Yeni Üyelik
17.
Bölüm

15.Bölüm: Kiyamet

@peteichor_

Ben doğduğum bu dünyada bir türlü yere düşememiş bir kar tanesiydim. Havada savrulup duran, insanların arasına bir türlü katılamamış, yersiz yurtsuz bir kar tanesi...

 

15.BÖLÜM: KIYAMET

 

Bir avuç mutluluk. Bazen fazlalıklar giderdi, eksikler tamamlanırdı ve size bir avuç mutluluk kalırdı. Elinizde ne var ne yok giderdi ama o hep kalırdı. Gün gelecekti ve onu da isteyeceklerdi sizden. Tek dayanağınız avucunuzdaki bir avuç mutluluk olacaktı ve bencil kimseler onu bile almak isteyecekti elinizden. Kayıp gidecekti avucunuzda sıkıca tuttuğunuz mutluluğunuz. Tıpkı parmaklarımın arasından yitip gittiğini hissettiğim birkaç parça mutluluğum gibi.

 

Soyut bir şeyin azaldığını nasıl hissederdiniz? Ben şu dakika nasıl hissediyordum parmaklarımın arasından kayan mutluluğumu? Nasıl görüyordum ruhumun yere çakılışını? İmkansız sandığım ne varsa yaşanıyordu şu dakika. Her şeyi ardımda bırakıp Mutlu olmaya karar vereli yalnızca birkaç saat oluyordu ve ben avucumda sıkıca tuttuğum mutluluğumu yere akıtıyordum.

 

Karar verdikten hemen sonra! Avuçlarımla mutluluğumu sıkıca sarmışken şimdi o da kayıyordu parmaklarımın arasından. Arda'yı gördüğüm saniyeden beri. Onunla bakışlarımız kopmak bilmezken elimin üzerinde hissettiğim sıcaklıkla eş zamanlı sol gözümden bir yaş bırakıverdi kendini. Göz yaşımda hayal kırıklıklarım vardı. Göz yaşımda paramparça kalbimin emareleri vardı. Şimdi avucumu kesiyordu kalp kırıklıklarım. Bedeniniz paramparça bir camın üzerine yığılıp kalsa ne olurdu? Ne kadar kanardınız? Bende aynen öyle kanıyorum şimdi. Kalp kırıklıklarımın üzerine ruhum öyle bir düşmüştü ki kalkana kadar paramparça olacağımdan şüphem yoktu. Sanki yerde kalmak yaşamamın tek yoluydu ancak ben ayağa kalkmak istiyordum. Ayaklarımın üzerine sapasağlam durmak istiyordum. Bedenimi, ruhumu kanata kanata dimdik durmak istiyordum. Bazen ayağa kalkmak için kanamak gerekiyordu. Ruhunuzun kanaması gerekiyordu. Kanata kanata kalkmalıydınız ayağa kendinizi. Ruhunuzu parçalaya parçalaya ayaklarınızın üzerinde durmalıydınız. Çünkü hayat sizden tamda bunu istiyordu. Kanamanızı istiyordu. Ayakta kalmak için oluk oluk kanamanızı istiyordu.

 

"Bebeğim iyi misin?"

 

Doruk'un sesi kanayan ruhuma dokunurken gözlerimi sonunda Arda'nın mavilerinden ayırabilmiştim.

 

"Doruk gidelim buradan."

 

"Güzelim ne oluyor?"

 

"Doruk gitmek istiyorum!"

 

Bağırdığımda Doruk'tan herhangi bir hareket beklemeden hızla ayağa kalkıp restoranın çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladım. Omzum kapıya en yakın konumda duran Arda'nın omzuna çarparken hiç bir şey umrumda değildi. Sevgi dilencisi olduğumu söyleyen, beni hiç bir zaman sevmediğini söyleyen biriyle aynı ortamda değil durmak nefes almak bile istemiyordum. Kimseye güvenmemeyi öğrendiğinizde büyüyordunuz belki de. Tıpkı benim gibi... Bazen size seni seviyorum diyenle yıkıp geçen aynı kişi olabiliyordu. Arda gibi. Arda beni paramparça etmişti ve kapıyı çarpıp çıkmıştı. Arda Demir hayatımdan aynen o şekilde çıkmıştı.

 

"Ne oluyor Gökçe?!"

 

Doruk kolumdan tuttuğunda sakinleşmek istercesine derin bir nefes aldım. Otelin lobisinin ortasında öylece duruyorduk. Doruk endişeli bir o kadar gergin bir halde yüzüme bakıyordu. Bense nefes alıyordum. Alabildiğim kadar alıyordum. Vermeyecekmiş gibi alıyordum ancak veriyordum. Aldığınız hiç bir nefes yanınıza kar kalmıyordu. Bir şekilde veriyordunuz işte.

 

"O burada,"

 

"O kim?"

