Esra, Ali Hoca’nın güçlü görünmeye çalıştığını fark etti. “Büyükler neden bizi küçük görüyor? Fikirlerimize hiç değer vermiyorlar. Her şeyi kendileri biliyormuş gibi davranıyorlar.” Esra, bu sözleri söylerken zil çaldı ve sınıfa doğru ilerledi. Ali, Esra’nın ardından bakarken içine bir pişmanlık düştü. Gerçekten de öyle mi davranıyordu? Kendini sorgulamaya başladı. Belki de Esra haklıydı; gençlerin dünyasına daha çok kulak vermeliydi. Yılların getirdiği katı tavrının arkasındaki duvarların yavaş yavaş çatladığını hissetti. İçinde bir şeyler değişiyordu ama bu değişimin ne anlama geldiğini tam olarak anlayamıyordu.
Sınıfa doğru yürüdü, ancak düşünceleri zihninden atmak kolay değildi. Ders başlamıştı ama zihni hâlâ Esra’nın söylediklerinde takılı kalmıştı. Öğrencilerine göz gezdirdi; hepsi geleceğin umutlarıydı, ama onları gerçekten anlıyor muydu? Bir an için kendini Esra’nın yerinde düşündü. Eğer genç olsaydı, böyle bir öğretmen karşısında ne hissederdi? Bu sorular, onu derin bir içsel sorgulamaya itti.
Ali’nin kalbi kırıktı. Nilay onu terk etmiş ve geride sadece bir mektup bırakmıştı. Ne kadar acımasız bir ayrılık şekliydi bu! Onca yaşananlardan sonra bunu hak ettiğini düşünmüyordu. Nilay’a hak verebilirdi belki ama kalbinin acısını dindirmek için her defasında farklı bir düşünceye kapılıyor, kendini bazen avutup bazen suçluyordu. Şimdi Kazım denen biri ile de mücadele etmek zorundaydı. Duyguları Diyarbakır’ın siyah taşlarına çarpıyor, uçsuz bucaksız ovalarında gezinip sahipsiz bir şekilde geri dönüyordu.
"Nergis ve Selin, 'Ali Hocam!' dediklerinde irkildi. İçine bir korku girdi. Gerilmiş bir şekilde düşünceye daldığı sandalyeden kalkmaya çalıştı. Kız öğrenciler olduğunu anlayınca rahatladı. 'Siz miydiniz kızlar?' dedi. 'Başka birini mi bekliyordunuz hocam?' derken, birbirlerine bakıp gülümsediler. Ali ne olduğunu anlamadı ama onu da bir gülümseme aldı. Kızlar devam ederek, 'Akşam Esralarda olacağız, bugün onun doğum günü.'
Ali Hoca, kendi 18. yaş gününü hatırladı. Genç biri için 18 yaş çok önemliydi. Artık resmi olarak devlet sizi ciddiye alıyordu. Bazı şeyleri yapma hakkı veriyorlardı size. Çocukluktan gençliğe adım atmanın ilk basamağıydı bu. Artık sizi irade sahibi olarak kabul ediyorlardı. Demek ki, Esra bu yüzden çocuk muamelesi yapılmasına kızıyordu. Büyükler koydukları sınırlara kendileri bile uymuyordu.
'Biz sizin de gelmenizi istiyoruz,' dediler. Ali Hoca, 'Başka gelen var mı?' diye sordu. 'Hayır Hocam. Sizin dışınızda diğer öğretmenler yaşlı. Bizim okula gelen en genç hoca sizsiniz,' derken birbirlerine dirsek attılar. Ali Hoca, yeni bir öğretmendi. İdealistti ve klasik öğretmen anlayışından uzaklaşıp öğrencilerle arkadaş gibi olmayı isterdi. 'Tamam, geleceğim,' dedi. Kızlar, zıplayarak, 'Teşekkür ederiz hocam! Siz bir tanesiniz!' diyerek uzaklaştılar. Ali Hoca seslendi, 'Nerede toplanacağız?' Kızlar, 'Dağkapı Meydanı'nda toplanacağız, saat 19:00’da,' dediler. “Saate baktı 15:30, daha çok var “dedi.
Ali, öğrencileriyle konuşurken ne kadar huzurlu olduğunu fark etti. Onları seviyordu, onlara değer veriyordu.
Esra, Nergis ile Selin’in şakalaşarak bahçeden uzaklaştıklarını gördüğünde meraklandı. Hemen peşlerine takıldı ve seslendi: "Hey kızlar, neler oluyor böyle?" Nergis arkasına dönüp gülümseyerek cevap verdi: "Ah, Esra! Bir şey yok, sadece Ali Hoca'yı da akşamki doğum günü partine davet ettik. Gelmeyi kabul etti!"
Esra bir an duraksadı. Ali Hoca'nın geleceğini duyunca içi kıpır kıpır oldu gözlerinin rengi açıldı. Heyecanını gizlemeden"Gerçekten mi? Ali Hoca mı geliyor?" diye sordu, sesi hafifçe titreyerek.
Selin de Esra’ya dönüp göz kırptı: "Evet, Esra! Bu gece çok eğlenceli olacak. Hem de Ali Hoca’yla!"
Esra, içindeki karmaşık duyguları bastırmaya çalışarak gülümsedi. "Peki, tamam. O zaman hazırlık yapmamız gerek," dedi.
