onu terk ettiği fikri Ali’nin zihnini sürekli meşgul ediyordu. Onun yokluğu içini sızlatıyor, aklındaki belirsizlikler ise adeta bir düğüm olmuştu. Şimdi ne yapacaktı? Nilay olmadan bu zorlu mücadelede yalnız mı kalacaktı? Kazım’la tek başına mı yüzleşecekti?
Bu düşünceler içinde yol alırken, Kazım’ın hala bir tehdit olup olmadığını sorgulamaya başladı. Nilay’ın gidişiyle Kazım’ın peşinden gelme ihtimali artmış mıydı, yoksa Nilay’la birlikte tehlike de ortadan kalkmış mıydı? Ali, Kazım'ın gölgesinin hâlâ üzerinde dolaştığını hissediyordu ve bu düşünce onu huzursuz ediyordu.
Diyarbakır'a yaklaştıkça, Ali’nin içindeki karar verme zorunluluğu giderek ağırlaştı. Kazım'la hemen yüzleşmeli miydi, yoksa bir süre olayların akışını mı izlemeliydi? İçindeki sesler birbiriyle çelişirken, bir gerçeği reddedemiyordu: Kazım denen o aşağılık adam, masum çocukları ailelerinden koparıp dilendirmeye zorlayan biriydi. Bu onun yanına kâr kalamazdı.
Ali, başka Nilaylar’ın, başka hayatların kararmasını istemiyordu. Kazım’ın yaptıklarını düşündükçe içindeki öfke kabarıyor, adaletin yerini bulması gerektiğine dair inancı güçleniyordu. O an kararını verdi. Kazım'ın karşısına çıkacak ve ne pahasına olursa olsun bu zulme bir son verecekti.
Diyarbakır’a varır varmaz, planını uygulamaya koymayı düşündü. Fakat bir yandan da temkinli olmalıydı; Kazım tehlikeli biriydi ve hata yapma lüksü yoktu. Öncelikle, Kazım’ın izini sürmek ve onun faaliyetleri hakkında bilgi toplamak gerekiyordu. Bu mücadele uzun ve zorlu olabilirdi, ama Ali, doğru olanı yapmakta kararlıydı.
Nilay'ın hayatına giren karanlık gölgelerin başka insanların üzerine düşmesine izin vermeyecekti. Bu, onun vicdan borcuydu.
Diyarbakır’a yaklaştıkça Ali’nin içindeki kararsızlık yerini bir ağırlığa bırakıyordu. Hava soğuk, rüzgar keskin ve sertti; fakat Ali’nin içindeki yangın daha da büyüyordu. Gözlerini ufka dikmiş, yol boyunca kafasındaki düşüncelerle savaşıyordu.
Kazım’ı düşündükçe, zihninde karanlık bir tablo beliriyordu. Kazım, yüzü kederle çizilmiş, sert bakışlı bir adamdı. Her hareketi tehditkâr, her sözü zehir gibi… Kazım’ın çocukları sokaklarda dilendiren, onları çaresizliğe sürükleyen elleri, Ali’nin zihninde adeta bir kabus gibi yankılanıyordu. O, şehirdeki birçok hayatı karartan, insanları gölgeler gibi peşinden sürükleyen biriydi. Ali, Kazım'ın gözlerindeki acımasızlığı düşündükçe nefes almakta zorlanıyordu.
Diyarbakır'ın kente has kokusu, keskin toprak ve yakılan tezek karışımı rüzgarla birlikte burnuna dolarken, Ali, geçmişin tozlu yollarını bir kez daha hatırladı. Bu şehir, her köşesiyle ona hem tanıdık hem de ürkütücü geliyordu. Kazım'ın izini sürerken sokaklar, daracık ara sokaklar, yıkık dökük binalar ve harap olmuş hayatlar arasında kaybolmaktan korkuyordu. Ama gözleri hâlâ kararlıydı; bu mücadele, sadece onun değil, Kazım'ın zulmünden kurtulması gereken herkesin mücadelesiydi.
İçinde bir yerlerde, Nilay’ın yüzünü görür gibi oldu; acı dolu, ama yine de direnen bir yüz... Nilay’ın gözlerindeki çaresizlik, başka çocukların, başka kadınların gözlerinde yankılanmasın istiyordu. Kış güneşinin cılız ışıkları, soğuk beton duvarların üzerine yansırken, Ali, bu karanlığı aydınlatmak için elinden geleni yapmaya hazırdı.
Kazım’a karşı yalnız olsa da, Ali, içinde bir yerlerde, vicdanının ve adalet duygusunun ona rehberlik edeceğini biliyordu. Soğuk rüzgarın yüzüne çarpmasına aldırmadan, ellerini sıkıca cebine soktu ve adımlarını hızlandırdı. Bu şehirde karanlık ne kadar derin olursa olsun, Ali o karanlığa ışık tutmaya kararlıydı.
Okula vardığında, çocuklar bahçede neşe içinde oyun oynuyordu. Ali’nin gözleri, etrafta tuhaf bir hareketlilik olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Bir şeylerin ters gitmesinden endişe ediyordu, bu yüzden dikkatlice etrafı gözlemledi. Tam o sırada, coşkulu bir ses duydu: "Ali Hoca!" Sese doğru döndüğünde, karşısında yüzü ışıldayan, gözleri parlayan Esra’yı gördü.
Esra’nın gözlerindeki canlılık, Ali’nin yorgun zihnine bir anlık da olsa ferahlık getirdi. Onun bu enerjik hali, Ali’nin içindeki tüm karanlık düşünceleri bir anlığına unutturmuştu. Esra, Ali'ye doğru koşarken, Ali’nin dudaklarına küçük bir tebessüm yayıldı. Ancak içinde hâlâ Nilay’ın yokluğu ve Kazım’ın yarattığı tehlikenin ağırlığını hissediyordu.
Esra, Ali’nin yanına vardığında heyecanla konuşmaya başladı, ancak Ali’nin aklı hâlâ başka yerdeydi. Esra’nın söylediklerini dinliyordu, ama bir yandan da Kazım'ın tehditkâr varlığına karşı tetikteydi. Esra, onun dikkatini çekmek için bir an duraksadı ve Ali’nin gözlerinin içine baktı.
"Ali Hoca, iyi misiniz? Yorgun görünüyorsunuz," dedi, yüzündeki coşku yerini endişeye bırakarak.
Ali, iç çekerek Esra’ya gülümsedi. "İyiyim Esra, sadece biraz kafam karışık," dedi. Ardından, Esra’nın saf enerjisinden güç alarak, kendini toparlamaya çalıştı. Öğrencilerinin yanında güçlü durmalıydı, özellikle de Esra’nın. Ama Ali, içinde fırtınalar koparken bunu nasıl başarabileceğini bilmiyordu. |
0% |