 

"Arda! Eski sevgilim! Beni en yakın arkadaşımla aldatan eski sevgilim! Babamdan sevgi dilendiğimi söyleyen eski sevgilim!"

 

"Şşt geçti sakin ol."

 

İşte bu kadar. Sakindim. Doruk Çakır Arsal'ın geniş kolları tüm bedenimi sararken nasıl sakinleşmezdim? Kokusu ciğerlerimi kaplamışken nasıl sakinleşmezdim? İmkansıza yakın değildi bu ihtimal. İmkansızın önde gideniydi.

 

"İşte böyle..."

 

Kaç dakika boyunca otelin lobisinin ortasında Doruk'la sarıldığımızdan habersizdim ancak dakikalar sonra bedenlerimiz ayrılmış ve Doruk'un yüzümü saran elleriyle epey mayışmıştım.

 

"O ite haddini bildirebilirim Gökçe. Hatta onu öldürebilirim. Sikimde değil bu dünya Gökçe anlıyor musun? senin tek bir göz yaşın için o itin gözlerini oyabilirim. Sen yeterki güçlü ol. Benim güçlü kızım ol. Senin sevgi dilenmeye ihtiyacın yok. Hele şu saatten sonra. Senin hayatında Doruk Çakır Arsal varken ihtiyaç duyacağın son şey sevilmek olacak Gökçe. Çünkü ben seni sevmiyorum benim için sevgi kavramı sensin. Benim sevgim sensin Gökçe."

 

"Doruk seni çok seviyorum!"

 

Doruk'un boynuna kollarımı dolayıp ona sıkı sıkı sarılırken zihnimde ne Arda kalmıştı ne de eski en yakın arkadaş müsfettesi İlayda. Kimse yoktu artık.

 

O vardı.

O ve bana olan sonsuz sevgisi.

Ben ve ona olan sonsuz aşkım.

Hepsi buydu,

 

"Buradan gitmek istiyorsan hemen şimdi gideriz Gökçe. Tam şu an şu kapıdan çıkarız ve gideriz."

 

Başımı iki yana salladım bedenlerimiz ayrılırken.

 

"Kaçmayacağım Doruk. Hiç bir yere gitmiyoruz hatta şu an içeriye geri dönüyoruz. Ben salatamı bitiriyorum sende köfteni."

 

Doruk elimi tutup dudaklarına götürdükten hemen sonra bana dünyanın en güven veren bakışını atarak restorana doğru yürümeye başladı. Ağlayarak çıktığım o restorana Doruk'un elinden tutarak, yüzümde koruduğum kocaman gülümsemeyle döndüm. Arda beni ve yanımdaki Doruk'u gördüğünde çatık kaşlarla bizi izledi. Arkamdan bıraktığı bakışları bile hissedebiliyordum. Arda'yı oldukça iyi tanımanın bazı avantajları vardı. Tabii dezavantajı daha çok olan bir konuydu bu ama olsundu. Şu an kuduran bakışları her şeyi boşvermeme yetiyordu.

 

"Ne oluyor lan?"

 

Melis ve Koray şaşkın şaşkın Doruk ve bana -Özellikle bana- bakarken onlara dakikalarca yaşadığımız her şeyi anlattım. Doruk dişlerini sıkarak ve herhangi bir yorum yapmadan dinlediyse de Koray ve Melis için durum farklı oldu. Melis en çok ilayda'ya söverken Koray'ın derdi Arda olmuştu. Onlara anlatmak sırtımdaki yükleri azaltmış ve rahatlamamı sağlamıştı. Aynı şeyler Doruk için geçerli değildi ne yazıkki. Ben hafiflerden onun sırtına biniyordu ağırlık. Benim sırtımdan düşenler yere değil onun sırtına düşüyordu, ona yükleniyordu.

 

Saatlerce birlikte vakit geçirdikten sonra saat gece on iki vururken hepimiz odalarımıza dağılmıştık. Uyuduğum süre yalnızca iki saatti. Düşüncelerim zihnimde kol gezerken uyumak epey zor olmuştu. Gözlerim dışarıya kayarken yerimden usulca kalktım.

 

Saat gece üçe geliyordu. Melis bilmem kaçıncı rüyasıyla burun burunayken sessiz olmaya özen göstererek telefonumu ve kulaklıklarımı alıp odadan ayrıldım ve otelin lobisine inmek için asansöre yöneldim. Birkaç dakika lobiye inmem için yeterli olmuştu. Kulaklıklarımı kulaklarıma geçirip lobide televizyonun karşısına bulunan koltuğa bedenimi bıraktım ve gözlerimi yağan kara çevirip kar tanelerinin zeminle buluşmasını dinlediğim müzik eşliğinde izlenmeye başladım.

