Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16.Bölüm: Kaza

@peteichor_

"Bazı aşklar acıtır, bazı rüzgarlar ısıtırdı. Hayat tam da böyle bir şeydi. Her aşk mutluluk getirmezdi, her rüzgarın üşütmediği gibi."


16.BÖLÜM: KAZA


"H-Hoş geldiniz."


Sesimle Poyraz'ın tabağındaki bakışları gözlerimi buldu. Bakışları sertti donuktu. Bakışlarımı Poyraz'ın bakışlarından kaçırarak Poyraz'ın annesinin yanında yerimi aldım.


"Asıl sen hoş geldin kızım."


Gülümseyerek başımı salladım.


"Nasılsın bakalım?"


"İyiyim siz"


Poyraz'ın annesinin dudakları yukarı kıvrıldı samimiyetle.


"İyiyim yavrum."


Yemek boyunca Poyraz'ın kaçamak bakışları benim kaçamak bakışlarımda dolaşıp durmuştu. Masada annem, babam ve Poyraz'ın ailesi sohbet ederken bizim tek yaptığımız sessizce yemek yermiş gibi davranmaktı. Bir kaç saat yemek masasında kaldıktan sonra nefes almak istemiştim sadece.


"İyi akşamlar."


Diyerek yerimden kalktım ve merdivenlere ilerledim. Usulca merdivenleri tırmanarak en üst kattaki teras katına ulaştım. Teras korkuluklarına ilerlediğimde gözlerimi usulca kapatarak rüzgarın saçlarımı ve tenime çarpmasına izin verdim. Rüzgar bedenimi delip geçiyordu. Ama ben bunca rüzgara rağmen üşümüyordum. Aksine, bu esen, soğuk rüzgar bedenimi ısıtıyordu. Bazı aşklar acıtır, bazı rüzgarlar ısıtırdı. Hayat tam da böyle bir şeydi. Her aşk mutluluk getirmezdi, her rüzgarın üşütmediği gibi.


"Üşüteceksin."


Esen rüzgarın ısıtması kadar garip bir şey varsa oda duyduğum sesin bedenimi titretecek kadar üşütmesiydi. Bedenimi titreten ses yanımda duyduğum buz gibi sesti. Poyraz'ın sesiydi...


"Umrunda mı? Neden geldin?"


Sorar gibi değilde beklentiyle sormuştum bu soruyu.


"O piç kim? Bütün gün o puştla neredeydin sen?"


Poyraz sinirle bana doğru döndüğünde gözlerinden ateş çıkıyordu. Bahsettiği kişi Sarp'dan başkası değildi.


"Kime hesap soruyorsun? Kovduğun eski sevgiline mi yoksa yanına oturmaya tenezzül bile etmediğin sıra arkadaşına mı?"


Poyraz aramızdaki kısa mesafeyi kapattı.


"Hesap sorduğum yok. O orospu çocuğuyla-"


"Yeter! Beni bırakan sensin! Senin bana hesap sormaya hakkın yok! Kimle ne istersem yaparım."


Poyraz yumruklarını sıkmaya başladığında sinirle ellerini saçlarına geçirdi.


"Yapamazsın!"


"Yaparım!"


Poyraz sinirle yeniden aramızda oluşan mesafeyi kapattı ve sertçe dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Bu öpücük arzulu bir öpücük değildi. Sert ve sinir dolu bir öpücüktü. Bu öpücük onun olduğumu kanıtlamak ister gibi bir öpücüktü. Hızla geri çekilip sinirle Poyraz'a döndüm.


"Dengesizin tekisin!"


"O dudakları sadece ben öpebilirim! O eli sadece ben tutabilirim! Sana ben dokunabilirim! Ben sevebilirim!"


Göz yaşlarım gözlerimi terk etmeye çoktan başlamıştı.


"Beni kovan sensin!"


"Tek yaptığın evimden çıkmaktı. Kalbimden çıkmak nedir bilmiyorsun!"


Ellerimi yüzüme kapatıp sıvazladım sinirle.


