Yeni Üyelik
15.
Bölüm

13. Bölüm: Beklemek

@peteichor_

İnsanın sevdiğinden ayrı kaldığı tek bir gün bile mahvedebiliyormuş onu. Kalbini yakıp kavurabiliyormuş. İnsan buz gibi bir yerde yanabiliyormuş. Bir yangının ortasında donabiliyormuş. Beklerken insan bir günü, bir asır sayabiliyormuş.


13. BÖLÜM: BEKLEMEK


Hayat adil değildi. Kimi güzel doğardı bu hayata kimi mutlu. Kimi eksik açardı gözlerini dünyaya kimiyse yarım. Herkesin bir alacağı vardı bu hayattan.


Kimi hak ettiğini düşündüğü mutluluğu söküp almak isterdi, kimiyse eksik sandığı güzelliğini kazanmak. Ancak hayattı bu. İstemediği hiç bir şeyi vermezdi size. Mutluluğu o istemeden kazanamazdınız. Eksiklerinizi kapatmanıza izin vermiyorsa eğer kapanmazdı o eksikler. Hep eksik hep yarım kalırdı. Onu yenmenin tek bir yolu vardı. Mutluluğu kazanmanın tek basit yolu... Eksik sandıklarınızı kalbinizin içinde kapatmak, kusurlarınızla yüzleşmekti. Aynaya baktığınızda kusur olarak gördüğünüz her bir zerrenizle yüzleşip ona gülümsemekti.


Belki de bu satırları kendinizi, kusur sandığınız her ne varsa onu düşünerek okuyorsunuzdur. Belki parmaklarınız burnunuzda dudaklarınızda geziyordur. Ya da gözleriniz bedeninize kaymıştır ve göbeğinize bakıyorsunuzdur şimdi. Dışladığınız hiç bir zaman istemediğiniz göbeğinize... Halbuki dışlanmayı hak etmiyordu. Hiç bir zerremiz dışlanmayı hak etmiyordu. Çünkü bizdik o. Dışladığımız her şey bizdik. İşte mutluluğu kazanmanın yolu, sarılın kendinize. Hiç bir zaman istemediğiniz göbeğinize, çirkin sandığınız, kusur sandığınız her bir detayınıza sarılın ve tekrarlayın, kendimi seviyorum. Hiç bir kusurum aslında kusur değil yalnızca beni farklılaştıran armağanlarım. Onlar benimle ve ben onlarla mutlu olacağım... İşte hayatın basit formülü, o hiç bir zaman çözemediğimiz mutluluk denklemi.


Her şey kendimizi sevmekle başlıyordu. Bana bakın! Uzandığım yatakta kızıl saçlarım bir örtü misali beyaz yastığa dağılmış halde. Çillerimse sabahın verdiği aydınlıkla hiç olmadığı kadar meydanda. Baş ucundaysa o var. Doruk Çakır Arsal... bir zamanlar kusur sandığım köşe bucak sakladığım çillerimin üzerinden parmağıyla hafif hafif geziyor. Kendince bir şeyler çiziyor. Gözlerim kapalı ancak onu izliyorum. Ruhumun gözleri açık ve görüyor onu. Dudaklarındaki naif tebessümü, uykulu gözlerini hiç olmadığı kadar net görüyor.


Gülümseyerek gözlerimi açtığımda tam da zihnimde beliren görüntü tüm gerçekliğiyle karşımda duruyordu.


"Günaydın çilli kızım."


Gülümsedim. Uykulu gözlerim öyle bir parladı ki size yemin ederim tam şu an zifiri karanlık bir odada olsam etraf hiç olmadığı kadar aydınlanırdı bir bakışımla.


"Günaydın sevgilim."


Dediğimde Doruk gülümseyerek dudaklarını saçlarıma bastırdı ve yeniden doğruldu.


"Hadi uykucu kalk bakalım gidiyoruz."


Mızmız bir halde yattığım yere iyice sindim.


"Ya Doruk yorgunluktan ölüyorum lütfen bırak da uyuyayım."


"Yok öyle! İki haftadır kitaplardan kafanı kaldırdığın yok. Bugün sınavların bitişi şerefine dışarı çıkacağız."


Dışarı çıkmak mı? Hevesle yerimden anidan doğruldum. Sahiden son iki haftam yalnızca sınavlardan ibaretti ve çok fazla bunalmıştım. En önemlisi de Doruk'la iki haftadır neredeyse hiç vakit geçirememiştik.