 

Kar taneleri hazırda kapladığı zeminle her buluştuğunda kayboluyordu. Ne garipti... Her kar tanesi birdi aslında. Bir taneydi. Yere düştüğündeyse diğerlerinin arasına karışıyor ve kaybolup gidiyordu. Tıpkı insanlar gibi... Her insan bir doğuyordu. Tek geldiğimiz bu dünyadaysa insanların arasına karışıp gidiyorduk. Hatta belki de kayboluyorduk. Ben doğduğum bu dünyada bir türlü yere düşememiş bir kar tanesiydim. Havada savrulup duran, insanların arasına bir türlü katılamamış, yersiz yurtsuz bir kar tanesi... Şimdiyse başkaydı. Onları tanıdığımdan beri hayat bambaşkaydı. Sanki onlar benim yıllardır düşmeyi beklediğim zemindi. Doruk, Koray, Melis... Onlar benim sonumdu. Yıllarca havada savrulup duran bir kar tanesinin düştüğü zemindi. Sonunda karışmıştım onlara. Sonunda bende bir ev edinmiştim gökyüzünden dökülen her kar tanesi gibi...

 

"Gökçe?"

 

Omzuma değen parmaklarla aniden yerimden fırladığımda kulaklarımdaki kulaklıklardan birinin düşmesi ve kulağıma duymayı en son isteyeceğim sesin dolması bir olmuştu. Arda yanımda dikilmiş beklentiyle bön bön suratıma bakıyordu.

 

"Ne var?"

 

Ani çıkışım Arda'nın hoşuna gitmemiş olacaktı ki burnundan verdiği sert nefesle yanıma oturdu. Aptal mıydı anlamıyordum. Hızla yerimden kalktığımda tek istediğim o iğrenç yüzünü görmemekti. Onun gözleri bir okyanustu ve ben yüzmeyi bilmiyordum. Yüzmeyi bilmeyenler için okyanus demek cehennem demekti. Arda'nın gözleri benim bu dünyadaki cehennemimdi.

 

"Gitme Gökçe beni dinle."

 

Arda peşimden gelmekle kalmayıp kolumdan tuttuğunda kolumu ondan kurtarıp olduğum yerde ona doğru döndüm ve gözlerine baktım. Bir zamanlar yüzmek için can attığım şimdi ise an be an boğulduğum gözlerine...

 

"Seni dinledim Arda. Ben seni yeterince dinledim."

 

"Hayır! Gökçe ben... Ben çok pişmanım-"

 

Aptal diye geçirdim içimden. Pişmanmış... Bazı hataların ne telafisi olurdu ne de özrü. Tıpkı Arda'nın pişman olduğunu söylediği hatası gibi.

 

"Pişmansın öyle mi? Ne zamandan beri? Arkadaşımla yattığından beri mi yoksa beni hiç bir zaman sevmediğini söylediğinden beri mi?"

 

"Yapma Gökçe... Ben seni özledim."

 

"Ben özlemedim. Seni hiç özlemedim. Hatta tiksiniyorum senden anladın mı? Bakışından sesinden her zerrenden nefret ediyordum."

 

"Hayır! Beni unutamazsın sen Gökçe! Sen bana aşıksın!"

 

Koca bir kahkaha aramızda yankılanırken kahkahanın sahibi bendim.

 

"Sana aşık mıyım? Ben sana aşık değildim ben san mecburdum Arda. Tıpkı senin gibi... Biz ailemizin zoruyla bir şeyler yaşadık bunu senden çok iyi biliyorsun. Sana beslediğim sevgi arkadaşlıktan başka bir şey değildi ki onu da sen çok güzel tükettin."

 

Arda dibime kadar girdiğinde bir adım geriye doğru attım.

 

"O çocuk kim?"

 

"Sana ne?"

 

Doruk'dan bahsettiğini farkındaydım ancak bilmeye hakkı yoktu. Arda'nın hayatım hakkında hiç bir şey bilmeye hakkı yoktu.

 

"Seviyor musun onu?"

 

"Sanan ne!"

 

"Beni sevdiğin kadar seviyor musun onu?"

 

Ve yine bir kahkaha attım ona küçümseyici bakışlarımı atarken.

 

"Seni sevmediğim kadar çok seviyorum onu. O kim biliyor musun Arda? O benim huzurum, ailem, hayatım, kalbim o benim her şeyim-"

 

Kusma hissi. Arda'nın belimden çekerek dudaklarıma kapandığında hissettiğim en derin duygu kusma hissiydi. Arda'yı öyle bir hızla itmiştim ki neredeyse düşecekti. Hızla elimin tersiyle dudağımı sertçe sildim. Nasıl yapardı? Beni nasıl öperdi! Kusmak istiyordum! Yalnızca midemde ne var ne yok gidinceye kadar kusmak istiyordum. Bu his başka türlü geçecek gibi değildi. Çatık kaşlarla tiksintili bir yüz ifadesiyle Arda'ya bakarken sonunda sesimi bularak dudaklarımı araladım.

