Yeni Üyelik
16.
Bölüm

14.Bölüm: Alişmak

@peteichor_

Bazı şeylerin yokluğuna, kimilerin varlığına, tazelenmiş acılara, yeşeren mutluluklara alışmak zorundaydık. Yoksa gün gelirdi ve o alışamadıklarımız canımızı söke söke alırdı ruhumuzdan. Biz ise bakakalırdık ardından.


14. BÖLÜM: ALIŞMAK


"Hazır mısın güzelim?"


Doruk elinde çantası üzerinde şişme montuyla kapıda, kolundaki saate bakarken, uykulu sesiyle beklentiyle söyleniyordu. Hızlı birkaç hareketle hazırladığım geniş sırt çantamı sırtıma taktım ve koşar adım kapıya ilerledim.


"İşte hazırım!"


Doruk elini uzattığında bekelemeden geniş elinin içine elimi bırakıp parmaklarımızı kenetledim. İşte o gün gelmişti! Yalnızca yarım saat içinde okulun kalkacak olan servislerinden birine binip Uludağ'a doğru yola çıkacaktık.


Günlerden on aralıktı. Daha doğrusu dokuz Aralık gecesiydi ancak saat gece yarısını geçtiğinden on Aralık olarak sayılabilirdi. Son bir ay da hayat hiç olmadığı kadar hızlı hiç olmadığı kadar coşkulu ilerlemişti. Doruk'la geçen zamanlarım bana tüm acımı, kederimi yıllar öncesinde kalmış ve artık kalbime uğramayacakmış gibi hissetttirmişti.


Annem ve babamın yokluğuna ne kadar alışamasamda Doruk'un varlığına bir o kadar alışmıştım. Fakat asıl alışamadığım Göktuğ'un yokluğuydu. Ağabeyimin, sırdaşımın, belki de bu hayatta kalan son ailemin yokluğuydu.


Kalbimdeki acıyı Göktuğ'un yokluğu günbegün büyütse de onun birkaç ay sonra yanımda var olacağı gerçeği büyümeye yüz tutmuş acımı törpüleyerek giderek küçültüyordu. Bazı şeylerin yokluğuna alışmak zordu. Varlığı ise can yakıyordu. Annem ve babam gibi... Onlar yokken acıların en büyüğünü yaşayan ruhum varlıklarıyla hiç olmadığı kadar ezilmişti bir zamanlar. Alışmak bazen can yakıcıydı alışamamaksa can alıcıydı. Tüm canınızı çekip alacakmış gibi hissettiriyordu. O yüzden zorundaydık. Bazı şeylerin yokluğuna, kimilerin varlığına, tazelenmiş acılara, yeşeren mutluluklara alışmak zorundaydık. Yoksa gün gelirdi ve o alışamadıklarımız canımızı söke söke alırdı ruhumuzdan. Biz ise bakakalırdık ardından.


"Üşüyor musun?"


Doruk kapıyı kapattığında evimizin kapanan kapısına son kez bir bakış attım. Bazen ev dediğiniz dört duvar yuva oluyordu size, kalbinize. Ve tıpkı benim gibi kapattığınızda bakakalıyordunuz yuvanızın kapısına.


Çillerle örtünmüş yüzümü beklentiyle bir o kadarda endişeyle süzen Doruk'a gülümseyerek başımı iki yana salladım.


"Üşümüyorum merak etme."


"Eğer üşürsen taksiye bineriz."


Hızla başımı yeniden iki yana sallayarak doruk'un tuttuğum elini biraz daha sıktım.


"Gerek yok iyiyim ben. Hadi gidelim bir an önce."


Doruk başını salladığında bir uyumun içinde sürüklenen adımlarımız bahçe kapısına doğru usulca ilerlemeye başladı.


"Sen iyisin değil mi bebeğim? Dün oradan döndüğünden beri böylesin."


Gülümsedim.


"İyiyim. Artık alıştım... Alıştığım için kendimden nefret ediyorum ama alıştım Doruk."


Oradan dediği yer annem ve babamın dünyaya sığdıramadıkları bedenlerini sığdırdıkları mezaralarıydı. Bir avuç toprağın metrelerce altı.

Onları bu ay yeterince ziyaret ettiğime kendimi ikna edemediğimden dün havanın kararmaya yüz tuttuğu saatlerde onları görmeye gitmiştim.