"Ondan da çıkarım Poyraz. Merak etme, bir gün kalbinden de çıkarım..."


Poyraz'ı ardımda bırakıp terastan ayrıldım ve odama girdim hızla. Kapıyı kilitledim ve sırtımı kapıya yaslayıp yere oturdum. Göz yaşlarım hızla akıp gidiyordu. Duygularımın da göz yaşlarıma karışıp akıp gitmesini diledim. Ama olmadı. Duygular göz yaşları kadar kolayca akıp gitmiyordu gözlerimizden. Dudaklarımda hala Poyraz'ın dudaklarının izi vardı. Kalbimde hala Poyraz'a karşı olan duygularım çırpınıyordu acıyla. Başımı sertçe kapıya yasladım ve gözlerimi sıkıca kapattım. Poyraz dengesizin tekiydi. En acısı da ben çocukluk aşkımla bir kez daha tanışmıştım. Farklı bir yaşamda Farklı bir yerde. Sabaha kadar kapıda bedenim öyle kala kaldı. Göz yaşlarım her kuruduğunda biri daha eklendi üzerlerine ve kuruyan gözlerim bir kez daha ıslandı.


***


Sabah oldu, Kalktım, kahvaltı ettim, hazırlandım, okula gittim, sıraya oturdum, boş gözlerle sırayı inceledim, tüm gün uyukladım, eve geldim, yemek yedim, saatlerce uyudum. Son iki haftamın özeti böyleydi. Öyle bir rutine girmiştim ki bu rutin, bu düzen beni korkutmaya başlamıştı. Şimdi ise okuldan çıkıp eve gelmiştim ve dolabımdan elime gelen bir kaç kıyafeti çıkartıp hazırlanmaya başlamıştım. İki hafta sonra yaptığım en Farklı aktivite dışarı çıkacağım için hazırlanmak olmuştu. Sarp son iki haftadır benden beter durumdaydı. İkimizde o günden sonra tek tük konuşma dışında bir diyalog yaşamamıştık. Uzun zaman sonra beni kahve içmeye davet ettiğinde bu arkadaşlığın ikimize de iyi geleceğini düşünerek teklifini kabul ettim. Tam bir saat sonra beni alacağını söylediği için hızla üzerime bir şeyler geçirdim ve kahverengi saçlarımın sırtımdan dökülmesine izin verdim. Bir saat odamda boş boş oyalandıktan sonra çalan korna sesiyle bakışlarım penceremi buldu. Sarp arabasıyla dış kapıda durmuş beklentiyle korna çalıyordu. Hızla çantamı ve montumu alıp odamdan ayrıldım ve Sarp'ın arabasına ilerledim. Başımı arabanın Aralık camından uzatarak gülümsedim.


"Selam."


"Selam! Gel hadi çok soğuk hava."


Sarp'ın bugün keyfi yerinde gözüküyordu. Hızla arabaya bindiğimde kısa sürede buz gibi olan bedenimi hızla ısıttım.


"Nereye gidiyoruz?"


Sarp'ın sorusuyla afallamıştım. Davet eden oydu, nereye gideceğimizi bilmesi gerekende oydu!


"Beni davet eden sendin. Sen söyle, nereye gideceğiz?"


"Pekala, o zaman bugün kahveleri ben yapıyorum."


Ne! Ne demek istemişti öyle? Beni evine mi götürecekti? Aklıma gelen kötü kötü düşüncelerden sorumlu olan biri varsa oda iç sesimdi!Telaşla Sarp'a döndüm.


"Nasıl? Nasıl yapacaksın? Nerede yapacaksın?"


Sarp dudaklarını birbirine bastırdı. Anlaşılan komik gelmişti ona bu hallerim.


"Korkma, yemem seni."


Utançtan ölmek üzereydim. Ne desem olurdu ki? Keşke ilk ben seçseydim gideceğimiz yeri! Al işte Akasya bravo sana. Şimdi ne yapacaktım? Eve girer girmez bahane uydurup çıksa mıydım? Şimdi biz evde yalnız mı kalacaktık? Annesi hastanede olduğuna göre... peki Ya ben şu an neden Poyraz'a ihanet ediyormuş gibi hissediyordum?