 

"Sen ne yaptığını zannediyorsun?! Beni nasıl öpersin sen? Ya sen... Tiksiniyorum senden anladın mı?!"

 

"Yapma bunu bize! Ben sevdim kızım seni! Yalandı... İlayda yalnızca beni tatmin eden bir zavallıydı ben hep seni sevdim Gökçe."

 

Kaçıncı kahkaham olduğunu inanın saymamıştım. Defalarca kahkaha atmıştım ondan utanırken. Arda'nın sözlerinden Arda utanmazken ben iliklerime kadar utanıyordum. Ben Arda'nın bu dünyadaki varlığından bile utanıyordum.

 

"Asıl zavallı kim biliyor musun Arda? Asıl zavallı sensin! Bir daha karşıma sakın çıkma."

 

Merdivenlere yöneldiğimde kolumdan tutmasıyla elimin sertçe Arda'nın yanağına inmesi ve Arda'nın yüzünün savrulması bir oldu.

 

"Bu bana yaptığın her şey içindi Arda Demir."

 

Ve merdivenleri hızla çıkarak koşar adım yaklaşık bir saat önce ayrıldığım odama kartımı okutup geri döndüm. Tüm bedenim tir tir titrerken bu titremenin sinirden olduğundan hiç şüphem yoktu. Öylesi nefesim bile titrek dökülüyordu dudaklarımdan. Bir kez daha anlamıştım Arda'dan iliklerime kadar nefret ettiğimi bir kez daha farkına varmıştım. İlayda'ya acımıştım. Ona tüm kalbimle acımıştım.

 

İnsanın hayatındaki en tehlikeli insan sevdiği insandı. Ona dünya üzerindeki en güzel mutlulukları da yaşatabilirdi yerin dibine de sokabilirdi. Bu hayatta insanı en çok sevdikleri yaralardı en çok sevdikleri kırar dökerdi. Tıpkı Arda gibi... Ona aşık olmuş olsaydım mahvolmuştum. Tıpkı İlayda'nın şu an mahvolmasına gibi. Midemden dudaklarıma yükselen dalgayla düşüncelerimin arasından savrulup kendimi tuvaletin önünde, klozet kapağını kaldırmış bir halde buldum. Şaka değildi arkadaşlar. Mide bulantım, kusma hissim şakadan çok uzaktı. Zira kapağını kaldırdığım klozetin içinde midemden ne var ne yoksa çıkartmaya başlayalı saniyeler sürmüştü.

 

"Ne oluyor ya?"

 

Melis'in uykulu sesi beni kusmaktan alıkoyamazken hiç bir şeyi umursamaksızın midemdekileri boşaltmaya devam ediyordum.

 

"Gökçe!"

 

Saçlarımda hissettiğim parmaklarla nefes nefese kaldığımda zorlukla kendime gelebilmiştim. Melis kızıl saçlarımı bir arada tutarken sesi adeta endişe kokuyordu. Klozetten nefes nefese geriye çekildiğimde Melis bir eliyle saçlarımı tutarken diğer eliyle sifonu çekmiş ve ayaklarımın dibine oturmuştu.

 

"Güzelim bu halin ne? Ne oldu sana?"

 

"Arda... Arda beni öptü Melis."

 

Demiştim nefeslerimin arasında. Aklıma gelen bu görüntü yine midemdekileri ağzıma getirecekken kendimi tuttum ve başımı soğuk fayansa yasladım. Melis şaşkınca geriye yaslanırken ağzı beş karış açık kalmıştı.

 

"Sen ne diyorsun Gökçe? Ne zaman oldu? Nasıl oldu?"

 

Ve daha nice sorular... Cevap verebilecek durumda olmamaktan daha kötü olan şey dudaklarımdan nefret etmemdi. Resmen silmişti. Arda'nın dudakları Doruk'un dudaklarımda bıraktığı izleri silmişti. Bir kez daha nefret ettim ondan.

 

"Ben aşağıda müzik dinliyordum. Yanıma geldi saçma sapan konuştu. Doruk'un kim olduğunu sordu bende onu ne kadar çok sevdiğimi anlatmaya başladım her şey bir anda oldu... Bir anda dudaklarıma yapıştı! İğrençti Melis!"

 

"Sakin ol kızıl. Bunu... Doruk'a söylememiz lazım biliyorsun değil mi? O boş boğaz arda eğer senden önce davranırsa Doruk'u kimse tutamaz Kızıl. Sen bile..."

 

Sesli bir şekilde yutkunduğumda Melis'in haklı olduğundan şüphem yoktu. Doruk bileğimi çizen birini bile herkesin içinde dövmüştü. Doruk öfkesini kontrol etmekte oldukça zorlanan bir insandı ve eğer bunu Arda'dan öğrenirse ortalığı birbirine katar okuldan bile atılabilirdi.