Yaklaşık iki saat annemin ve babamın isimlerinin mıh gibi kazandığı o mezar taşlarını seyretmiş gözyaşlarımla topraklarını ıslatmıştım. Ruhumdan dökülenler göz yaşlarıma öyle bir karışmıştı ki sanki topraklarını ıslatan göz yaşlarım içimden geçenleri onlara ulaştıracak en somut su damlalarına dönüşmüştü.


İstediğiniz kadar dile gelsindi duygularınız. İstediğiniz kadar haykırsındı kalbiniz. Ne faydaydı içinizi göremedikten sonra bağırdıklarınız. Neye yarardı hissettiremedikten sonra akıttıklarınız? Belki de ilk defa. Hayatımda ilk defa tüm kalbimle hissetmiştim dün yanaklarımdan dökülüp toprağa karışan göz yaşlarımın onlara ruhumdan geçenleri anlattığını. Onlarla geçirdiğim yıllar bana öğretmemişti duygularımı onlara ulaştırmayı ama yoklukları öğretmişti. Varlıklarıyla öğretemediklerini yoklukları öğretmişti ne acı. Ne faydaydı şimdi bilseler acımı? İçimden geçen hüznü bilseler ne değişirdi? Yara bandı yapıştırmadıkları çiziklerimden şimdi oluk oluk kanlar akıyordu. Bir zamanlar basitçe kapanabilecek yaralarım şimdi kabuk bile bağlamıyordu. Bilselerdi belki, o çizikleri görselerdi kapatrlardı basitçe, belki bilselerdi şimdi kan kaybından ölümle burun buruna gelmezdi ruhum. Kim bilir?


"Artık ailende benim Gökçe. Kimin istersen oyum ben senin için. Hem Ağabeyin gelecek güzelim. Alışmak kötü bir şey değil. Alışmak zorundasın. Alışmadığın her yara kalbinde çiçek açar Gökçe'm. Ben senin kalbinde açan çiçeklerin mutluluktan açmasını istiyorum acıdan değil."


"Doruk ben iyiyim tamam mı? Lütfen birkaç günlük gezimizde bunları konuşmayalım. Yalnızca seninle ve arkadaşlarımla güzel vakit geçirmek istiyorum."


Doruk çaresizce başını salladı.


"Nasıl istersen."


Doruk kenetli ellerimizi ayırmadan geniş cebine soktuğunda dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi. Varla yok arasıydı ancak vardı. Aslında kocamandı da dışarıdan emareleri görünüyordu.


Yaklaşık bir kaç dakika sonra okul bahçesine geldiğimizde okul bahçesindeki kalabalığın ruhumu daralttığını hissediyordum. Hiç bir zaman kalabalığı seven biri olmamıştım. Kalabalık benim için yersiz bir gürültüydü. Yıllardır odasında kalemleriyle, boyalarıyla, tuvalleriyle vakit geçirmiş, müziklerine sığınmış kitaplarında hayat bulmuş bir insan kalabalığı nasıl sevebilirdi ki? O içinde tek kişilik koca bir orduyken nasıl hoşlanırdı ki kalabalıktan? Hoşlanmıyordum. Ne kalabalıktan ne de gürültüden zerre hoşlanmıyordum.


"Güzelim Koray ve Melis üçüncü servisteymiş hadi yanlarına gidelim."


Başımı salladım ve üçüncü servise doğru adımlamaya başladım.


Servisin içi dışarıya nazaran oldukça sessizdi. Servisteki öğrenciler ya uyuyor ya da kulaklarına yerleştirdikleri kulaklıklardan müzik dinliyordu. Tek ses şaşırılmayacağı üzere en arka koltuktan Koray ve Melis'ten yükseliyordu. Servisin sessizliği onların kahkahalarıyla dolarken buruk bir tebessümle arka koltuğa doğru ilerlemeye başladım. Arka koltuk tam dört kişilikti. Sağ tarafta cam kenarında Melis onun yanında ise Koray oturuyordu.


"Selam!"


"Selam Kızıl gonca! Hoş geldiniz."


"Selam kuşum!"


İkisine de sıcak gülümsemelerimi sunduktan sonra boş olan cam kenarına bedenimi hızla bıraktım. Dışarıda ne kadar üşüdüğümü hissetmesem de sıcağı tadan bedenim sıcağın dalgasıyla titremeye başlamıştı. Doruk Melis ve Koray'a selam verirken beklemeden telefonumu elime alıp Göktuğ'a mesaj yazmaya başladım. Ne zaman bakardı bilmiyordum ancak ona ara ara bu şekilde haber vermeyi seviyordum. Onunla tek taraflı bir iletişimin içinde olmak bile yalnızlığımı yontuyordu.