"Nereye gideceğiz?"


"Sen nereye istersen. Doruk Çakır Arsal emrine amade."


Gülümseyerek gözlerimi devirdim ve yataktan kalktım. Bugün oldukça yorgun hissediyordum ve kılımı kaldıracak halim yoktu. Günlerden yirmi altı Kasım, pazar günüydü. İlk sınavlarımızı başarıyla tamamlamış ve neredeyse hepsi çok başarılı geçmişti. İki haftamın hemen hemen her günü Koray ve Melis'le Kadıköy'de geçmişti. Hava ne kadar soğuk ne kadar yağmurlu olursa olsun hiç bir hava koşulu bizi Kadıköy'e gidip filtre kahvelerimiz eşliğinde ders çalışmaktan alıkoymamıştı.


Ah her neyse! Bugün sınavlarımın bitişini güzel vakit geçirerek kutlamak oldukça güzel bir fikirdi. Asıl güzel olansa geçireceğim vakiti onunla geçirecek olmaktı. Sevgilimle, sevdiğimle, kalbimde kelebekler yaratan çiçekler açtıran mutluluk yeşerten adamla. Tüm yorgunluğum kafamın içinde dönüp duran düşüncelerle uçup gitmişti ve ben çoktan dolabımın önüne geçip kıyafetlerime bakmaya başlamıştım. Doruk'la vakit geçirecek olmamın verdiği heyecan, ne yapacağımız konusunda zihnimde çoktan bir plan oluşturmuştu. Uzun zamandır yapmadığım ve oldukça iyi olduğum bir şey yapacaktık. Buz pateni... Yaklaşık bir yıldır yolum düşmediyse de buz pistinde oldukça zaman geçirirdim. Eskiden... Annem ve babam hayattayken, arkadaşlarım yanımda, ağabeyim yanıbaşımdayken.


"Eee nereye gidiyoruz güzellik?"


Doruk'un sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp nihayet hayata döndüm.


"Şey..."


"Ney?"


Alt dudağımı dişlerimin arasında ezerken tatlı olduğunu düşündüğüm bir tebessümü dudaklarıma çoktan yerleştirmiştim.


"Buz pateni olur mu?"


Dediğimde Doruk'un kaşları havalanmıştı.


"Buz pateni? Ne alaka? Yani ben daha önce-"


"Sorun değil! Yani ben sana öğretebilirim tabii eğer istersen."


Doruk ellerini belime yerleştirdiğinde bedenimi bedenine yasladı. Dudakları dudaklarımla buluşmadan hemen önceyse fısıltıyla kurduğu cümlesi kulaklarıma en güzel şarkının nakaratı misali yavaşça sızdı.


"Sen ne istersen..."


Doruk dudaklarımı büyük bir özlemle öperken ikimizinde beklemediği bir anda kapı gürültülü bir şekilde çalmaya başladı. Aniden yerimden sıçradığımda Doruk sabır dilercesine gözlerini sıkıca kapattı ve burnundan sertçe nefes verdi. Ah bu halleri! Sabaha kadar izleyebilirdim. Bıkmadan usanmadan onun bu kıpkırmızı olmuş yüzünü, çatık kaşlarını ve verdiği sert nefeslerini sabaha kadar izleyebilirdim. Belki de sonsuza kadar...


"Kıpırdama geliyorum. Geldiğimde sanki bu sikik kapı hiç çalmamış gibi seni öpmeye devam edeceğim."


Dudaklarımı birbirine bastırdığımda kahkahamı zar zor dizginliyordum. Daha doğrusu deniyordum ancak çok zordu!


"Ne var lan sabah sabah!"


Evet net bir şekilde bu cümleyi duymuştum. Doruk kapıyı açmış ve bu cümleyi her kim geldiyse onun yüzüne resmen haykırmıştı.


Adımlarım kapıya ulaşırken elindeki poşeti havaya kaldırmış ve Doruk'a tatlı tatlı gülümseyen Koray'ı görmeyi beklemiyordum. Koray ve Doruk öyle saçma bir bakışmanın ortasındalardı ki kahkahalarla bakışmalarını bölmek istiyordum. İzin verin tarif edeyim. Koray elinde bir pastane poşetiyle sinirden kıpkırmızı olmuş Doruk'un karşısında kendisini kurtaracağına emin olduğu sıcak gülümsemesiyle tedirgince duruyor, Doruk'sa sanki sabrının taşma aşamasına geldiğinden sabır dileniyor gibi Koray'a çatık kaşlarla onu öldürmek istermiş gibi bakıyordu. Bu bakışmayı bölmeyi kafama koyduysam da benden önce biri bölmüştü.