 

"Melis benden duyduğunda ne değişecek?"

 

Diye korkarak sormuştum düşüncelerimin arasında. Ne değişecekti sahi? "He tamam o zaman sen söylediysen sorun yok." Mu diyecekti? Ya da "olur öyle şeyler." Falan mı? Ah! Ne yapacaktım ben?! Arda Demir hayatımı mahvetmek için dünyaya gelmişti aksi kabul edilemezdi.

 

"Aslına bakarsan bir şey değişmez ama... Of Allahım ya! Ne yapacağız kızım biz? Eğer Doruk olay çıkartırsa, Arda'ya dokunursa bizim para meraklısı müdür gözünün yaşına bakmaz Doruk'un. Zaten görüyorsun, ortada ne anne var ne baba kimse gelipte oğlumu okuldan atmayın demez. Hayatı mahvolur Gökçe."

 

Arda. Bu işi çözmem gereken kişi Arda'nın ta kendisi. Arda'yla konuşmalı ve ona yaptığı şeyden kimseye bahsetmemesi gerektiğini söylemeliydim. Tek çözümü buydu zira Arda ya da ben Doruk'a herhangi bir şey söylersek Doruk kendini tutamaz Arda'ya saldırırdı. Sonrası ise tam bir fiyasko olurdu. Sevgili okul müdürümüz okulumuzun maddi her anlamda ihtiyacına sponsor olan adamın oğlunun zarar gördüğünü görürse Doruk'u okuldan atar ve Doruk lise mezunu olamadan, üniversite sınavına giremeden hayatı mahvolmuş bir halde hayatına motor yarışlarıyla devam etmeye mecbur kalırdı. Ah asla! Bu ihtimallerin hiç biri asla yaşanmamalıydı. Başımı hızla iki yana sallayarak oturduğum yerden ayağa kalktım ve Melis'e tüm kararlılığımla döndüm.

 

"Melis ben Arda'yla konuşacağım. Başka çaremiz yok. Arda kimseye hiç bir şey söylememeli."

 

Melis isteksizce başını sallarken ona hak veriyordum. Arda'yla ne kadar konuşmak istemesem de mecburdum.

 

"O şerefsiz müsfettesiyle yan yana gelmeni dahi istemesem de mecbursun kızıl. Doruk için mecbursun..."

 

Başımı salladım.

 

"Hadi artık uyuyalım yarın düşünürüz."

 

Melis'in sesiyle başımı salladım.

 

"Sen yat ben de yatarım birazdan."

 

Melis başını sallayarak parmaklarını omzumda gezdirdi ve omzumu sıvazladı. Bu onun dilinde 'Ben her zaman yanındaydım ve her şeyi çözeceğiz' demekti. Melis'e gülümsedim ve banyodan çıkışını izledim. O yanımdan ayrılır ayrılmazsa lavaboya yöneldim ve elimi yüzümü buz gibi suyla defalarca yıkadım. Sonrası oldukça hızlı akıp giden birkaç dakikadan ibaretti. Banyoda işim bittikten hemen sonra üzerime temiz ve rahat kıyafetler giyip yorganımın altına girmiş ve kısa sürede uykuya dalmıştım. Bazı şeylerin çaresi uyumaktı ve ben uyuyacaktım. Her şeyi boşverip yalnızca rüyalarıma sığınacaktım. Ne yapacağım hakkında ufacık bir fikrim yoktu ancak ne yapmayacağımı çok iyi biliyordum. Doruk'a zarar gelecek hiç bir şey yapmayacaktım...

 

***

 

"Günaydın uyuyan güzel."

 

Melis'in endişeyle sarılmış sesi güneşin doğumuyla neşeyle buluşmuştu sanki. Zira açtığı perdeden içeriye dolan kısık güneş gözlerimi kamaştırırken Melis dün geceye nazaran oldukça neşeli duruyordu. Yerimden usulca doğruluğumda garip bir şekilde oldukça dinlenmiş ve dinç hissediyordum. Sanki dün gece Arda beni öpmemiş, ben odaya gelip midemde ne var ne yok çıkana kadar kusmamışım gibi her şey mükemmel, olması gerektiği gibiydi. Keşke!

 

"Günaydın Melis!"

 

Sesim neşeden uzak olsa da mutluluğun kıyılarında arayış içindeydi sanki.

 

"Hadi kahvaltıya inelim bugün kayak yapmaya gideceğiz. Madem o kadar tatile geldik tadını çıkartalım değil mi ama?"

 

Gülümseyerek yorganıma veda ettiğimde sıkıntılı bir nefes verdim. Hiç bir şey olmamış gibi davranmak kolaydı ancak bir şeyler olmuştu ve maalesef bu değiştiremeyeceğimiz bir gerçek olup ayaklarımıza dolanmıştı.

 

"Ne yapacağız Melis?"