Üç kız, aralarındaki heyecanlı konuşmalarla yürümeye devam ederken, Esra’nın aklında o gece Ali Hoca’nın partiye nasıl bir etkisi olacağı düşüncesi dönüp duruyordu. Onun yanında nasıl davranacağını, onunla ne konuşacağını kestiremiyordu. Belki de bu parti, Ali Hoca’yla aralarındaki iletişimi değiştirecek bir adım olacaktı.
Ali Hoca, öğrencilerle konuşmanın ardından içindeki karışık duygularla evine doğru yola çıktı. Bu doğum günü partisi, onun için sıradan bir etkinlikten çok daha fazlası olacaktı. Nilay’ın içinde açtığı derin boşluk bu şekilde dolabilirdi. Evine yaklaştığında Nilay’ı sürekli aynı yerden alan ve Esra’nın bahsettiği o siyah arabayı gördü. Eve gitmekten vazgeçti, yolunu değiştirdi. Gidip bir otelde iki günlük yer ayarladı. Nasıl bir hayata sürüklendiğini kara kara düşünmeye başladı. Artık okula giderken, sokakta yürürken tedirgin ve sürekli kendini kollamak zorunda kalıyordu. Şimdi "evim" dediği yere bile gidemiyordu. “Ah Nilay, bütün bunlar senin yüzünden ve senin içindi.” Üstelik terk edilmişti. İçini garip bir yalnızlık kapladı. Uğruna mücadele vereceği Nilay hâlâ yoktu. Hayal kurmak nasıl da çetin ve zor, yıkılmaları ne kadar da kolay…
Gençlerin dünyasına daha fazla dahil olma isteği ile içindeki öğretmen sorumluluğu arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Gençlerle daha yakın bir ilişki kurmanın, onların dünyasını daha iyi anlamanın bir yolu olarak görüyordu bu daveti. Klasik takım elbisesi yerine, daha rahat ve gençlerin arasına karışmasını kolaylaştıracak bir şeyler giymeye karar verdi. Açık renkli bir gömlek ve spor bir pantolon seçti.
Hazırlığını bitirip aynaya baktığında, yüzünde alışık olmadığı bir gülümseme belirdi. Bu yeni deneyim, onu hem heyecanlandırıyor hem de biraz ürkütüyordu. Fakat kendine güvenerek, "Bu gece farklı olacak," diye mırıldandı.
Yola çıkmadan önce cebindeki telefonunu kontrol etti. Belki Nilay’dan gelecek bir mesaj, belki bir bildirim… Ne olursa olsun. İçindeki acıyı bastırmak için derin bir nefes aldı ve telefonu cebine koyarak kapıyı arkasından kapattı. Dışarı adım attığında, Diyarbakır’ın akşam karanlığı yavaş yavaş çökmeye başlamıştı. Şehirdeki hareketlilik ona bir nebze olsun yalnız olmadığını hissettirdi.
Dağkapı Meydanı’na doğru yürürken, zihninde bu gece neler olabileceğini hayal ediyordu. Esra’nın tepkisi, diğer öğrencilerin bakışları… Hepsi birden kafasında dönüp duruyordu. Ama bu gece, onlara sadece bir öğretmen olarak değil, aynı zamanda onların dünyasını anlamaya çalışan biri olarak katılacaktı. Bu düşünceyle adımlarını hızlandırdı.
Dağkapı Meydanı'na doğru yürürken Ali, çevredeki manzaranın büyüsüne kapılmıştı. Burası, Diyarbakır’ın kalbinin attığı yerlerden biri. Şehrin en eski ve en önemli girişlerinden biri olan Dağ Kapı, meydanın tam ortasında yükseliyor. Koyu gri taşlar, Ali’nin ruhuyla özdeşleşiyor. Sanki bu surlar, bunca yıl boyunca olan biteni sessizce izleyip biriktirmiş gibi.
Meydan, her zamanki gibi kalabalık. Eskiyle yeninin iç içe geçtiği bu yer, hem geçmişi hem de bugünü içinde barındırıyor. Tarihi hanlar, camiler, çarşılar... Hepsi bir arada, sanki zaman bu meydanda duruvermiş gibi. Bir yanda dükkânlarının önünde çay içip sohbet eden esnaflar, diğer yanda sokak satıcıları... Tezgâhlarında taze meyveler, baharatlar, el işi eşyalar. Her şey canlı, her şey hareketli.
Meydanın kenarındaki küçük parklar da dolup taşıyor. Yaşlılar ağaçların altında oturmuş, gençlerse kafelerde arkadaşlarıyla vakit geçiriyor. Akşam serinliği çökerken, sarı sokak lambaları meydanı aydınlatıyor. Caddeden geçen arabaların ışıkları, taş zemine yansıyor. Bu şehri seviyordu Ali; buradaki hayat, her anıyla dolu dolu yaşanıyor. Birde Kazım gibiler olmasaydı…
Kebapçıların, közde pişen etlerin ve biberlerin o ağır, ama bir o kadar da çekici kokusu... Diyarbakır’ın mutfağı da tıpkı meydanı gibi zengin ve güçlü. İnsan burada oturup bir şeyler yediğinde, şehrin bir parçası olmuş gibi hissediyor.
Bu meydan... Evet, burası Diyarbakır’ın ruhunu yansıtıyor. Geçmişle bugünü bir arada yaşatan bir yer. Belki de benim aradığım denge de burada, bu meydanda saklıdır.