"Huysuz şimdi servise bindik! Birazdan yola çıkacağız dikkatli olurum merak etme. Seni seviyorum kendine iyi bak!"


Telefonun ekranına bakarken istemsizce dişlerim alt dudağımı ezmeye başlamıştı. Gözlerimi uzunca kapatıp açtıktan sonra telefonumun ekranını karartıp göğsüme bastırdım ve başımı cama doğru çevirdim. Şimdi burada olsaydı diye geçiriyordum içimden sıkça. Yanımda olsaydı... Bana belki de servisin yanında durup el sallardı. Bir eli üşürdü ve cebine koyardı. Belki de... Üç gün benden ayrı kalmak istemediğini söyler mızmızlık yapardı. Keşke... Keşke üç gün benden ayrı kalamayacağını söyleseydi ve hiç bir şey umursamadan bu servisten inip Göktuğ'yla evime dönebilseydim.

Keşkeler acıydı. Keşkeler çok acıydı.


"Evet arkadaşlar yoklama alacağız ardından yola çıkacağız lütfen kulaklıklarınızı çıkartıp buraya dönün."


Gezi için görevlendirilmiş matematik öğretmenimiz elinde bir listeyle servisin ortasına geldiğinde tüm servis dikkatini bir araya toplamıştı. Hocanın saydığı birkaç ismin ardından ismim duyulduğunda hızla elimi kaldırdım.


"Burada!"


"Doruk!"


"Burada hocam!"


"Koray!"


"Burada!"


"Melis!"


"Buradayım!"


Ve liste bu şekilde devam etmişti. İsmi okunan yeniden uğraştığı işe dönerken bense Doruk'un yaslanmam için açtığı kolunun altına hızla girip başımı göğsüne yasladım. Huzur bulduğum yegane yere. Evime, yuvama, her şeyim olan bu çocuğun sıcak göğsüne.


Isınmıştım. Dışarıdaki fırtınaya rağmen ısınmıştım ve bu his paha biçilemez bir histi. Gözlerim servisin üst kısmındaki dijital saate kayarken servisin motorundan yükselen sesle eş zamanlı olarak dijital saatteki sayılar bir anda değişmişti. 03.59 u gösteren saat an itibariyle 04.00 olmuş ve servis karanlığın içinde usulca hareketlenmeye başlamıştı. İçerisine girdiğimizde bizi karşılayan sessizlik varlığını korurken ruhumun dalıp gitmek istediği derin uykudan daha fazla geri duramadım ve birkaç dakika içinde Doruk'un göğüsünde gecenin karanlığında uyuyakaldım...


***


Gözlerimi açtığımda servisin motor sesi yoktu. Servisin içindeki çoğu kişide öyle. Yalnızca başını başımın üzerine yaslamış uyuyan Doruk ve birkaç kişi servisin içini dolduruyorduk. Hafifçe kıpırdandığımda Doruk'un gözleri bir anda açıldı.


"Uyandın mı?"


Derken yerinde geriniyordu.


"Evet de neredeyiz biz?"


Doruk birkaç dakika etrafına baktıktan sonra çatılan kaşları havaya doğru kalktı.


"Sanırım feribottayız."


Heyecanla camdan dışarıya baktım ve dışarıdakileri seçmeye çalıştım ancak gün yeni yeni doğuyor gibi görünüyordu.


"Aşağı inelim mi?"


Diye sordum hiç bişey göremediğime üzülülerek.


"Gel bakalım."


Doruk yerinden kalktığında elini bana doğru uzattı. Beklemeden elini tuttum ve birlikte servisten dikkatlice indik. Birkaç adım sonra denize bakan bir bölmeye ulaşmıştık ve şimdi doğmak üzere olan güneşi feribotun dalgalandırdığı denizi izliyorduk.


"Keşke daha önce fark etseydik değil mi? Dışarısı içerisinden daha güzel."


Doruk başını sallarken arkama geçti ve bedenimi bedenine yaslamamı sağladı. Bu görüntümüz aklımda Titanik filminin bir kesitini canlandırmıştı. Buruk bir tebessümle etrafıma baktığımda bir okyanusun değil bir denizin üzerinde olmamızın büyük bir şans olduğunu düşündüm. İmkansız. Bazı aşklar imkansızdı ve imkansızlar daima can yakardı. Hayatınızda imkansız ne varsa cayır cayır yakardı canınızı. Duman çıkmadı diye yanmadığını söyleyemezdiniz. Bazı yangınlardan duman çıkmazdı. Duman çıkan her yerse yanmazdı...