 

Diye sorduğumda Melis yanaklarını şişirip umursamaz bakışlarını bana doğru çevirdi.

 

"Bu Arda'nın babası nasıl biri kızıl?"

 

Melis sanki aklına dahiyane bir fikir gelmiş gibi kendinden emin bakışlarıyla bedenini bedenime çevirdi.

 

"Yani Sıtkı Amca kuralcı bir tiptir. Hatta eminim Arda buraya bile babasının zoruyla gelmiştir! Ödlek herif."

 

Melis parmağını şıklattığında aslında aklına gelen fikri az çok tahmin etmiştim.

 

"İşte bu kızıl! Sence Sıtkı amcan biricik oğlunun seni en yakın arkadaşınla aldattığını öğrense ne olur?"

 

Neredeyse kahkaha atacaktım! Tabii ya! Sıtkı amca oldukça katı kuralları olan bir adamdı ve Arda'nın bana yaptıklarını duyduğu an Arda'nın bu hayatta en değer verdiği iki şeyi Arda'nın elinden alırdı! Yani kredi kartlarını ve tabii bir de biricik arabasını.

 

"Melis sen süpersin!"

 

Melis'in yanaklarından sulu sulu öptüğümde gülerek söylense de hoşuna gittiğini inkar edemezdi.

 

Hızla dolabımın kapağını açtım ve getirdiğim kalın kıyafetlere göz süzmeye başladım. Sonunda karar verdiğimde hızla üzerime seçtiğim, boğazlı mavi kazağımı ve altıma da kalın siyah taytımı giydim. Öyle hızlı hareket ediyordum ki hazırlanmam yaklaşık on dakika, odadan çıkmamsa on iki dakikamı almıştı. Sıra Arda'yı bulmaktaydı.

 

Saat sabahın erken saatleri olduğundan otel oldukça boştu daha doğrusu herkes bilmem kaçıncı rüyasını görüyor ve kahvaltıya bile inme zahmetine girmiyordu. Ne kadar süre restoran, lobi ve otelin içinde Arda'yı aradım bilmiyordum tek bildiğim sonunda pes edip telefonuma sarıldığımdı.

 

Kulağıma dayadığım telefonm ucundan Arda'nın mide bulandırıcı sesini duymayı beklediğim kısa zaman zarfında stres tüm bedenimi sarmalamış durumdaydı. O pislikte kurduğum en ufak iletişim midemi ağzıma getiriyordu ama yapmak zorundaydım. En çokta Doruk için. Zira Doruk'un ciddi bir öfke problemi vardı ve burası kesinlikle yeri değildi.

 

"Alo?"

 

Arda'nın uykulu sesi birkaç dakika ardından telefonun diğer ucundan duyulduğunda yüzümü buruşturmak istedim.

 

"Lobiye gel acil."

 

"Gökçe-"

 

Telefonu suratına kapattığımda hızla cebime koyup ellerimi kalbime yasladım. Bu arada derin nefesler almayı ihmal etmiyordum tabii. Otelin lobisinde Arda'yı tehdit etmek üzere beklerken yüreğim ağzımdaydı. Hayatta kaç kişi bir zamanlar çocukluğunu paylaştığı insanı tehdit etmek üzere bekliyordu sahi? Kaç kişi en yakınım dediğiyle aldatılıyordu?

 

"Gökçe!"

 

Arda neredeyse yanıma ışınlanmıştı! Demek merak duygusu uykudan bile ağırdı.

 

"Eğer Doruk'a beni öptüğünü söyleyecek olursan Sıtkı amcaya sizi İlayda'yla sevişirken yakaladığımı söylerim. Şimdi uyumaya devam edebilirsin Arda Demir."

 

Tam yanından geçeceğim sırada kolumu saran parmaklarıyla olduğum yerde durdum.

 

"Yapamazsın."

 

"Eski Gökçe yapamazdı evet ama bu Gökçe aklının alamayacağı şeyler yapar. Neden biliyor musun? Çünkü artık kaybedecek hiç bir şeyim yok. Doruk dışında... Ve sen ona, bize zarar verecek tek bir kelime edersen seni mahvederim."

 

Arda'nın daha fazla cevap vermesini beklemeden kolumu kurtardım ve hızlı adımlarla restorana ilerledim. İnanın şu an neden restorana girdiğimi bile bilmiyordum! Kalbim resmen ağzıma kadar çıkmıştı! Az önceki cümlelerin sahibi bendim değil mi? En arka sırada oturan sessiz kız. Ailesinin kör, arkadaşlarının sağır olduğu görünmez kız... O kız biraz önce çocukluğunu paylaştığı şimdi ise nefretiyle tanıştırdığı o çocuğa tehditler savurmuştu.