"Geldik."


Ne ara gelmiştik ya? Yol boyunca o kadar çok düşünmüştüm ki geçen yoldan haberim bile yoktu.


"N-Nereye geldik?"


Sesim mi titriyordu benim? Evet! Sesim titriyordu. Aptal Akasya bu nasıl soru? çocuk sana sokak ortasında kahve yapacak değil ya.


"Seni eve atıyorum. Sonra da film izleme bahanesiyle sana yanaşacağım. Sonrada..."


Sarp imayla göz kırptığında büyümüş gözlerle onu dinliyordum.


"Şaka yapıyorum Akasya! Şu yüzünün haline bak. Gel hadi."


Nefesimi kuvvetlice dışarı vererek Sarp'ın arkadasından ilerlemeye başladım. Sarp usulca kapıyı açıp içeri adımladı. Hastaneleri vardı ancak evleri Bizimki gibi üç katlı Bahçeli bir evdi.


"Abi!"


"Abi!"


Dört yaşlarında bir kız çocuğu ve yedi yaşlarında bir erkek çocuğu açılan kapıya doğru koşarak geldiler ve hızla Sarp'ın boynuna atladılar. Dudaklarım şaşkınlıkla açılırken Sarp, kız çocuğunu ve erkek çocuğunu hızla kucağına aldı.


"Gökçe bak, Akasya ablan."


Gökçe denen kız çocuğu utanarak abisinin boynuna gömdü başını.


"Merhaba Gökçe."


Gökçe'ye adımladığımda Sarp kucağındaki çocukları yere indirdi ve kendinden emin gözlerle erkek çocuğu önümde minik elini bana doğru uzattı.


"Merhaba Akasya. Ben Selim."


Gülümseyerek Selim'in minik eline uzattım elimi.


"Memnun oldum Selim!"


Sarp hafifçe boğazını temizledi ve uyarıcı ses tonuyla Selim'e döndü.


"Abla, küçük sıpa. Akasya Abla diyeceksin."


"Tamam!"


Selim ve Gökçe önden koşturarak salona ilerlediklerinde Sarp gülümseyerek bana döndü.


"Montunu ve çantanı annemlerin odasına bırakabilirsin."


Kaşlarımı hafifçe çatıp başımı salladım. Sebebini anlamasamda, anlam veremesemde adımlarımı merdivenlere yönelttim.


"Sağdan üçüncü oda!"


Sarp arkamdan seslendiğinde cevap vermeden merdivenleri çakmaya devam ettim. Sarp'ın annesinin ve babasının odası olduğu odaya ulaştığımda çekingen adımlarla içeri girdim. Orada montların ve çantaların asıldığı bir alan çarptı gözüme ve hızla oraya ilerledim. Çantamı ve montumu bulduğum boş askılığa astım ve kapıya döndüm. Gözlerim son anda günler önce gördüğüm hasta kadının makyaj masasını buldu. Gözlerimi bir süre gezdirdim çeşit çeşit makyaj malzemesinde. İstemsizce elim, oldukça pahalı olan parfüm şişesine gitti. Parfümü usulca burnuma yaklaştırdım. Oldukça hoş, nazik bir kokusu vardı. Gülümseyerek parfümü yerine bıraktım ve kapıya döndüm. Hay aksi! Sakarlığımın bu kadarı. Kapıya döndüğümde masanın üzerinde duran takı kutusunu yere düşürdüm ve tüm takılar yere dağıldı! Telaşla yere eğildim ve takı kutusundan dökülen takıları, eşyaları hızla takı kutusuna koymaya başladım. Tam o sırada gözüme takı kutusundan sağa doğru düşen küçük fotoğraf sayfası takıldı. Fotoğrafı takı kutusuna koymak için elime aldığımda gözlerim fotoğraftaki küçük kızı buldu. Bu küçük kız bir bahçede küçük bir erkek çocuğuyla bankta oturuyordu. Orası bir yetimhane bahçesiydi, orada oturan küçük kız çocuğu bendim. Yanımdaki erkek çocuğuda Poyraz. Evet yanlış duymadınız. Bu resimdeki küçük kız bendim. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken hızla fotoğrafı elime alarak takı kutusunu masaya bıraktım. Montumu ve çantamı da alarak hızlı adımlarla aşağı indim şok olmuş bir halde.