"Ben geldim!"


Diyerek Koray'ı atlatıp bir başka pastane poşetiyle içeriye giren Melis ikisinin bakışlarını bıçak gibi kesmiş ve ortamdaki yersiz gerginliği dağıtıvermişti.


"Hoş geldiniz!"


Diyerek öne atıldığımda önce Melis'le sıkıca sarılıp ardından Koray'a yöneldim. İkisiyle de sarıldıktan sonraysa montlarını asıp mutfağa doğru adımlamaya başladık. Hep birlikte kahvaltı masası hazırlayıp sanki yıllardır yemek yemiyormuş gibi yaklaşık yarım saat boyunca yemek yemiştik. Yemeğimizi bitirip ortalığı toparlamamız bir saati bulurken planımıza bir anda onlarda dahil olmuştu. Bu durum beni ne kadar memnun etse de Doruk başbaşa kalamadığımız için oldukça mızmızlanıyordu. Neyseki bu mızmızlıklarını yalnızca bana yansıtıyordu. Hoş, Koray'a yansıtsa da pek bir şey değişmeyecekti Koray Buz pateni fikrini öyle bir coşkuyla karşılamıştı ki onu hiç tanımayan biri Koray'ın en büyük tutkusunun buz pateni olduğunu sanabilirdi.


"Madem hep beraberiz öyleyse metroyla gidelim."


Melis'in sesiyle kapıyı kapatmadan hemen önce başımı salladım. Yaklaşık on dakika hazırlanmam için yeterli olmuştu. Üzerimde kırmızı bir triko kazak altımda ise bir kot pantolon vardı. Üzerime giydiğim şişme monta sarılıp bahçe kapısından çıktığımda Melis'in fikri hepimiz için mantıklı gelmiş olacak ki metroya gidebileceğimiz bir yoldan yürüyerek evimizin olduğu sokaktan hızla ayrılmıştık.


Doruk kolunu omzuma attığında gözlerim Melis ve Koray'ı buldu. Melis Koray'ın koluna girmiş Koray'a bir şeyler anlatıyor Koraysa ilgiyle Melis'i dinliyordu.


"Herif deli oluyor Melis'e."


Doruk'un sesiyle dudaklarımdan bir,


"ha?"


Sesi dökülüverdi.


"Diyorum ki Koray senelerdir Melis'e aşık."


Kaşlarım havaya kalkarken gülümsedim. Melis ve Koray bizden bir iki adım önde olduklarından ve bir sohbetin derinliklerine daldıklarından Doruk'la fısıltılarımız aramızda oldukça rahat duyuluyordu.


"Neden açılmıyor?"


"Korkuyor güzelim. Arkadaşlıklarını da kaybetmekten korkuyor. Koray aşıktı Melis'e ama Melis Koray'a kör olmuştu bir kere. Koray'da vazgeçti sustu ne varsa kalbine gömdü."


Kalbimin acıdığını hissediyordum. Koray neşe saçan ve herkesi arkadaşlığıyla ısıtan oldukça tatlı bir çocuktu. Onu tanıdım tanıyalı hayatıma oldukça renk katmış ve beni gerçek bir dostlukla tanıştırmıştı. Melis'se Koray'dan farklı olarak daha kendi halinde bir insandı. Koray herkese ışık saçarken Melis yalnızca etrafındakilere ışık saçıyordu ve anlaşılan bu ışık birilerini fazla aydınlatmıştı... Olması gerekenden çok daha fazla üstelik.


"Aşktan korkulmaz ki."


Dediğimde Doruk burnumu iki parmağıyla sıkıştırıp sallamaya başladı.


"Bak sen!"


"Doruk!"


"Tamam tamam kızma. Şimdi bu konuyu konuşmayalım ben sana sonra anlatacağım güzelim."


Başımı salladım. Haklıydı. Onlar önümüzdeyken bu kadarını bile konuşmamız mucizeydi. Birkaç dakika havadan sudan konuştuktan sonra sonunda metroya ulaşmış ve yerin sayaladığım kadar çok altına inmiştik. Metronun gelmesi ve bizim metroya binip boş bulduğumuz yerlere yerleşmemiz bir kaç dakikamızı almıştı. Yaklaşık yarım saat, kırk dakika süren yolculuğumuz son bulurken konumdan yola çıkarak bulduğumuz buz pistine metrodan çıkış yapıp birkaç dakika içinde ulaşmıştık.