 

Tabağımı dolduruyordum. Açık büfeye gitmiş elimdeki kocaman tabağı tek bir noktası görünmeyecek halde dolduruyordum. Ne aldığımı bile farkında değildim. Dudaklarımdan dökülen cümleler kulaklarımda defalarca yankılanırken aldığım şeylerin hiç önemi yoktu. Size durumu şöyle özetleyebilirim. Biraz önce otelin lobisinde beni en yakın arkadaşımla aldatan eski sevgilimi dün gece beni öptüğünü yeni sevgilime söylememesi için tehtid etmiş ardından havalı bir şekilde restorana girmiş ve açık büfeden tabağımı tıka basa doldurmaya başlamıştım. Ha birde! Bunu yaparken otuz iki diş sırıtıyor ve dışarıdan nasıl göründüğümü kesinlikle umursamıyordum. Başımı iki yana sallayıp sonunda tabağımı doldurmayı bırakıp bulduğum boş bir masaya oturdum ve tabağıma hunharca doldurduğum kahvaltılıkları ağzıma tıkmaya başladım. Düşünmek istemediğim her ne varsa bu sayede düşünmüyordum! Süper zeka Gökçe!

 

Tek başıma oturduğum masada tabağımdakileri ağzıma tıkarken masaya oturan Melis, Koray ve Doruk umrumda bile olmamıştı. Yalnızca tabağımdakiler ve ben vardık. Birde kafamdaki iflah olmaz düşünceler.

 

"Güzelim afiyet olsun da hayırdır bu kadar yemezdin sen?"

 

Ağzım hala doluyken omuz silktim ve Doruk'u umursamadan yemek yemeğe devam ettim. Doruk'sa her şeyden bir haber bu halime gülümseyip tabağına aldığı birkaç parça kahvaltılığı yemeye koyuldu. Melis ve Koray her zamanki gibi neşeyle sohbet ederken bizim tek derdimiz tabağımızdakiler bitirmekti.

 

"Ardadaşlar afiyet olsun! On dakika sonra kayak merkezine ineceğiz bir arada olursanız sevinirim."

 

Okul müdürümüzün sesi restoranın içinde yankılanana kadar gayet huzurla kahvaltımızı ediyorduk ancak iştah kapatıcı sesini aramıza salan saygı değer müdürümüz sayesinde mideme daha fazla baskı uygulamayı bırakıp bir bardak su içtim ve sonunda kahvaltımı noktaladım. Belki de okul müdürümüz bu kez hayatımı kurtarmıştı. Aksi taktirde biraz daha yemeğe devam etseydim patlama noktasına gelmem an meselesiydi!

 

"Doydun mu?"

 

Doruk'un alaylı sorusuyla gözlerimi devirdim.

 

"Biraz acıkmışım ne olmuş yani?"

 

Doruk dudaklarına yalandan bir fermuar çekerken gülümsemem genişlemişti.

 

"Hadi kayak merkezine gidelim!"

 

Koray'ın heyecanına Melis'te ortak olurken hep birlikte ayaklanıp bir arada müdürümüzü bekleyen öğrenci topluluğunun yanına iliştik. Kısa bir zaman içinde herkes bir araya toplanmış ve biz kendimizi ekipmanlarla birlikte kayak merkezinin ortasında bulmuştuk.

 

***

Defalarca düşmüş, kahkahalarla eğlenmiş ve her zaman bir arada olmuştuk. Akşama kadar neredeyse aralıksız eğlenmiş ve tüm dertlerimizden arınmıştık. İnsan sevdikleriyle olunca dertleri rafa kalkıyordu sanki. Unutuluyor gidiyordu dertler, yitip gidiyordu tüm çaresizlikler. İnsanın içine umut kalbine mutluluk doğuyordu. Bunu ne tatil sağlıyordu ne de bir avuç para. Yalnızca sevdiğiniz insanlar. Zira ben bunca yıl para içinde yüzerken hayatımda dert eksik olmuyor mutsuzluklar esir aldığı kalbimi bırakmak nedir bilmiyordu.

 

"Yorgunluktan bayılacağım."

 

Otelin lobisindeki koltuklarda sessizce dinlendiğimiz birkaç dakikanın sonunda Koray sıkıntılı bir nefes vermiş ve yorgun sesinin aramızda yankılanmasına izin vermişti. Kesinlikle katılıyordum! Resmen ayaklarım feryat ediyor, kollarım yardım dileniyordu. Başım Doruk'un omzuna yaslıyken yerimde doğrulup başımı salladım.

 

"Al benden de o kadar! Kaç saat kaldık saydınız mı?"

 

"Yok be kızıl gonca ne sayması? Ama harbi en çok biz kaldık he! Bir ara kaybolduk sandım kimseyi göremeyince. Aman be! Ne anlar bizim boklu okul eğlenceden?"

 

Melis kırkırdarken Doruk hafifçe gülümsemişti.

 

"Akşam yemeği kaçtaydı açlıktan midem içine çöktü."