"Akasya? Ne oldu?"


"B-Benim gitmem gerek."


"Bir sorun mu var-"


Hızla kapıyı açtım aceleyle. Buradan bir an önce gitmek istiyordum.


"Akasya ne oldu? İyi misin?"


"Sarp sonra."


Sarp'ı evin içinde bırakarak koşarak evden ayrıldım. Sebebini bilmediğim bir şekilde, nereye olduğunu bilmeden, kafamdaki düşüncelerle boş sokaklarda koşuyordum. Sanki bir şeylerden kaçarcasına koşuyordum. İki hafta önce tanıştığım bu çocuktan, gördüğüm o fotoğraf karesinden koşarak kaçıyordum. Arkamdan gelen Yoktu ama ben kaçmaya devam ediyordum. Az önce ne yaşamıştım? Az önce ne olmuştu? Bu nasıl olabilirdi? Fotoğrafımın o hasta kadının takı kutusunda işi neydi? Her şey bir anda oldu. Koşmayı sürdürmem, yüksek bir korna sesi duymam ve bir anda yükselip hemen ardından yere çakılmam. Başımda oluşan kalabalık, herkesten yükselen bir başka ses, bir başka haykırış, bölük bölük kulaklarımda yankılanan ambulans sirenleri. Başıma toplanan ambulans görevlileri...

"İyi misin?" Defalarca duymuştum bu cümleyi. Ne kadar süredir bilincim bedenimden gitmemek için direniyor habersizdim ancak konuşamıyordum. İyiyim diyemiyordum. Çünkü zaten iyi olduğumu söylemek istemiyordum. İyi değildim, çok kötüydüm, ruhumdan akan kesik kesik kanlar başımın üzerinde hissettiğim sıvıya karışırken iyi olmam olanaksızdı. İşte tam düşüncelerimde boğulduğum dakikaları atlattığımı düşündüğümde bilincim uçup gitmişti bedenimden. Yaşamak. Yaşamak neydi? Nefes almak mı? Yoksa ruhumuzun aldığı nefes mi? Peki Ya bedenimize dolan nefes ruhumuza yeteri kadar dolmuyorsa gerçekten yaşamış oluyor muyduk? Belkide sadece yaşadığımızı sanıyorduk.


***


Efe Poyraz Saygın'ın ağzından:


"Darmadağın her şey darmadağın

Evin her köşesi anıya bulanmış halde."


Kulaklarımdaki şarkı, dudaklarımdan çıkan sigara dumanıyla buluştu. Yanılmıyorsam daha gün bitmemişken ikinci sigara paketimi yarılamıştım. Sinirle elimdeki sigarayı söndürdüm ve önümdeki paketi yana doğru fırlattım. Akasya'yı çok özlemiştim. Kokusunu, gülüşünü, saçlarını, utanınca kızaran yanaklarını, kızınca çatılan biçimli kaşlarını... Nefesimi sıkıntıyla dışarı verdiğimde telefonumu elime aldım ve Akasya'yla olan mesajlarıma girdim.


"Seni özledim."


Sildim.


"Seni seviyorum Akasya."


Yeniden sildim.


"Özür dilerim Akasya'm."


Sildim, yine sildim, defalarca sildim. İki haftadır Akasya'yla tek iletişimim buydu. Söylemek isteyip söyleyemediklerimi defalarca yazıp, defalarca silmekti. O an bir cesaretle rehberden Akasya'yı buldum. Saçma sapan bahaneler uydurup sesini duyabilirdim. Belki bir ödev sorardım, yada hava durumunu... Telefon çalarken heyecandan titreyen ellerime bir küfür savurdum. Heyecanlanmanın sırası değildi. Telefon açıldığında heyecandan cümleleri birbirine karıştırma korkusuyla araladım dudaklarımı. Taki telefonun ucundan dünyamı başıma yıkacak o cümleleri, bir yabancının ağzından duyana kadar.