Gözlerim elimdeki siyah patenlere kayarken gülümseyerek oturdum. Dördümüzde ayak numaralarımıza uygun, istediğimiz renklerde patenlerimizi seçip giyinmek üzere kabine benzer alanlara oturmuştuk. Saat öğleni geçiyordu ve günüm sevdiklerimle hiç olmadığı kadar hızlı ilerliyordu.


"Giyindin mi Kızıl?"


Doruk'un sesiyle başımı sallayarak zorlukla ayağa kalktım.


"Evet! Melis, Koray siz?"


"Ya kızım bu ne Allah aşkına? Bir insan bu eziyeti neden kendine çektirir hem de üzerine para vererek! resmen üç günlük harçlığımı bu uyduruk şeylere verdim. Kesip atacağım bu kafayı!"


Dudaklarımdan ufak bir kahkaha dökülürken Koray'ın sanki bir kaç saat önce buz pateni için sabırsızlandığını söyleyen kendisi değilmiş gibi hayıflanmasını keyifle seyretmeye başladım.


"Salak mısın Koray? Sen değil miydin 'buz pateni bir hayat felsefesidir' diyen?"


"Ben mi? Ben mi dedim bunu?"


Melis'e katılırcasına Koray'a döndüm.


"Birde 'bunca senedir nasıl olurda hiç buz patenine gitmedik? Saçmalık' demiştin."


"Uydurmayın be! Kız değil misiniz hepiniz aynısınız."


Melis sinirle Koray'ın koluna oldukça sert bir hamleyle vurdu.


"Ne alakası var kız olmakla? Yürü hadi yoksa kıracağım kafanı."


"Aman iyi be! Kafamı değil ama kolumu kırdın zaten."


Melis gözlerini devirip ağır adımlarla duvarlardan destek alarak buz pistine doğru ilerlemeye başladığında arkasından olabilecek en hızlı şekilde ilerlemeye başladım. Düz yolda yürüyemediğime bakmayın buz pateninde oldukça başarılıyım. Ah annem sağ olsun! Bundan birkaç sene önce benim kızım nasıl olur da buz pateni bilmez diyerek bana onlarca ders aldırmış ve hiç ilgim olmayan bir spora ilgi duymamı sağlamıştı.


Bir adım. Koray tek bir adımda yere kapaklanmıştı. Melis buz pistine çıkmış kollarını duvara dayamış ve yerde debelenen Koray'a çoktan gülmeye başlamıştı. Tabii bende... Doruk mu? O zar zor ayakta duruyorken birde Koray'ı yerden kaldırmaya çalışıyordu ve bu halleri inanılmaz komikti. Öyle ki hem söyleniyor hemde zar zor hareket ediyordu.


İkisininde kalkıp ayaklarının üzerinde durması neredeyse on dakika sürmüştü! Şaka değil on dakika! Buz pistine çıktığımda patenlerim buzların üzerinde kaymaya başlamıştı. Hissediyordum. Ayaklarımın kayıp gittiği zemini, bedenimin yaptığı kıvrak hareketleri... Bir adım, iki adım ve kaymaya başladım.


Öyle hızlı hareketlerle kayıyordum ki üzerimdeki gözlerden bile bir haberdim. Hiç bir şey umrumda değildi o an. Dünya silinmiş güneş yörüngeyi terk etmişti. Hayat durmuştu. Artık tek hareket eden bendim koca dünyada. Geriye kalanlar donuk görüntülerdi. İşte böyle hissettiriyordu. Bir buz kütlesinin üzerinde ayaklarındaki keskin buz patenleriyle kaymak tam olarak bu hisleri tattırıyordu ruhuma. Tek hareket eden bendim. Tek nefes tek yaşam ve tek hayat benimdi. Başka yoktu. Tarifsiz bir histi. Sanki dünyayı avuçlarım arasına almıştım. Ben dünyada değildim artık dünya bendeydi. Evren bendeydi ve ben durmasını istiyorsam duracaktı.


"Ne yaptın sen?"


Doruk'un büyülenmiş sesi kulaklarımı delip geçerken gerçek dünyayla bağlantımı kurabilmiştim.