"Gökçe?"


"Hım?"


"Seni sevdiğimi biliyorsun değil mi?"


Doruk'un sorusu içimde yersiz bir korku yeşertirler çatık kaşlarla bedenimi Doruk'un bedenine döndürdüm. Doruk beklemeden ellerimi elleriyle sarıp dudaklarıyla buluşturdu.


"Nereden çıktı?"


Diye endişeyle sorduğumda Doruk'un ellerimden ayırdığı dudakları hafifçe gerildi.


"Bil Gökçe. Seni sevdiğimi bil her şeye herkese bu dünyaya rağmen seni sevdiğimi hiç bir zaman unutma."


"Doruk..."


"Bir şey yok güzelim. Sadece senin için endişeleniyorum. Keşke acıları alabilsem ama olmuyor işte. Sikeyim! Acılarını azaltmıyorum bile. Keşke yapabilsem ama yapamıyorum... Canım yanıyor Gökçe. Çok canım yanıyor. Senin o güzel gözlerin uzun uzun daldığında, gözlerin ara ara dolduğunda. Yapayalnız hissettiğinde... Görüyorum be Gökçe. Ne kadar saklasan da görüyorum. Yalnız hissettiğini görüyorum. Yapma yalvarırım seni böyle görmek canımı yakıyor."


Gözlerimden dökülen birer damla yaşı Doruk parmaklarıyla kestiğinde gözlerimi kapattım. Alnımda hissettiğim sıcaklık ise Doruk'un alnıydı. Alnını alnıma yaslamıştı.


"Sen yalnız değişsin Gökçe. Sen ben olduğum müddetçe, nefes aldığım müddetçe yalnız olmayacaksın."


"Biliyorum. Biliyorum Doruk ama çok zor..."


"Biliyorum..."


"Kimsesizlik çok zor Doruk."


"Kimsesiz değilsin."


"Yapayalnızım."


"Ben varım."


"Sen varsın."


"Her zaman ben olacağım."


"Her zaman olacaksın."


İkimiz de acı çekiyorduk. İkimizde alışamadığımız bir ton acının yasını tutuyorduk.

İkimizde umutsuzduk. Birbirimize umut olma umuduyla bir araya geliyorduk. Ruhlarımız sıkı sıkı sarılıyordu. Ellerimizin sıcaklığı birbirine geçiyordu. Biz bir arada olduğumuzda tüm umutsuzluklar önümüzde eğilirdi bilirdik. O yüzden Doruk her zaman olacaktı. Ben her zaman olacaktım. Doruk ve Gökçe her zaman olacaktı...

Dakikalar sonra, "Üşüyeceğiz." Dediğimde doruk başını sallayarak alınlarımızı ayırdı ve ellerini sardığı yüzümü kendine doğru hafifçe çekip sıcak dudaklarını alnımla buluşturdu.


Daha sonrası derin bir sessizlikti. Doruk'la yeniden servise bindik ve kısa süre sonra servis yeniden hareket edip feribottan ayrıldı. Şimdiyse günün aydınlattığı yollarda yağan kara rağmen usul usul ilerliyorduk. Servis geceye nazaran oldukça hareketliydi. Arkadaş grupları aralarında konuşurken bizde boş durmuyor Melis'in özenle hazırladığı kurabiylerden tadarak sohbetin bizi götürdüğü yöne doğru çekiliyorduk.


Doruksa hepimize kıyasla daha durgundu. Dün geceden sonra sanki bir yağmur bulutu gibi üzerime yağmış tüm enerjisini, biriktirdiği her şeyi boşaltmıştı. Şimdiyse dinleniyordu sanki. Diğer bulutların arkasına geçmiş yeryüzünü izliyordu. Bir elim sohbet ederken, kurabiye yerken her zaman yerini koruyor onun elinin tam üzerinde duruyordu.