 

Bu kez şikayet eden Doruk'tu! Tabii ya bir o kalmıştı.

 

"Saat altıya geliyor iki saate başlar yemek."

 

Doruk yanaklarını şişirip başını koltuğa doğru geri yaslanmıştı. Otelin lobisindeki koltuklar oldukça rahattı ve biz dinlenmek için yataklarımızı değil bu koltukları tercih etmiştik. Lobide üç ayrı bölüm vardı ve bu demek oluyordu ki üç farklı L şeklinde koltuk vardı. Ortadaysa tavana yakın bir televizyon ve ondan yayılan ana haber bülteninin kısık sesi vardı. Adeta bir otelde değil sıcacık bir evdeydik. Bizim gibi birkaç öğrenci daha koltuklara yayılmış sessizce sohbet ediyordu. Anlayacağınız oldukça sakin bir akşam geçiriyorduk. Taki sarışın bir kız yanıma gelip kulağıma doğru eğilene kadar.

 

"Okulun itiraf sayfasına girsen iyi olur."

 

Demiş ve uzaklaşmıştı. Doruk, Koray ve Melis ciddiyetle doğrularken omuz silkip telefonumu parmaklarımın arasına aldım ve üzerime dönen bakışları umursamadan okulun itiraf sayfasına girdim. Gözlerimin kör olması, kulaklarımın sağır olması o an için tek dileğimdi.

 

"ŞOK! OKULUN YENİ KIZI VE OKULUMUZA SPONSOR OLAN, ÜNLÜ İŞ ADAMI SITKI DEMİR'İN OĞLU ARDA DEMİR, OTELİN LOBİSİNDE GECENİN BİR SAATİ ÖPÜŞÜRKEN YAKALANDI!"

 

Hayat acımasız. Hayat kural tanımaz, hayat plan sevmez. Ölüm zamansız plansız olur yaşamak gibi. Farksızdı ikisi. İkisi de planlanmazdı. Önlemi alınmazdı. Ben bu anı yaşamak için ne yaparsam yapayayım yaşanması gerekiyordu. Ve yaşanacaktı da. Elimden çekip alınan telefon ve gözümden akan birkaç damla yaş yaşanacak felaketlerin haberciliğini üstlenmişti. Doruk elimden aldığı telefona kitlenirken gözlerimi sıkıca kapattım. Çaresizce olduğum yerde gözlerimi sıkıca kapattım ve olacakları kalbim ağzımda sabırla beklemeye başladım.

 

Bir kargaşaydı olan. Her şey saniyeler içinde olmuştu. Ben oturduğum koltukta gözlerim kapalı olacakları beklerken Doruk merdivenlerden inen Arda'nın yakasına yapışmış, Melis'se Doruk'un arkasından gerçeği anlatmak üzere yalvar yakar koşturmaya başlamıştı. Sesler vardı. Seslerin içinden ayıklayabildiğim bir takım cümleler. Aynen şöyleydi birkaçı.

 

"Vay be ne ara ayartmış çocuğu?"

 

"Bu kız da az değilmiş?"

 

"Ne yani Doruk'la sevgili değil miydi?"

 

"Anlasana kızım Doruk'u Arda denen çocukla aldatmış!"

 

Bir felaketti yaşadığım. Felaketten farksızdı ve en kötüsü şu an tepki veremiyordum. Ayaklarımın bağı çözüldü derler ya hani. Sahiden çözülürmüş. Zira ayaklarımın bağı adeta çözülmüştü şimdi. Ne ayağa kalkabiliyordum ne oturmak istiyordum. Ayağa kalksam yere yığılıp kalacak gibiydim ancak otururken sanki her bir uvzuma görünmez iğneler batıyormuş gibiydi. Ne yapsam faydası yoktu. Gözlerimi yavaşça araladığımda gözüme takılan haber bülteniyle sesler zihnimi teker teker terk etmeye başladı. Gözlerim yalnızca bir cümlede kaldı ve benim kalbim tam o dakika durdu. Hayır hayır yaşadığım bir felaket değildi, bir kıyametin ta kendisiydi. O an anladım. Gözüme takılan o acı cümle bana bir kıyametin tam ortasında olduğumu adeta haykırdı.

 

"Isparta'da Acı İnşaat kazası! Genç işçi, Göktuğ Hazer çalıştığı inşaatın altıncı katından düşerek hayatını kaybetti. Ayrıntılar Az sonra!"

 

Kulaklarım uğulduyordu. Gözlerim karıncalanıyordu. Önce ruhum çakılmıştı yere bir kıyametin tam ortasında. Sonraysa bedenim güçsüzce yere yığılıvermişti.

 

Ben Gökçe Bal Hazer bir kıyametin orta yerine, öyle bir çakılmıştım ki ayağa kalkmam için kanamam yetmiyordu ölmem gerekiyordu....

 

BÖLÜM SONU

Loading...
0%