"Ben..."


Diye gevelediğimde Doruk zorlukla yanıma gelmiş, hayır hayır denemişti. Zira tam şu an Doruk Çakır Arsal tek hamleyle yeri boylamıştı.


"Gülme sokacağım kafanı buz pistine!"


Koray'ın kahkahası Doruk'u sinirlendirirken telaşla Doruk'un yanına diz çöktüm.


"İyi misin?! Gidelim ister misin?"


Telaşla art arda birkaç soru daha sorduğumda Doruk omuz silkmiş ve olduğu yerde biraz geriye çıkıp ayağa kalkmadan buz pistinin üzerine oturmuştu. Sırtını buz pistinin duvarına yaslarken bacaklarını kendine çekip kollarını yanına bıraktı.


"Tek bir şey istiyorum. Seni izlemek... Hayatımda bu kadar güzel bir şey görmedim ben Gökçe. Sadece gözlerini kapatıp kaymanı istiyorum."


Gülümseyerek başımı salladım ve dudaklarımı Doruk'un yanağına bastırıp yerimden kalktım.


Madem beni izlemek istiyordu ona istediğini verecektim. Gözlerim bir an Melis ve Koray'a takılırken gülümsedim. Tuhaf hareketlerle kaymaya çalışıyorlardı ve bu durum onların yüksek kahkahalarının yankılanmasına sebep oluyordu. Gözlerimi onlardan alıp bir kez daha Doruk'la buluşturduğumda bana güvenin en saf hali olan bakışlarını, sıcak tebesssümü eşliğinde bahşetti ve ben o an her şeyden bir kez daha soyutlanıp gözlerimi kapatıp kendimi buzun sonsuz akışına bıraktım.


Kollarım ara ara açıldı. Etrafımda birkaç tur döndüm ve bir bacağım diğerinin üzerine doğru havalandı. Kızıl saçlarımı bir arada tutan tokanın ne zaman düştüğünden bile habersizdim. Tek bildiğim saçlarımın kendi rüzgarımda savrulduğuydu. Kızıl saçlarım özgürlüğünün tadını çıkartırken bense sonsuzluğun hızına yetişmeye çalışıyordum.


Bir an zihnim Göktuğ'un gurur dolu tebessümüyle dolup taştı. Her derse benimle gelir ve benimle gurur duyduğunu herkese inat iliklerime kadar hissettirirdi. Onu öyle çok özlemiştim ki zihnime dolan en ufak görüntüsü gözlerindeki duyguların yanaklarıma dökülmesine sebep oluyordu. Zira çillerimin üzerindeki ıslaklığın bir başka açıklaması yoktu.


Onunla son iki haftadır iki üç günde bir olmak üzere konuşuyorduk. Bir zamanlar her günümüz birlikte geçerken geldiğimiz nokta beni mahvediyordu. Tek bir dakika onunla konuşmak sesini duymak bile mucize geliyordu artık. Gün saymak... Gün saymak ne kadar zormuş. Ne kadar acı vericiymiş. İnsanın sevdiğinden ayrı kaldığı tek bir gün bile mahvedebiliyormuş onu. Kalbini yakıp kavurabiliyormuş. İnsan buz gibi bir yerde yanabiliyormuş. Bir yangının ortasında donabiliyormuş. Beklerken insan bir günü, bir asır sayabiliyormuş. Ne zormuş beklemek sevdiğin insanı. Ne zormuş beklemek hayattaki tek aileni...


Ama sonunda o vardı. Tüm bu acıların bekleyişlerin sonunda o vardı. Ağabeyim... Tıpkı benim gibi turuncu saçları, çilleri olan ağabeyim.


Gerekirse yıllarca beklerdim o yeterki gelsindi. Bana yine sarılsındı ve beni bir daha hiç bırakmasındı. Ne kadar süre zihnimde Göktuğ'un görüntüsüyle buz pistinde kayıp gittiğimden habersizdim ancak beni durduran yorgunluktan uyuşan ayaklarım olmuştu. Yavaşça beni ışıldayan gözlerle izleyen Doruk'un yanına ulaştığımda nefes nefese bir halde Doruk'un yanına oturdum ve tıpkı onun gibi sırtımı duvara yaslayıp bacaklarımı kendime çektim. Başım Doruk'un omzuna düşerken nefesimi düzenlemem oldukça zorlaşmıştı.