Doruk haklıydı. Bazı şeylere alışmak zorundaydım. Zamanı gelmişti. Kabuslarımdan ayrılmamın rüyalarıma sığınmanın zamanı gelmişti. Hüzünleri karanlık bir odaya kilitleyip geriye kalan mutlulukları aydınlığa çıkartmanın vakti gelmişti. Bu dünyada tek acı çeken ben değildim ya? Doruk mesela. Annesi hayattayken. Kaybetmişti onu. Kardeşine armağanıydı annesi. Şimdiyse hastanede ondan ayrılmak için can atan kalbini zar zor göğüs kafesinin içinde tutan kardeşine umut olmak, ona bir kalp verebilmek için canını dişine takıp çalışıyordu. Dışarıda fırtına bile kopsa o gittiği yarışlardan vazgeçmiyordu. O da acılıydı. Belki de acısı benden bile büyüktü. Gizlenen acılar her zaman daha büyük olmaz mıydı? Bir yere saklanmış acılar değil miydi en can yakıcı olanlar?


"Arkadaşlar otele geldik hazırlanın lütfen!"


Hocanın gür sesiyle düşüncelerimden sıyrıldığımda her şey oldukça hızlı gelişmişti. Eşyalarımızı hızla toparlamamız, servisten inmemiz ve servisin kardan geçemediği yolları yürüyerek geçmemiz...


Oldukça hızlı geçen yarım saatin sonunda otelin lobisindeki şöminenin önünde işlemlerin halledilmesini bekliyorduk. Şöminenin karşısında ellerimi birbirine sürterken ellerimi saran ellerle yalnızca elimin değil kalbiminde ısındığını hissetmiştim.


Doruk bir arada tuttuğum ellerimi elleriyle sarmış dudaklarından verdiği nefeslerle ısıtmaya çalışıyordu.


Size yemin ederim hayatımda hiç böyle sevilmemiştim.


Ben Gökçe Bal Hazer. Hayatımda kimse beni ellerimi ısıtacak kadar sevmedi. Kimse ilaçlarımı yanında taşıyacak kadar düşünmedi beni. Kimse kabuslarımı baş ucumda karşılamadı. Beni kimse Doruk Çakır Arsal kadar sevmedi. Bana kimse onun kadar değer vermedi. Ya şaka gibi değil mi? Yıllardır çevrende onca insan olsun. Sağında solunda arkanda her yeri bir düzine insan sarsın ama sen yapayalnız kal! Hayır hayır komik olan kısma daha gelmedim. Asıl komik olan onca insanın yapamadığını bir insanın misliyle yapmasıydı. O benim sağımda değildi yalnızca solumdaydı. Solum, kalbim, hayatımdı o benim. Bunca yıldır kimsenin başaramadığı ne varsa başarmıştı o birkaç ayda. Böyleydi hayat. Hiç beklemediğiniz bir anda beklemediğiniz insanlardan bulurdunuz görmek istediğiniz değeri, sevgiyi belki de hayatı... Tatmadığınız ne varsa tattırırdı size. Görmek isteyipte göremediğiniz her şeyi gösterirdi size. İşte o insan Doruk'un ta kendisiydi. Hayatımdaki o eksik parça Doruk Çakır Arsal'dı...


***


"Günaydın! Kalk bakalım uykucu amma uyudun! Akşam yemeğine ineceğiz."


Gözlerimi araladığımda Melis aynaya dönük bir vaziyette yanaklarına allık dürüyordu. Otele gelişimizin ardından giriş işlemlerini halletmiş ardından odalarımıza dağılmıştık. Biz Melis'le bir odayı paylaşırken Doruk'ta Koray'la kalmayı kabul etmişti. Tabii hemen değil! Doruk bir okul gezisinde olduğumuzu unutmuş olacak ki seninle aynı odada kalacağım diye tutturmuştu! Tabii ki kurallar vardı ve kızlar erkeklerle asla aynı odayı paylaşamazdı. Doruk'u ikna etmem zaman alsa da sonunda Koray'la üç gün aynı odayı paylaşmayı kabul etmişti.


Otele sabah on bir gibi giriş yapmamızın ardından neredeyse tüm günümü uyuyarak geçirmiştim. Tabii yolda uyumak beni pek tatmin etmemiş olmalıydı. Her neyse! Anladığım kadaırıyla Melis şu an söylediği üzere akşam yemeği için hazırlanıyordu.


"Ne yemeği?"


Diye uykulu bir sesle mırıldandığımda Melis gözlerini devirdi.


"Akşam yemeği ne yemeği olacak? Kalk hadi süslenmemiz lazım herkes yemekte olacak. Bir de şey gelecekmiş. Şey... Ay aman adını hatırlayamadım şimdi. Bu bizim okulun gezilerine falan sponsor olan bir adam vardı iş adamımıymış ne haltsa. O ve oğlu da gelecekmiş."