"Merhaba, Akasya hanım kaza geçirdi. Durumu ağır. Siz yakınıysanız ailesine haber verirseniz iyi olur. Arsal Hastanesine doğru yola çıktık. Ambulanstayız."


Telefon kapandı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken gözlerim boş duvarda takılı kaldı. Dakikalarca o duyduğum ses kulaklarımda yankılandı. Bir an olsun susmadı. Akasya hanım kaza geçirdi. Ellerimi kulaklarıma bastırıp kafamı iki yana sallamaya başladım ne yaptığımın farkında bile olmadan. Durumu ağır. Sinirle ellerimi kulaklarımdan çektim ve hızla arabamın anahtarını aldım. Koşar adım evden çıktığımda arabaya binmem çok uzun sürmemişti. Onu kaybedemezdim. Onu bırakmakla aptalca bir hata yapmıştım bunu biliyordum. Onu bulmuşken bırakacak kadar aptal bir adamdım ben. O korkmuş bakışlarına dayanamayıp bırakmıştım onun güzel ellerini. Direksiyonu buldu ellerim. sinirden deliye dönmüştüm. Defalarca yumrukladım direksiyonu göz yaşlarımla. Bu sinirim kimeydi böyle? Onu bıraktığım İçin kendime mi sinirleniyordum? Yoksa ona çarpan o orospu çoçuğuna mı? Kimeydi benim bu anlamsız sinirim? Arabayı abartılı bir sesle durdurduğumda hızla indim arabadan ve deliye dönmüşcesine hastanenin içinde koşturmaya başladım.


"Buyrun?"


Sesin sahibi danışmadaki kadındı. Danışmaya ne zaman ulaştığımın bilincinde bile değildim.


"K-Kaza, Akasya..."


Dudaklarımdan bu iki kelime dışında bir şey çıkmamıştı. Bu iki kelimeyi bağdaştırmak hayatımın en zor sınavı gibiydi. Birleşmemek isteyen bu iki kelimeyi dudaklarımda birleştirmemeye yemin etmişti.


"Akasya hanımın yakını mısınız?"


"E-Evet."


"Üçüncü kat, yoğun bakımda-"


İstediğim cevabı almıştım. Gerisini dinlememe gerek yoktu koşarak merdivenleri çıkmaya başladım ikişer ikişer. Asansörü bile kullanmamıştım panikten. Yoğun bakımın önüne ulaştığımda hızla yoğun bakımın kapısını yumruklamaya başladım. Açılmayacağını bildiğim halde ısrarla yumrukluyordum yoğun bakımın kapısını. O kapının ardında benim güzeller güzeli, yaralı Akasya'm yatıyordu. Bakarken içimi titreten gözleri şimdi kapanmıştı. Kim bilir güzelimin canı nasıl yanmıştı. Yumruklarım düşüncelerimin arasında duvarla buluştu.


"Bugün altında ağladığımız bu yağmurun altında dans edeceğimiz günlerde gelecek."

"Söz mü?"

"Söz."


Sözümü tutamamamın acısıyla duvarın dibine oturdum. Özür diledim içimden defalarca. Artık özürümü Akasya kabul etsede ben edemezdim. O beni affetse ben kendimi affedemezdim artık.


"İyi misiniz?"


Duyduğum sesle başımı bacaklarımın üzerinden kaldırıp halsizce karşımdaki, kırk yaşlarındaki kadın doktora baktım.


"Akasya iyi mi?"


Tek umrumda olan soru döküldü dudaklarımdan. Sesim fısıltıdan farksızdı.


"Elimizden geleni yapıyoruz. Sizde bırakmayın kendinizi..."