"Tek nefesi kesilen sen değildin Gökçe."


Dediğini duymuştum Doruk'un. Gülümseuerek nefesimi düzenledim ve Doruk'un omzunda dinlendim. Yaslandığım bu omuz dinlenebilecğim en konforlu yerdi. Yalnızca o anın değil tüm hayatın yorgunluğunu atacağım kadar konforluydu onun omuzu. Bazen çok yorulurduk. Öyle yorulurduk ki asla dinlenemeyeceğimizi düşünürdük. Ancak bir omuzdu işte.


Bazen sizi yoran da bir omuzdu tüm yükünüzü sırtlananda. Bazen bir kalp yorardı sizi bazen söküp alırdı da tüm yorgunluğunuzu. Hayat buydu. Belirsiz, sonsuz ve dengesiz... Ne mi yapacaktık? Kendimizi bırakacaktık. Hayat akacaktı ve biz görecektik. Her belirsizliğin sonunu bir gün bir şekilde görecektik...


***


"Ayaklarım koptu sanırım."


Melis'le Koray'dan ayrılmış, Doruk'la metrodan eve doğru ilerlemeye başlamıştık. Ancak ayaklarım ciddi anlamda sızlıyor ve bana adeta onların üzerinde durmamam için yalvarıyorlardı.


"Çok mu yoruldun?"


Başımı salladım. Ve başımı sallamamın üzerine Doruk'un beni attığım ufak çığlığı umursamadan kucaklaması saniyeler sürmüştü.


"Az kaldı tamam mı? Birazdan evimizde olacağız."


Başımı Doruk'un omzuna bırakırken gözlerim kendiliğinden kapanmıştı. Öyle yorgunum ki Doruk'un beni taşıyor oluşuna neredeyse minnettar olacaktım. Yolculuğumuz sessizleşirken göz kapaklarım inatla kapanmaya çalışıyordu. Uyku öyle tatlı tatlı yokluyordu ki onu reddetmek neredeyse imkansız gibiydi. Reddetmedim ve kapılıp gittim. Uykunun en derin sınırlarına doğru çekilen bedenimi daha fazla tutamadım ve kendimi ona teslim ettim. En güzel rüyalara en acı kabuslara tüm benliğimi bıraktım...


Ellerimde bir demet manolya vardı. Bembeyaz bir demet. Üzerimdeyse simsiyah bir elbise vardı. Ayaklarıma kadar uzanıyordu ve bu elbise bedenimdeyken ellerimdeki manolyalar bana hiç yakışmıyordu. Sanki uyumsuz iki yapboz parçasını inatla birleştirmeye çalışıyorlarmış gibi görünüyorduk. Gözlerim etrafa kaydığında bir şimşek olduğum yeri tüm hızıyla aydınlattı. Bir mezarlıktaydım.


Gecenin bir vakti elimde bir buket manolyayla bir mezar taşının önünde duruyordum. Korku bedenimde bir titremeye yol açarken titrek bir enfes verip zorlukla önünde durduğum mezar taşını okumaya çalıştım.

'Doruk Çakır Arsal'


Başımı iki yana sallarken neredeyse kahkaha atmak üzereydim. Bu... Olamazdı değil mi? Doruk beni bırakmış olamazdı. Doruk ölmüş olamazdı. Hah! Doruk ve ölüm. Ne de birbirine yakışmayan iki kelimeydi öyle. Asıl onlar olmalıydı uyumsuz yapboz parçaları. Başımı iki yana sallarken bedenimi hızla mezarı çevreleyen mermerin üzerine bıraktım.


"Doruk! Hayır hayır hayır!"


Tek yaptığım bağırarak elimdeki manolyalardan kurtulmak ve Doruk yazılı mezarın önünde toprağı kazmaktı. Sanki o eğer sahiden ölmüşse de onu oradan çıkartıp sarılacak gibiydim. Kafamın içinde dönüp duran yüzlerce düşünce gözlerimde ise binlerce yaş vardı. Yaşlar yanaklarımdan değil kalbimden süzülüyordu sanki. Olamazdı. Onun o güzel kalbi atmayı bırakamazdı. Onun o eşsiz ruhu yenilemezdi bu berbat hayata. Evet berbat bir hayattı o! Onu benden alan her ne varsa berbattı! Dünya üzerindeki en berbat şeydi o. Bir el kolumu kavradığında nefes nefese kalarak kazdığım topraktan geriye çekildim.