Uykulu gözlerimi zar zor açtığımda Melis'in söylediklerini idrak edebilecek kadar uyanmış sayılmazdım. Yorganın altından zorlukla kalktığımda ilk durağım banyo olmuştu.


"Tamam o zaman ben bir duş alayım."


Dediğimde Melis başını sallamış ve tüm dikkatini makyajına vermeye devam etmişti. Beklemeden banyoya girdiğimde hızla suyu ılık olarak ayarladım ve üzerimdeki kıyafetlerden kurtuldum.


Gözlerimi açtıysam da bedenim hala uyuyordu sanki. Beklemeden suyun altına girdiğimde ılık suyun vücudumda yollar çizerek ilerlemesine izin verdim. Yaklaşık kırk dakika boyunca duş aldıktan sonra banyodaki beyaz dolabı açtım ve içinden beyaz geniş bir havlu çıkarttım. Ilık suyun altından çıkan bedenim bir an afallayarak titrese de bedenime sardığım havlu sayesinde titremem çok uzun sürmemişti. Bedenimi kuruladıktan sonra Melis'in yanına geçtiğimde Melis elinde iki triko elbiseyle bana doğru bakıyordu.


"Melis?"


"Gel kızılcık bak burada ne var?"


Kaşlarım alayla yukarı kalkarken Melis'in elindeki elbiseleri süzdüm. İkisi de kalın kumaş triko elbiseydi. Biri boğazlı bordo, diğeri ise omuzlarda biten siyah bir elbiseydi.


"Hangisini giymek istersin?"


Melis'in sorusu heyecanlanmamı sağlarken bir elimle vücudumu saran havluyu tutup diğeriyle bordo elbiseye dokunmaya başladım.


"Beğendin mi?"


"Nereden çıktı bunlar?"


Diye merakla sorduğunda Melis son derece gururlu bir tebessümle önce elinde tuttuğu elbiselere ardından gözlerime baktı.


"Dolabımdan fıstık!"


Gülümsedim.


"Melis keşke sendeki enerjinin birazı bende de olabilseydi."


"Aa! Kızıyorum ama! Şimdi sus ve şu elimde tuttuğum elbiselerden birini seç! Sonra kendini benim güzel ellerime bırak ve izle. Anlaşıldı mı?"


Başımı sallayarak pes eder bir tonlamayla dudaklarımı araladım.


"Anlaştık patron!"


Sahiden o dakikadan sonra kendimi tamamen Melis'e bırakmıştım. Banyoda seçtiğim bordo elbiseyi giyip geri döndüğümde Melis çoktan saç maşasını ve yüzüme sürmek istediği makyaj malzemelerini bir araya toplamış, hazırlamıştı. Aynanın karşısına oturduğum saniyeden sonrası film şeridinden farksızdı. Melis kızıl saçlarımı önce özenle kuruttu. Ardından maşayla son derece dikkatli hareketlerle kıvırdı ve yüzüme geçti. Yaptığı makyaj çillerimi kapatmaktansa adeta ortaya çıkartmıştı.


Yaptığı sade makyaj onun söylediği üzere güzelliğimi tam anlamıyla gözler önüne sermişti. Sonra saçlarım. Hiç olmadığı kadar özenli hiç olmadığı kadar hacimli duruyordu. Melis'le birbirimizi süzdükten sonra aynaya doğru döndük ve oradan da bir süre birbirimizi süzdük. Sonra ne mi oldu? Melis'e sıkıca sarıldım. Hiç bırakmayacakmış gibi sıkı sıkı sarıldım.


"İyiki varsın Melis!"


"Asıl sen iyi ki varsın kızılcık!"


"Çok güzel olduk değil mi?"


Diye hevesle şakıdığımda Melis başı başıma yaslıyken gülümseyerek başını salladı.


"Çok güzel olduk kızılcık."


İkimizin sevgi şöleni telefonumun melodisiyle adeta kesilmişti. Sıkıntıyla yanaklarımı şişirip koşar adım yatağıma ilerledim. Telefon yatağımın yanındaki komodinin üzerinde duruyordu. Arayan kişinin ismini görene kadar yüzüm asık olduysa da gördüğüm isim yüzümde adeta güller açtırmıştı.


"Bebeğim uyandın mı?"