Karşımdaki kadın doktor gülümseyerek yoğun bakıma girdiğinde telefonumdan yükselen sesle gözlerim telefonumu buldu. Arayan Alp'di.


"A-Alo?"


"Kardeşim? Sesinin hali ne?"


Burnumu çektim başımı arkamdaki duvara yaslarken.


"Alp..."


"Poyraz ne oluyor? Neredesin sen? Ağlıyor musun?"


"Akasya..."


Devam edememiştim. Telefonun ucundan gelen hışırtılardan Alp'in ayaklandığını anlamam uzun sürmemişti.


"Neredesin?"


"Arsal hastanesi-"


Telefon kapandığında yeniden yanıma bıraktım telefonu. Gözlerimi sıkıca kapattım. Gözlerimin önüne ilk gelen yetimhanenin bahçesinde çiçekli elbisesi, kocaman gülümsemesiyle koşuşturan küçük kızdı. Küçük kızın saçlarını rüzgar savururken yüzündeki gülümseme giderek büyüyordu. Sonra durdu. Elini uzattı arkasına doğru. Uzattığı elini kumral saçlı, küçük bir erkek çocuğu tuttu. Bu kez birlikte koşmaya başladılar. İkisinide yüzlerinde kocaman bir gülümseme vardı. Elleri birbirinin ellerini sıkıca tutmuştu. Gözlerimi açtım acıyla. Göz yaşlarım usulca yanaklarımdan dökülürken bir kez daha gözlerimi sıkıca kapattım. Bu kez gözlerim güzeller güzeli kahverengi gözlerle buluştu. Ufak tefek bir kız okul formasıyla okul sırasında uyukluyordu. Sınıfa yeni gelen çocuğun bakışları o güzel kızın güzel, şaşkın bir o kadarda tanıdık gözleriyle buluştu. 'Ben bu gözleri daha önce görmüş olmalıyım' diye düşündü çocuk. kızın gözlerinde de aynı duygularla karşılaşmıştı. sonra ilerledi usulca. Kızın yanına oturdu. Kız başını masaya yaslayıp uyudu uzun uzun. Çocuk dakikalarca izledi kızın tanıdık masum yüzünü. Bu hikayeler farklıydı. Farklı bir hayattı ama kişiler, kişiler aynıydı. O küçük kızın kahveleri o ufak tefek kızın kahveleriyle aynıydı. Aynı kahverengi saçları vardı. O çocukta bahçede koşuşturan küçük erkek çocuğuyla aynıydı. Gözleri, saçları, bakışları, kalbi aynıydı.


"Poyraz!"


Gözlerimi açtığımda sağ taraftan koşarak gelen Alp, Birce, Lal ve Barış'ı gördüm.


"Ne oldu Poyraz? Akasya nerede?"


"Kaza geçirmiş Alp... Akasya kaza geçirmiş."


Lal Birce'ye sarılıp ağlamaya başladığında Alp duvardan destek almıştı bir eliyle. Hepimiz darmadağınıktık. Alp duvardaki eliyle düşmemek için direnirken Birce ve Lal birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. Barış ise ellerini arkasında birleştirmiş duvara yaslanmış sessizce ağlıyordu. Benim ise durumum tam bir içler acısıydı. Gözlerimi zar zor açık tutuyordum. Saçlarım alnımda şekilden şekle giriyordu.


"Merhaba, Akasya hanımı bir dakikalık sürelerle görebilirsiniz."