"Yapma Gökçe. O öldü."


Anne... Annemin sesi. Bileğimi saran el, annemin eliydi. Şoktan konuşamıyordum. Dilim adeta lal olmuştu.


"Sensin Gökçe. Asıl karanlık o değil sensin. Her zaman sendin. Sen onun hayatına yaşatmak için değil öldürmek için girdin. Sen Gökçe. Katil sensin. Onun katili sensin. Katil her zaman sendin Gökçe."


"N-Ne?"


zorlukla dudaklarımı araladığımda annem bir şey demeden bileğimi bırakmış ve ayağa kalkmıştı. Gözden kaybolmak üzereyken hızla yerimden doğruldum.


"Anne?"


Gitti. Annem beni damgaladığı suçla çekip gitti.


"Anne!"


Nefes alamıyordum. Katil sensin demişti. Karanlık olan sesin demişti. Ne demekti bu? Her zaman sendin... Ne demek istemişti? Ben nasıl öldürürdüm onu?


Çığlıklarım, 

Gözyaşlarım, 

haykırışlarım... 


"Anne!"


"Şşşt, güzelim ne oldu?"


Doruk başımı göğüsüne yaslarken gözlerimde biriktiğini hissettiğim gözyaşlarım Doruk'un çıplak bedenine doğru yol almaya başladı.


"Şşş ağlama bebeğim ne oldu söyle bana. Ne gördün rüyanda?"


"Doruk..."


Ağlamaktan konuşamıyordum. Görebileceğim en korkunç rüyaydı bu. Hatta kabusun önde gideniydi. Ve yine o vardı. Kabuslarımın baş rolü. Annem. Bu kez bir katil olduğumu söylemişti bana. Bir o kalmıştı ya zaten söylemediği, onu da söylemişti.


"Geçti buradayım."


Doruk beni sakinleştirmeye çalıştıysa da ağlamam dur durak bilmeden devam ediyordu. Birkaç dakikanın sonunda son bulan gözyaşlarım Doruk'un rahat bir nefes almasını sağladı.


"Hava almak ister misin?"


Başımı salladım. Doruk yataktan kalkıp üzerine geçirdiği kazağıyla yataktaki bedenime elini uzattı. Bedenim tir tir titrerken beklemeden Doruk'un avucuna elimi bıraktım ve yataktan zorlukla kalktım. Doruk öyle naif hareket ediyordu ki sanki ben bir çiçektim ve o bana ne kadar su vereceğini bilmiyordu. Korkuyordu. Çok su verirse ölmemden az su verirse solmamdan korkuyordu.


Bahçeye adımladığımızda hava oldukça soğumuştu. Omuzlarıma bir mont kapanana kadar soğuk iliklerime kadar işlemişti. Bahçedeki tahta masanın yanındaki plastik sandalyelere oturduğumuzda Doruk kolunu omzuma atıp başımı göğüsüne yaslamamı sağladı.


"Anlatmak ister misin?"


Diye sorduğunda başımı iki yana salladım. O iki kelimeyi dudaklarımın bir araya getirmesini istemiyordum. O iki kelimenin yanana durmasına katlanmıyordum.


"Pekala. Aç mısın?"


Başımı Doruk'un göğüsümden kaldırdığımda sorusuyla gözlerim karnıma değdi. Sanki bu sorunun hasretiyle yanıp tutuşuyormuş gibi guruldayan karnım Doruk'un sorusuna en net cevabı bahşetmişti.


"Kalk bakalım."


"Nereye?"


Diye bir soru dudaklarımdan dökülürken aynı zamanda yerimden kalkıyordum.


"Acılar içinde kıvranan karnını doyurmaya kızıl."


Gülümsedim.


"Bu saatte? Sahi saat kaç?"


Saatten bile bir haberdim! Aman ne güzel...


"Saat ona geliyor. Eve sekizde girdik ve bir dakika bile uyanmadın."


Yanaklarımı şişirdim.


"Sabah uyumama izin verseydin bunlar olmayacaktı."


"İyi ki vermemişim. Seni uyurken izlemek her şeye bedel Kızıl."


Doruk dudaklarını saçlarıma bastırdıktan sonra sağ elimi avucuyla sardı.


"Hadi artık açlıktan öleceğim."


Doruk'a başımı salladığımda önce eve girmiş Doruk için ceket almıştık ve hemen sonra evden ayrılmıştık.