Doruk'un sesiyle gülümseyerek sanki görecekmiş gibi başımı salladım. Hemen ardından toparlanıp dudaklarımı sebebini bilmediğim büyük bir gururla araladım.


"Uyanmakla kalmadım hazırlandım da! Daha doğrusu Melis beni hazırladı!"


"Allah Allah! Bak sen hanım efendiye! Uyanmış, hazırlanmış ama onu merak eden sevgilisi bir dakika olsun aranmamış. Yazdım bir kenara Gökçe hanım!"


"Ya Doruk! Anca kendime gelebildim gerçekten. Yoksa seni aramaz mıydım ben?"


"Arar mıydın?"


"Arardım..."


Doruk'un tebessüm ettiğine yemin edebilirdim ama kesinlikle kanıtlayamazdım. Keşke yanımda olsaydı diye geçirdim içimden. Keşke görebilseydim dünyaya sığdırdığı tebessümünü. Bir an olsun kaçırmak istemiyordum tek bir gülümsemesini, tek bir bakışını, sesini, onu bir dakika bile kaçırmak istemiyordum.


"Biz geldik çıkın hadi."


Doruk'un sesiyle bakışlarım aynada bir kat daha allık süren Melis'te oyalandı.


"Nereye geldiniz?"


"Kapıdayız güzelim hadi ama gelin artık."


"Pekala geliyoruz!"


Diyerek telefonu kapattığımda hızla telefonumu alıp Melis'in yanına ulaştım. Son kez aynaya bakıp saçlarımı düzelttiğimde bir yandan da ara ara kapıya bakıyordum.


"Gelmişler bizi bekliyorlar."


"Kim gelmiş?"


Melis'in saçma sorusuna göz devirmeyi ne kadar çok istesem de vakit kaybetmeden Melis'i çekiştirerek kapıya ilerlemeye başladım.


"Kim olabilir Melis? Doruk ve Koray işte!"


Cümlem bitmeden açılan kapının ardından gördüğüm yüzler Melis'e cevabını zaten vermişti.


"Oha!"


Bu ses Koray'dan yükselse de Doruk'un bakışları da Koray'ın tepkisinden farklı değildi. Eğer Doruk'un gözleri konuşabilseydi şu an için 'oha' dışında her hangi bir kelime söylemesi beklenemezdi.


"Çok güzel olmuşsunuz kızlar!"


Doruk her saniye artan şaşkınlığıyla bedenimi sürerken endişeyle bakışlarımı elbiseme indirdim.


"Olmamış mı?"


Sesim, gizleyemediğim merakım ve sebepsiz korkumla harmanla bir halde çıkmıştı.


"Gökçe."


Doruk adeta sayıklıyordu. İçimdeki korku artarken Doruk tüm korkularımı, merakımı, endişelerimi bitirecek adeta noktayı koyacak bir cümle söyledi gözlerime bakarken.


"Mahvettin beni Gökçe. Güzelliğin beni mahvetti."


Dolu gözlerimin ardından gülümsedim. Güzel olmuştum. İçime korse giymeden, çillerimi kapatmak için çaba göstermeden güzel olmuştum. Her şeyden önce onun için güzel olmuştum. Beni beğenmişti... Onun tarafından beğenilmek tüm dünyaya bedeldi.


"Sağ ol."


Demiştim boşta bulunarak ve hemen ardından verdiğim cevabın saçmalığıyla yüzümün kızardığını hissetmiştim. Ah Gökçe! Daha kötü nasıl saçmalanırdı? Karşımda beni beğendiğini söyleyen bir adam vardı. Güzelliğin beni mahvetti diyen bir adam ve benim cevabım sahiden sağ ol mu olmuştu? Bazen öyle bir salaklığım tutuyordu ki kendimle dalga geçmek, kendimi yerden yere vurmak istiyordum. Doruk afallasa da suratındaki ifade kısa sürede gülümsemeye dönmüş ve elimden sıkıca tutmuştu.


"Demek sağ ol... İyiymiş sağ olayım o halde."


"Dalga geçme Doruk! Sadece utandım..."


Koray ve Melis çoktan kurdukları bir sohbetin içinde kaybolup gitmiş ve önden ilerlemeye başlamıştı. O yüzden rahatça utancımı atmam için zamanım vardı.


"Utanma. Benden utanma çünkü sana iltifat etmedim. Ayrıca sağ ol teşekkür ederim gibi şeyler söylemene gerek yoktu. İltifata teşekkür edilir ben sana iltifat etmedim."