Yoğun bakımdan çıkan doktor hepimize acırcasına bakıyordu. Bedenimi zar zor ayağa kaldırdığımda hızla yoğun bakıma ilerledim. Kim önce girecek konuşması yapmamıza bile gerek kalmadan girdim yoğun bakımın kapısından. Hemşirenin üzerime giymemi söylediği kıyafetleri alarak hızla üzerime giydim. Titreyen ellerimle başıma bone geçirdikten sonra maske taktım ağzıma ve Akasya'nın olduğu kısma korkarak ilerlemeye başladım. Korkum Akasya'yı görmek değildi Akasya'yı nasıl göreceğimden korkuyordum. Ne halde olduğundan.. kapıyı titreyen elimle açtım ve usulca içeri adımladım. Ve onu gördüm. Yastığa dökülen saçlarını, kaşındaki yarayı, alnındaki dikişi, yüzündeki kesik izlerini, patlayan dudağını, ağzını saran oksijen maskesini... Bir insan her şeye rağmen bu kadar güzel olabilir miydi? Yüzündeki onlarca yaraya rağmen, darmadağın saçlarına rağmen hala bu kadar güzel olabilir miydi? Bakmaya bile kıyamıyordum o güzel yüzüne. Hızla yatağa ulaştım ve yatağın kenarındaki soğuk eli elimin içine aldım. Akasya'nın soğuk eli benim sıcak elimi bulurken gülümsedim. Sonra bakışlarım Odayı dolduran sesi buldu. Akasya'nın eşsiz kalp atış sesini. Kulaklarım ilk defa büyülü bir sesle tanışmıştı. Akasya'nın kalp atışlarının sesiyle. Ömrümün sonuna kadar duymaktan bıkmayacağım bu sese benim sesim karışmıştı.


"Akasya'm... Yine mi gitmeye çalıştın? Ben senin ölüm ihtimalini bile kaldıramazken..."


Dudaklarımdan dökülen acı hıçkırık cümlelerimin dudaklarımda düğümlenmesini sağladı.


"Şuradan bir kalk Akasya. İyileş. Yine aç o kahverengilerini. Yine bak bana o güzel gözlerinle. Kız, bağır, çağır... sende kov beni, sende it hayatından. Ama bu kez beni senden kimse ayıramayacak. Sen buradan kalk beni senden sen bile ayıramayacaksın. Sana söz veriyorum veda çiçeğim bu dünya bize yenilecek. Biz yeniden birlikte olacağız. Bize engel olan bu dünyaya rağmen..."


"Poyraz bey?"


Kapıdan gelen sesle isteksizce kapıya döndü bakışlarım. Kapıda giyeceklerimi veren hemşire kadın beklentiyle yüzüme bakıyordu.


"Süreniz doldu..."


Başımı sallayarak usulca kalktım yerimden dudaklarımı Akasya'nın saçlarına bastırdığımda göz yaşlarım birer birer saçlarına dökülüyordu. Dudaklarımı saçlarından ayırıp bu kez elleriyle buluşturdum. Uzunca öptüm ellerini. Sonra güzel yaralarını öptüm. Kıyafetler üzerimde kalırken kapıya ilerledim. Son kez döndüm Akasya'nın yatağına doğru. Bu bir veda değildi kısa süreli bir hoşça kaldı. Hatta görüşürüzdü. Kapıdan çıktığımda koridordaki bağırışlar doldu kulaklarıma. Akasya'nın annesinin çığlıkları. Onu sakinleştirmeye çalışan babası, bir köşede ağlayan Birce ve Lal daha sonra Alp'e değdi gözlerim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu bir köşede. Yanında Barış oturuyordu soğuk kanlılıkla karşısındaki boş beyaz duvara bakıyordu kitlenmiş gibi. İçin için ağlıyordu. Titreyen elimle yürürken önce maskeyi attım yüzümden. Sonra saçlarımı saran boneyi attım. Ve ayaklarım beni taşımazken dizlerimin üzerine bıraktım yorgun düşmüş bedenimi. Ellerim önüme düşmüştü. Bakışlarım yerdeydi. Göz yaşlarım bu kez sessiz sessiz akıyordu. Öyle bir haldeydik ki kimse kimseye umut bile olamıyordu. Herkes bir köşede kendi kafasından geçen felaket senaryolarıyla kendilerini kapatmışlardı bu dünyaya. Ağlıyorlardı. Yarın yokmuşçasına ağlıyorlardı. İçeride yatan o kız hepimizin kalbinden birer parçaydı ve o iyileşmeden buradaki kimsenin kalpleri tamamlanamayacaktı...


BÖLÜM SONU


Loading...
0%