Doruk'la garaja girdiğimizde gideceğimiz yere motorla gideceğimizi anlamam uzun sürmemişti. Doruk birkaç gün önce gelen kasklarımızdan birini bana uzatırken beklemeden kaskı kafama geçirdim ve çoktan motorun üzerinde yerini alan Doruk'un arkasına oturdum.


Motorun çalışması ve bizim garajdan ayrılmamız saniyeler sürerken gecenin ayazını bedenimde en sert haliyle hissediyordum. Öyle bir ayazdı ki bedenimi delip geçiyordu sanki. Gözlerim kapalı, akıp giden yolculuk yaklaşık yarım saatin sonunda son bulurken geldiğimiz yer oldukça tanıdık bir yerdi. Günler önce yeni motor aldığımız gün geldiğimiz tepeydi. Tüm İstanbul'u ayaklarımızın altına seren o tepe. Büyülenmiş gibi etrafıma baktığım dakikalar Doruk'un arkamdan belimi saran kollarıyla bölündü.


"Kabusun her neyse onu yaşamana izin vermeyeceğim Gökçe. Yaz bir kenara, ben hayatında olduğum müddetçe kabusların kabus olarak kalacak."


Gözlerim huzurla kapanırken kalbim buz gibi havaya rağmen hiç olmadığı kadar ısındı. Size söylemiştim değil mi? Sıcacık yerde üşürdü de insan, buz gibi hava da yanardı da...


"Şimdi çilli sana hayatının en iyi yemeğini yedireceğim."


Doruk'un belimi saran kolları gevşerken Doruk'a doğru döndüm ve çatık kaşlarla gülümsedim.


"Neymiş o?"


Doruk kendinden emin bir bakışla çaprazımıza doğru elini kaldırdı ve işaret etti.


"Tavuklu pilav."


Gösterdiği yerde kısa boylu ellilerinde bir amca seyyar pilav arabasıyla ellerini avuşturup ısıtmaya çalışıyordu. Gülümsedim. İnanır mısınız bilmiyorum ama ben... Daha önce tavuklu pilav yememiştim.


"Sakın Gökçe. Sakın daha önce tavuklu pilav yemediğini söyleme."


Alt dudağımı dişlerimin arasına aldığımda omuz silktim. Doruk gözlerini devirerek elimi tuttu ve hızlı adımlarla ilerimizde duran seyyar pilavcıya doğru söylenerek ilerlemeye başladı.


"Sana hayatın tüm güzelliklerini tattıracağım kızıl. Bu da sana sözüm olsun."


"Bu güzelliklerden biri tavuklu pilav mı?"


Diye alayla sorduğumda büyük bir ciddiyetle bana doğru döndü ve başını salladı.


"Aynen öyle."


Doruk pilavcı amcayla selamlaşıp siparişlerimizi verirken gözlerim ayaklarımızın altına serili şehre kaydı. Bizi yutmak isteyen koca şehre...


Her ev farkı bir hayattı, her şehir farklı bir dünyaydı ve her insan farklı bir yaşamdı. Yaşayacaktık. Bizi yutmak isteyen bu şehre, bize bambaşka hayatlar veren evlerde benliğimizin bizi sardığı yaşamlara tutunup yaşamayı başaracaktık. Çünkü yaşamalıydık. Herşeye herkese rağmen yaşamalıydık. Karşımızda koca bir şehir koca bir hayat olsa da....


BÖLÜM SONU

_______________________________


Selamlar canlarım! Yeni bölüme hepiniz hoş geldiniz! Fikirlerinizi paylaşıp, bolca yorum yapmayı ve bölümleri oylamayı unutmayın lütfen sizi seviyorum hoşça kalın❤️✨


WhatsApp'ta Yağmur / Petrichor🦋 kanalını takip edin: https://whatsapp.com/channel/0029VaEbQO79cDDVUw06iy0e


Eğer bu linkten ulaşamazsanız İnstagram hesabımdaki attığım hikaye de de link var💙


TikTok: petrichor_2

İnstagram: peteichor_0


✨Arkadaşlar TikTok ve İnstagram hesabımda kitap hakkında videolar paylaşıyorum bilginize ✨


DUYURU!

TIKTOK HESABIMI KAYBETTİĞİMDEN YENİ BİR HESAP AÇTIM LÜTFEN TAKİP EDİP DESTEK OLMAYI UNUTMAYIN❤️

_____________________________

Loading...
0%