"Oh ne ala sen beni utandırmaya devam et Arsal!"


Doruk dudaklarından bıraktığı kahkahayla başını iki yana sallarken gülümsemesi dudaklarıma bulaşmış olsa gerek beni de güldürmüştü. Dördümüz otelin restoranına giriş yaptığımızda yüzümüzde sahici birer gülümseme vardı. Restoranın manzarası Uludağ'ı bir görsel şölen misali gözlerimizin önüne sererken dışarıdaki beyaz örtü gözlerimi kamaştırmıştı. Herkes dörtlü masalarda otururken bizde oyalanmadan cam kenarında kalan boş masalardan birine yerleştik ve dışarıyı izlemeye başladık. Sanırım oldukça erken gelmiştik zira restoran henüz dolmamıştı.


Masamıza menü geldiğinde içine karıştığımız sohbetten ayrılıp menüdeki yemeklerde gözlerimizi gezdirmeye başladık. Gözlerim menünün salata kısmına takılırken adeta başka hiç bir yemeğe bakmaksızın başımızda bekleyen garsona elimdeki menüyü uzatıp gülümsedim.


"Ben bir tavuklu Sezar salata alayım."


"Tabii."


Diyen Garson bir yandan da elindeki not kağıdına siparişlerimizi not alıyordu. Koray ve Melis ortak kararla kremalı tavuklu bir makarna sipariş vermişti. Doruk'sa bir porsiyon ızgara köfte siparişi vermişti ve garson yanımızdan tatminkar bir halde ayrılmıştı.


"Neden salata? Lütfen diyet zırvalıklarından bahsetme Gökçe."


"Seviyorum! Gerçekten diyet yaptığımdan değil severek yiyorum."


"Öyle olsun bakalım."


Ve yeniden bir sohbete kapılıp gitmiştik. Dışarıda yağan kardan, otel odalarından, yatakların rahatlığından, restoranın dekoruna kadar her ayrıntıyı uzun uzun konuşmuştuk. O esnada tabii restoran okulun öğrencileriyle dolmuş herkes sipariş ettiği yemekleri yemeğe başlamıştı. Restoranın içinde yankılanan ses tabaklara çarpan çatal kaşık ve gülüşten arkadaş guruplarının keyifli sesleriydi. Ta ki müdürümüz restoranın ortalarında kurulan ufak kürsüye çıkana kadar. Burada bile kürsü kurduran müdürümüzün kürsü aşkına gözlerimi devirmekten başka bir çare bulamadım.


"Evet arkadaşlar öncelikle afiyet olsun. Umarım otelimizi sevmişsinizdir. Ancak yapmamız gereken ufak bir şey var ki o da bu tatili size sunan, sizler için çabalayan Demirsoy Holdingler zincirinin sahibi Sıtkı Demir'e teşekkür etmek. Buyruk Sıtkı bey."


Demirsoy Holdinler zincirinin sahibi


Sıtkı Demir.


Kulaklarım uğuldamaya başladığında gözlerim restoran kapısından giren bedenlerde takılı kaldı.


Sıtkı Demir... Arda'nın biricik babası... O an gözlerim Arda'nın mavi gözleriyle birleşirken yerin dibine girmek istedim. Yerin milyonlarca kat altına. O an sanki restorandaki herkes kayboldu. Her şey silindi gitti. Yalnızca o kaldı karşımda. O ve ben. O ve acımasız mavileri. Ben ve hırsla atan kalbim...


BÖLÜM SONU

_______________________________


Selamlar canlarım! Yeni bölüme hepiniz hoş geldiniz! Fikirlerinizi paylaşıp, bolca yorum yapmayı ve bölümleri oylamayı unutmayın lütfen sizi seviyorum hoşça kalın❤️✨


WhatsApp'ta Yağmur / Petrichor🦋 kanalını takip edin: https://whatsapp.com/channel/0029VaEbQO79cDDVUw06iy0e


Eğer bu linkten ulaşamazsanız İnstagram hesabımdaki attığım hikaye de de link var💙


TikTok: petrichor_2

İnstagram: peteichor_0


✨Arkadaşlar TikTok ve İnstagram hesabımda kitap hakkında videolar paylaşıyorum bilginize ✨


DUYURU!

TIKTOK HESABIMI KAYBETTİĞİMDEN YENİ BİR HESAP AÇTIM LÜTFEN TAKİP EDİP DESTEK OLMAYI UNUTMAYIN❤️

_____________________________

Loading...
0%